TARİHİMİZDEN HİKAYELER...gurur duyacaksınız

Yıl:1936 ATATÜRK Bursa'da. Şimdi emekli albay olan Hayrullah Soygür o tarihte teğmen onun kaldığı konağın dış emniyetiyle sorumlu subaylardan. Kendilerine görünmeden görevlerini yapmaları tembih edilmiş. Şimdi hikayeyi kendisinden dinleyelim. ATATÜRK kendisini görüp yanına çağırıyor ve sohbete başlıyor. Ona ailesini yaşadıklarını ve kendisini kimlerin yetiştirdiğini soruyor. Uzun uzun hayatını Piriştine'den geldiklerini babasının Çanakkale'de savaştığını kendisini dedesinin yetiştirdiğini ilkokuldan itibaren Kuleli'de okuduğunu anlatıyor ATATÜRK'e. Sıra dini bilgilerden sınava geliyor. Kendisinin Besmele çekmesini Kulhuvallahi ve Elham'ı okumasını istiyor. Telaffuz yanlışlıkları yerinde durdurup düzeltiyor. Sonra okuduklarının anlamını soruyor ve tam doyurucu bir cevap alamaması üzerine ‘bilmeyebilirsin ama bilmen de şart' diyerek konuşmasını şöyle sürdürüyor ‘Büyük Tanrı diyor ki İnsanlar doğacak ve yaşayacaklardır. Bu insanlar yaşamları boyunca çeşitli zorluklarla hüsranlarla yaşayacaklardır. Ama bu insanlar arasında en az hüsrana uğrayacak olanlar HAK YEMEYENLER VE SABREDENLERDİR. Şimdi namaza dursan ve Türkçe ‘Büyük Tanrım senin yap dediğini yapıyorum yapma dediğini kesinlikle yapmıyorum. Kendimi kötülüklerden korumaya çalışıyorum hak yemiyorum sabrediyorum' dersen sonra ALLAH'tan herşey istenir sende bir şey istesen kabul edilmez mi? Ben kabul edileceği kanısındayım.

Bir subay ki askerlerinin dini ve milliyeti ile en iyi bir şekilde ilgilenir ve onları yetiştirir İŞTE O MİLLET YIKILMAZ


syxn3t.gif

Zarif Görgün Bey " Kendisi Topkapı Müzesinde genç bir asistan iken ATATÜRK müzeyi ziyarete geliyor. Tanık olduğu olayları şöyle anlattı. Büyük bir odaya giriliyor odanın duvarlarına padişahlarımızın resimleri dayanarak konmuş; ATATÜRK müzenin müdürüne resimleri göstererek ‘Bunlar bizim atalarımız. Onların resimlerini tarih sırasına göre asınız ve bu odayı daima temiz tutunuz' talimatını verir.

Merhum üstad bestekar Sadettin Kaynak aynı zamanda ilahiyatçıdır. O da ATATÜRK ile dini sohbetlere katılanlar arasındadır. Bir gün saz takımı Dolmabahçe'de toplanmış hafızların hepsi de oradadırlar. Onlara sırası ile Elham'ı okutmuş kendisi de asker edası ile okumuş ve oturduktan sonra Sadettin Kaynak'tan Kuran-ı Kerim'in Nisa Suresinin 23. ayetinin tercümesini okumasını rica etmiştir. Bu ayette erkeklerin kimlerle nikah yapabileceği hususlar yazılıdır. Sadettin Kaynak ‘iki kız kardeşi nikah etmeyiniz' der demez ATATÜRK ayağa kalkar ve ‘böyle şey olmaz' der zira kendisi o sureyi daha önce okumuş ve hatalı tercümeyi tesbit etmiştir. Hepsi de ayağa kalkar Sadettin Kaynak ‘Paşam bu tercüme yanlıştır Kur'an öyle demiyor aslı iki kız kardeşi birlikte almak haramdır' der. Hatanın tercümeden kaynaklandığı anlaşılır. ATATÜRK ‘Mehmet Akif Bey'in tercümesini arayıp bulalım onun üzerinde çalışmalarımıza devam edelim' der.

Atatürk ömrünün son yıllarında da dinimizin Milletimiz tarafından iyi anlaşılması için pek çok gayret sarf etmiştir. Masraflarını bizzat kendisi karşılayarak Diyanet İşleri Başkanlığı'nca değerli din alimlerimizden Elmalılı Hamdi Yazır'a görev verdirterek 9 ciltlik ‘HAK DİNİ KUR'AN DİLİ Türkçe Tefsir' kitabını Latin harfleri ile bastırarak müftülükler aracılığı ile milletimize dağıttırmıştır. Ayrıca sünni Müslümanlarca şeriat hukukunun Kur'an'dan son
 
Atatürk Çanakkale savaşları sırasında vatan için gözünü kırpmadan ölüme giden erlerimizin yüceliğini şöyle anlatmıştır:

‘Düşman mevzileri arasındaki mesafe 8 metreye kadar düşüyordu. Ne kadar imrendirici soğukkanlılık ve kadere inanarak düşman üzerine atılıyor; biliyor musunuz öleni görüyor üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ufak bir yılgınlık bile göstermiyor. Okumayı bilenler ellerinde Kuran-ı Kerim cennete gitmeye hazırlanıyorlar bilmeyenler Kelime-i Şahadeti tekrarlayarak yürüyorlar. Bu Türk askerindeki RUH KUVVETİNİ gösteren bir misaldir'

Efendiler Allah birdir büyüktür. Kur'an bir Kitab-ı Ekmel'dir. Cenab-ı Peygamber Hatemül Enbiya'dır. (Büyük Nutuk s. 1241)

Batı milletlerini bütün dünyanın milletlerini tanırım. Fransızları tanırım Almanları Rusları... şahsen tanırım ve bu tanışmam da harp sahalarında olmuştur ateş altında olmuştur. Ölüm karşısında olmuştur. Yemin ederek size temin ederim ki bizim milletimizin manevi kuvveti bütün milletlerin manevi kuvvetinin üstündedir.




syxn3t.gif


"Milletimizin güzel sanatlar sevgisini her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür."

Atatürk Osmanlı'dan kalma Sanayi-i Nefise'yi imar ettirerek Güzel Sanatlar haline getirmiştir. Ayrıca burada yetişen birçok sanatçıyı kendilerini geliştirmeleri için Avrupa'nın sanat merkezlerine göndermiştir. Resim heykel ve mimarlık bölümlerinden çok sayıda öğrenci Almanya Avusturya ve Fransa'ya gönderilmiştir.

Ata'nın sanatçıya verdiği büyük değeri gösteren bir hatıra da şöyledir: Daha devlet tiyatrosu kurulmamışken İstanbul'daki şehir tiyatrosu sanatçıları Ankara'ya gelerek o zamanki Türk ocağında temsiller verir. Atatürk de bu temsillerin birinde bulunur ve sanatçıları Çankaya'ya davet ederek ağırlar. Hepsine ayrı ayrı iltifat eder. Ayrılma vakti gelince Reşit Galip sanatçılara Atatürk'ün elini öperek veda etmelerini söylediğinde Ata'nın cevabı şu olur:

Hayır sanatkar el öpmez sanatkarın eli öpülür.
 

OSMANLI’NIN SON KAHRAMANLARI- İsmet BOZDAĞ

Balkan Harbi’nin ardından Edirne dahil olmak üzere Batı Trakya bölgesinde büyük kayıplar verilmişti. Bu kayıpların verilmesinde ittihatçı ve itilafçılar arasındaki kavganın rolü büyüktü. Balkan Savaşı neticesinde Balkan devletleri birbirine düşmüş durumdaydı. Bununla beraber Bulgar orduları Çatalca’ya kadar ilerlemiş mühimmat ve askeri yığınak oluşturmuş İstanbul’u vurmaya hazırlanıyordu.

Türk cephesinde ise Balkanlardaki bu iç karışıklığın arasında İstanbul’a saldırı ihtimalinin çok zayıf olması gibi bir kanaat hakim durumdadır. Hele siyasi tablo daha da karışık ve kötü bir durum arz etmektedir. İttihatçılar iktidar olmasına rağmen hükümette söz sahibi değildi.

Babıali Baskını akabinde iktidar olmasına rağmen Mahmut Şevket Paşa kabinesi yönetimde etkili değildir. Mahmut Şevket Paşanın kurşunlanması ve Sait Halim Paşanın sadrazamlığa getirilmesi ile Edirne’nin geri alınması için karar alınır. Hal böyle iken hükümetin bu adımları atmasına politik çevreler vatana ihanet gözüyle bakarlar. Ancak yeni hükümetin İçişleri Bakanlığına Talat Bey ve 10 ncu Ordu Komutanlığına da Enver Bey’in tayin edilmesi ve Enver Bey’in işe eski silah arkadaşlarını toparlamakla başlaması Bulgar tehdidi altında bulunan İstanbul için iyi bir gelişme sayılırdı. Çünkü Bulgar ordusu İstanbul’u darmadağın edecek kadar ilerlemiş ve Çatalca Sırtları’na 15’lik sahra bataryalarını yerleştirmişti.

Enver Bey Kuşçubaşı Eşref Selim Sami ve İbrahim Şehbendere’yi bu bataryaları susturmakla görevlendirmiş komutayı Kuşçubaşı’na vermişti. Böylece “Emirber çeteleri ” diye bilinen fedailer birliği kurulmuştu.

Eşref Bey’in çetelerden oluşan birliğine bir de nizami birlik eklendi ve tümen gücünde bir gerilla birliği oluşturuldu. Taksim kışlasında eğitilen tümen Murat Dağları’ndaki Bulgar bataryalarının susturulması için görevlendirildi.

Taksim’den hareket edilir Veli Efendi çayırına daha yeni gelinmiştir ki; “Keçe Bekir” adlı bir yüzbaşı ilk isyan hareketini başlatır. Kuşçubaşı’na bir tezkere gönderir. Tezkerede padişahın orduya kumanda etmesi istenir aksi halde tümenle beraber hareket edilmeyeceği bildirilmiştir. Kuşçubaşı olayı konuşarak çözmek ister ancak ateşle karşılaşacağını görür ve komutanlarla toplantı yapar. Brifing sonunda Selim Sami olayı sessizce bastırmak fikrindedir. Böyle yapılamazsa daha büyük felaketle karşılaşılacağını anlatır. Kuşçubaşı teklifi kabul eder ve harekat emrini verir. Selim Sami ve Galatasaraylı gençlerden oluşan bir gönüllü taburu bu hareketi bastırmakla görevlendirir. Tabur harekete geçer ve büyük bir ustalıkla olay sessizce bastırılır. Keçe Bekir ve on arkadaşı idama mahkum olur. Ancak Kuşçubaşı bunu hapse çevirir. Daha sonra çıkan aftan yararlanan Keçe Bekir ve arkadaşları orduya dönüp yararlı hizmetler yapacaktır. Keçe Bekir bu olayda şahsi emelleri olan art niyetli kişilerin maşası olmuştur ve hatasını sonradan anlayarak orduya hizmet etmeye devam etmiştir.

Murat Bey tepelerindeki bataryaların susturulması için yapılan plan uygulamaya konur ve harekat başlar. Merkezde Kuşçubaşı sağında Selim Sami ve solunda Cihangiroğlu... Kuşçubaşı’nın elindeki kuvvetlerin hepsi genç yiğit ve gözüpek kişilerdir. Kuşçubaşı bunlara çok iyi bir biçim vermiş hepsi de emrinde ölümü göze alacak kadar cesur yürekli yiğit askerlerdir.

Baskın yapılır planlandığı gibi başarıyla sonuçlanır. Bulgar ordusu sekiz saat süren savaş sonunda bozguna uğrar ve zafer kazanılır. Zaferin İstanbul’da duyulmasıyla yer yerinden oynar. Zafere susamış Türk insanı bu anlamlı zaferle kendini bulur. Başta Padişah olmak üzere birçok tebrik telgrafları gönderilir.

Zafer sonrası Enver Bey ve Eşref Kuşçubaşı Hurşit Paşanın karargahında toplanırlar. Hurşit Paşa alınan sonuçtan memnundur ve ordunun Enes-Midye hattına ilerlemesini teklif eder. Eşref bey duyduklarına inanamaz ve;

Edirne Bulgarlara mı kalacak ? diye sorar.
Hurşit Paşa; asıl amacın İstanbul’u kurtarmak olduğunu söyler. Enver Bey susar. Eşref Bey ise; Edirne’nin geri alınmasının vefa borcu olduğunu şehit kanlarının boşa gitmemesi için bunun mutlak gerekli olduğunu söyler. Bunun üzerine Hurşit Bey tam bir ikilem içinde kalır. Bir yanda vazife bir yanda vicdan....

Bunun üzerine Enver Bey Eşref Beyin sözlerini destekler ve bu içten konuşmayı dinlemeye koyulur:

- “Trablusgarp’ta da durum aynı idi ve şu an Bulgarlar ağır bir baskına dayanacak güçte değildir. Bana imkan verin akınlarla onun arkasına sarkayım ve onu gafil avlayayım. Edirne’yi kurtarma ihtimali doğarsa memlekette mucizeler birbirini kovalar aksi halde her türlü cezaya razıyım.”

Enver Bey bu sözler karşısında Eşref Bey’e gerekli desteği vererek Hurşit Paşa´yı ikna eder ve yola çıkılır. Ancak İstanbul hükümeti bu hareketi durdurmaya çalıştıysa da başarılı olamaz. Eşref Bey kuvvetleri Edirne önlerine gelir. Bulgar komutanından teslim olması istenir fakat gelen cevap “hayır”dır. Enver Bey ve Eşref Beyler durumu müzakere ederler ve şöyle bir karara varırlar: “25 kişilik bir ekip kurulacak bomba ve dinamit çantaları ile düşman tabyasına sızılacak ve tabyaların tamamının tahrip edilmesi sağlanacaktır”

Enver Bey bu teklifi pek hoş karşılamasa da başka bir ihtimalin söz konusu olmadığını görür ve plan uygulamaya konur. Hazırlanan 25 kişilik grupla Bosna köyüne olaysız varılır. Köyde kimse yoktur köy terk edilmiştir. Arda Nehri’ni geçmek için sal yapmak gerekecektir ancak sal yapacak malzeme bile bulunamaz. Daha sonra düşman tabyalarının altından geçerek şehre yaklaşırlar. Şehirde panik hakimdir ve Eşref Bey harekat emrini verir. Yanına Bulgarca bilen kişiler alır ve Ayşe Kadın Kışlası’na girilir. Kışla komutanına şehrin çevrildiğini ancak hayatlarının güvende olduğunu bildirir. Bulgar ordusunda korku ve panik vardır. Kaçış hazırlığı içinde olduğu görülür ve sonuçta kışla tamamen ele geçirilir.

Elde edilen bu zafer Türk insanının zaferidir ancak Osmanlı devletinin politik hesapları zaferin elde tutulmasını güçleştirmektedir. Rus Baş Vekili ve Romanya kralının dile getirdiği şu durum zaferin elde tutulmasının ne kadar güç bir durum olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Her ikisi de “Edirne’nin geri verilmesini aksi halde saldırılara devam edilebileceğini” bildirirler.

Bunun üzerine Osmanlı kabinesi toplanır ve büyük elçiliklere fikir sorulur. Sonunda şöyle bir ikilem meydana gelir;

Edirne mi? Yoksa savaş tazminatı mı ?

Savaş tazminatı; Balkan savaşından kaynaklanan bir durumdur ve hükümetin bu paraya ihtiyacı vardır. Savaş tazminatını alabilmek için 10 ncu Kolordu Kurmay Başkanı Enver Beyin bu görevinden azledilmesi ve böylece yapılacak bir taşkınlığa engel olunabilmesi tasarlanmıştır.

Ancak Talat Paşa ile Sadrazam Sait Halim Paşanın engellemesi ile karşılaşılır. Bu arada Eşref Bey ve Enver Bey başbaşa konuşup Edirne’yi kurtarma kararı alırlar. Yalnız Enver Beyin rahatsızlığı Eşref Beyin yola tek başına devam etmesini gerektirir. Eşref Bey de “varıyla yoğuyla bu yola baş koyduğunu geri dönüşün mümkün olmadığını” söyler.

Edirne’nin yanı sıra artık yeni hedef Habibçe idi. Kuşçubaşı Selim Sami ve Cihangiroğlu Bulgar’a aman vermemek ve Habibçe’yi almak için karar alırlar. Ani bir baskınla burası ele geçirilir. İlk mahalli idare burada kurulur. Bu aynı zamanda Batı Trakya Cumhuriyeti’ nin temel taşını oluşturur. Enver Bey buraya Süleyman Askeri ve Dr. Tevfik Rüştü’yü bırakıp böylece ilk mahalli idarenin şekillenmesini sağlar. Sonra Yenice’ye baskın yapılmış ve burası da Türk egemenliğine girmiştir. Bunun üzerine Bulgarlar Harmancık ovasının stratejik noktalarını güçlendirme yoluna giderler. Bulgarlar mevzi almış beklerken Türk gerilla güçleri Bulgar kuvvetlerini arkadan çembere alır ve amansız bir mücadele başlar yedek güçlerin yardımıyla Bulgar mevzileri dağıtılır ve zafer elde edilir. Böylece Habibçe Yenice ve Harmancık Ovası savaşları zaferle sonuçlanır. Savaşların kazanılmasında o yöre halkının rolü büyük olur.

İstanbul hükümeti Edirne’yi sahiplenme ve savunma noktasında birçok zaafiyet gösterir. Bunu gören Kuşçubaşı Eşref Beyle Süleyman Askeri Bey duruma çözüm ararlar ve halkın ileri gelenlerinin bir kısmının yönetim bir kısmının da din işleri ile ilgilenmesini sağlarlar. Her şey normal seyrinde yürürken Hurşit Paşa’dan gelen bir emir Muzaffer Binbaşı’yı kahretmiştir. Çünkü Hurşit Paşa akınların durdurulmasını ve geri dönülmesini istemektedir.

Eşref Bey ve arkadaşları emri okuyunca adeta çileden çıkarlar. Ancak Eşref Bey yine de temkinli davranıyor ve Hurşit Paşa’nın emrine uyulması gerektiğini savunuyordu. Nitekim öyle de oldu. Eşref Bey arkadaşlarını ikna etti ve geri döndüler. Daha sonra bütün bu olayların söylentiden ibaret olduğu anlaşılır ama geç kalınmıştır. Boşaltılan yerlerdeki Türkler’e Bulgarların büyük bir zulüm ve işkenceler yaptıkları görülür. Enver Bey ve arkadaşları tekrar geri dönme ve akınlara devam etme kararı alırlar. İlk hedef Papaz Köy olacaktır. Bulgar çeteleri buralarda büyük bir kıyım başlatmışlardı. Halk mağaralara sığınarak kurtulmaya çalışıyordu. Özellikle Domuzciyef çetesinin yaptığı zulümler dehşet vericiydi. Bu çetenin durdurulması için harekat başlatıldı. Amansız bir baskınla çetenin bütün elemanları yakalandı ve çete lideri yargılandı. Mahkeme başkanı Kanber Ağa idam kararı verdi ve infaz gerçekleştirildi.

Diğer yandan Selim Sami kuvvetlerinin yeni hedefi Kırcaali idi. Burada da baskılar devam ediyor halk camilere doldurulup yakılmak isteniyordu. Selim Sami ani bir baskınla kasabaya girdi ve ele geçirdi. Alay komutanını yargıladıktan sonra şehir meydanında idam etti.

Selim Sami gittiği her yerde gençleri eğitiyor ve milis güçler oluşturuyordu. Zaten buralardaki halk müslüman ve Türk olduğu için hiçbir zorlukla karşılaşılmıyor gerekli çalışmalar rahatlıkla sürdürülebiliyordu.

Eşref Bey Edirne’ye kadar gelmiş Enver ve Talat Beylerle görüşmüştü. Görüşmede Balkanlardaki gelinen son durum konuşulmuş yapılacak yardımın niteliği konusunda Eşref Bey’e fikir sorulmuştu. Eşref Bey komuta kadrosuna ihtiyaç olduğunu söyledi.

Selim Sami artık geri dönüşün mümkün olmadığını bu yolda sonuna dek mücadeleye devam edileceğini bunun orada yaşayan halka karşı bir borç olduğunu söyledi. Bu arada Hükümet kendilerini dönmek için sıkıştırıyordu . Selim Sami akınlara devam edilmesi gerektiğini savunuyor hükümete kendilerinin şehit olduğunun bildirilmesini böylelikle daha fazla askeri güç alarak harekata devam edilebileceğini söyledi. Eşref Bey bu fikri uygun buldu ve hükümete bildirdi. Selim Sami’nin ölümü İstanbul’da büyük yankı yarattı.

Öte yandan Eşref Beyin karargahında yeni katılan komutanlara görevler veriliyordu. Bu kadro artık bir ordunun savaş beynini oluşturuyordu. Yeni kadronun ilk hedefi Gümülcine idi. İş yine Selim Sami’ye düşmüştü . Selim Sami gerekli hazırlıkları yaptı ve akıl almaz gerilla taktikleri uygulayarak şehre girdiler. Nitekim Gümülcine ve Dimetoka’nın ele geçirilmesi Batı Trakya’nın temizlenmesi demekti. Kurtarılan topraklar üzerinde bağımsız bir Türk devleti kurulma kararı alındı ve gerekli hazırlıklara başlandı.

Selim Sami Batı Trakya Cumhuriyetinin kurulmasının kaçınılmaz olduğunu anlayanların arttığını görünce heyecanlanıyor ve eğer imkan verilirse Adriyatik Denizi’ne dek gidebileceğini söylüyordu. Selim Sami’nin bu idealistliği karşısında İstanbul’da tam bir rehavet hakimdi. Yine aynı durum girilen şehirlerdeki ileri gelenler arasında da mevcuttu.

Balkanlar ve Osmanlı sürekli müzakere halindeydi. Balkanlarda tam bir iç kargaşa yaşanıyordu. Bulgarlar ve Greklerde hükümet değişiklikleri oluyor Grekler yeni kurulacak Batı Trakya Cumhuriyeti’ni heyecanla bekliyorlardı. Çünkü böylelikle Bulgarlarla aralarında bir tampon devlet olacak sınırlarına daha kolay sahip çıkabileceklerdi. Hatta bu amaç uğruna Dedeağaç’ı savaşsız bir şekilde teslim ettiler. Öte yandan İstanbul hükümeti ağır bir baskı altındaydı. Nitekim İstanbul’da Bulgarlarla bir anlaşma yapılmış sınırlar kesin olarak çizilmişti.

İstanbul Hükümeti’ni bu anlaşmaya zorlayan nedenlerden biri de paraya olan ihtiyaçtı. Ayrıca Enver Talat ve Cemal Paşa gibi İttihatçıların güçlü isimleri kurulmakta olan yeni Batı Trakya Türk Devleti’ni garip karşılamakta hatta ilerisi için tehlikeli görmektedirler.

Arkadaşlarını ikna etmek için Batı Trakya’ya gitmek isteyen Cemal Paşa ‘dan pasaport istenmesi çok anlamlı bulunmuştu. Çünkü Cemal Paşa Batı Trakya Devleti’ni fesh etmek istiyor Eşref Bey de bu sorumluluğu kendisinin alamayacağını bildirip ona bunu yapmasını teklif ediyordu. Cemal Paşa Batı Trakya Devleti’nin defin kağıdını imzalar.

Fakat yazara göre ; tarihin tekerrür etmesinin nedeni insanları aklın yönetmemesidir. Küçük duygular insanları küçük adamlar milletleri tesir altına alırsa; milletlerin hayatında tarih insanların hayatında hata tekrarlanıp durur.

İkinci olay “Kutsal Topraklarda” geçmektedir.

Fahrettin Paşa’ya 10 Mayıs 1916 günü Cemal Paşa’dan bir telgraf gelir. Telgrafta Mekke Emiri’nin oğullarının durumu ve bunlara karşı alınabilecek önlemler anlatılmaktaydı. Emir Hüseyin ve oğulları İngilizlerle birtakım oyunlar peşindedirler. Fahrettin Paşa’dan bu planları öğrenmesi ve acilen bildirmesi isteniyordu.

Fahrettin Paşa teftiş bahanesiyle Medine’ye gider ve durumun önemini yakınen görür. Gerçekten de Emir ve oğulları İngilizlerle birlik olmuşlar Osmanlı üzerinde oyunlar planlamaktadırlar.

Cemal Paşa Fahrettin Paşa ile şifreli olarak haberleşiyor oradaki durum hakkında bilgi alıyordu. Birgün Şerif Hüseyin Osmanlı Devleti’ndeki ve Arabistan’daki sudan bazı sebepleri göstererek başkaldırır. Cemal Paşa durumun ciddiyetini anlayınca takviye kuvvetler gönderir. Şerif Hüseyin ihtilal beyannamesinde birçok asılsız iftira ve karalama öne sürer. Aslında bu iddiaların hiçbirinin dayanağı yoktur.

Cemal Paşa’nın üzerinde durduğu nokta Hicaz Demiryolu idi. Bu aynı zamanda Filistin cephesinin de ulaşım hattıydı. Dolayısıyla önemi çok büyüktü. Bu hattın korunması için askerlerimiz çok fedakarca hatta ölümü bile göze alarak çalışıyorlardı.

İsyancılar hemen harekete geçmiş çöldeki Osmanlı karakollarına baskın yapıyorlar demiryollarını dinamitliyorlar askerleri pusuya düşürerek öldürüyorlardı.

Arapların demiryolunu dinamitlemesi sonradan olan bir işti ve onlara bunu İngiliz casusu Lawrens’ın getirdiği müfreze öğretmişti.

Osmanlı ordusu Medine’yi savunuyordu ama Mekke ve Taif’e yetişemiyordu. Bundan dolayı isyanın ilk günlerinde bu yerler isyancıların eline geçti.

Çölde savaş sadece düşmanla yapılmıyordu. Açlık iskorpit çekirge humma vs. gibi birçok düşmanla mücadele etmek zorunda kalınıyordu. Fahrettin Paşa; askerin hem hocası hem de doktoru idi. Onların hastalıklarına çareler arıyor bulduklarını emir şeklinde duyuruyordu. Bütün bunların yanı sıra gıda yetersizliği de önemli bir sorundur. Hatta çekirge yenmesi için Fahrettin Paşa tarafından emir yayınlanır. Fakat başka bir sorun da çöl sıcaklığıydı. Güneş kumları cehenneme çeviriyor ve askerler güneş çarpmasından hayatlarını kaybediyorlardı.

Şerif Hüseyin’in isyanı ile birlikte Osmanlı yönetimi de bu kişiyi görevinden azletmiştir ve yerine Şerif Haydar Paşa’yı tayin etmiştir. Devlet Şerif Haydar Paşa’dan çok şey bekliyordu. Amaç oradaki düzenin tekrar sağlanmasıydı.

Ancak yeni Emir Fahrettin Paşa ile anlaşamıyordu. Çünkü kendiside bir Arap’tı. Dolayısıyla Arapların kırılmasını istemiyordu. Enver Paşa Cemal Paşa’ nın Haydar Paşa konusundaki fikrini sorması ve olumsuz yanıt alması üzerine yerine Miralay İsmet Bey’i önermektedir. Enver Bey çeşitli nedenlerden dolayı onun yerine Mustafa Kemal Paşa’yı görevlendirmek ister. M. Kemal Paşa Cemal Paşa ile görüşür. Daha sonra bir takım kararlar alınır. Mustafa Kemal emrindeki bölgenin genişletilmesini isterken diğer yandan Ordu Komutanı yetkisi verilmesini istiyordu.

Medine’nin boşaltılması isteniyordu. Aslında bu önce M. Kemal’den istenmiş ancak o kabul etmemiştir. O bölgede bulunan Fahrettin Paşa’nın bu işi yapması istenir. Fahrettin Paşa ikilem içinde kalır. Bir yanda bir emir öte yanda kutsal bir beldenin terkedilmesi ve halkının ıssız çöllere dökülmesi...

Fahrettin Paşa boşaltma emrini kabul ettiğini ancak küçük bir birliğin orada kalmasının faydalı olacağını düşündüğünü bildirir. Fakat Cemal Paşa buna bir anlam veremez. Ama Enver Paşa’ya bu notu ulaştırır. O da Sadrazam Talat Paşa’ya durumu iletir. Fahrettin Paşa’nın dileği kabul olur ve Medine’de kalır. Ancak bir yıllık erzak depolamak için işi ağırdan alır. Bu da Cemal Paşa’nın dikkatinden kaçmaz ve kendisini bir telgraf ile uyarır.

Fahrettin Paşa Medine’de bulunan “Kutsal Emanetler” i dikkatle toplayıp paketler ve 19 Mart 1917 günü Medine’den kalkan trenle İstanbul’a gönderir. “Kutsal Emanetler” denen bu eşya ve hediyeler arasında çok değerli mücevherler ve Peygamberimize ait eşyalar da vardır.

Fahrettin Paşa’nın taktikleri ile Hicaz Seferi kuvvetlerinin büyük bir bölümü elinde kalmış fakat erzakı tükenmek üzeredir. Elinden geldiği kadar tren yolunu açık tutmaya çalışmaktadır. Daha sonraları beraberindeki birliklerden Arap olanlar çöllerde firar eder buna sonraları Türk askerleri de eklenir. Bunun yanısıra açlık hastalık vb. etkenlere karşıda mücadele veriliyordu.

Şehrin dışında Lawrens’in örgütlediği güçler egemen olmuş içeride ise; Fahrettin Paşa egemen olmaya çalışıyordu. Binbir zorluğa katlanarakFahrettin Paşa; Medine’yi kuşatanlara karşı bir set gibi duruyordu. Hal böyleyken aldığı bir telgraf Paşa’yı adeta yıkar. Telgrafta Filistin cephesinin yarıldığını Şam’ın düştüğünü öğrenir. Artık dayanacak tek bir desteği kalmamıştır. Durumu askerlerine üç gün sonra bildirir. Artık askerler gruplar halinde kaçmaya başlar. Subaylar arasında da hoşnutsuzluk mevcuttur.

İşte böyle zor bir Cuma günü minbere çıkıp “Ya Rasulallah! Ben seni bırakmam” diye haykırıp ağlamıştır. Bu olayın üç gün sonrasında anlaşma şartnamesiyle gelen bir Osmanlı Yüzbaşısına; “Halife teslim ol demeden teslim olmam” der diye cevap verir.

Ancak ilerleyen günlerde askerler arasında çözülme başlamıştır. Fahrettin Paşa hala direnmektedir. Artık çevresinde kimse kalmadığını görünce 5 Ocak 1918 günü yerini Miralay Necip Bey’e bıraktı. Sonra Haremi Şerif’e gidip veda namazı kıldırdı. Ardından istirahata çekilmek istediğini söyledi ve bir süre odasına kapandı. Paşa’nın odadan çıkmadığını görenler endişelendi. Çünkü Paşa’nın bir defasında böyle duruma gelinirse intihar edebileceğini söylediğini herkes biliyordu. Çeşitli hilelerle Paşa’nın kılıç ve silahını almaya çalıştılar ve sonunda başardılar. Çünkü artık takati kalmamıştı. Ve nihayet bir gün yatağından alınarak İngilizlere teslim edilir.
 
Genç Osman ın Hikayesi..

Sultanahmet Camii'ni yaptırarak adını tarihe yazdıran 1. Ahmet 11 yaşında tahta geçtiğinde sadece bir tek erkek kardeşi vardı: Mustafa. Ancak Mustafa düpedüz bir deliydi ve herhangi bir tehdit oluşturamayacak kadar acizdi. 1. Ahmet'e bir şey olması durumunda tahta geçecek başka kimse de ortada yoktu. Mustafa idam edilmedi. Bir kafese kapatılarak yaşamını sürdürdü. "Kafes" tabir edilen yer aslında penceresi olmayan girip çıkması son derece güç büyük bir hücreydi. Zaten deli olan birini böyle bir yere kapattıktan sonra tek bekleyebileceğiniz gelişme adamın deliliğinin cinnete dönüşmesinden başka ne olabilirdi ki? Sürekli idam edilme öldürülme korkusu ile yaşayan Mustafa da tehlikeli bir deli olup çıktı.

1. Ahmet her gece koynuna farklı bir kadın alırdı. Ama zamanla iki kadın diğerlerinin arasından sıyrılarak Ahmet'in gözdeleri oldu. Bunlar Hatice ve Kösem idi. Hatice 2. Osman'ın annesiydi; Kösem 4. Murat'ın Bayezit'in ve Deli İbrahim'in annesi.

Padişah 1. Ahmet 1617'de 28 yaşında öldü. Tahta 2. Osman'ın geçmesi gerekiyordu. Ancak Kösem buna şiddetle karşı çıkıyordu çünkü Osman'ın evlatlarını boğdurtacağından korkuyordu. Kösem'in gayretleri sonuç verdi. Henüz 13 yaşındaki Osman çıkması gereken tahta çıkamadı ve Mustafa yıllarca kapatıldığı kafesten alınarak Osmanlı tahtına oturtuldu.

Ancak deliliği devleti yönetmesine engeldi. 3 ay 10 gün sonar tahttan indirildi ve yeniden bu sefer 2 cariye ile birlikte kafese kondu. Böylece 1. Mustafa 1. ve 2. Beyazıtlardan sonra kendi iradesi dışında tahtı bırakan üçüncü sultan oluyordu.

2. Osman kısa bir gecikmeyle de olsa tahtın sahibi oldu. Okçuluğa pek meraklı olan küçük sultan özellikle savaş esirleri ya da hizmetindeki genç oğlan çocuklarını hedef olarak kullanmayı çok seviyordu.

Osman namı-ı diğer Genç Osman tahta geçtiğinde 6 erkek kardeşi vardı. Bunlara bir süre dokunmadı. Ancak Lehistan seferine çıkacağı sırada geride kalan büyük kardeşi Mehmed'in boğdurulması emrini verdi. Üzerine cellatların saldırdığını gören Mehmed Genç Osman'a beddua etti: "Osman Tanrı'dan dilerim ki hayatından ve saltanatından mahrum olasın. Beni nasıl öldürüyorsan seni de öyle öldürsünler."

Lehistan seferinde umduğunu bulamayan Genç Osman bundan askerin gevşekliğini sorumlu tutuyor ve devlette köklü değişiklikler yapılması gerektiğini düşünüyordu. Kızlarağası Süleyman Ağa ile padişahın hocası Ömer Efendi bu konuda Genç Osmanı teşvik ediyor Osmanlı askeri olmaya Şam ve Mısır askerinin daha layık olduğunu ileri sürüyorlar padişahın buralara giderek asker toplamasını salık veriyorlardı. Bu operasyonu gizlemek için de padişahın hacca gitmesini öneriyorlardı. Şeyhülislam ve ordu padişahın hacca gitmesine şiddetle karşı çıktılar.

Asker ve ocaklar ayaklanarak Sultanahmet Meydanı'nda toplandılar. Padişahın hacca gitmekten vazgeçmesini ve Kızlarağası Süleyman Ağa ile hocası Ömer Efendi'nin sürgüne gönderilmesini istiyorlardı. Genç Osman hacdan vazgeçtiğini söyledi ancak kimseyi azletmek ya da sürgüne göndermek gibi bir niyeti olmadığını da ifade etti. Askerler bu sefer Vezir-i Azam Dilaver Paşa başta olmak üzere birçok önde gelen kişinin kellesini istemeye başladılar. Saraya bir ulema heyeti gönderildi ve Genç Osman'dan askerlerin istediklerini yerine getirilmesi ricasında bulunuldu. Genç Osman taviz vermiyordu. Ulema heyetini sarayda alıkoydu. Bu askerleri çileden çıkarmaya yetti. Saraya girmeye karar verdiler. Bu sefer Şehzade Mustafa'nın tahta çıkmasını da istiyorlardı.

Sultan Mustafa Kadınlar Dairesi'ndeydi. Kapıyı açamadılar. Dama çıkıp kubbeyi deldiler. Şehzade Mustafa bir minder üzerinde oturmaktaydı. Damdan içeri giren asker kendisine "Padişahım dışarıdaki asker sizi beklemektedir" dedi. Mustafa'nın söyleyebildiği tek şey ise "su istiyorum" oldu. Üç gündür aç ve susuz bırakılmıştı.

Şehzade Mustafa'yı damdan yukarı çekerek dışarı çıkardılar; arz odasına götürdüler ve padişahlığını ilan ettiler.

Genç Osman ödün vermeme konusunda artık ısrarcı değildi. Kızlarağasını ve Vezir-i Azam'ı askerlere teslim etti. Askerler ikisini de hemencecik parçalayıp öldürdüler. Lakin askerin öfkesi dinmiyordu. Sıra padişahın kendisine gelmişti.

Osman isyancılara ağlayarak "Bilmezlik ile size cefa ettim ise affeyleyin siz etmeyin. Dün sabah padişah-ı cihan idim şimdi üryan kaldım. Merhamet edip halimden ibret alın. Dünya size dahi kalmaz. Hangi padişahın kulları bu ihaneti ettiler?" diye merhamet istedi. Ama bu sözleri fayda etmedi.

Bir gün öncesinin cihan padişahı 18 yaşındaki Genç Osman'ı adi bir beygire bindirip sokaklarda alaylar va aşağılamalar arasında askerin kışlasına götürdüler.

Hemen idam etmek istiyorlardı. Üç kere boynuna kement atarak boğmayı denediler. Ama üçünde de güçlü kuvvetli padişahı altetmeyi başaramadılar.

Bu sırada Sultan Mustafa'nın anası cellatları ve ağaları tahrik etmeye çalışıyor "Bu yılandır; eğer elinizden bir kurtulursa hepinizi yok eder" diyordu.

Sadrazam Davud Paşa bunun üzerine Sultan Osman'ı alıp Yedikule zindanlarına götürmek üzere birkaç kişi ile birlikte saraydan eski padişahın bulunduğu yeniçeri kışlaları camiine gitti. Yedikule'de padişah sadrazam ve yanındaki üç yardımcısı tarafından idam edilmek istendi. Dördü birden çok güçlü bir insan olan Osman'la başetmekte zorlanıyorlardı.

İçlerinden biri balta ile Osman'ın omzuna vurarak yere düşürdü. Boynuna kement geçirildi. Hem kementle boğularak hem de Kilindir Uğrusu denilen subaşı kethüdası tarafından husyeleri sıkılarak (yanlış okumuyorsunuz husyeleri yani testisleri sıkılarak) idam edildi. Kulağını kesip Mustafa'nın annesine göndermeyi de ihmal etmediler.

Osmanlı tarihindeki ilk padişah katli böyle gerçekleşti.
 
4. Murad...

Tahtta yine Deli Mustafa vardı. Ama Mustafa Osman'ın intikamını bir güzel aldı. Osman'ın ölümüne neden olanları bir bir idam ettirdi. Askerler bu sefer Genç Osman'a cellatlık yapan Sadrazam Davut Paşa'yı ve idamda etkin rol oynayan Kilindir Uğrusu'nu yine Yedikule zindanlarında öldürüp cesetlerini denize attılar. Tarih 9 Ocak 1623.

Mustafa ise Osman'ın öldüğünü unutmuştu. Sarayda kapı kapı dolaşarak Osman'ı arıyor ve kendisini altında ezildiği devleti yönetme yükünden kurtarmasını diliyordu. 9 Eylül 1623 günü devleti yönetmekten aciz olan Mustafa'yı tahttan bir daha indirdiler ve yerine kardeşi 4. Murat'ı geçirdiler. Mustafa 1639'da 47 yaşındayken kafesinde eceli ile öldü.

4. Murat ilk başlarda kardeşlerine dokunmadı. Toplam 4 kardeşi vardı. Ancak zaman içinde bunlardan 3 tanesini ortadan kaldırdı. Geriye sadece saray kafesindeki şehzade İbrahim kaldı. Tahta geçtiğinde küçük bir çocuk olan 4. Murat ilk yıllarda yönetimden uzaktı. İmparatorluğu annesi Kösem Sultan idare ediyordu.

1631 yılında Yeniçeriler ayaklandılar. Saraya girerek Başvezir'i Başmüftü'yü ve Murat'ın en sevdiği iç oğlanı ile birlikte 13 üst düzey saray görevlisini öldürdüler. Genç Osman'ın başına gelenlerin kendi başına da gelebileceğinden korkan 4. Murat Yeniçerilerin istedikleri kişiyi başvezirlik makamına getirmek mecburiyetinde kaldı. Ama altı ay içinde yeniden otorite kurmaya muvaffak olarak zoraki başveziri idam ettirdi. Kendisini küçük düşüren askerlerin liderlerinden 500 tanesini de boğdurtarak intikamını almış oldu.

Murat'ın İstanbul'un her yerinde casusları vardı. Kendisi de kıyafet değiştirerek sokaklarda dolaşır isyana karışmış kimseleri tespit ettiği yerde öldürtürdü. Anadolu'da 20000 kişiyi çeşitli nedenlerle idam ettirdi. 1635'te İstanbul'da yaşayan Ermeni göçmenleri de idam ettirmek istediyse de başvezir kendisini bu kararından güç bela vazgeçirmeyi başardı.

4. Murat çok güçlü kaba ve zalim bir insandı. Güreşte okçulukta ve ciritte çok iyi bir sporcuydu. Ciritte usta olan ve halkın çok sevdiği Bayezid adlı erkek kardeşi ile bir cirit müsabakası sırasında kardeşi tarafından yere düşürülmüştü. Bu olaydan kısa süre sonra Bayezid'i idam ettirdi. 1638'de diğer iki kardeşini boğdurttu. Annesi Kösem Sultan'ın araya girmesi ile Deli İbrahim'e dokunmadı. Sonuçta o bir deliydi ve tehdit oluşturması olanaksızdı.

4. Murat iyi bir askerdi. Çıktığı seferlerde askerleri ile birlikte güç koşullarda yaşaması Yeniçerilerin sevgisini kazanmasını sağlamıştı. Aylarca atının eyerinden başka yatak görmeden uyuduğu çok olmuştu. Ama çok da zalimdi. Bağdat'ın 1638 yılında fethinden sona 30000'i asker 30000'i de sivil olmak üzere 60000 kişinin kellesini vurdurttu.

İstanbul sokaklarındaki tebdil-i kıyafet gezmeleri de sürüyordu. Sokaklarda sorun çıkaran hoşuna gitmeyen birine rastladığında anında öldürtüyor kimi zaman bu işi kendi elleri ile yapıyordu. Hemen her sokakta bu şekilde öldürülüp asılmış bir ya da birkaç ceset görmek mümkündü. Artık Murat'ın adının geçtiği yerde derin bir sessizlik hakim olur hale gelmişti. Yarattığı terör havası imparatorluğun üzerine hastalıklı bir sis gibi çökmüştü. Hakkında en ufak bir şüphe duyduğu kişiyi anında ortadan kaldırtıyordu. 5 sene içinde tebasından yaklaşık 25000 kişiyi öldürttü.

1633'de kahvehaneleri ve meyhaneleri kapattırdı. İnsanların buralarda toplanarak devlet-i âliyi eleştirmelerini istemiyordu. Tütün kahve ve içki kullanımını da yasak etti. Bunları kullanmanın cezası ölümdü. Oysa kendisi içkiye ve tütüne son derece düşkün biriydi.

Harem kadınlarının ne derece etkili olabileceğini bilen Kösem Sultan oğlu 4. Murat'a cariyeler sunmak yerine parlak delikanlılar getiriyordu. Hayatı boyunca kadınları hem çok sevdi hem de onlardan nefret etti.

Bir gezi sırasında yeşillik bir alanda hep birlikte şarkılar söyleyen bir grup kadını kendisini rahatsız ettikleri gerekçesi ile denize attırarak öldürttü. Kadınların içinde olduğu bir kayık harem duvarlarına çok yaklaştı diye topçulara ateş açmaları emri verdi. Kayık batırıldı; içindekilerin tamamı öldü. Kimi zaman haremdeki kızların çırılçıplak soyunup bir havuza atlamalarını isterdi. Üzerlerine zararsız saçmalarla ateş etmekten pek keyif alırdı. Çok da kıskanç bir adamdı. Saray civarındaki evinin üzerine kat çıkan bir adamı haremi gözetlemek istediği düşüncesi ile astırmıştı.

Son günlerinde iyiden iyiye alkol bağımlısı olmuştu. Kanla beslenir bir insan olup çıkmıştı Murat. Çoğu zaman geceyarısı kadınlar koğuşundan sıvışarak gizli kapılardan dışarı çıkıyor ve elinde yalınkılıç ve sırtında kemersiz bir entari ile yalınayak sokaklarda deliler gibi koşuyor karşısına çıkanı kılıçtan geçiriyor birkaç kişiyi öldürmeden saraya dönmüyordu. Sarhoş olup keyiflendiği zaman yukarı pencereden ok atıp rasgele insanları öldürüyordu. Murat'ın adı dahi söylenemez olmuştu. Ensesi kalın insanların boynunu vurdurtmaktan ayrı bir zevk alıyordu.

İçkiyi yasaklayan Sultan 4. Murat 1640'ta aşırı içki içmek sonucunda yakalandığı sirozdan öldü. Öldüğünde sadece 27 yaşındaydı. Tüm oğulları çok küçükken öldüklerinden tahta geçebilecek sadece kardeşi Deli İbrahim kalıyordu
 
Sultan İbrahim Nam-ı Diğer Deli İbrahim

Bebekliğinden beri bir kafeste büyüyen İbrahim sürekli ölüm korkusu içinde yaşamıştı. (Ölüm döşeğindeyken 4. Murat Deli İbrahim'in katli emrini vermişti vermesine ancak Kösem Sultan araya girerek bu emri uygulatmamıştı. Sadece emrin uygulandığı kendisine bildirilmişti. İbrahim'in cesedini görmek isteyip de isteği yerine getirilmeyince Murat birden yatağından fırlayıvermiş Silahtar Paşa bir boğa kadar güçlü olan padişahı hasta olması sayesinde zor da olsa zaptederek yatağına yatırabilmişti. İbrahim'i öldürtmek istemesinin arkasında yatan neden belki de kendisi ile beraber Osmanlı İmparatorluğu'nu da bitirmek istemesiydi.)

Tahta çıkarılacağı zaman kafesine girmek isteyenlerden ölümüne korkan İbrahim kapıyı açmak istemedi. Ağabeyi Murat'ın cesedi kendisine gösterilene kadar da kafesten çıkmamakta direndi. Kafesten çıkıp saraya girdiğinde ise "İmparatorluğun Kasabı öldü" diye sevinçten uzun süre dans etti.

23 senenin acısını çıkarmak istercesine aşırı bir lüks hayat sürmeye başladı. Annesi Kösem de ona kızlar ve pek sevdiği şişman kadınlar bulmak için canla başla çalışıyordu.

İbrahim Şeyhülislam'ın güzel kızını gördüğünde aşık oluverdi. Kızla evlenmek istedi. Babası kızına evlenmemesini salık verdi. Kız kendisini reddedince İbrahim (zaten deliydi ama) deliye döndü. Kızı kaçırdı. Birkaç gün işkence ettikten sonra babasına geri yolladı.

Bir keresinde de Başvezir'e daha önceki padişahların Kâbe'ye bağışladıkları hediyeleri geri getirmesini emretti. Bunu yapmazsa kendisini samanla dolduracağı tehdidinde bulundu.

1641'de İbrahim'in cariyelerinden biri olan Turhan Hatice kendisine ilk evladı olan Şehzade Mehmet'i verdi. Mehmet doğmadan önce İbrahim hareme sonradan hamile olduğu anlaşılan bir cariye aldırmıştı. Bu kızı Mehmet için sütanne tayin ettiler. Bu arada kız kendi çocuğunu da dünyaya getirmişti. Bu çocuk hastalıklı ve zayıf Mehmet'e göre çok daha sağlıklı ve güzeldi. Öyle ki İbrahim Mehmet'ten çok cariyenin çocuğu ile ilgilenir olmuştu.

Bu durumdan yakınan Turhan Hatice'ye öfkelenen İbrahim kadının kucağında bulunan Mehmet'i yakaladığı gibi havuzun içine atıverdi. Ama Mehmet havuzdan sağ salim çıkarıldı.

Mehmet'ten üç ay sonra İbrahim'in ikinci oğlu Süleyman dünyaya geldi. 1645'te 3 yaşındaki kızı Fatma'yı Yusuf Paşa ile nişanladı. Ama bir seneye kalmadan paşayı idam ettirdi.

Bir gün oğlu Mehmet İbrahim'in hoşuna gitmeyen bir espri yaptığında İbrahim hançerini çekerek çocuğun alnında derin ve ömür boyu izi silinmeyecek bir yara açtı.

Avrupa'nın ünlü mücevhercileri ve kuyumcuları İstanbul'u mekan tutmuşlar Deli İbrahim için çalışır olmuşlardı. Egzotik parfümlere kürke çok meraklıydı. Perdelerinden duvarlarına yastıklarına kadar her yeri kürkle donatmıştı. Samur kürkler üzerinde aşk yapmaya bayılıyordu.

Harem'deki gözde kızlardan biri bir gün İbrahim'e cariyelerden birinin bir yabancı ile ilişkisi olduğunu duyduğunu ama ne kızın ne de adamın adını bildiğini söyledi. Bunun üzerine haremdeki herkes sıkı bir sorgudan geçirildi. Ancak sözü edilen cariye ortaya çıkarılamadı. Bunun üzerinde Deli İbrahim deliliğine uygun bir kararla haremdeki 280 cariyenin tamamını ayaklarına taş dolu çuvallar bağlayarak Boğaz'ın karanlık sularına attırdı. Ne de olsa o gerçek bir deliydi.

İbrahim'e tahammül etmek günden güne zorlaşıyordu. Oğullarının teker teker dünyaya gelmesiyle İbrahim vazgeçilmez biri olma vasfını yitirdi. Yeniçeriler yoksullaştıklarını maaşlarını alamadıklarını bahane edip 1648'de ayaklandılar. İbrahim tahttan indirildi ve yeniden kafese kondu.

Kafesin kalın duvarları bile İbrahim'in acı dolu haykırışlarını önlemekte güçsüz kalıyordu. Gece gündüz bağrıyor ağlıyordu. Tahttan indirildikten bir hafta sonra cellatlar kafese girdiler. İbrahim elinde Kuran-ı Kerim bağrıyordu: "Bakın Allah'ın kitabı bu. Beni hangi buyruğa dayanarak öldüreceksiniz?" Cellatları durdurmaya bu sözler yetmedi ve kafeste bir yay kirişi ile boğulan İbrahim Aya Sofya'nın bahçesine 1. Mustafa'nın yanına gömüldü
 
Yıldırım Bayezid rüşvetle iş gören kadıların toplanıp yakılmasını emretti. Sadrazam Ali Paşa Sultan’ın maskarası Arabi’den bunların kurtulmasını rica etti. Arap maskara yol kıyafetini giyip huzura çıktı. Hünkara:
-Şevketlüm ferman ederseniz Bizans’a giderim dedi.
Yıldırım Bayezid:
-Bre Arabi kastın nedir diye buyurdukta:
-Bizans’tan idam edilen kadıların yerine koymak için rahip rica edecektim cevabını verdi.
Yıldırım Bayezid bu sözdeki inceliği anlamıştı:
-O halde ne tedbir bulalım dedi.
Maskara:
-Ben vezir değilim tedbiri vezir olan buyurur dedi.
Padişah vezir Ali Paşa’yı huzuruna çağırtıp:
-Benim vezirim. Bu adamlar okumuş alim adamlardır. Bunlar hile ve rüşvet ile iş görürlerse cahil halkımız ne yapar? Neden Hak üzere olmazlar buyurdukta vezir:
-Hünkarım külfet nimet karşılığıdır. Aldıkları akçe ile geçinemezler. Akçelerini arttıralım dedi.
Bu istek Hünkar tarafından hemen kabul edildi. Osmanlı kadılarının maaşlarına zam yapıldı ve rüşvetin önüne bir süre için geçildi.



syxn3t.gif

Fatih in Rüyası...

Fatih Uzun Hasan ile Otlukbeli Meydan Muharebesi’ne başlamadan bir hafta kadar önce bir gece rüyasında kendisi ile Uzun Hasan’ı pehlivan kisbeti giymiş bir meydanda güreşir görür.
İkisi birbirlerine birkaç defa hamle ederler. Bir aralık Uzun Hasan Fatih’e bir hamle yapar ve Fatih diz üstü yere düşer. Fakat kendisini toparlayarak Uzun Hasan’a öyle bir hamle yapar ki Uzun Hasan bu hamleye dayanamaz sırtüstü yere düşer. Fatih gelir Uzun Hasan’ın göğsünün üstüne oturur ve Uzun Hasan’ın ağzından ciğerinin bir parçasının yere düştüğünü görür.
Kan ter içinde uyanan Fatih rüyasını nedimlerine anlatır onlar da hayra yorarlar.
Bir hafta sonra Fatih’in rüyası ayni ile çıkar.
Şöyle ki Fatih’in öncü kuvvetlerinin kumandanı Has Murad Paşa Uzun Hasan’ı yanındaki az kuvvetle mağlup ederim diye düşünür ve ordunun büyük kısmını beklemeden Uzun Hasan ile savaşa tutuşur. Uzun Hasan sahte bir ricat (geri dönüş) manevrası ile Murad Paşa’yı mağlup ve şehit eder yani Fatih’i dize getirir.
Fatih kısa bir süre sonra bütün kuvvetleri ile Uzun Hasan’ın karşısına çıkar onu Otlukbeli’nde mağlup ederek tarihten siler. Savaş sırasında Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey de şehit olur yani Uzun Hasan’ın ciğerinden bir parça yere düşer.
Tarihte ayni ile gerçekleşen rüyalar pek çoktur.




syxn3t.gif



Zekat....



Fatih Sultan Mehmet Han devrinde bir Müslüman günlerce dolaşıp yıllık zekatını verebileceği fakir birini arayıp bulamadı.Bunun üzerine zekatının tutarı olan parayı bir keseye koyarak Cağaloğlu'ndaki bir ağaca asıp üzerine de:
-Müslüman kardeşim bütün aramalarıma rağmen memleketimizde zekatımı verecek kimse bulamadım. Eğer muhtaç isen hiç tereddüt etmeden bunu al diye yazdı.
Bu kesenin üç ay kadar o ağaçta asılı kaldığı rivayet edilir


148
 
teşekkür ve düzeltme

Osmanlı döneminde savaşa gidilirken ülkede ne kadar deli ya da görünüş bakımından eli-ayağı bozuk gulyabani tipli insan varsa hepsi toplanır ve ordunun en ön sırasında düşmanın üzerine yürütülürmüş. Amaç düşmanın psikolojisini bozmakmış.

Bi sonraki sırada ise (affınıza sığınarak söylüyorum ama anlatanlar hep böyle söylüyo) "daltarrak" denen adamlar bulunurmuş. Bunlar ise saraya ufak yaşta alınan gayrı müslüm çocuklarıymış. Küçüklüklerinden itibaren sadece pirinç ve hamur işleriyle beslenip izbandut gibi olmaları sağlanırmış. Bi yandan da her gün yağlı elleri ile mermer tokatlayıp idman yaparlarmış. Böylelikle elleri sağlamlaşır beton gibi olurmuş. Zaten mermeri tokatlayarak kıramayanı da savaşa götürmezlermiş.

Bu daltarraklar savaşta gürz-kılıç filan kullanmayıp düşman askerlerinin beyinlerini tek tokatla (herhalde "Osmanlı tokadı" lafı da burdan geliyo) dışarı çıkartırlarmış. Düşünün adamın kafasında miğfer var ve bi vuruşta kafa miğferle birlikte dağılıyo. Bu hikayeden de Osmanlının bunca yeri nasıl fethettiği anlaşılıyo zaten. Hey gidinin koca ecdadı be!


syxn3t.gif


yazdıkların çok hoş hikayeler fakat yukarda yaptıgım alıntıda anlatılanlarda eksıklıkler ve yanlış tabirler var..alınmaman dileğiyle düzeltmek isterim...

Osmanlı ordusunda savasta en önde savasanlar DELİLER adı verılerilern insanlar savasırdı...bu erler tabiki savas aletı kullanıyorlar fakat en büyük özellikleri de şudur: onlar iri yapılı erlerdi ve elleriyle mermeri tokatlayarak osmanlı tokatıdenen vurus seklının mucıtlerıdır .. onlarkı artık savas sılahla yapılmaktan cıkınca ellerını kullanmaya baslarlar ve her vurduklarını yere devirirlerdi....gercek budur yukarda zikredilen isim asılsızdır arkadaslar...saygılar
 
yazdıkların çok hoş hikayeler fakat yukarda yaptıgım alıntıda anlatılanlarda eksıklıkler ve yanlış tabirler var..alınmaman dileğiyle düzeltmek isterim...

Osmanlı ordusunda savasta en önde savasanlar DELİLER adı verılerilern insanlar savasırdı...bu erler tabiki savas aletı kullanıyorlar fakat en büyük özellikleri de şudur: onlar iri yapılı erlerdi ve elleriyle mermeri tokatlayarak osmanlı tokatıdenen vurus seklının mucıtlerıdır .. onlarkı artık savas sılahla yapılmaktan cıkınca ellerını kullanmaya baslarlar ve her vurduklarını yere devirirlerdi....gercek budur yukarda zikredilen isim asılsızdır arkadaslar...saygılar

niye alinayimki asil ben tsk ederim düzelttigin icin

aldigim yerde böyle idi bilmiyordum :crying:
 
Geri
Üst