söylense bi türlü, söylenmese içte ukte...
gitme işte. gitme diyorum, bin kere, yüz bin kere, milyon kere gitme. söylesem bi şi değiştirmeyecek biliyorum, ama demeliyim, gitme işte, bu sefer gitme...
saçlarımı karıştır yine sabahları, daha ben tam uyanmamışken. pot üstü potlar kırabilecek, gaf üstü gaflar yapabilecekken ve daha çok gülecek şeyimiz varken... gitme.
kahvaltıda mızıklanacağım daha, uykumu alamadım diye. sen de gülümseyeceksin, üşüdüğünü söyleyeceksin, kalkıp battaniyeyi aldığını anlatacaksın gülerek. ayakların üşüyor öyle, bilmez miyim?
sonra bir cumartesi sabahı nasıl başladıysa öyle gidecek, kalkıp bi yerlere gitmeye karar vericez, sonra beşiktaş sahilde bulucaz kendimizi. "bu trafikte kıpırdanmaz şekerim!" e gitmeyelim, martılara simit falan atalım, çay içelim şurda, zar tutmazsan bi de tavla atarız?
akşam yemeği benim işim. cumartesileri sadece. benim deneysel yemeklerime bakıp, yiyormuş gibi yapacak, belki de çaktırmadan çöpe dökecek, ama asla çeneni açmayacaksın. sonra film izlerken ben senin karnına yatarak, sesleri duyucam; dürüm söylenecek. onbire kadar açık zaten sokaktaki kebapçı.
"seninkiler kadar güzel değiller ama, yorulma şimdi sen..." diyeceksin. ben gülücem. sen güleceksin. aynı yalana inanmaya çalışan çocuklar olucaz bi süreliğine.
"saçlarım leş gibi sigara koktu" dicem ben. sonunun nereye gideceğini bilerek. duş sonrası o koku, hiç bi parfüme benzemeyen koku ile gelicem yanına:
-ay, rüzgar, teninin kokusu ve ben
sevişiriz odamda seni beklerken
sıcak tenini al da gel, üç deniz ötesinden
sen de süzül ay gibi, yırtık perdemden-
sıcak tenini de alıp geleceksin, gitmek ne ki?
gitme işte. gitme...