TARİHİMİZDEN HİKAYELER...gurur duyacaksınız

Mısır seferine gidilirken ordunun korkunç Sina Çölü'nden geçmesi gerekiyordu. Kum fırtınalarının etrafı kasıp kavurduğu gündüzleri dayanılmaz sıcaklara sahne olurken geceleri dondurucu soğukları davet eden bu çölü dünya- da hiç bir ordu geçememişti. Yavuz Sultan Selim ordusuna moral verici sözler söyledikten sonra atını çöle sürdü.

Herkes yanındaki suyu idareli kullanıyor namazlar teyemmüm yapılarak kılınıyordu. Yolculuk böyle sürüp giderken Yavuz Sultan Selim'in bir ara atından indiği ve saygılı bir halde yaya olarak yürüdüğü görüldü. Herkes şaşırmıştı ama kimse sebebini soramıyordu. Padişahın hiç yanından ayırmadığı Hasan Can durumu öğrenmekte gecikmedi. Padişah O'na şunları söylemişti:

"İki cihan sultanı Peygamber Efendimiz önümüzde yaya olarak yürürlerken biz nasıl at üstünde olabiliriz Hasan Can?"



Mısır'ın fethinden sonra esir Memluk kumandanlarından Kayıtbay Yavuz Sultan Selim'in huzuruna getirilmişti. Aralarında şöyle bir konuşma geçti:

"- Söyle bakalım Kayıtbay cesaret ve kahramanlığın ne işe yaradı?"

"- Cesaret ve kahramanlığım hâlâ var ey Sultan! Yalnız bize ne yaptıysa ordunuzdaki toplar yaptı!"

"- Anlamadım!.."

"- Berberilerden biri Venedik'ten top getirerek bize satmak istemişti de Peygamberimizin "ok ve kılıç kullanın" şeklindeki emrine aykırıdır diye satın almamıştık. O satıcı bize "Yaşayan görecektir ki memleketiniz top yüzünden elinizden çıkacaktır" demişti. Meğer doğruyu söylemişmiş!"

"- Din kaidelerine böylesine bağlı idiniz de Allah'ın "Düşmanın silahına aynı silahla karşılık veriniz" emrine neden uymadınız? Bilmez misiniz ki "Ok ve kılıç kullanın" demek "Başka silah kullanmayın" demek değildir. O zaman o silahlar varmış şimdi de bu silahlar var!"

Kayıtbay başını önüne eğdi ve sustu.




syxn3t.gif


1517 yılında kazanılan Ridaniye zaferinden sonra kutsal topraklarda huzuru sağlayan Yavuz Sultan Selim ordusuyla birlikte İstanbul'a dönüyordu.

Yolculuk sırasında İbn-i Kemal adıyla tanınan Anadolu Kazaskeri ve ünlü bilgin Kemal Paşazade'nin atının ayağından sıçrayan çamurlar Padişah'ın kaftanını kirletti.

Kemal Paşazade mahçup oldu korktu ve ne diyeceğini şaşırdı.

O'nun bu halini gören Padişah tebessümlü bakışlarla süzdükten sonra şöyle teselli etti:

"Senin gibi bir bilginin atının ayağından sıçrayan çamur benim için şereftir. Vasiyetimdir ki öldüğüm zaman bu kaftan bu haliyle sandukamın üzerine konsun!"

Padişahın sırtından çıkardığı kaftanın çamurları temizlenmedi öylece saklandı ve vasiyetine uygun olarak ölümünden sonra sandukasının üzerine örtüldü
 

İki yıl iki ay süren Mısır seferi sonra ermiş; bugünkü İsrail Suriye Lübnan Ürdün Mısır Sudan Cezayir ve Yemen devletlerinin bulunduğu topraklarının tamamı ile Suudi Arabistanla'la Libya'nın bir kısmı Osmanlı hakimiyetine girmiş halifelik Mısır Abbasilerinden Türklere geçmiş Türk toprakları iki mislinden daha fazla büyümüştü.

Şimdi bütün bu işleri başaran kahraman İstanbul'a dönüyordu. Üstelik O artık yalnızca bir Padişah değil bütün müslümanların halifesi idi. İstanbul halkı yediden yetmişe yollara dökülmüş düğün - bayram ediyor Padişahlarını en güzel biçimde karşılamanın hazırlıklarını yapıyordu.

O büyük kahraman durumun farkındaydı ama alkışlardan tezahürattan sıkılıp utanacağını düşünüyor İstanbul'a sessiz sedasız girebilmenin yollarını arıyordu.

Nihayet yanına aldığı birkaç kişi ile birlikte tebdili kıyafet ederek Anadolu yakasından kayığa bindi ve gece vakti Topkapı Sarayı'na giriverdi.

Ertesi gün şaşalı bir tören için yollara dökülenler Padişah'ın sarayda olduğunu öğrenince hayretler içinde kaldılar ve ne yapacaklarını şaşırdılar.




syxn3t.gif

Kutsal toprakların huzuru kavuşturulması için düzenlenen bu sefer sırasında götürülen para yetmediği için bir bezirgandan borç alınmıştı. Defterdar bezirgana teşekkür ettikten sonra bir arzusunun olup olmadığını sordu ve şu cevabı aldı:

"- Verdiğim altmış bin altını istemem; hazineye kalsın. Yalnız bunun yerine oğluma günde iki akçe ile orduda cebecilik verilsin!"

Defterdar bezirganın bu isteğini Padişaha iletince Yavuz Sultan Selim öfkelendi ve şöyle haykırdı:

"- Böyle kanunsuz bir teklif getirdiğin için seni ve o bezirganı katlederdim ama el - alem 'Mekke ve Medine fatihi olan Sultan Selim bir bezirganın malına tamah ettiği için bezirganı ve defterdarını öldürttü' derler. Bundan kaçınırım. Tek elden bezieganın parasını verin ve bana bir daha böyle kanuna uymaz işler getirmeyin!"

Bütün bunlardan sonra "Hey gidi koca Yavuz bey!" demekten kendimizi alamıyor; bir vesileyle yazdığımız sözü tekrar ediyoruz: "Anlayana sivrisinek saz anlamayana kıssalar da hisseler de az!.."
 
Her nefis ölümü tadacaktır" ilahi hükmünce Yavuz Sultan Selim Han'n ölüm anı da gelip çattı. Padişah olalı daha sekiz yıl olmuştu gençti devleti -milleti ve İslam alemi için büyük idealleri vardı ama ölüm ferman dinlemiyordu.

Kemal Paşazade çok sevdiği Padişahı için bir mersiye yazmıştı. Bu alim kişi O'nu ve kısa saltanat dönemine sığdırdığı büyük işleri şöyle tasvir ediyordu:


Şems-i asr idi asrda şemsin
Zıllı memdüd olur zamanı kasir
Tâc ü tahtıyle fahreder beyler
Fahrederdi ânınla tâc ü serir


Yani Kemal Paşazade Tavuz'u hem asrın (yüzyılın) güneşi olarak görüyor hem de ikindi vaktinde gölgesi uzun ama ömrü kısa olan ikindi güneşine benzetiyor. Bütün beyler tac ve tahtlarıyla övünürlerken tac ve tahtın Yavuz Sultan Selim'le övündüğünü dile getiriyor.

Ve Yavuz Sultan Selim'in naaşı Mısır seferinden dönüşte Kemal Paşazade'nin atının ayağından sıçrayan çamurla leke olan kaftana sarılıp defnedildi.



syxn3t.gif


Hicretin 17. senesinde Halife Hazreti Ömer ziyaretçi çokluğundan dolayı Resulullah'ın mescidini genişletmek istemişti. Bunun için Türbe-i Saadet'in etrafındaki arsaları istimlak edip mescide katması gerekiyordu.

Çevredeki arsa ve ev sahiplerine tekliflerde bulundu:
-Evinizi arsanızı Resulullah'ın mescidini genişletmek için satın almak istiyorum. Kimse malına değerinden aşağısını vereceğimi sanmasın. Herkes kıymetini söylesin gönlünden geçirdiği fiyatı bildirsin. Resulullah'ın mescidine zorla alınmış arsa ilave etmeyi düşünmüyorum.

Herkes arsa ve evinin değerini söyler binalar arsalar satın alınır Resulullah'ın mescidi genişletilmeye müsait duruma gelir. Ancak bir pürüz var. Onu da halletmek gerekiyor.

- Nedir o pürüz?

Hazreti Abbas. Abbas arsasını satmak istemiyor. Mescide de olsa vermeyi düşünmüyor.

Halife bizzat meşgul olur tekliflerini tekrar eder:

-Ya Abbas arsanın değerinden aşağısını vermeyi düşünmüyoruz. Resulullah'ın mescidine böyle zorla alınmış bir arsa ilave etmeyi de uygun bulmuyoruz. Şayet verilen fiyat az geliyorsa emsallerinden de fazla fiyat vereyim arsanı ver de bu iş bitsin. Mescid-i Nebi ziyaretçileri içine alacak genişliğe ulaşmış olsun ihtiyacı karşılayacak hale gelsin.

Hayret! Abbas'tan beklenmeyen tavır:

-Hayır mülk benimse fazla fiyat verseniz de satmak istemiyorum. Zorla alacaksanız o başka!

İçinden çıkılmaz bir durum söz konusu olunca Halife olayı mahkemeye intikal ettirir. Hakim meşhur hukukçu Übeyd bin Kaab.

Taraflar huzurdalar. Devletin iddiası:

-Biz yönetim olarak Abbas'a değerinden fazla fiyat verdik artık diretmemeli arsasını vermeli ki Resulullah'ın mescidi ihtiyacı karşılayacak şekilde genişleme imkanı bulsun.

Hz. Abbas'ın cevabı:
-Arsa benimse mülküme ben sahipsem değerinden fazla da verseler vermek istemiyorum. Ne para zoruyla ne de mescide ilave etmek iddiasıyla mülkümü elimden kimse alamaz.

Mahkemenin kararı:
-İslam hukukunun gereği kimse başkasının mülküne ve arazisini isterse para zoruyla olsun alamaz. Mescid için de olsa mal sahibini zorlayamaz. Abbas'ın mülkü Abbas'ta kalacak hükümet istimlak için zorlamayacaktır.<br>

Mahkemenin tartışma götürmez bu kararı kesinleştikten sonra taraflar kalkıp gitmek üzere kapıya yönelmişken bir ses işitilir. Bu ses Abbas'tan başkasının sesi değildir.

Bakın ne diyor Abbas:

- Ya Übey mahkeme bitmiş karar kesinleşmiştir değil mi?<br>

- Evet mahkeme bitmiş karar kesinleşmiştir. Kimse senin arsanı fazla fiyat vererek de olsa zorla alamaz.

- Öyle ise der şimdi beni dinleyin. Mahkemenize açıkça ifade ediyorum. Arsamı şu andan itibaren Resulullah'ın mescidine ilhak edilmek üzere hibe ediyorum. Hem de tek kuruş almadan hiçbir maddi menfaat beklemeden. Hepiniz şahit olun parayla alınamayan arsam hiçbir karşılık verilmeden Resulullah'ın mescidine hibe edilmiştir ve mülk bu andan itibaren halifenin tasarrufuna girmiştir.

Übeyd bin Kab'ın sorusu:

- Ey Abbas neden böyle bir tutumu tercih ettin? Önce aşırı fiyatla da olsa vermedin şimdi ise parasız hibe ediyorsun?

Abbas'ın kitaplık çapta cevabı tek cümleden ibaret:

- İslam'ın insan haklarına gösterdiği saygıyı dünyaya duyurmak için!..
 
Molla Gürani

Molla Gürani Hazretleri dünya makamlarına rağbet etmez ancak gençleri yükselmeye teşvik eder. Nitekim gün gelir müderrisliği de bırakır ve mütevazı dergahında bildiği usullerle talebe yetiştirir. Özellikle kıraat (Kur’an-ı Kerim’i doğru okuma) üzerinde çok durur.

Büyük Veli gecelerini ibadetle geçirir ve gündüzleri daima oruçludur. Döner dolaşır ölümü anlatır ve ona hazırlanır. Nitekim bir gün talebelerini toplar:
-Şimdi! der
-Üzerinizde olan hakkımı ödeme zamanıdır. Açın bakayım Yasin-i Şerifi!
Genç mollalar onun son yolculuğa çıkacağını anlar ve çok ağlarlar. Molla Gürani her zamanki gibi sakin ve mütebessimdir ama bir başka heybettir belirir yüzünde:
-Bayezid’e söyleyin adalet üzere olsun insanları himaye beldeleri muhafaza etsin! buyurur.
-Namazımı bizzat o kıldırsın ve borçlarımı (aslında borcu yoktur) sahiplensin. Size vasiyetim şudur ki: Beni garipler gibi defnedin. Mezarıma ayaklarımdan çeke çeke sürükleyin!
Bayezid Han hem vasiyete hem de edebe riayet etmek ister. Onu yine çeke çeke sürüklerler ama zarif bir hasır üstünde.

Millet caddesinden gün boyu otobüsler tramvaylar geçiyor. Topkapı’ya Eminönü’ne milyonlar akıyor. Ama Molla Gürani Hazretleri’nin kabrini bilen o kadar az ki.
Hani diyorum Fındıkzade yolumuzun üstü. Hiç değilse geçerken bir Fatiha okusak. İnanın buna ondan ziyade bizim ihtiyacımız var. Allah-u Teala böylesi bir gönül ehline nice şefaat izni verir bilemeyiz. Ama olur ya belki o dehşet gününde bizi de hatırlar... Kim bilir?
 

Şehzade...

Şehzade Mehmet (Fatih) çok zekidir ancak ele avuca sığmaz. Derslerini bellemekte zorlanmaz ama hiç çalışmaz. Hele ezberle işi olmaz. Çok hocada okur ama tamamını yıldırır. Zaman zaman öğretmenlerini makaraya alır.
Hatta bir keresinde hocası Molla Yegan’ı durdurur:
-Aman efendim ne yapıyorsunuz? der.
-Anlayamadım?
-Mermere basıyorsunuz!
-Eee ne var bunda?
-Az evvel okuttunuz ya hocam. Meryem Validemiz İsa Aleyhisselam’ı taş üstünde getirmedi mi dünyaya. Öyleyse mermere hürmet gerek.
-Ya... Öyleyse çıkar bakayım çorabını.
-Niye hocam?
-Bilmiyor musun aynı Meryem validemiz İsa Aleyhisselamın beşiğini de yün ile örttü. Öyleyse örgüye hürmet gerek.

Seni öyle bir döverim ki!
Fatih Sultan Mehmed bir padişah oğludur ve kendisi istemedikten sonra kimse diz çöktüremez ona.
Murat Han şehzadenin eğitiminin sıkıntısının farkındadır. Evet Molla Yegan Molla Fenari Molla Ayas muhteşem alimlerdir. Ancak bu haşarı şehzadeyle uğraşmak on medrese yönetmekten zor olmalıdır. “Acaba onu kim yola getirebilir?” diye düşünürken Molla Gürani’nin siması belirir gözünde. O ana kadar nasıl da aklına getiremediğine şaşar. Tabii öyle ya. Dudaklarına alaycı bir tebessüm yayılır. “Hadi bakalım” diye mırıldanır “Şimdi derslerini kır da göreyim seni”
Padişah Molla Gürani hazretlerini şehzadeye Manisa’ya yollarken:
-Eti de senin der
-Kemiği de. O bundan böyle senin oğlun. Var bildiğin gibi işle!
Mübarek Manisa’ya vardığı saat şehzadeyi derse çağırır. Uşaklara bile itibar eder ama geleceğin sultanını görmezden gelir. Talebesine sıradan biri gibi davranır ve:
-Otur! Der.
Şehzade tam otururken:
-Hayır oraya değil şuraya! Diye emreder.
O güne kadar emretmeye alışan şehzade şaşakalır. Belki de hayatında ilk kez diz çöker. Molla emsileyi açar ve emreder:
Darabe (Dövmek) fiilini çek bakayım!
Fatih fiili kafasına göre çeker. Çat pat bir şeyler söyler işte. Molla Gürani’nin kaşları yıkılır kafasını “olmadı” gibilerden sallar bakışlarıyla azarlar. Sonra üstüne basa basa fiili çeker ve sesini yükselterek misallendirir:
-Döverim seni döverim seni öyle bir döverim ki!...
Fatih ağlamaklıdır. Dudakları uçuklaya yazar. Korkudan sesi titrer. İçinden son cümleyi tekrar eder.
-Darabtühü cidden şediden. İnanın döver mi döver.
Bundan böyle saray halkına rezil olmak da vardır işin içinde.
Şehzade artık geceleri ödev yapmaya başlar ve ezberlerini aksatmaz. Daha doğrusu aksatamaz. Ama gün gelir ilmin tadını alır. Eski haşarılıklarından utanır. Çok değil üç beş ay sonra bambaşka biridir o. Molla Gürani hazretleri:
-Arabi ve Farisi bilmek yetmez der
-Düşmanlarının da lisanını öğrenmelisin!
Nitekim Fatih Latince Sırpça ve Rumca öğrenir. Hem konuşur hem yazar.
Ardından “kafirdir” demez Şehzadeyi İtalyan asıllı Anconal Giriaco’nun önüne oturtur Avrupa tarihini okutturur. Dahası neme gerek dedirtmez aritmetiğe geometriye astronomiye zorlar. Hepsi bir yana ufkunu açar. İnanç aşılar. Eğer istenirse gemilerin karadan kağnıların sudan yürüyebileceğine inandırır.
Bir ara Manisa’ya gelen Sultan Murat oğlunu tanıyamaz. Fatih görünüşte çocuktur ama çok olgundur. Ufku geniştir sonra. Hedefleri idealleri vardır. Ki İstanbul bunlardan biridir sadece. İşte belki de bu yüzden tahtını düşünmeden bırakır ona.
Sultan Murat Molla Gürani’ye şükranlarını sunarken kelime seçmekte zorlanır. Hatta gözü kapalı vezirlik teklif eder. Mübarek boş versene gibilerden omzunu silker:
-Onu isteyene verin Sultanım der
-Yıllardır bu makama ulaşmak için çalışanları kırmayın. Dostlarınızdan olmayın sonra!
Ancak kadılığı reddetmek gibi bir şansı olmaz. Nitekim bir müddet devlet erkanıyla çalışır. Ancak fırsatını bulduğu an ayrılır apar topar Kahire’ye döner. Belki de vebalden kaçar




syxn3t.gif


Fetih

Başta Akşemseddin olmak üzere ileri gelen şeyhlerle dervişler "İstanbul'un mutlaka fethedileceğini" söyleyerek ordunun moralini yükseltiyorlardı. Yapılan tefsirlere göre Kur'an-ı Kerim'de geçen "Beldetün Tayyibetün - Güzel Şehir" sözündeki rakamların toplamı ebced hesabıyla 857 oluyordu ve bu rakam Hicri takvime göre İstanbul'un fetih yılı oluyordu.

Bu şehir Milad öncesinden başlayarak hiç gündemden düşmemiş şimdiye kadar çeşitli milletler tarafından defalarca kuşatılmıştı. İslam Peygamberi Hazreti Muhammed'in Hadis-i Şerifleriyle tuttukları ışık Müslümanları da bu şehir üzerine yöneltti.

655 yılında ve Hazreti Osman'ın Halifeliği döneminde Hazreti Muaviye tarafından 668 yılında Muaviye'nin oğlu Yezid tarafından daha sonra da başka İslam orduları tarafından kuşatmalar yapıldı. 668 yılında yapılan kuşatmada Peygamber Efendimizin sancaktarlığını yapn Hazreti Eyyup El Ensari şehid olmuştu. O'nun yakın bir yerde defnedilmiş olacağını tahmin eden din byükleri mezarının yerini bulmak için büyük gayret gösteriyorlardı.

Akşemseddin kendini adeta bu konuya adamıştı. Bir gece Padişah'ın hazır bulunduğu otağda secdeye kapanıp kendinden geçmiş ve Allah'la başbaşa kalmıştı. Secdede o kadar uzun kaldı ki orada bulunanların çoğu "Efendi mezarın yerini bulamadığı için utancından başını kaldıramaz oldu" diye alaya almaya başlamışlardı. Derken Akşemseddin başını yerden kaldırdı gözyaşlarıyla sırılsıklam olmuş yüzünü yanında bekleyen Sultan'a çevirdi ve büyük müjdeyi verdi:

"- Beyim! Allah'ın hikmeti seccademizi Eyüp Sultan Hazretlerinin mezarı üzerine sermişiz. Hemen şu yeri kazsınlar!"

Hemen toprak kazıldı... Heyecan dorukta bütün bakışlar aynı noktada! Ve işte bir sanduka üzerine şöyle bir yazı. "Hâzâ kabrü Ebü Eyyüb.."

Kimde can kalır? Herkes sevinçten ağlıyor ve haber Türk ordusunun safları arasında dalga dalga yayılıyor:

"Müjdeler olsun müjdeler olsun ki Eyyup Sultan Hazretlerinin mezarı bulundu!.."

Bu müjdeyi alan ordunun değil bir Bizans bin Bizans bile dayanamaz artık. Nitekim dayanamadı da
 
İstanbul'un fethinde rol oynayan unsurlardan biri de Türk topları ve özellikle havan topudur. Bu konuda bilerek ya da bilmeyerek çeşitli kaynaklarda hatta okullarımızda okutulan ders kitaplarında bile büyük hatalar yapılıyor.

Topların Urban isimli Macar usta tarafından yapıldığı kesinlikle doğru değildir. Türk topçuluk tekniğini küçük düşürmek ve hatta İstanbu'un fethini gölgelemek için Hristiyan dünyasına mensup bazı tarihçiler Urban'ın döktüğü büyük toplar sayesinde surların yıkılabildiğini yazarlar. Oysa Urban yalnızca döküm ustasıdır. Bizans'ta geçim sıkıntısı çektiği için Türklere sığındı sonra da dökümcü olarak orduya alındı. O topların balistik ve dayanıklılık barut ölçülerinden hiç anlamıyor yalnızca eline verilen plana göre döküm yapıyordu. Türk ordusunda onun yaptığı işi yapan daha pek çok usta bulunuyordu.

Kaldı ki Urban'ın Edirne'de dökümünü yaptığı büyük top İstanbul'daki ilk atıştan sonra çatladı. Türk ustaların döktüğü büyük toplar ise kuşatma süresince ara vermeksizin çalıştı. Topların planlarını başta "Saruca Paşa" ve "Mimar Muslihiddin" olmak üzere tamamen Türk mühendisleri çizdi. Büyük topların balistik hesapları ise bizzat Fatih Sultan Mehmed tarafından yapıldı.

Fatih'in bu konudaki asıl dehası ise havan topunu icad etmesidir. Kuşatma sırasında dökülen havan topları Beyoğlu sırtlarına yerleştirildi ve Galata'daki Ceneviz kolonisine zarar verilmeden aşırtma atışlarla Haliç'teki Bizans donanması bombalandı.

Fatih Sultan Mehmed'in bu konudaki çalışmaları Bizans kaynaklarınca da doğrulandı.

"Kostantıniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. O'nu fetheden hükümdar ne güzel hükümdar ve O'nun askerleri ne güzel askerlerdir." - Hz. Muhammed (S.A.V.) -



syxn3t.gif


İkinci Murad Ve Türk Kültürü Yazdır


Altıncı Osmanlı Padişahı olan Sultan ikinci Murad daha çok "Fatih Sultan Mehmed'in babası" olarak bilinir. O'nun bu özelliği Türk tarihine ve kültürüne yaptığı başka büyük hizmetleri adeta gölgelemektedir.

O'nun Anadolu'da Türk Birliği'nin kurulması yönünde yaptığı çalışmalar Avrupa'daki fetihleri ve ünlü Kosova zaferi engin tarihimiz içindeki şerefli yerini almıştır. Bütün bunların yanında ikinci Murad'ın Türk diline ve kültürüne yaptığı büyük hizmetler vardır ki unutmamamız gerekiyor.

Mesela Osmanlıların Kayı Boyu'ndan geldiği ilk defa ikinci Murad döneminde ortaya çıkarıldı. Buna bağlı olarak paralara Kayı damgası vuruldu şehzadelere "Korkud" "Oğuz" gibi Türk isimleri verilmeye başlandı.

O devirde pek çok Türkçe eser yazıldı. Yazıcıoğlu Ali'nin Türk - Oğuz geleneklerini anlatan "Tevarih-i Al-i Selçuk" Molla Arif Ali'nin Anadolu'nun fethini ve Türkleşmesini ele alan "Danişmendname" Yazıcıoğlu Mehmed Efendi'nin dini edebiyat alanındaki "Muhammediye" Şeyhi'nin "Hüsrev ile Şirin" ve

Mercimek Ahmed'in Farsça'dan çevirdiği "Kabüsname" isimli eserlerini bunlar arasında sayabiliriz.

Kabüsname'yi Farsça'dan tercüme eden Mercümek Ahmed bunun hikayesini şöyle anlatır:

"Gelibolu'da Sultanımız tarafından huzura kabul edildiğimde Kabüsname'den söz açılmıştı. Bir başkasının yaptığı tercüme ile ilgili olarak dedi kim: 'Hoş kitaptır içinde çok faydalı nasihatlar vardır. Biri Türkçe'ye tercüme etmiş fakat yeterli değil. Açık söylememiş. Kabüsname bir kabüsname haline gelmiş.

(Kabsüname: Eski İran'da Kabüs'ün torunu Kühistan hükümdarı Keykavus'un "Geylan Şah" adındaki oğluna verdiği öğütleri bildiren kitap. Kabus: Uykuda basan ağırlık) Bir kimse ortaya çıkıp bu kitabı açık tercüme etse de gönüller haz olsa!' Bunun üzerine işe koyuldum da o kitabı istenilen şekilde tercüme etmeyi başardım."

İkinci Murad'ın başlattığı bu hamle devam etti ve Türk kültür seviyesi kısa zamanda öteki milletleri geri bıraktı
 
Somuncu Baba


Türkistan'daki Buhara şehrinden yola çıkarak Mekke - Medine'yi dolaştıktan sonra 1389 yılında Bursa'ya yerleşen Muhammed Şemseddin gösterdiği kerametlerle bir anda halkın sevgisini ve saygısını topladı.

Yıldırım Bayezıd'ın kızı Hundi Hatun'la evlenen Muhammed Şemseddin halk arasında Emir Sultan adıyla anılır oldu. O halkı din yoluna çağırırken Padişah'ı da bazı konularda uyarıyor O'na yardımcı oluyordu.

Bu arada Emir Sultan'dan önce Bursa'ya gelip yerleşen ve her gün çarşıya gelip "Somun var müminler somun var!" diye ekmek satan bir ulu kişi daha vardı ama halk "Somuncu Baba" dediği bu zatın kerametlerinden habersizdi.

Günlerden bir gün Yıldırım Bayezıd'ın damadı Emir Sultan hazretleri elindeki çömlekle birlikte bu zatın fırınına çıkageldi! Ekmeklerle birlikte çömlekteki yemeğin de pişirilmesini istiyordu.

Somuncu Baba küreğin üzerine koyduğu çömleği fırına sürmeye çalıştı ama nafile! O küçük çömlek fırına bir türlü girmiyordu!..

Somuncu Baba geride durup seyreden Emir Sultan'ın yüzüne baktı ve yüzünde beliren tatlı bir tebessümle konuştu: "

- Anladım... Bu işi ancak sen başarabilirsin!"

Emir Sultan küreği aldı ve kolayca içeri sürmeyi başardı. Ama fırının içinde ateş yoktu ve soğuktu. Soran gözlerle ama tatlı bir tebessümle Somuncu Baba'ya baktı. Somuncu Baba yine aynı eda ile konuştu:

"- Bekle... Az sonra pişer!"

Karşılıklı gösterilen kerametlerden sonra iki ulu kişi birbirlerini tanıyıp dost olmuşlardı.

Niğbolu zaferinin anısına Bursa Ulucami'yi yaptıran Yıldırım Bayezıd açılışı damadının yapmasının uygun olacağını düşünmüştü. Cuma günü kalabalık cemaatin önünde seslendi:

"- Ya Emir! Kapıları sen aç ve cemaata vaaz edip Namaz kıldır. Veli kişi olduğun için bu şeref sana aittir!"

"- Hayır Sultanım! Bu şerefi Şeyh Ebü Hamideddin-i Aksarayi hazretlerine vermelisiniz!"

"- Bu zat kim ola ki?"

"- Belki duymuşsunuzdur Sultanım... Somuncu Baba derler bir ekmekçi koca vardır. Ulucami işçilerine de ekmek satmıştır. İşte bu zat O'dur!"

Somuncu Baba "Ne ettin Emirim bizi ele verdin!" diyerek bütün alçakgönüllülüğüyle camiyi açtı kürsüye çıkıp vaaz ve nasihatlarda bulundu. Herkes O'na hayran olmuştu.

Rivayete göre Somuncu Baba camiin her kapısından aynı anda çıktı ve herkes elini öptü





syxn3t.gif


Sultan Murad ın Duası

Anadolu'da Bizans sınırına dayanan Osmanlı Türkleri Çanakkale Boğazı'ndan Avrupa'ya o koca imparatorluğu tamamen çevrelemişlerdi. Tabii Avrupa'daki fetihler de devam ediyordu. Orhan Gazi'nin yerine geçen oğlu I. Murad'ın hedefi Sırbistan'ı ele geçirmekti.

Osmanlı ilerleyişine karşı büyük bir birlik oluşturan Lehistan Sırbistan Macaristan Bosna Romanya Hırvatistan ve Bohemya kuvvetleriyle bunlara katılan başka gruplar derhal hrekete geçtiler. Topladıkları ordu sayıca Osmanlı ordusundan iki - üç kat fazlaydı. Kosova'ya doğru yürüdülür.

Sultan Murad oğulları Beyazid ve Yakup Beyler Vezir Çandarlı Ali Bey Gazi Evrenos Bey ve öteki ileri gelenlerle toplanıp durumu görüştü. Vezir Ali Paşa Kur'an-ı Kerim'den ayetler okuyarak Cenab-ı Allah'ın Sabredenlerle beraber olduğunu" azın savaş çoğa galip gelebileceğini söyledi. Öteki beyler de savaş yapılması görüşündeydiler. Savaş için sabahın olması beklenecekti.

O gece Kosova çevrsinde şiddetli bir rüzgar çıktı. Adeta göz gözü görmüyor insanlar ve atlar seçilmiyordu. Hava şartları böyle devam ederse savaşmak çok zor olacaktı.

Sultan Murad herkes yatıncaya kadar bekledi. Kalkıp abdest aldı iki rekat namaz kıldı ve yaşlı gözlerle şöyle dua ett:

"Ya Rab! Bunca kere duamı kabul edip beni mahcup etmedin. Duamı yine kabul eyle. Bir yağmur verip şu tozu toprağı def et. Ta ki düşman askerini gözümüzle görüp yüz yüze cenk edelim.

Ya İlahi! Mal ve mülk senindir kime istersen verirsin. Benim durumum Sana malümdur ki mal ve mülk istemem. Yalnızca Senin rızanı isterim.

Ya Rab! Beni bu Müslümanlara kurban eyle. Tek bu müminleri Küffar diyarında mağlup ve helâk eyleme. Beni bunca insanın ölümüne sebep eyleme. Bunları üstün ve muzaffer et. Onlar için ben canımı kurban ederim. Yeter ki Sen kabul: İslam askeri için ruhumu teslim etmeye hazırım.

İlahi! beni kendi yanına alıp; müminlerin ruhuna benim ruhumu feda kıl. Beni önce gazi kıldın sonunda da şehadeti göster!.."

Sultan Murad'ın bu içten duası Allah katında kabul edilmiş olacak ki yağan yağmur tozu - toprağı yatıştırdı sisler dağıldı.

Sabah olduğunda Türk ordusu savaşa hazırdı. Sekiz saat süren şiddetli bir savaştan sonra düşman büyük ölçüde imha edilmiş kaçabilenler kaçmıştı. Sıra savaş alanını gezmeye gelmişti ki olan oldu! Herşey Sultan Murad'ın duasına göre oluyordu. Miloş Kobiloviç isimli Sırp asilzadesi O'nu hançerle yaraladı ve oracıkta şehid oldu.

Evet... Sultan Murad şehid olmuştu ama Balkanlarda 500 yıldan fazla sürecek olan Türk hakimiyetinin temelleri de atılmıştı. Ruhu şadolsun.
 

Geyikli Baba


Orhan Gazi gittiği yerlerde garipleri ve derviş kişileri arayıp sorardı. Bir gün İnegöl'de bulunan baba dostu Korkut Alp O'na haber göndererek

- "Keşiş Dağı çevresinde geyiklerle gezip söleşen ve Geyikli Baba adıyla anılan bir devrişin olduğunu" bildirdi.

Orhan Gazi hemen adamlarını gönderip Geyikli Baba'yı davet etti ama o mübarek zat bu daveti kabul etmedi.

Orhan Gazi adamlarını tekrar gönderip sebebini sorunca Geyikli Baba şu cevabı verdi:

"- Dervişler kalp ve göz ehli olurlar da her işin zamanını gözetirler. Vakti gelince davete uyarlar ki gittikleri zaman duaları makbul ola!"

Günlerden bir gün Geyikli Baba kavak ağaçlarından birini köküyle birlikte sökerek Bursas'nın yolunu tuttu; sarayın avlusuna girdi ve kapının iç tarafına bu ağacı dikmeye başladı. Durumdan haberdar edilen Orhan Gazi oraya geldiğinde ağaç dikilmişti. Derviş şöyle seslendi:

"- Bu ağaç bizim hediyemizdir ve burada durdukça dervişlerin duası sana ve soyuna makbuldür!"

Sonra durup duasını yaptı ve geldiği yere doğru gitmeye başladı. Arkasından koşup yanına varan Orhan Gazi ile aralarında şöyle bir konuşma oldu:

"- Derviş Koca! Şu eyleştiğin dağında dolaştığın İnegöl yöresi senin olsun!"

"- Mal da mülk de Allah'ındır Bey! O. ehline verir. Biz mal ve mülk ehli değiliz."

"- Peki mal ve mülk ehli kimlerdir?"

"- Hak Teala dünya mülkünü senin gibi hanlara ısmarladı. Malı da iş ehline ısmarladı ki kulları birbirleriyle işlerini göreler."

"- Derviş Koca benim sözümü de tutsan ne olur? Arkadaşların için şöyle bir parçacık yer de mi kabul etmezsin?"

"- Peki kalbin kırılmasın Bey! Şu tepecikten berisi dervişlerin avlusu olsun yeter!"

Orhan Gazi oldukça rahatlamış olarak geri döndü. Geyikli Baba öldükten sonra kabrinin üstüne bir türbe yanına da bir tekke ile mescid yaptırdı.

Geyikli Baba'nın saray avlusuna diktiği kavak ağacı gelen her padişah tarafından korunup gözetilerek ulu bir ağaç oldu.

"Geyikli Baba Tekkesi" de o gün bu gün varlığını korudu ve hep ziyaret edildi.



syxn3t.gif


Kanuni Sultan Süleymanını Cezası


Kanuni Sultan Süleyman düğünlerde yetenekli kişilerin gösteri yapmasını çok severmiş.
Yine bir gün bir düğünde İstanbul’a Osmanlı ülkesindeki bütün canbazlar madrabazlar ateş üfleyenler vesaire vesaire hepsi doluşmuşlar.
Kanuni gösterileri zevk ile izlemiş. Birinciye de ihsanlarda bulunacakmış.
Bir adam varmış dikiş iğnesini 5 metre uzağa koyuyor dikiş ipini 5 metre uzaktan atıp iğnenin deliğinden geçiriyormuş.
Kanuni bunu görünce hayretler içerisinde kalmış:
-Tesadüfen attı. Böyle bir şey mümkün değil demiş.
Adam gösterisini bir daha yapmış. Dikiş ipliği yeniden 5 metre uzaktaki iğneni deliğine girmiş.
Kanuni şaşkınlık içerisinde:
-Bir daha yap bakalım demiş.
Üçüncü denemeyi ayakta seyreden Kanuni katıla katıla gülmüş ve şu meşhur emrini vermiş:
-Bu adama 100 altın verin 100 de sopa atın.
Adam şaşkın:
-Padişahım 100 altını anladık ama neden 100 sopa?
Kanuni cevabını hemen vermiş:
-100 altın maharetin için helal
 
Sen kendini kurtardın...



Kanuni Sultan Süleyman’ın naaşı tam mezarına bırakılacaktır ki elindeki çekmeceyi tabutun yanına sıkıştırmaya çalışan bir saray ağası Ebussuud Efendi’nin dikkatini çeker mübarek derhal müdahale eder:
-Dur bakayım! der
-Neler oluyor orada?
Saray ağası:
-Bu emaneti mezara bırakmam gerek.
-Olmaz! Böyle bir şey caiz değil.
-Sultanımız vasiyet ettiler ama.
-Vasiyet mi? İçinde ne var acaba?
-Bilmiyorum efendim.
-Ver bakayım şu çekmeceyi.

Adamcağız uzatır Şeyhülislam uzanır. Lakin tam o sıra kalabalık dalgalanır çekmece yere düşer. Ortalığa yüzlerce kağıt yayılır. Ebussuud Efendi bunlardan birini eline alır. Altında kendi mührünü görmez mi? Gözü kararır rengi uçar. Benzinde tek damla kan kalmaz bildiğiniz kül kesilir. Hemen oracığa çöker yumruklarını şakaklarına dayar. Zor duyulan bir sesle:
-Ah Süleyman ah! der Sen kendini kurtardın. Bakalım Ebussuud ne yapacak?



syxn3t.gif


Hızır ( A.S.) ve Kanuni...



Yahya Efendi’nin Hızır ile buluşup görüştüğünü bilen Kanuni Sultan Süleyman Yahya Efendi’den sürekli kendisini Hızır ile tanıştırmasını ister.

Bir gün Yahya Efendi ve Kanuni kayıkla Boğaz'da gezmeye çıkmışlar. Yahya Efendi yanında bir ahbabı ile gelip kayığa binmiş. Birlikte giderlerken Yahya Efendi ahbabı ile sürekli dini sohbet etmiş. Durumdan sıkılan Kanuni ise sürekli elindeki değerli yüzüğü ile oynuyormuş. Şeytanın işi yok ya yüzük birden elinden fırlayıp Marmara’nın serin sularına gömülmüş. Kanuni duruma sıkılmış ama padişah olduğu için de bir şey belli etmek istememiş. Yüzüğünün denize düşmesini adamın can sıkıcı konuşmalarına yormuş.
Adam sürekli olarak Kanuni’ye bakıyormuş...
Bir müddet gittikten sonra o zat inmek istediğini bildirince kayık kıyıya yanaşmış. O zat ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultan'a uzatmış. Avucundaki suda biraz önce denize düşürdüğü yüzük varmış.
Yahya Efendi hariç kayıkta bulunan herkes çok hayrete düşmüşler.
Kanuni elini uzatıp yüzüğü alınca adam birdenbire gözden kayboluvermiş.
Kanuni Yahya Efendi'ye dönerek:
-Ağabey neler oluyor?" diye sormuş.
-O gördüğünüz Hızır Aleyhisselam idi cevabını vermiş Yahya Efendi.
Kanuni bunun üzerine:
-Bizi niye tanıştırmadınız? diye sorunca Yahya Efendi şöyle cevap vermiş:
-O kendini tanıttı; ama siz tanımakta geç kaldınız.
 

Osman Gazi'nin Mirası


Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Bey vefat edip Bursa'da defnedildikten sonra devlet büyükleri oğulları ve Edebalı'nın oğlu da söylenen Ahi Hasan isimli mübarek zat toplanıp mirası hesapladılar.

Koca Osman Bey'den geriye birkaç at bir kat elbise bir çift çizme eyer takımı tuzluk kaşıklık ve yüz kadar koyunla birkaç çift de öküz kalmıştı. Osman Bey'in hiç parası yoktu. Orhan Bey'in ağabeyi olan Aladdin Paşa.

"Atlar hükümdara kalır koyunlar devlet malı olur; geride birşey yok ki paylaşalım!" diyerek işi kolayca çözüme kavuşturuverdi.

Bu miras paylaşımını bir de ünlü Osmanlı Tarihçisi Aşık Paşa'dan dinleyelim:

"Babası ölünce Orhan Gazi kardeşi Alaaddin'le bir araya geldi. İşin gereği ne ise gördüler. O zamanın mübarek zatlarından Ahi Hasan'ın Bursa hisarında bulunan ve saraya yakın olan tekkesinde zamanın büyükleriyle birlikte toplandılar. Osman'ın malı olup olmadığını sordular. Baktılar ki yalnızca fetholunmuş ülkeler var Akçe ve altın mevcud değil. Osman Gazi'nin yenice bir elbisesi atın yanına asılan bir torbası tuzluğu kaşıklığı çizmesi iyice birkaç at birkaç sürü koyunu birkaç çift de öküzü vardı. Başka birşeyi yoktu.

Orhan Gazi Ağabeyine sordu:

- Sen ne dersin?

- Kardaş! Padişaha iş görmek için at gerektir. Koyunlar da Padişah şöleninin gerektirdiği şeydir. Bölüşecek başka neyimiz var ki bölüşelim?

- Öyle ise gel sen Padişah ol!

- Kardaş! Babamızın duası ve himmeti seninledür. Anın için ki kendi zamanında askeri senin yanına vermişti. Şimdi Padişahlık dahi senin hakkındır!

Alaaddin Paşa yanındakilere bakmış idi ki zamanın büyükleri de söyledikleri de söylediklerini uygun buldular. Alaaddin Paşa yalnızca küçük bir köy diledi Orhan da istediği köyü verdi




syxn3t.gif



İlk Kağıt Para


Osmanlı Türklerinde ilk kağıt para ise İmparatorluğun son dönemlerinde bastırıldı.

Sultan Abdülmecid'in tahta çıktığı sıralarda devlet büyük bir para sıkıntısı içinde bulunuyordu.

1840 yılında 160 bin Osmanlı Altını karşılığında "Kâime-i Mutebere" adı verilen kağıt paralar çıkarıldı.Bunların en büyüğü 500 en küçüğü 10 kuruşluktu.

Aynı yıl 400 bin Osmanlı Altını karşılığında 50 100 ve 500 kuruşluk olmak üzere daha küçük boyda paralar basıldı. Bu paraların üzerlerinde tuğra altlarında Maliye Nazırı'nın mührü arkalarında ise "Nezâret-i Celile-i Maliye" damgası vardı.

Ancak ne var ki -Türkiye'de olmasa da- kalpazanlık dünyada o zamanlarda da vardı.

Avrupalı ve Amerikalı kalpazanlar Türkiye'ye sahte kaimeler sokmaya başladılar. Yalnızca Amerika'da basılan kaimelerin tutarı 12 milyon kuruşu geçiyordu. Bununla başedilemedi ve 1852 yılında yılında kağıt paraların imha edilmesine karar verildi.

1861 yılı Ağustos ayı sonuna kadar piyasadaki kağıt paralar değiştirildi. Kaimeler 1863 yılında tedavülden kaldırıldı. Ancak halk arasında para için hâlâ "kayme" tabiri kullanılmaktadır.

"Şuna kaç kayme ödedin?" "Bunu şu kadar kaymeye aldım" gibi konuşmalara günlük hayatımızda hemen her gün şahid oluruz.
 
İlk Osmanlı Parası


Osmanlı Türklerinin ilk dönemlerinde kullanılmakta olan ve "Sikke" adı verilen madeni paralar hâlâ son Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Mesud adına basılıyordu.

Bursa'nın fethinden sonra ağabeyi Alâaddin Paşa'nın tavsitesi üzerine Orhan Gazi kendi adına bastırmaya başladı.

"Akçe" adı verilen bu ilk Osmanlı parasının çapı 18 milimetre olup 900 ayar gümüşten yapılmıştır. Ağırlığı ise 1.5 gram kadardır.

Paranın bir yüzünde "Lailahe illallah Muhammeden Resulullah" yazı olup; çevresinde Dört Halife'nin isimleri vardır. Paranın öbür yüzünde ise "Orhan bin Osman - Bursa" yazısı ile 3 rakamı bulunmaktadır. Buradaki 3 Orhan Gazi'nin Beylikteki üçüncü yılına işaret etmektedir.


syxn3t.gif

OSMANLI TARİHİNDE İLKLER...
* Osmanlıların ilk Beylik merkezleri ve bir bakıma ilk başkentleri Söğüt Kasabası'dır. Daha sonra sırasıyla Yenişehir Bursa Edirne ve İstanbul başkent oldu.

* Osmanlı tarihinde ilk savaş1284 yılında Bizans tekfurlarıyla yapılan Ermeni Beli savaşıdır.

* Osman Bey'in ele geçirdiği ilk kale Kolca Hisar Kalesi'dir (1285).

* Osman Bey'in ilk askeri anlaşması 1306 yılında yılında Ulubad Tekfuru ile yapılan anlaşmadır.

* İlk fethedilen ada 1308 yılında alınan İmrali Adası'dır.

* İlk barış anlaşması 1330 yılında Orhan Gazi ile Bizans İmparatoru Üçüncü Andronikos arasında imzalanmıştır.

* "Rumeli" adı verilen Avrupa yakasında ilk ele geçirilen yer Gelibolu'da Orhan Gazi'nin büyük oğlu Süleyman Paşa tarafından alınan Çimpe limanıdır.

* "Sikke" adı verilen ilk Osmanlı madeni parası Orhan Gazi adına 1327 yılında basılmıştır.

* İlk daima ordu 1328 yılında Orhan Gazi Bey'in emriyle kurulmuş olup bu orduya "Yaya" adı verilmiştir.

* Osmanlı tarihinde ilk şair padişah Fatih Sultan Mehmed'in babası İkinci Murad'dır.

* Osmanlı padişahlarından İstanbul'u ilk kuşatan 'Yıldırım Bayezıd'dır (1391).

* Osmanlı tarihinde savaş meydanında şehid olan ilk (ve tek) padişah Birinci Murad'dır (1389) 1. Kosovo Savaşı.

* İstanbul'a defnedilen ilk padişah Fatih Sultan Mehmed'dir.

* Fethin sembolü olan Ayasofya'da ilk Cuma Namazı fetihten üç gün sonra 1 Haziran 1453 günü Akşamseddin tarafından kıldırılmış olup cemaat arasında Fatih ve O'nun şanlı askerleri hazır bulunmuşlardır.

* Fatih Sultan Mehmed tarafından İstanbul'a tayin edilen ilk vali Karıştıran Süleyman Bey'dir.

* İlk İstanbul Kadısı Hızır Bey Çelebi olup; bugünkü Kadıköy semti O'na tahsis edildiği için bu adı almıştır.

* Devşirmelerden olup da Sadrazamlık makamına yükselen ilk kişi fetihten sonra Fatih Sultan Mehmed tarfından tayin edilen Mahmud Paşa'dır.

* Önceleri Asya ve Avrupa'da toprakları bulunan Osmanlı İmparatorluğu'na ilk defa Afrika'da toprak kazandıran padişah Mısır Fatihi Yavuz Sultan Selim'dir.

* İstanbul'da öldürülen ilk padişah "Genç Osman" adıyla bilinen İkinci Osman'dır.

* "Valide Sultan" adıyla anılan ilk padişah anası İkinci Selim'in hanımı ve Üçüncü Murad'ın anası olan Nur Banü'dur.

* Osmanlılarda ilk matbaa Üçüncü Ahmed zamanında ve 1327 yılında faaliyete geçen İbrahim Müteferrika Matbaası'dır.

* İlk vapur İkinci Mahmud zamanında ve 1827 yılında satın alınmış olup halk arasında "Buğu gemisi" adıyla anılmıştır.

* İlk kıyafet kanunu 3 Mart 1829 yılında ve İkinci Mahmud zamanında yayınlanmıştır. Bu kanuna göre sarık ve cüppe ilmiye sınıfına ayrılmış olup devlet memurlarının fes setre pantolon ve kaput giymeleri kararlaştırılmıştır.

* İlk gazete yine İkinci Mahmud döneminde ve 1 Kasım 1831 Salı günü yayınlanan Takvim-i Vakayi'dir.

* Osmanlı tarihinde ilk borçlanma Sultan Mecid döneminde ve 1855 yılında olmuştur. 28 Haziran Perşembe günü Londra'da imzalanan anlaşma ile İngiltere ve Fransa'dan beş milyon İngiliz altını borç alınmıştır.

* Türkiye'de ilk telgraf da yine Sultan Mecid döneminde kurulmuş 9 Eylül 1855 Pazar günü faaliyete geçmiştir.

* Avrupa seyahatine çıkan ilk ve tek Osmanlı Padişahı Sultan Aziz'dir 21 Haziran 1867 tarihinde başlayan bu yolculuk 44 gün sürmüştür.

* Türkiye'nin yurt dışında katıldığı ilk sergi 1851 yılında Lonra'da düzenlenen Tarım ve Sanayi Ürünleri Sergisi'dir.

* Türkiye'de ilk sergi ise 27 şubat 1863 tarihinde Sultan Ahmed Meydanı'nda Sultan Abdülaziz'in de katıldığı bir törenle açılan "Sergi-i Osmani" dir. Çeşitli el sanatları ile tarım ve sanayi ürünlerinin yer aldığı bu sergiye İmparatorluk sınırları içinde kalan ülkelerden olduğu gibi bazı Avrupa ülkelerinden de katılımlar oldu.

* İstanbul'a ilk tünel yine Sultan Abdülaziz zamanında Fransız Mühendis Emile Gavand tarafından yapıldı ve bu tünel 17 Ocak 1874 günü hizmete girdi. Dünyanın üçüncü yeraltı treni olan bu tünel 575 metre uzunluğunda ve 7 metre genişliğindedir.

* Türkiye'de Meşrutiyet'in ilk ilanı 23 Aralık 1876 (Sultan İkinci Abdülhamid).

* İlk olarak Sultan İkinci Abdülhamid döneminde açılan okullar: Mekteb-i Hukuk-i Şâhâne (Hukuk) Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne (Tıp) Mekteb-i Mülkiye-i Şâhâne (Siyasal Bilgiler) Mekteb-i Şâhâne Hendese-i Mülkiye (Teknik Üniversite) Halkalı Yüksek Ziraat Mektebi Orman ve Madenler Mektebi.

* Haydarpaşa - İzmit - Ankara demiryolu ilk olarak 1888 yılında İkinci Abdülhamid'in Almanya'dan aldığı mâli destekle gerçekleştirildi. Ankara - Bağdat demiryolu hattının yapımına girişildi.

* İlk Boğaziçi Köprü Projesi de Sultan İkinci Abdülhamid döneminde yapıldı. 1900 yılında Anadoluhisarı ile Rumeli Hisarı arasında bir köprü kurulması için Bosphorus Railroad Company adlı şirket çalışmalara başladı. Köprü üzerine demiryolu döşenmesi de planlanmıştı. Böylece Avrupadan kalkan bir tren Bağdat'a kadar gidebilecekti. Ancak iç karışıklıklar ve Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesi o zaman için bu projenin gerçekleştirilmesine engel oldu.
 
Merkez Efendi



Sümbül Efendi'nin Rahime adlı bi kızı vardır. Müritlerinden Merkez Efendi onunla evlenmek ister.
Sümbül Efendi Merkez Efendi’nin hali vakti yerinde olmadığı için kızı vermek istemediğinden ancak kırık deve yükü altın getirirse razı olacağını söyler. Merkez Efendi günümüzde mezarının bulunduğu yerin arkasından kırk çuval toprak alır. Bunları develere yükleyerek Sümbül Efendi'ye götürür.
Herkes şaşkınlık içindedir. Toprak getiren Merkez Efendi’ye karşı Sümbül Efendi’nin tavrını merak etmektedirler. Çuvallar açıldığında altınla dolu oldukları görülür. Şaşkınlık biraz daha artar. Sümbül Efendi onun kerametlerini görünce:
-Sen artık yetiştin kale dışına çık ve Hakkın sana verdiği görevi yerine getir der.
Bunun üzerine Merkez Efendi şimdi bulunduğu yere yerleşir.
Günün birinde kızıyla damadını ziyarete giden Sümbül Efendi kapıyı açık bulur. Kızı ayaklarını uzatmış ayaklarından çıkan ateşle yemek pişirmektedir.
Sümbül Efendi:
-Ne yapıyorsun der.
Rahime Sultan:
-Odunumuz olmadığından dervişlere ancak böyle yemek pişirebiliyorum der.
Sümbül Efendi kızının da olgunluğa eriştiğini anlar bir süre sonra ölür



syxn3t.gif

İsmet Paşa


Mudanya Ateşkes Anlaşması’nın yapıldığı Mudanya Konferansı’nda Türkiye’yi İsmet İnönü temsil etmişti. Konferansta her ülkenin söyleyecekleri için belli bir zaman belirlenmişti. Her ülke konuşmaya başladığında İnönü saatine bakıp geçen zamanı takip ediyordu bütün ülkeler konuşmalarını zaman sınırını aşmış olarak bitirdiler. Sıra İnönü’deydi o zamanların İngiltere başkanı Churchill ona ayrılan zamanı hatırlattı. Bu duruma sinirlenen İnönü saatini masaya koyarak:
-Ben de tüm devletler kadar konuşacağım dedi.
Buna karşı çıkan Churchill'e ayağındaki savaş botlarını göstererek:
-Biz savaşa her zaman hazırız diyerek Türkiye’yi en güzel şekilde temsil etmiştir
 

Yüzüme Bas

Hintli Müslüman kardeşlerimizin Osmanlı Devleti'nin Balkan Savaşı'nda yüzlerce şehit ve binlerce yaralı verdiklerinin haberini almaları üzerine kilometrelerce ötedeki kardeşlerinin acılarını bir nebze olsun dindirebilmek için bir Kızılay heyeti teşkil ederek Türkiye'ye gönderirler.Bu heyet savaş boyunca birçok din kardeşinin yaralarını sarıp başarılı hizmetlerden sonra 1913 Temmuz'unda Hindistan'a döner. Kızılay heyetine Bombay'da büyük bir karşılama merasimi hazırlanır.Gemi limana yanaştığında Hintli Müslüman liderlerden Muhammed Ali Cevher heyet başkanı Doktor Ensari'ye şöyle der:
-Sen mücahit Osmanlı ordusuna hizmet edip geldin. Ayağını Hindistan topraklarına basmadan bu benim yüzüme bas da yüzüm Allah katında şeref kazansın



syxn3t.gif


Satranç


Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmailin oynadıkları satranç dillere destandır. trabzon valisiyken tebdili kıyafet tebrize gider bir derviş kılığında orada hanlarda kervansaraylarda satranç oynayarak önüne geleni yener. haber şaha ulaşır. "çağırın bir de benimle oynasın" der. selim şahı da yener. o vakit şah elinin tersini yavuzun göğsüne indirir: "bre derviş sen edeb nedir bilmez misin? hiç şahlar mat edilir mi?" der.
aradan yıllar geçer yavuz çaldıran'da şah ismail'i perişan etmiş şah ismail kaçmıştır. yavuz ona bir mektup gönderir ve o günki tokadın intikamını aldığını söyleyerek: "atacaksan tokadı böyle atacaksın..."


Şah İsmail ; savaşmak için İran a giren Yavuz un karşısına çıkmaya cesaret edemez.Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim Han Bir mektup gönderir..
( mektupla beraber bir kadın elbiseside...)

"ey İsmail ülkemin sinirinda görünmekle bana meydan okudun. iste ben geldim haftalarca yürüdügüm halde ne senden ne de askerinden bir eser görmedim. ölümüsün yoksa sagmisin bilemiyorum hile ve aldatmaktan baska bir sey bilmez misin? sayet korkuyorsan bir tabib getir ki seni tedavi etsin. seni daha fazla korkutmamak için güzide askerlerimden kirk bin kisiyi kayseri yakinlarinda biraktim. düsman hakkinda ancak bu kadar lutuf gösterilebilir"


şiirlerde yazan Yavuz Selim in bu şiirine bir göz atın hem yukarıdan aşağı hemde sağdan sola aynıdır...Şair arkadaşlara dahiyane bir fikir...

sanma sakin *herkesi sen * sadikane * yar olur

herkesi sen *dost mu sandin *belki ol *agvar olur

sadikane *belki ol *alemde bir *serdar olur

yar olur *agvar olur *serdar olur *didar olur

filmlere konu olabilecek hayatı babasının bedduasına uygun olarak geçmiş ilginç osmanlı padişahıdır. ünü henüz şehzadeyken yeniçeri arasında yayılır. babası ikinci beyazıt'ın yumuşakbaşlı ve sakin yaradılışlı olması fütuhata pek meraklı olmaması yeniçerileri kızdırır ve "yavuz padişah isterüz" diye ayaklanan yeniçerinin başına geçer yavuz sultan selim. nihayetinde babasını devirip imparatorluğun başına geçer. bu noktada rivayet edilir ki babası yavuz'a üç bedduada bulunur:
"oğul hayatın at üzerinde geçsin
girdiğin her savaştan zaferle çıkasın
ciğerlerini görerek ölesin"..
garip bir şekilde yavuz sultan selim'in 8 yıl ve birkaç ay süren saltanatı at üzerinde seferde geçmiştir. girdiği her savaştan zaferle çıkmış osmanlı hazinesini kendisinden sonra gelip 46 yıl hüküm süren oğlu süleyman'dan daha fazla hazine doldurmuş ve kendi mührü devletin yıkılışına kadar (ve halen) topkapı sarayı'nın hazine dairesinin üzerinde kalmıştır. en nihayetinde herkesin bildiği gibi sırtında şirpençe adı verilen bir çıban çıkmıştır. hekimbaşı hasancan'a çıbanı patlatmasını söyler. hekimbaşı itiraz etse de padişah ısrar eder ve çıban patlatılır. rivayet odur ki padişah sırtına tutturduğu gümüş bir tepsiyle çıbana bakar çıban çok derindir ve oradan ciğerlerini görür. bu noktada hekimbaşı ile arasında şu konuşma geçtiği yazılıdır kaynaklarda:
-hasan can bu ne haldir?
-hünkâr'ım allah'a varmak zamanıdır?
-çocuk sen bunca zamandır bizi kiminle bilirdin?
çok güzel şiirler yazabilecek kadar ince ruhlu bir insan olan yavuz'un aynı zamanda tahtın bekası için akraba ve kardeş kıyımı yapmış olması da enteresandır. osmanlı imparatorluğu'na yaptığı mısır seferi sonucunda başlı başına ayrı bir kimlik vermiş hilafeti getirmiş osmanlı devlet yapısında köklü değişikliklere neden olmuştur. ki bu değişikliklerin osmanlı'nın yıkılışını hazırlayan sebepler olduğunu iddia eden tarihçiler de az değildir. sol kulağındaki küpesi mekke seferindeki bir cuma hutbesinin eseridir. o zamanki adetlere göre hutbeler o yerin fatihi adına okutulurdu. mekke fethedilince beytullah'da kılınan ilk namazda imamın kendisinden "hakim-i harameyn" (harem-i şerif'in -kabe'nin) hakimi ) diye bahsetmesi üzerine itiraz etmiş ve "biz buranın hakimi değil kölesiyiz" diyerek o zamanlarda kölelik sembolü olan küpeyi sol kulağına takmıştır.

mısır seferinden sonra kutsal emanetleri topkapı sarayına getirtmiş başına 39 tane hafız koyup kendisi de aralarına karışarak (sarayda olduğu zamanlarda) kendisi de aralarına karışarak 40 kişi olmak suretiyle sürekli kuran okutmuştur. bu adet osmanlı devletinin ömrü boyunca devam etmiştir. şu anda kutsal emanetler bölümüne giderseniz orada sürekli kuran okuyan bir imamın bulunduğunu görürsünüz ki bu gelenek tek kişiyle de olsa devam etmektedir.

çok güçlü bir hafızaya sahip olduğu duyduğunu bir seferde ezberleyebildiği rivayet edilir..

"yavuz sultan selim han zamanında bir şâir yeni yazdığı şiirini pek beğenmiş ve sultana okumak dilemiş. tabii o zamanlar gerçek sanatkâra çok kıymet verildiği için kısa zamanda huzura kabul edilmiş. selim han'ın yanında hasan can ve diğer vezirler de varmış. şâir zât heyecandan sesi titreyerek şiirini okumuş bitirmiş sonra da pâdişaha bakmış. yavuz selim han hiç tereddüt etmeden :
- "ama ben bu şiiri biliyorum." deyince adamcağız şaşırmış;
- "nasıl olur efendim bu şiiri ben yazdım ve ilk defâ burada okuyorum."
pâdişah
- "istersen bir de ben okuyayım" demiş
- "siz bilirsiniz."
selim han gerçekten teklemeksizin adamın az evvel okuduğu şiirin aynısını okumuş.
adam şaşkınlıklar içindeyken bu sefer hasan can atılmış:
- "bu şiiri ben de biliyorum sultanım. destur verirseniz ben de okuyayım."
o da okumuş. sonra hemen yanındaki vezir ve diğerleri de sırayla okumuşlar. böylece huzurda şiiri okuyan on kişi çıkmış.
şâir ne yapacağını şaşırmış;
- "nasıl oluyor anlayamıyorum efendim. ama bu şiiri gerçekten ben yazdım"
diye kendini savunmaya çalışmış.
neyse ki sonradan gerçeği anlatıp adamcağızın gönlünü almışlar. pâdişah'ın duyduğunu bir seferde ezberlediğini hasan can'ın iki ve diğerlerinin de sırayla artan sayılarda ezberleyebildiklerini söylemişler. böylece şâir de rahatlamış
 

Sultan 1 . İbrahim

Tarihin Deli İbrahim diye nitelediği insanın duası...

''Ey rabim!bana saltanat nasibettin. biraz sonra koca bir ülkenin bütün insanlarının mal ve can emniyeti iki dudağımın arasından çıkacak bir kelimeye bağlı olacak. yeryüzünde irademin önüne geçecek bir irade bulunmayacak. eğer ben zulüm ve gadr ile insanların üzerinde bir kabus olursam kudret-i ilahiyeni göster ve canımı al.




syxn3t.gif



mey afyon ve fal bakmak ivmurat tarafından yasaklanmış ve yasağın uygulanıp uygulanmadığını tedbil-i kıyafet kontrol eden padişah denizin ortasında denizden mey şişesi çeken tahtaların altından afyon çıkaran bir sandalcı yakalamış. daha sonra da fal taşlarını çıkarıp sultanın falına bakmak isteyen aynı sandalcı hünkarın "şu anda hünkar nerededir?" sorusu üzerine yaptığı yanlışı fal taşlarında görüp padişahın ayaklarına kapanmış ve af dilemiştir. padişah ancak şehre hangi kapıdan gireceğini bilirse affedileceğini söyledikten sonra sandalcı "hünkarım şimdi ben hangi kapıyı söylesem siz başka kapıdan girersiniz. affınıza sığınarak gireceğiniz kapıyı bir kağıda yazsam ve size versem; kapıdan geçtikten sonra okusanız olur mu?" demiş. bunu kabul eden padişah kağıdı almış ve kağıda bakma gereği duymadan yanındaki fedaisine sandalcının boynunu vurdurtmuş ve "surlara yeni bir kapı açıla! istanbul'a oradan gireceğim." demiş çevresindekilere. kapı 5-10 dakikada açılıp padişah ve erkanı şehre girmiş. iv. murat bir ara sandalcının kağıda hangi kapıyı yazdığını merak etmiş. kendinden çok eminmiş laf olsun diye cebindeki kağıda bakmış. ama okuyunca hayretler içinde kalmış. sandalcı kağıda şunları yazmış: "hünkarım yeni kapınız vatana millete hayırlı uğurlu olsun." o gün bugündür de işte o kapı "yenikapı" olarak anılırmış.

iv. murat koydugu yasaklara uyulup uyulmadigini bizzat kendisi kontrol etmeye merakli bir padisah oldugu için yine bir gün kiyafet degistirerek bir sandala biner. amaci sahil seridinde içki içilip içilmedigini kontrol etmektir. iv. murat'i tanimayan sandalci arada bir cebinden bir sise çikartip yudumlamaya baslayinca padisah sorar :

- "nedir o içtigin ? "

sandalci bekri mustafa'nin ta kendisidir; kendini kolay ele vermez.

- "kuvvet surubu" der. "ben bundan iki yudum çekince kendimi aslan gibi hissediyorum. kürek çekmek viz geliyor".

padisah tadina bakmak isteyince bekri mustafa nasilsa denizin ortasindayiz bizi kim yakalayacak diye düsünüp siseyi uzatir. padisah iki yudum alir almaz kükrer :

- "bre zindik ! bu sarap. sarap içmeyi yasakladigimi bilmiyor musun ?

bekri mustafa sasirir :

- "sen kimsin ki içkiyi yasakliyorsun ?" der.
- "ben iv. murat'im !.." yanitini alinca bekri mustafa küregi kaptigi gibi ayaga firlar
- "simdi atarim seni denize daha iki yudum aldin kendini iv. murat sanmaya basladin. iki yudum daha alsan dünyayi ben yarattim diyeceksin".
 
Göktürkler'in "Kutluk Devri" denen üçüncü ve son devirlerinden kalma abide niteliğindeki taş kitabeler Türk dili ve edebiyatının ilk yazılı metinleri ve Türk tarihinin en eski Türkçe belgeleridir.

Bugünkü Moğolistan'da; Hangan Dağları'nın kuzeyindeki Koşu Çaydam bölgesinde eski Türk başkenti Ötüken'e yakın Orhun ırmağının eski yatağı kenarına dikilmiş oldukları için ırmağın adı bu abidelere de isim olmuştur.

Vezir Tonyukuk Kül Tigin ve Bilge Kağan adına dikilen abidelere adeta eski Türk tarihi yazılmış ve ölümsüz bir belge olarak günümüze kadar gelmiştir.

Bilge Kağan 716 - 734 yılları arasında 18 yıl Türk Devleti'ni idare etmiş olan devlet adamıdır. İlteriş Kağan'ın oğlu Kapgan Kağan'ın yeğeni Kül Tigin'in ağabeyi ve Tonyukuk'un damadıdır.

Ölümünden sonra Bilge Kağan adına dikilen abidede Göktürklerin Bumin ve İstemi Kağan zamanlarındaki güçlü devirleri sonra Çin'e nasıl esir oldukları sonra Çin'e nasıl esir oldukları Çin esaretinden kurtuluşları ve savaşları anlatılmakta Bilge Kağan adeta karşımıza geçip konuşmaktadır. İşte O'nun konuşmasından bir bölüm:


"- Ben Türk Bilge Kağan!..
Bilhassa küçük kardeşim yeğenim oğlum ve bütün soylu milletim!
Güneydaki Şadapıt Beyleri kuzeydeki Tarkanlar Buyruk Beyleri!
Otuz Tatar Dokuz Oğuz Beyleri halkım... Bu sözleri iyice işit sağlamca dinle!..

Doğuda gün doğusuna güneyde gün ortasına batıda gün batısına
Kuzeyde gece ortasına kadar hep milletler bana bağlıdır.
Bunca milleti hep düzene soktum ilerlettim.
Doğuda Şantung Ovası'na kadar ordu sevkettim denize ulaşmama az kaldı.

Güneyde Dokuz Ersin'e kadar sefer ettim
Tibet'e erişmeme az kaldı.
Batıda inci Nehri'ni geçerek Demirkapı'ya
Kuzeyde Yir Bayurku Yeri'ne kadar ordu sevkettim.

Bunca yerlere kadar gittim.
İl tutacak yer yalnızca Ötüken Yaylası imiş.
Ötüken'de oturup Çin milleti ile anlaştım.
Çin Kağanı altını gümüşü ipeği sıkıntısız öylece gönderiyor.

Yalnız şunu anladım ki Çin milletinin sözü tatlı ipek kumaşı yumuşak imiş!
Tatlı sözle yumuşak ipekle aldatıp uzak milleti öylece taklaştırır.
Yaklaştırdıktan sonra da ona kötülükler eder;
Bilgili cesur insanları ilerletmez; yanılan insanı yaşatmazmış!

Çinlinin tatlı sözüne yumuşak ipeğine aldanıp Türk Milleti çok çok öldün!
Böyle giderse daha da öleceksin! Sonra güneyde Çogay Ormanı'na
Töğültün Ovası'na kadar konayım dersen;
Türk Milleti öleceksin!..

Türk Milleti! Acıkırsan tokluğu bir doyarsan da açlığı düşünmezsin.
Böyle olduğun için seni doyuran Kağanının sözünü dinlemedin gittin.
Gittiğin yerlerde hep mahvoldun yok edildin.
Orada geri kalanınla her yere zayıflayarak ölerek yürüyordun.

Tanrı buyurduğu için devletli olduğum için size Kağan oldum.
Kağan olunca aç - fakir milleti hep topladım.
Fakir milleti zengin az milleti çok kıldım.
Yoksa bu sözümde yalan var mı?

Kağan olduktan sonra Tanrı yardım ettiği için dört yöndeki milleti derleyip toparladım.
Türgiş Kağanı'nın kızını büyük bir törenle oğluma alıverdim.

Başlıya baş eğdirdim dizliye diz çöktürdüm.
Tanrı yardım ettiği için; gözle görülmeyen
Kulakla işitilmeyen yerleri milletime kazandırdım.
Gittiğim yerlerin sarı altınını beyaz gümüşünü işlenmiş ipeğini hep aldım.

Darının ekimli olanını binek atını aygırını kara samurunu mavi sincabını Türk Milleti'ne kazanıverdim.
Benim Türk Beylerim Milletim!

Kağanından beylerinden ayrılmazsan iyilik görecek dertsiz olacaksın.
İşte taş yontturup gönül sözümü vurdurdum.
Bunu görüp bilin ki sonsuza kadar kalacak ölümsüz taş yontturdum.

Ey Türk - Oğuz Beyleri Milleti işitin:

Üstte gök çökmedikçe altta yer delinmedikçe ilini - töreni kim bozabilir?

Ey Türk Milleti! Titre ve kendine dön!..



syxn3t.gif



Barboros Hayreddin Paşa zamanında Kanuni tarafından fransız donanmasına yardım için gönderilmiştir.Barboros barutu biten fransız donanmasının komutanına sorar :

- gemilerinizde gördüğüm o kocaman fıçıların içindeki barutları nasıl bitirdiniz
- fıçılarda barut değil şarap vardı
- gemisine barut yerine şarap yükleyen bir ordunun başka ülkelere el açmasının normaldir
 
Selçuklu Türklerinin "Var olup yok olma savaşı" diye adlandırılan Dandanakan Zaferi'nden sonra Tuğrul Bey Hemedan şehrine giriyordu. Orada abdest almakta olan devrin evliyasından Baba Tahir'le karşılaştı.

B. TAHİR: Ey Türk! Allah'ın kullarına ne yapmak istiyorsun?
T. BEY: Ne emredersen!
B. TAHİR: Muhakkak ki Allah adalet ve ihsan yapmayı emreder. Onun için Allah'ın emrini yap!
T. BEY: Öyle yapacağım

Bu konuşmadan sonra Baba Tahir Tuğrul Bey'in elinden tuttuabdest aldığı ıbrığın kapağını çıkarıp halkalı yerinden O'nun parmağına taktı ve şöyle söyledi:

"- Dünya ülkelerini işte bunun gibi senin eline koydum; adalet üzere ol!.."

Tuğrul Bey bu halkayı daima yanında taşıdı ve katıldığı savaşlarda parmağına takmayı ihmal etmedi.

"Kendine saray yapıp da yanına bir cami inşa etmezsem Allah'tan utanırım!"(Tuğrul Bey)



syxn3t.gif


Ünlü hükümdar Timur’un oğlu bilime ve bilginlere değer veren dindar halim selim biriydi. Bilginlerle oturup sohbet etmekten büyük bir zevk alırdı. Şahruh’un çevresindeki bilginlerden biri de Nimetullah Efendi idi.
Nimetullah Efendi’nin dilinden düşürmediği bir söz vardı:
-Allah haramdan kaçanı korur.
Bu sözü sık sık tekrar eder bununla biraz hükümdar ve adamlarını uyarmak amacını güderdi.
Şahruh bunun her zaman mümkün olamayacağını insanın bazen bilmeden de harama el uzatabileceğini ileri sürerdi.
Şahruh bir gün sarayında Nimetullah Efendi’yi ağırlamak için bir ziyafet verdi. Baş yemek kuzu çevirmesiydi. Herkes gibi Nimetullah Efendi de iştahla yiyor yedikçe de:
-Allah haramdan kaçanı korur sözünü tekrarlayıp duruyordu.
Hükümdar ve adamları da bıyık altından gülüyorlardı. Nihayet yemek bitti. Şahruh Nimetullah Efendi’ye sordu:
-Allah haramdan kaçanı her zaman ve her durumda korur mu?
Nimetullah Efendi cevapladı:
-Evet korur haramdan kaçana Allah haram nasip etmez.
Şahruh dayanamadı ve:
-Ama hocam seni korumadı sen de bizimle birlikte haram yedin deyince Nimetullah Efendi:
-Hayır ben haram yemedim haramı siz yediniz dedi.
Şahruh:
-Boşuna iddia etme hocam sofrada yediğimiz kuzuyu benim adamlarım çalmıştı hırsızlık malıydı o dedi.
Nimetullah Efendi yine:
-Olabilir size haramdı ama bana helaldi dedi.
Şahruh lahavle çekti:
-Nasıl olur hocam çalınmış bir kuzu size helal bize haram?
Nimetullah Efendi sözü bağladı:
-Eğer inanmıyorsanız kuzunun sahibini bulun sorun dedi.
Kuzunun sahibi bulundu. Yaşlı bir kadındı kuzunun sahibi. Şahruh ve adamları kuzuyu çaldıklarını ve yediklerini itiraf ettiler ve parasını ödemek istediklerini söylediler. Kadın parayı almayı reddetti ve kendilerine beddua etti:
-Ben o kuzuyu parası için değil bu havalide Nimetullah Efendi diye mübarek bir zat varmış ona ikram etmek için yetiştiriyordum ona helal gerisine haram olsun dedi
 
Osmanlıların ilk dönemlerinde askerlerin saatte on kelimeden fazla söz söylemeleri yasaktı. 11. kelimeyi söyleyen cezalandırılırdı. Antakya Yakubi patriği Türkler hakkında şunları yazmıştır:
“Ordugahlarında bir çok atlar öküzler koyunlar bulunduğu halde sessizce yürüyüp gürültü patırtı çıkarmadan konaklarlar. Ayrıca Türkler atlarının nallarının altına ses çıkarmasın diye kösele çakarlardı.



syxn3t.gif

Uşakta esir başkomutan Trikopis 'le general denis i karşısına getirdikleri zaman kendiside bu kadar çabuk ve kesin zaferin merakı içindeydi.Onları dostça yanına alarak konuştu.
General dağınık Türk ordusunun bir anda kendilerini bir dağın eteğine sıkıştırdığını söyledi.
Atatürk
- Böyle birşeyin olacağını anlamadınız mı ? diye sordu..

Trikopis taarruzun çok iyi gizlendiğini itiraf etti.Kendisinin Yüksekyaylada tedbirler alınmamaksızın barınılamayacağını yüksek makamlara anlatamadığını söyledi..O zamana kadar da dağın yamacına gelmiş sıkışmışlardı..

- O zamana kadar




syxn3t.gif


Kuşatılma

19 mayıs 1919 dan hayli gerilerdeyiz.Henüz İzmir e Yunan lılar gelmemiştir.Ama İstanbul da düşman baskısı vardır.Türkiye için ne kadar kötü şeyler düşünüldüğünü de biliyoruz.
Yurtsever Osmanlı aydınları arayış içindedirler.Ne yapsak da milli bir uyanış yaratabilsek yarın katlanılmazbarış şartları diktası altında kalırsak hayır diye haykırabilsek.!Toplantı yerlerinden biri de göz hekimi Esat Paşa nın evi.Toplananların hepsinin birleştiği nokta istanbul baskı altındadır.Burada bir şey yapılamaz.Çıkar yol Anadolu yu hazırlamaktır.Fakat kim yapabilir bu işi ? Kimi göndermeli Anadolu ya ?Refet bey ( Bele) Jandarma Komutanı .Gazze savaşlarından tanınmıştır.Bir defa da ona danışalım demişler ve kendisini toplantıya çağırıp fikrini almak istemişler.Refet Bey :

- Siz düşünün ben araştırayımgelecek defa görüşürüz der.

Ertesi toplantıda sormuş ..

- Kimi tasarladınız..?

- Rauf Orbay a ne dersiniz ?

Yüzde elli bulmuşsunuz .Bende bir yüzde yüz var bizi kurtarır ama sonra biz ondan nasıl kurtulabiliriz bilmem.

- Canım gavura kalmaktansa ona kalırız..

- Musatafa Kemal..!!!

İttihatçıların daha Selanik te iken vurdukları damga üstündedir :


" Haris " dir hiç bir rütbe ve makam a doymaz.İnsanca yaşamayı eğlenmeyi ve içmeyi sevdiği için o devir anlayışına göre " Sefih " dir. Ve durmadan tenkit ettiği için " uzlaşılmaz" bir adamdır.
Mustafa Kemal Osmanlı düzenini altüst eder devrimler yapılmadıkça bizim bir batı medeniyeti toplumu olamıyacağımız ve bunu da her çeşit yoklamalardan sonra gerçekleştirebileceği inancında idi..Erzurum ve Sivas kongrelerinde KazımKarabekir ve Rauf Orbay gibi kendisine başımızdasındiyen arkadaşlarının bile başkan olmaması için nasıl çalıştıklarını biliyoruz.Onsuz olmaz dı o olmalı idi ama başta olmamalı idi.Hareket kollektif Mustafa Kemal bu kollektifin gölgesinde kalmalı idi
 

Atatürk Ramazan ayında Kur’ân okutur dua ederdi’

“Ramazan gelir gelmez ince saz heyeti Çankaya Köşkü’ne giremezdi. Kandil geceleri de saz çaldırmazlardı. Sadece beni huzurlarına çağırır Kur’an–ı Kerim’den bazı sureler okuturlardı. Ben okurken gözleri bir noktaya takılır derin bir huşu ile dinlerlerdi.” Bu sözler Çankaya Köşkü’nde uzun yıllar Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün saz heyetinin başkanlığını yürüten Binbaşı Hafız Yaşar Okur’a ait.

Ramazan’da Kur’an–ı Kerîm dinleyen Atatürk kendi makamına ait saz heyetini bir ay boyunca huzura kabul etmiyor ve ülke genelinde şehitler için mevlit okutuyordu. “Atatürk’ün İslam anlayışı Türk Müslümanlığına daha yakındır.” diyen Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Beyoğlu şu yorumu yaptı: “Toplumumuzda Ramazan’ın gereklerini yerine getirenlere saygı duyulurdu. Atatürk öyle yapardı.” Cumhuriyetin ilk yıllarında Çankaya Köşkü İnce Saz Heyeti Şefliği görevini yürüten Binbaşı Hafız Yaşar Okur hatıralarında Atatürk için Ramazan’ın ifade ettiği değeri ayrıntılarıyla anlatıyor.

Hafız Yaşar Okur Atatürk’le On Beş Yıl Dini Hatıralar adlı eserinde Ramazanların Atatürk için önemini şöyle ifade ediyor: “Ben Kur’an–ı Kerim okurken ruhen çok mütelezziz olduğu her halinden anlaşılırdı. Bayramın birinci günü akşamı Çankaya Köşkü’ne davet ediliriz geç vakitlere kadar huzurlarından ayrılmazdık ve namütenahi iltifatlarına mazhar olurduk.”

Hafız Yaşar Atatürk’ün Ramazan ayında Hacı Bayram Veli ve Zincirlikuyu camilerinde şehitlerimizin ruhuna hatm–i şerif okunmasını emrettiğini hatırlatarak şunları kaydediyor: “O günlerde civar kasaba ve köylerden gelenlerle de cami hıncahınç dolardı. Atamın emirleriyle şehitlerimizin ruhuna hediye edilen bu hatm–i şerif kıraatlerinde ilahi nağmeler cami duvarlarında ihtizazlar yaparak dalga dalga yayılırdı. Bu sırada cemaat huşu içinde dinler şehit kardeşlerinin babalarının ve dedelerinin ruhlarının istirahatı için dua ederler sıcak gözyaşları dökerlerdi.”

Müzik Ansiklopedisi Yayınları arasında çıkan ve Halil Erdoğan Cengiz tarafından hazırlanan Riyaset–i Cumhur İnce Saz Hey’eti Şefi Binbaşı Hafız Yaşar Okur’un Anıları–(1924–1938) isimli kitapta da Atatürk’ün Ramazan ayına ait yaşantısından ilginç örnekler yer alıyor.

Yaşar Okur’un burada anlattığı bir hatırası Atatürk’ün Mevlid–i Şerif’i bölümlerine kadar bilecek kadar bilgiye sahip olduğunun göstergesi: “Bir gün beni huzuruna davet etti. Sure–i Yusuf’tan bir sahife okumaklığımı söyledi ve okudum. Atatürk derin bir müşahedeye vardı. Sessiz sedasız dalgın ve kendinden geçiyordu. Kıraatı (okumayı) müteakip pek sevdiği Süleyman Çelebi’nin Mevlit’inin Viladet bahrini (bölümünü) okumamı söyledi. Okudum. Çok mütehassis oldular. Ve Mevlid’i ne zamandan beri okuduğumu ve hafızlığımın tarihini sordu...”

İbadethanelerin cahil görevlilerin elinden alınıp ehline verilmesini sık sık dile getiren Atatürk’ün camiler hakkındaki düşünceleri de camileri sadece ibadet için görenlerden farklı olduğunu gösteriyor. Hafız Yaşar bu konuda hatıralarında şöyle diyor: “O (Atatürk) camileri ibadet için olduğu kadar düşünmek meşveret etmek için de birer mukaddes yer olarak telakki ederdi. Peygamber Efendimiz’den de büyük bir takdirle bahsederdi. O devirler için hep ‘Hazret–i Peygamber’in zaman–ı saadetlerinde’ diye iyi devlet adamı iyi bir başkumandan olduğunu da sık sık tekrarlardı.” Hafız Yaşar Atatürk’ün Beylerbeyi Dergahı Şeyhi Seyyid Efendi’nin torunu ve Nesip Efendi’nin kızı Nebile’ye Kur’an okuttuğuna dikkat çekiyor: “Bayan Nebile’nin sesi gayet güzel ve muhrik idi. Küçüklüğünden beri tekkelerinde dinî musiki ile ülfet etmiş olduğundan o muhrik sesiyle bazı geceler Atatürk’ün huzurunda Yâsin Sûresi’ni okur Atatürk’ün gözleri yaşarırdı ve çok mütehassis olurdu. Ve Bayan Nebile’yi çok severdi.”

Atatürk’ün Türkiye’yi ziyaret eden İran Şehinşahı Pehlevi için kendisine Kerbela şehadetine ait mersiye okuttuğunu anımsatan Hafız Yazar bu olayı şöyle anlatıyor: “Beylerbeyi Sarayı’nda Şehinşah Hazretleri’nin şerefine verilen ziyafette iki yüz kişi vardı. Atamın emirleriyle ben de bu ziyafette bulunmuştum. Riyaset–i Cumhur Orkestrası Heyeti marşlar terennüm ediyordu. Şehinşah Pehlevi Hazretleri salonun ayrı yüksek bir locasında Atatürk’le beraber oturuyordu. Bir aralık Atatürk seryaver bey vasıtasıyla beni huzurlarına çağırttı. Kemal–i tanzimle giderek Şehinşah Pehlevi Hazretleri’nin ellerini öptüğüm zaman Atatürk ‘Bu benim hafızımdır.’ diyerek müsaadeleriyle yanına oturttu. Biraz istirahat ettikten sonra Atatürk Kerbela şehadetine ait bir mersiye okumamı söyledi. Emirleri üzerine şu mersiyeyi okudum: Kurretü’l–ayn–ı Habib–i Kibriyasın ya Hüseyn/Nur–ı çeşm–i Şah–ı Merdan Murtazasın ya Hüseyn.”

Atatürk’ün her yıl Çanakkale şehitleri için mevlit okutturduğuna dikkat çeken Hafız Yaşar bunun için kendilerine Gülcemal vapurunun tahsis edildiğini yazıyor.



Atatürk dinî konularda İnönü’ye göre daha hassastı
Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Beyoğlu Atatürk’ün İnönü’ye göre dini konularda daha hassas olduğuna dikkat çekerek bu hassasiyetin annesi Zübeyde Hanım’dan kaynaklandığına dikkat çekiyor. Atatürk’ün dinî yaşayanlara saygı gösterdiğini dile getiren Beyoğlu şu örneği veriyor: “Dinî konularda çok hassastı. Örneğin Mareşal Fevzi Çakmak geldiğinde Atatürk’ün sofrasında içki bulunuyorsa kaldırtırdı. Karşısındaki kişiye saygı gösterirdi.” Atatürk’ün dini yaşama noktasında daha rahat olduğu görüşüne katılan Prof. Dr. Beyoğlu “Ramazan ayında Kur’an ve mevlit okuturdu. Bunu yaverinin yazmış olduğu günlükten veya başka eserlerden anlayabilirsiniz. Atatürk bu tür konularda İnönü’ye göre daha rahat davranırdı. Yaşadıklarını dışa yansıtırdı. İnönü ise hayatına din işlerini karıştırmamak isterdi. Bu tür konuların yanında dahi konuşulmasına müsaade etmezdi. Bu tür ibadetler kapalı kapılar ardında yapılmalı duyulmamalı şeklinde düşünürdü.” değerlendirmesini yapıyor. Bu farklılığın Atatürk ve İnönü’nün İslam’a bakış açılarının farklılığından kaynaklandığının altını çizen Beyoğlu sözlerine şöyle devam ediyor: “Annesinin etkisiyle Atatürk Kur’an veya mevlit okutmaktan hoşlanırdı. Adeta zevk alırdı. İnönü’de ise bu tür bir olay söz konusu değil. İnönü’nün sadece hanımı dindar. Bunu torunlarının yazmış olduğu kitaplarda görebilirsiniz. Atatürk’ün İslam anlayışı Türk Müslümanlığına daha yakındır. Ramazan’ın gereklerini yerine getiremesen de yerine getirenlere saygı göster anlayışı söz konusu.”
 

Hafız Yaşar Okur binbaşı rütbesiyle Riyasetı Cumhur Fasıl Heyetindeki görevinden emekli olmuştu. Kendisi yıllar önce Atatürk’ün emriyle bizim şu an dahi kulaklarımızda olan "Türkçe ezanı" Beyazıt Camii ’nde ilk defa okuyan değerlı bir müzisyen ve hafızdı. Atatürk’ le müzik toplantılarında görevi nedeniyle uzun yıllar beraber bulunmuştu. Zaman zaman Atatürk’ ten hatıralar anlatırdı. Atatürk’ ün müziksiz bır günü geçmezdi. Her türlü müziği batı müziğini de sever mesela Taska operasını sık sık dinlerdi bazı bölümlerini. En büyük arzusu Türk musikisinin dünyaca tanınmış sevilmiş ve takdir edilmiş olmasıydı... Hocam Merhum Hafız Yaşar Okur’ un anlattığı bir hatıra şöyle; İran Şahı Rıza Pehlevi Atatürk’ ü ziyarete gelir. Atatürk' ün verdiği bir ziyafette rahmetli Yaşar Okur hocaya tanıtılır.

"Şimdi benim Hafızım size bir şeyler okuyacak" der

Hoca şöyle devam eder

"önce Kuran-ı Kerimden bir sure okudum sonra da Süleyman Çelebi’ nin Mevlid’ inden bir Bahir en son da Beyatı Ayının bir kısmını...

O gece sehinşah Hazretlerinin iltifatına nail olmuştum." Hoca devam edıyor "Atatürk zaman zaman bana Kuran-ı Kerım ve Mevlid-i Şerif' in Veladet Bahri' ni bilhassa rast makamında okuturdu... Yasin suresini dinlemeyi sever bazen de sesi güzel olan manevi kızı Nebile Hanım' a aynı sureyi okutur dinlerken çok mütehassıs olduğu görülürdü. Atatürk Muzıka veya Fasıl heyetinde resmi görevli olan hafızlara Ramazan' da eğer camğlerde mukabele okuyorlarsa izin verir musiki gecelerindeki fasıllarda bulanmaları hususunda asla ısrarlı olmazdı.

Atatürk zaman zaman İstanbul’ daki cami hocalarını hafızları davet eder; onlarla dini sohbetlerde bulunur bazen de Kuran-ı Kerim' den bır sureyi yazdırıp söz ve sesle okumalarını isterdi. Sonunda surenin ayetlerinin Türkçe açıklamalarını ister eğer açıklamalarda bir eksiklik yanlışlık olursa çok üzülürdü... Hocalardan vaazlarında dini telkinlerınde bilinçli olmalarını cemaati öylece iyi bir şekilde aydınlatmalarını bilhassa isterdi öyle beklerdi. Aynı musiki heyetinde 12 yıl kadar müzisyen olarak görevli başka bir büyüğümüz Hocamız rahmetli Ferit Tan Atatürk’ ün masasında Kuran-ı Kerim-i gördüğünü dikkatle okuduğunu anlatmıştı. Büyük Bestekar merhum Yesarı Asım Arsoy milliyetçi iman dolu bir insandı öğrencisi Dr. Bülent Gündem Bestekarın Atatürk ile ilgili duygularını şöyle anlatıyor sık sık Mustafa Kemal’ i anlatır. Bilhassa Kocatepe’ de çekilen resmi üzerinde durur ve şöyle söylerdi.

"O resme dikkat et dizlerı kıvrık eli çenesinde düşünür hali ıle "İlhamat-ı Rabbaniye’ yi topluyor onu cenabı Hak memleketi kurtarması için seçti vazifelendirdi" diye eklerdi



syxn3t.gif



Yıl: 1921 Sakarya Meydan Savaşı'nı sürdüğü günler. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa arazide çadırda yatıyor. Süvari Kolordusu Komutanı Miralay Fahrettin Altay da çadırda. Bir gece uykusu kaçıyor ve ordugahı dolaşırken Mustafa Kemal Paşa'nın çadırında ışığın yandığını görüyor ve içinden ‘o şimdi biraz içki alıyordur belki bana da verir” diye içeri giriyor. Mustafa Kemal Paşa'yı yatağına uzanmış kitap okurken görüyor. Kendisine ‘ Hayrola Fahrettin uykun mu kaçtı?' diye sorunca cevaben ‘Vallahi paşam ben sizin demlendiğinizi zannederek bir iki yudumda bana verir umuduyla gelmiştim; vebal altında kaldım hangi kitabı okuyorsunuz?' diye soruyor. ‘İslam dini ve tevsirleri' cevabını alınca da “paşam şimdi daha çok utandım” diyerek çadırdan çıkar.
 
Geri
Üst