Aşk artık bir hikâyedir
"Küntü kenzen mahfî" (Ben gizli bir hazine idim bilinmek istedim), Aşk Hadisi, sahihliği tartışmalı olsa da sufi geleneğin etrafında döndüğü mihveri verir. Gelenek aşk etrafında döner çünkü.
Onun varlığı, müfredatı, sanatı, estetiği aşk olmaksızın izah edilemez.
Gerçi burada söz konusu edilen ve Kur'an'da adı ya da müştaklarının geçmediğine zahidlerce sürekli dikkat çekilen aşk, ruhun, dünyevi gerçekliğin kayıtlarından alabildiğine sıyrılarak maveraî gerçekle yüz yüze geldiği cezbe halini işaret eder. Böyle bir aşk insanı ancak kendi ezel gerçeğiyle yüzleştirir, sılasından bir hatıra verir. Bu itibarla da dünyevi olması mümkün değildir.
Ancak dünyevi aşkın da, sıradan insanı bile gündelik gerçeğinden, görünür hacminden, genelgeçerinden geçirerek başkalaştırdığı, kendi ruhuna tanık tuttuğu gerçeğine binaen içerdiği anlam o denli yüce, gösterdiği şey o denli hakiki, tecrübe ettirdiği şey o denli aşkın'dır ki. Bir ucu göklerde ama bir ucu da yerde olsa bile, üzerinde daima bir günah bulaşığı taşısa, daima bir sicil bozukluğu, ciddi bir şaibe içerse de. Beşeri aşkın da cezbenin ilk adımı, ilâhi aşka açılan yolun başlangıcı, o kıyametin küçük çapta bir tecrübesi olarak sufi gelenekte belli bir anlayışla karşılandığı, bir tebessüm, hiç olmazsa manalı bir sükûtla geçiştirildiği de muhakkaktır. Kalp talim etmektedir handiyse. Nasip ve gayret yolun geri kalanını nasılsa belirleyecektir. Çünkü aşk, güzellik karşısında ilgisiz kalamama halidir.
Aşkın güzellikle kaynayan ondan neşet eden bir hal olduğu da "Küntü kenzen mahfî" hadisinde zahirdir. Gizli Güzellik görünmek bilinmek istemiştir madem. Zât'ın kendisine duyduğu aşktır bu. Öyleyse güzellik esastır, aşk, onun görünür kılınabilmesi için bir vasıta. Bir bakıma mutlak güzelliğin işlevsel kılınabilmesi aşkla sağlanmıştır.
Hal böyleyken dünyevi lisanda aslolan hangisidir? Aşk mı güzellik mi?
Güzellik olmazsa aşk olmaz. Ama güzellik de ancak aşkla ol'ur. Veysel'in "Güzelliğin on par'etmez/ Bu bendeki aşk olmasa" dizelerinin "Anılmazdı Veysel adı/ O sana âşık olmasa" dizeleriyle tamamlanması tesadüfî değildir.
Aşk mı güzellik mi?
Aşkın, kaza menziline varması kaçınılmaz olan ve pek çok feda durağına uğrayan yolunda geriye ne kalırsa odur aslolan.
Bu yolculukta, küçük sandalı fırtınalı denizde savrulan kazazede batmamak için safralarını atmaya başlar. Önce kıymetsizleri gözden çıkarır, kaybı fazla eksiklik doğurmayacak olanları. Ardından fedası biraz can yakanları. Ardından fedası ciddi ciddi zor olanları. Sandal hafifler biraz. Ama kaza işte. Şakası yok. Yetmez. Bu kez kendi içine döner kazazede. Gözlerini kendi ağırlıklarına çevirir. Sıra asıl safralara, asıl ağırlıklara gelir. Hangi yanlarını sakatladığını, hangi cihetinden eksileceğini, köreleceğini düşünmeksizin bile, kendisine en ağır gelenleri bir bir fedaya başlar. Benliğinin en büyük parçalarını, ben'ini ben yapan asıl uzuvları gözden çıkarır, sıralı sırasız değil, sırasıyla.
Büyük hesaplaşma! Çünkü feda ettikleri, ben zannettiği ne varsa, onlardır aslında. An gelir: Belâ aşktan büyüktür, Allah hepsinden, hisseder. O zaman, aşka dair yitirdiği inancın bütün öfkesi ve zilletiyle, aşkı, fırtınalı denizin karanlık sularına, olabildiği kadar derine fırlatır atar. Sözde bir feda değildir bu. Öyle bir yere gelip dayanır ki orada, Safiye Erol'un kanla yazdığı gibi, artık kendimi affetsem, diyebilirse ruhunda bir aff-ı umumi fırtınasının koptuğunu hissedecektir. İşte o anda bile feda edilemeyen ne varsa, geriye ne kalmışsa, "O benim işte".
Feda edemediği, vaz geçemediği tek duygu, kala kala kendisine saf güzellik duygusu kalmıştır. Lâkin ağırdır güzelliğin "bi başına" taşınması, bu sandal batacaksa güzellikle, güzellikten batacaktır. Şimdengerü ona da razıdır.
Belki de güzellik, çirkinlikten şikâyeti, o feryâdı kesme hâlidir "Kahrın da hoş lütfun da hoş" algısı, masum bir cehaletin işareti değilse böyle bir ıztırabın görkemli neticesidir. Ve orada artık aşk da sadece bir hikâyedir.
Nazan Bekiroğlu