Fetullah Gülen’in Atatürk Düşmanlığı

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
her gün karnıbahar yemek insanı sıkar,
bir ara değişik şeyler getirinde bizde yiyellim :sigara:


arkamdan ne diyeceklerini şimdiden çok merak ediyorum :D
 
her gün karnıbahar yemek insanı sıkar,
bir ara değişik şeyler getirinde bizde yiyellim :sigara:


arkamdan ne diyeceklerini şimdiden çok merak ediyorum :D


Bak askerlik geldi aklıma. Bi hafta boyunca 5-6 defa karnıbahar gördük. Ya karnıbahar değil temcit pilavı. Hep aynı şeyler sıkıldık burdan...
 
bu konuda olmasa ne yapacaz acaba :D
 
O arkadaşlar olmasa kime muhalefet yapcan sen ?
 
:) :)
Acaba kim götürmüş ona okul açma önerisini?

Cami imamı vasfındaki adama mı götürmüşler okul açma teklifini :)

Peki yüzlerce okulda, yurtta binlerce Atatürk resmi var.. Buna göre onun çıldırması gerekmiyor mu?
 
uzun lafın kısası inananlarla inanmayanların savaşı sonsuza kadar sürecek

fakat sizin adınıza üzgünüm şuan için AKP tek başına iktidar, Sayın Fethullah Gülen ve ona bağlı okullar dünyada 1 numara sizin üzerinize düşense sadece BİAT edip el öpmek böyle idare edin işte :biggrin

şimdi ateist terör örgütünüzde çökertildi kalanlarıda 1-2 aya kadar toplar emniyet artık debelenip durun böle forumlarda :biggrin


inanalarla inanmayanlar savaşında

neden AKP ye taraftar oluyorsun ki?

inananlar muhalefette iken

imanlılar muhalefette iken

ayrıca

SAYIN Fettullah Gülen evet bencede SAYIN
 
birbirinize yönelik mesajlar atmayın!!!
konuyla ilgili mesaj atın
 
‘Ilımlı Ortodoksluk’


Yazımda yer alan vinyette görünen Kozak önder Bogdan Hmelnitski’nin heykelinin, Kiev’de Çarlık döneminden beri ayakta kalan iki anıttan biri olduğunu daha önce dile getirmiştim. Diğer anıt ise, Rusları Hıristiyan yapan Prens Vladimir’e ait. Rusların ve Ukraynalıların bir türlü paylaşamadıkları, Kiev Rus Prensliği’nin hükümdarı olan Vladimir; bazılarına göre inandığı için, bazılarına göre ise merkezi devletin ancak tektanrılı bir dinle kurulabileceğini düşündüğünden, 988 yılında, putperestliği yasaklayarak tebaasını Dinyeper’de vaftiz etmiş. İşte bu nedenle, bu ayın sonlarına doğru, Kiev’de, Doğu Slavlarının vaftiz edilişinin 1020. yıldönümü kutlanacak. Ancak kutlamalar, birtakım gerginlikleri de beraberinde başlattı. Bunların başında da, Fener Patriği Bartholomeos’un Kiev’e gelmesi konusu yer alıyor. Rus kilisesine yakın çevreler, Fener Patriği’nin bu ziyarette yerinde rahat durmayarak birtakım provokasyonlara girişebileceğini söylüyorlar.

Bu çevrelerin Fener Patriği’nin gelişine karşı bu kadar sert tavır takınmalarının belli nedenleri var. Birincisi, Bartholomeos, 2004’teki Turuncu Devrim’de, Batı yanlısı devlet başkan adayı Viktor Yuşçenko’yu destekleyen açıklamalar yapmış, Fener Patrikhanesi’ne mensup bazı rahipler, gelişmelerde daha da aktif rol almışlardı. İkinci olarak, Fener Patriği’nin bütün Ortodoks dünyasının mutlak lideri olma isteği (başka bir deyişle Ortodoksların “Papa”sı olmak istemesi), Ortodoks dünyasında büyük hoşnutsuzluk yaratıyor. Zira Katolik dünyasından farklı olarak, Ortodoks dünyasında, mutlak yetkilere sahip bir dini lider yok; Fener Patriği, diğer patriklerin yanında sadece eşitler arasında birinci olarak kabul ediliyor ve başta Moskova Patrikhanesi olmak üzere, pek çok kilise tarafından, sadece “onursal başkan” olarak görülüyor. Öte yandan, kendisine, “onursal” konumunu bilmesi, gerçek anlamda liderliğe kalkışmaması, çünkü doğrudan kendisine bağlı cemaatin İstanbul ve Gökçeada’da yaşayan 2 bin Rum Ortodoks’tan ibaret olduğu çeşitli vesilelerle hatırlatılıyor. ABD de, Fener aracılığıyla, Ortodoks dünyasını tek bir merkezden denetleme çabasında. Fener Patrikhanesi ile ABD’nin flörtü, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasına uzanıyor. Sovyet lideri Stalin, II. Dünya Savaşı‘nda dinin Doğu Avrupa’da taşıdığı önemi fark edince, hapiste ya da sürgünde bulunan Rus rahiplere, hemen Moskova Patrikliği’ni kurmalarını bildirdi ve bu kiliseyi doğrudan Doğu Avrupa’da etkin olmaya sevk etti. Gelişmelerin kendisi açısından taşıdığı tehlikeyi fark eden ABD ise kendi vatandaşı Athenagoras’ı Fener Patrikliği’ne seçtirdi. Athenagoras, Başkan Truman’ın uçağı ile aceleyle Türkiye’ye getirilip Türk vatandaşlığına geçirilerek patrik ilan edildi. Bu tarihten sonra da Türkiye, Fener Patrikhanesi ile ne zaman bir sorun yaşasa, karşısında ABD’yi buldu. 1990’lardan itibaren de ABD, Ukrayna da dahil olmak üzere bütün Doğu Avrupa ve eski Sovyet coğrafyasında, “ılımlı İslam” çabalarına paralel olarak Fener Patrikhanesi eliyle “ılımlı Ortodoksluk” kurmaya girişti. (Bu noktada ufak bir hatırlatma: 1996’ya kadar Rum ve Ortodokslara karşı en şovenist söylemleri kullanan Gülen grubu, Mayıs 1996’daki Gülen-Bartholomeos görüşmesinden sonra birden tavrını değiştirerek Fener Patriği ile sarmaş dolaş oldu ve Fener Patriği’nden “ekümenik” diye bahsetmeye başladı.)

Sonuç olarak, Fener, ABD’den aldığı destekle, Kıbrıs’tan Ukrayna’ya, Kudüs’ten Estonya’ya kadar geniş bir alanda, sadece dini yapılara değil, dünyevi politikalara da müdahale ediyor. Bundan rahatsızlık duyan yerel çevreler de, Batı ülkelerinde devlet başkanı protokolü ile karşılanan Fener Patrikhanesi’ne tepkilerini ortaya koyuyorlar. Bunları hatırladıktan sonra, Fener Patriği’ni eleştirenlere “Sevr paranoyağı” diyenlere ne demek lazım geldiğini söylemeye, bilmem gerek var mı?
Deniz Berktay
 
Türkiye Cumhuriyeti bir askeri istibdat ve sapıklıktır

Nurculara göre Türkiye Cumhuriyeti bir askeri istibdat ve sapıklıktır


Nurculuk,Atatürk ve Devrimler

Nurcular, Atatürk'e, ilkelerine ve Türkiye Cumhuriyeti'ne karşıdırlar.
Nurculara göre Türkiye Cumhuriyeti bir askeri istibdat ve sapıklıktır.Cumhuriyet, onlara karşı hücum etmek için girişilmiş bir zındık hilesidir.Nitekim, Said'e göre mutlak istibdata Cumhuriyet, mutlak din sapkınlığına rejim,mutlak sefahata medeniyet,keyfi cebre kanun adı verilerek kurulmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti sadece İslama değil, ahlakada aykırıdır.Öyle ki bu cumhuriyette, camiler mihrapsız, köyler imamsız,şeyhler fırkasız,müritler başsız bırakılmıştır.Halbuki olması gereken devlet bir din devltidir.


Gülen'in Kabuslu Günleri: Askerlik

Askerliğini zor şartlar altında yapmadığı için,ordunun yemeğinin kendisine caiz olmadığını düşünerek yemeden içmeden kesildi Fethullah Gülen,"Küçük Dünyam" adlı kitabında, teskere gününü şu cümlelerle anlatıyor:
"Hayatımın en kabuslu günleri sona ermişti.İki sene ihtilaller ve ihtilal teşebbüsleri ile yüzyüze yaşadığım ve 'korkulu bir rüya görüyorum, uyanınca geçecek' diyerek kendimi ikna ettiğim ve bu ikna ile sabredebildiğim askerlik artık bitmişti."

Fethullah Gülen askerlik günlerini kabus olarak nitelendirse de yine kend anlatımlarından nöbet tutmadığını, eğitim yapmadığını, herkes 24 ay askerlik yaparken onun 17 ay yaptığını, günlerini kitap okuyup, gece-gündüz Kur'an dinlayerek geçirdiğiniöğreniyorduk.Fethullah Gülen'in kabusu her Nurcu gibi askerliğin felsefesine olan inançsızlığından kaynaklanıyordu.



-Daha dün, yüzde doksan dokuzundanfazlası müslüman olan ülkemizi 'Dar-ül İslam', yani islam ülkesi olmakla suçlayarak; Türkiye'yi 'Dar-ül Harp' yani islamın kurtuluşu için kan dökülecek ülke olarak ilan edenleri barındıran siyasi partilerin dinci terörle mücadelede başarı sağlaması zor görünüyor. Önce içte düzenleme gerekli...

Ey Vatan, genç idin, eyvah tükendin,bittin!
Bizi hainlere, alçaklara muhtaç ettin.
Bunca öksüzleri kimlere koydun gittin.

Namık Kemal

FETHULLAHÇI OKULLARIN İÇ YÜZÜ

1-)Dinlediğim pek çok Azeri kadın, göz yaşları içinde, Fethullahçıların okullarında eğitim gören çocuklarının kendilerinden koparıldığını, onları kaybetmek üzere olduklarını söylediler.Çocuklarının geleceği için,Azeri okullarına göre eğitim kalitesi bir hayli yüksek olan Fethullahçı okulları tecih eden,büyük maddi fedakarlıkta bulunan Azeri kadınlar, bir süre sonra çocukların anne ve babalarını inançlarını sorguladıklarını, hatta aşağıladıklarını, neşe ve canlılıklarını , çocukluklarını kaybettiklerini anlattılar.Onlara Türkiye'de de aynı taktikten hareketle nasıl çocukların ailelerinden soğutularak koparıldıklarını, sonrada kişilerinin nasıl törpülenip cemaat kişili içinde yer almalarını sağladıklarını- örnekleri ile- anlattım ve ışık evlerindeki ilişkileri açıkladım.Kısaca çocuklarını seviyorlarsa bu okullardan almalarını önerdim.

2-)Orta Asya'da, Afrika'da, Amerika'da, Avusturalya'da kısacası dünyanın her tarafında "Türkiye'nin kültür misyoneri" olduklarını iddia ediyorlar.Programlarında haftada 3-8 saat Türkçe'ye yer verirken, 25 saat İngilizce verdikleri için ingiltere'den "üstün hizmet ödülü" alıyorlar.( Türkiye'de ise bu çocukların İstiklal Marşımızı nasıl Türkçe okuduklarını yüzlerce kez göstererek kamuoyunu yanıltıyorlar.)
ABD'den ise "kırmızı pasaportlu CIA çıkışlı" öğretmen takviyesi ve siyasal dokunulmazlık, ekonomik güç desteği görüyorlar.Buralarda Türkçü, çağdaş, aydın gençler yetiştirmek yerine, sadece milli kimliğini bilmeyen, Türklük bilincinden yoksun molla yetiştiriyorlar. Ama bu okullardaki Türk olmayan öğrencilere hiç karışmıyorlar;dini eğitimden kesinlikle kaçınıyorlar;ulus biçimlerini etkilemeye çalışmıyorlar.Fethullahçıların yurt dışındaki okullarında Türk olmayan öğrencilere Türkçe eğitimi sadece şeklen veriyorlar.Türk kültürü asla öğretilmiyor.Belki şaşıracaksınız İslamiyet'de anlatılmıyor;öğretilmiyor.Bu okulların programları itibariyle ABD ya da İngiliz kolejlerinden hiç bir frkı yok!...ABD bölgesel hesapları gereği haritada nereyi işaret ediyorsa, Fethullahçı maşalar oraya gidiyorlar ve okul açıyorlar.

3-) Sonuçta, Kırım'da, Azerbaycan'da, Orta Asya'da ve Rusya Federasyonunda ya da Türklerin yaşadıkları diğer ülkelerde, Türk çocuklarını önce ailelerinden, sonra Türklüklerinden kopararak mollalaştırıyorlar.En yeteneklilerini ve başarılılarını daha sonra Türkiye'ye getirerek yüksek öğretim süresince beyinlerini yıkamaya devam ediyorlar.Bu gençler gerçekten güvenilir mürit olduktan sonra tekrar kendi ülkesine gönderip burada stratejik makamlara gelmek üzere yerleştiriliyorlar;Türklüğe hizmet için değil, Fethullahçı organizasyonun çıkarlarına hizmet etmek üzere ...Kısacası Fethullahçılar böylece Türklüğe ihanet ediyorlar!...

4-)Fethullahçılar Azerbaycan bürokrasisine oldukça hakimler.Tıpkı Türkistan 'da olduğu gibi iki bakan yardımcısının Fethullahçı olduğu ifade ediliyor.Ticaret, endüstri, eğitim ve gümrükle ilgili birimlerde tüm yetkililerin Fethullahçılar tarafından "maaşa bağlandığı" iddialar arsında.
Fethullahçıların aylık maaşa bağladıkları arasında Haydar Aliyev'in ve de hükümet yetkililerinin yanı sıra , iktidar partisinin ve muhalefetteki tüm partilerinde yer alması, ister istemez gerçek patron ABD'nin geleneksel politikasını çağrıştırıyor:"İktidar kadar,yarın iktidara gelebilecek potansiyele sahip muhalefete de yakın ve organik ilişki kurmak..."

5-)Diyebiliriz ki, okullar buy mafyayı çağırıştıran çıkar çarkının sadece kılıfı.Fethullahçılar,yerleştikleri ülkelerde, yönetimi ve bürokrasiyi elde ettikten sonra ekonomik anlamda da kökleşmeye başlıyorlar.Yaklaşık 280'in üzerinde şirket ve holdige, 25 milyon dolarlık mal varlığına ve yıllı 600 trilyon liralık iş hacmine sahip olan Fethullahçı organizasyon, karlı gördükleri alanlarda bu ülkelere girmeye başlıyorlar.Suyun başı tutulduğu için de rüşvet,haraç ve benzeri engellere takılmıyorlar....

Fe-T-ullah mı, Fet-H-ullah mı ?

31.01.1986 yılında İzmir Nüfus Müdürlüğünden, değişme sebebi ile aldığı 1881 kayıt nolu kimliğinde ismi; Fe-T-ullah' tır. Daha sonra adına bir H harfi ekleyip Allah'In fetihçisi anlamına gelen Fet-H-ullah'a dönüştürerek saf insanlar üzerindeki etkisini arttırmaya çalışmıştır.

Necip HABLEMİTOĞLU

FETHULLAH GÜLEN VE ÖRTÜLÜ DESTEĞİ

Fethullah Gülen'in tüm dünyaya dağılmış müritlerini yönlendirdiği internet sitesinde (2), Recai Kutan ile aynı gün, aynı doğrultuda "Türkiye'de Cinayetlerin Perde Arkası" başlıklı bir röportajı yayınlanmıştır. Burada verilen mesajların tümü, bağnazlığın ve yobazlığın, nasıl bilinen hukuksal gerçekleri bile yok sayabileceğinin en tipik örneğini oluşturmaktadır:


"... Bahriye Üçok, Turan Dursun, Uğur Mumcu gibi basın-yayının önemli ve önde gelen insanları, faili meçhul cinayetlere kurban gittiler...gitti ve sahip oldukları kimliklerden dolayı da cinayetler müslümanlara maledildi. Medya da olayı tahkik ve tetkik etmeden, niçin ve neden sorularına cevap verecek sır perdelerini aralamasını beklemeden aceleden hüküm verince Müslümanlar bu menfur olayların katili oldu çıktı. Halbuki devletin yetkili organları biliyor ki, bu cinayetleri Müslümanlar işlemedi. Bu insanlar -isim tasrih etmeyeceğim- dünya çapındaki istihbarat örgütlerinde eğitim görmüş, profesyoneller tarafından öldürüldü.

Pekala bu faili meçhul cinayetler neden Müslümanların üzerinde kalıyor denecek olursa:

Bu ülkede Müslümanlara karşı son yıllarda daha da belirginleşen güven ve itimadı sarsmak için İslami terör havasının estirilmek istenmesi önemli bir amildir. Bazıları bununla, gerek halk, gerekse elit tabakada oluşan, İslam'a yönelişin önünü kesmeyi planlamaktadır.
Bu olaylar vesilesiyle askeriyeye darbe adına davetiye çıkartıldığı da diğer bir saik. ...
Faili meçhul bu cinayetlerin Müslümanlar tarafından işlenmediğini ispat etmek çok zor, hatta imkansızdır. Zira hukuk mantığına göre 'nefy ispat edilemez'....
Bence soruya esas cevab teşkil eden noktaya şimdi geliyoruz. Esas itibariyle Müslümanlıkta terör yoktur.... Netice itibariyle, terörizmi, İslamiyet ile telif etmek imkansızdır. Allah'ın rızasını gaye edinmiş bir Müslüman, kim olursa olsun adam öldüremez. Hatta bu müslüman, İslamı devlet çapında temsil etme, böylece bütün dünya ülkelerine örnek olma, devletlerarası muvazenede belli bir yeri alarak, Müslümanların hak ve hukukunu gözetme vs. gibi dolambaçlı yollardan Rabbin rızasına doğru yürüse bile yine adam öldüremez; zira bu neticeye adam öldüre öldüre varılmaz ve varılamaz" (3).


Görüleceği üzere, Fethullah Gülen'in gerçeği yansıtmayan söylemleri, Recai Kutan ve de "bana sağcılar için katil dedirtemezsiniz" diyen eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in söylemleri ile örtüşüyor: Kurbanlarını arkadan vahşice öldürürürken tekbir getiren, üstüne şükür namazı kılan, sonra da evinin bodrumuna gömen, Sivas'da 37 Cumhuriyet Aydınını yakanlar sanki uzaydan gelmişçesine.

Değişen gündeme uygun makaleleri ile cemaatine talimat-yön veren Fethullah Gülen'in gerçekdışı söylemleri sadece Hizbullahçıları dolaylı gündemden düşürerek cemaatinin desteğini göstermeye yönelik mi? Elbette ki hayır!.. Gülen, isim vermemekle Hizbullahçıların yanısıra selamcılara, islami kürt hareketçilerine, kaplancılara, talibanlara ve diğer terörist şeriatçı yapılanmalara da örtülü destek-dayanışma mesajı veriyor. Söz açılmışken, bir başka yayınında şeriat yolunda savaşma -nefs ile değil- anlamına gelen cihat kavramı ile ilgili olarak Fethullah Gülen, yukarıdaki insan öldürmeye ilişkin sözlerini bizzat kendisi yalanlıyor: "Cihad bir hayır kapısıdır; o kapıdan giren iki hayırdan birine mutlaka kavuşacaktır. Evet, ya şehid olup ebedi bir hayat, ya da gazi olup hem dünya, hem ukba nimetlerine kavuşacaktır. İşte bu cihadda bir de böyle bereket var.... Cihad sözcüğü; içinde bulunulan asır ve şartlara göre değişkenlik arz eden geniş kapsamlı bir kelimedir. Gün olur, mal-mülk her şey feda edilerek bu vazife yerine getirilir, zaman gelir, yollar gider bir can pazarına ulaşılır ve can alınır verilir". Ne kadar insancıl (!) ve hümanist (!) bir söylem!.. Bu söylem çerçevesinde sadece cihad uğruna can alıp verenler şehit ve gazi sayılacak ve bu kapsamın içine Hizbullahçılar girecek ama PKK ve Hizbullah'a karşı vatanı ve kamu düzenini korurken canlarını ya da uzuvlarını veren onbinlerce TSK, Emniyet ve Eğitim mensubu kapsam dışı kalacak!..


"İki parça halinde yaşayan milletler zayıftır,hastadır."
M.Kemal ATATÜRK


Emniyet Müdürü Osaman AK'ın ,hayli uzun ve çarpıcı tanık ifadesinden bazı bölümler:
"...Bu raporda,Polis Koleji'nin yüzde 50'sinin Fetullah Gülen gurubuyla temas halinde olduğunu yazıyordu.Bu zaman kadar hiçbir cezalandırma olmadığına göre,karşıdaki insanlar en az başkomiser rütbesinde bulunuyor.Biz İstihbarat Daire Başkanına yazdığımız kişiye özel ve çok gizli yazıların nasıl sızdığını anlıyamıyorduk.Ama daha sonra 92'deki bu listede yer alan bir ismin, İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun'un Özel Kalem Amiri olduğunu gördük.Kişiye özel bilgilerin nasıl sızdığını anladık...Ak,Gülen yandaşlarının düzenledikleri himmet toplantılarıyla yardım topladıklarını bildirdi...."

"Türk genci,inkilapların ve rejimin sahibi ve bekçisidir.Bunların lüzumuna ve doğruluğuna herkesten çok inanmıştır;rejimi ve inkılapları benimsemiştir.Bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı ve bir hareket oldu mu:"Bu memleketin polisi vardır.jandarması vardır,ordusu vardır,adliyesi vardır..."demeyecektir,hemen müdahale edecektir:Elle , taşla ,sopa ve silahla..nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır.Polis gelecektir;asıl suçluları bırakıp suşlu diye onu yakalayacaktır.Genç,"Polis,henüz inkılap ve Cumhuriyetin polisi değildir."diye düşünecek,fakat asla yalvarmayacaktır.Mahkeme onu mahkum edecektir.Yine düşünecek:"Demek adliyeyide ıslah etmek,rejime göre düzenlemek lazım!..."diye düşünecektir.Onu hapse atacaklar.Kanun yolundan itirazlarını yapmakla beraber, bana,ismet paşa'ya,Meclise telgraflar yağdırıp haklı ve suçsuz olduğu için tahliyesine çalışılmasını istemeyecek ve diyecek ki "Ben inancımın ve kanaatimin icabını yaptım.Müdahale hareketimde haklıyım.Eğer buraya haksız olarak gelmişsem,bu haksızlığı meydana getirn sebeb ve amilleri düzeltmek de benim vazifemdir!.."
İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği!...
K.ATATÜRK
5 Şubat 1933,Bursa


DEPREM FELAKETİ VE ŞERİATÇILAR:
FETHULLAH GÜLEN, MEMLEKETE HOŞ GELDİN!..

Dr. Necip Hablemitoğlu

cevz.jpg


Türkiye’nin sürekli değişen gündeminde şu sıralar Fethullah Gülen yer almıyor. Akıllara gelen ve bazı yayın organlarında dillendirilen soru şu: “Fethullahçılar dosyası 1995 ve 1998′de olduğu gibi örtbas mı ediliyor?” Bu sorunun birden fazla cevabı var. En önemlisi, son kaset olayı ile birlikte devleti elegeçirme amacı inkâr edilemeyecek biçimde kendi ağzından ortaya konulan Fethullah Gülen hakkındaki soruşturma konusunda “acele” edilmekten kesinlikle kaçınılıyor. Şöyle ki:

1. Fethullah Gülen’i A.B.D.’den getirmek pratikte mümkün değil. Hakkında “kırmızı bülten” çıkarılsa da A.B.D.’nin kendisini teslim etmeyeceği kesin. Ancak kendi isteğiyle gelmesi bekleniyor. İhtimal, belki de Azerbaycan, Orta Asya, Irak, Tanzanya, Kenya, Papua Yeni Gine, Tayland, Moldova, Romanya gibi okullarının bulunduğu herhangi bir ülkeye gitmesi durumunda Şemdin Sakık, Abdullah Öcalan, Cevat Soysal gibi başına çuval geçirilerek “Fethullah Gülen, memlekete hoş geldin!” denilecek. Oldukça gurur kırıcı, dramatik bir son. Diğer taraftan, Türk Devleti, her türlü dış odaklı şeriatçı yapılanmalara karşı kesin ve net bir irade koymak zorunda. En popüleri de elbette ki fethullahçılar. Fethullah Gülen’in paketlenerek yurda getirilmesi, Türkiye’deki diğer şeriatçı yapılanmalar ve onlara destek veren dış destekçiler için de, büyük bir gözdağı. Türkiye’ nin bu kararlılığı güç yoluyla sergilemesi ise olmazsa olmaz türünden bir gereklilik…

2. Fethullah Gülen’in kendi isteği ile Türkiye’ye dönmesi için her türlü ikna girişimlerinde bulunulması, hatta bazı güvencelerin verilmesi şart görünüyor. Örneğin, DGM Savcılığı’nın idam talebinde ısrarlı olmayacağı tahmin ediliyor. Kaldı ki, Türkiye idam kararlarını infaz etmiyor. Ayrıca Fethullah Gülen, bu Meclisten kendisi aleyhine bir idam onama kararı çıkmayacağını da çok iyi biliyor. O halde niye gelmiyor, vatanını mı, milletini mi sevmiyor, hiç mi özlemiyor, diye soranların sayısı ise giderek artıyor…

3. Fethullah Gülen’in yokluğunda, Türkiye’de hiç şüphesiz laik hukuk devletinin geleceği açısından iyi birşeyler oluyor. Örneğin, Ağustos kararları çerçevesinde Türk Silâhlı Kuvvetleri bünyesine sızmış bazı fethullahçı safraları attı. Başbakanlık, Mülkiye, Vakıflar, M.E.B., Emniyet ve benzeri stratejik önemi haiz kurum ve kuruluşlarda öncü nitelikte tasfiyelere ise henüz başlandı. Pişmanlık yasası bile telâffuz edilmeden kimi fethullahçılar -özellikle danışmanlar- itirafçılığa soyundu. Himmet paralarında hissedilir bir azalma yaşandığı için fethullahçı suç organizasyonu, ekonomik darboğaza kaçınılmaz olarak girdi. A.B.D.’nin de, Fethullah Gülen’i destekleyen yerli politikacıların da bu aşamada çaresizlikleri ortada. Kısaca, son kaset olayı, Türkiye’de gafletteki politikacılara rağmen devletin var olduğunu ortaya koydu.

EN KÖTÜ İHTİMAL NE OLABİLİR?

En kötü değil, fethullahçılarla ilgili az kötü ihtimal bile sözkonusu değil. D.G.M. Savcısı Nuh Mete Yüksel, bunca iş yükünün altında Fethullah Gülen hakkında “takipsizlik” kararı verse -ki mümkün görünmemekte- bile hiç önemli değil. Batı Çalışma Grubu, Başbakanlık Takip Kurulu ile diğer güvenlik ve istihbaratla ilgili devlet kurumları mükemmel çalışmakta. Asla bilinmeyen bir olgu değil, M.G.K. ve Türk Silahlı Kuvvetleri üst komuta kademesi konuya yakın takipte. Fethullahçı tehlikeye karşı kamuoyu oluşturulmuş ve her türlü bilgilendirmeye hazır durumda. Ülkenin seçkin aydınlarının yanısıra geniş halk kitlelerini temsil eden sivil toplum kuruluşlarının ve medyanın desteği ise ortada. Bir başka ifadeyle, mevcut soruşturmanın kapatılması durumunda bile, -şahsım başta olmak üzere- yeni soruşturmaları başlatacak bilgi ve belgeleri ellerinde tutan, çok sayıda sorumlu ve duyarlı Atatürkçü Türk aydını var bu ülkede… Yeter ki Fethullah Gülen Türkiye’ye gelsin ya da getirilsin!..

ÇIRPINIŞLAR: FETHULLAHÇI SALDIRILAR

Son gelişmeler çerçevesinde, “Fethullahı sevenler İslâmı sevenlerdir; sevmeyenler ise ateisler, komünistler ve bölücülerdir” gibi çarpık ve sapık bir mantık üzerine savunma stratejisini oluşturan fethullahçılar, “Yeni Hayat”ın aktif katılımı karşısında panikleyerek karşı saldırıya geçtiler. Örneğin, “Aksiyon” dergisi şu değerlendirmede (!) bulundu: “Düşman kardeşler barıştırıldı - Yine de, Avrasya Stratejisi, iki düşman kardeşi bir araya getirdi. Aydınlık ve Yeni Hayat dergileri birden kaynaştılar. Müşterek paneller düzenlediler, hatta dergiler çıkardılar. İkisinin de arkasında istihbaratçı bazı emekli kurmay subaylar vardı. En sağdaki ve en soldaki gruplar ortak hedeflerde birleşti. Dindar kitleler istisnasız olarak ‘düşman’ ilân edildi” (1). “Zaman”da ise Nuh Gönültaş adında bir yazar (!) bu asılsız isnat kampanyasına şu cümlelerle destek verdi: “‘Bu şahsa dikkat etmek lâzım. Görünüşte milliyetçi görüşler eksenli içe kapanık, faşizan bir sol-sağ platformu oluşturma amaçlı oluşturulmuş ve hangi kuruluşlar tarafından kurulduğu belli olmayan Yeni Hayat adlı yayın organında cemaate karşı yazı yazdı ve hatta bu yüzden tazminata mahkûm edildi’ diyordu” (2). Bu ve benzeri saldırılar, internette de bir süre devam etti (3).

Oysa, Basın camiasında herkesin bildiği gerçek şudur: “Yeni Hayat”, tam bağımsızlığı, laik hukuk sistemini, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk Dünyası’nın çıkarlarını savunan bağımsız Türkçü-Atatürkçü bir dergidir. Milliyetçiliği, diğer ilkelerden yani laiklikten, devrimcilikten, cumhuriyetçilikten, devletçilikten ve de halkçılıktan ayrı tutmaz; şarlatan şeyhlerin peşine takılmaz; çıkar gruplarının tetikçiliğini yapmaz. Özellikle de dış odakların aleti konumuna düşmez. Ancak, konu Cumhuriyetimizin geleceğini ilgilendirdiğinde, fethullahçılık MAİ imtiyaz sözleşmeleri gibi, asgari müştereklerde aynı mücadeleyi veren ama fikri düzeyde aynı çizgi ve yapılanma içinde yer almayan bu ülkenin kimi aydınları ile de sağ-sol ayırımı gözetmeksizin dayanışma içine girmeyi bir yurtseverlik gereği ve sorumluluğu sayar. A.B.D.’nin taşeronluğunu üstlenenlerin; Cumhuriyete karşı nurcular, nakşiler, rufailer, hizbullahçılar, kaplancılar, süleymancılar ve benzeri mürteci yapılanmalarla omuzomuza dayanışma gösterenlerin, “Yeni Hayat” dergisini güdümlü bir dergi olarak takdimlerini kabul etmek elbette ki mümkün değildir.

Bu arada, “Zaman” ve “Aksiyon”un yanısıra malûm “Akit” gazetesinde şahsımla ilgili hakaret ve iftira niteliğindeki haberleri içeren bir kampanya başlatıldı. “Arşiv hırsızı”, “muhbir”, “sahte MİT ajanı”, “İşçi Partili provokatör”, “Amerikan Patriotu” ve daha pek çok şerefsizce-ahlâksızca isnatlar… Dayanaktan yoksun bu iddiaların bazıları için sadece iki isim geçti. Biri Nevval Sevindi. “32. Gün” Programında onu herkes tanıdı, ayrıca yoruma gerek duymuyorum. Diğeri ise, M.H.P. Elazığ Milletvekili Mustafa Gül. Halen görev yaptığım Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nde usulsüz biçimde doktora diploması alan bu şahıs, bu olayı deşifre eden kişi olarak şahsıma duyduğu kinle, Akit gazetesi ile temasa geçmiş olsa gerek ki, Türk milliyetçiliğinden nefret ile şeriatçılığın sözcülüğüne soyunan bu gazete, iftirasına dolaylı dayanak olarak kendisini gösterdi. Belki hatırlayanlar olabilir, yaklaşık 10 yıl önce, halen içlerinden biri STV Danışma Kurulu üyesi olan bir öğretim üyesinin dahil olduğu yedi öğretim üyesi, aralarında fethullahçıların, süleymancıların, nakşilerin, nurcuların ve her türlü şeriatçı grup temsilcisinin bulunduğu bir kadrolaşma hareketi çerçevesinde yapılan usulsüzlüklerle ilgili olarak Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yıllarca yargılan-mışlardı. Bu olay, Türk Basınında “Profesörler Mafyası” manşetleri altında uzun süre kamuoyuna yansıtılmıştı. Bu süre içinde, aleyhlerine tek kamu tanıklığı yapan şahsımı ise, Y.Ö.K.’nun o dönemdeki yöneticilerinin desteği ile tam 3 kez üniversiteden uzaklaştırmışlar, toplam olarak da 38 ceza ve disiplin soruşturması açtırmışlardı. Sonuçta, Ankara İdare Mahkemeleri, -Danış-tay onaması dahil- 3 kez görevime iade ederken; tüm soruşturmalar ve verilen disiplin cezalarından 38 ayrı yargı kararıyla şah-sımı aklamıştı. Keza, önyargı ile olumsuz verilen sicillerim de olumluya çevrilmişti. Onanmış yargı kararları, 38 ceza ve disiplin soruşturmasının sonuçlarını yok sayarak, 38 ayrı iftiraya uğradığımı da tescil etmişti. Bir başka ifadeyle, soruşturmayı açtıranlar, tam 38 kez müfteri durumuna düşmüşlerdi. Bir MHP’li milletvekilinin, sözde milliyetçi geçinerek, sırf kişisel hınçla, aynı iftiraları tekrarla, Türklük düşmanı şeriatçı basınla içiçe görüntü sergilemesi acıdır, düşündürücüdür. Bu arada hayatımın hiçbir döneminde İşçi Partili olmadığımı da ayrıca belirtmeyi gerekli buluyorum.

“32. Gün Programı”nda tüm kamuoyu önünde şahsıma ve diğer katılımcılara düzeysiz hakaret eden Nevval Sevindi başta olmak üzere, Zaman, Aksiyon, Akit gibi yayın organlarında sözkonusu iftiraları yazan sorumlular hakkında dava yoluna başvuracağım kuşkusuzdur. Ancak, bu iftira kampanyasının bir tek olumlu yönü bulunduğunu da inkâr etmiyorum. O da, fethullahçı-şeriatçı sevgi, barış, hoşgörü, uzlaşı, hak, adalet gibi yüce söylemlerdeki ikiyüzlülüklerinin ortaya çıkmasıdır. Maskeleri bu vesileyle bir kere daha düşmüş, gerçek iğrenç yüzleri ortaya çıkmıştır. Tıpkı, faize karşı çıkan, faizsiz bankacılık altında cahil insanlarımızı kandırarak tasarruflarını kullanan bir zihniyetin şeyhinin, şahsımdan ve Yeni Hayat sorumlularından manevi tazminat olarak faizi ile birlikte 5.000.000.000 (BEŞ MİLYAR) TL. talep etmesi gibi.

VE AZERBAYCAN’DAKİ TARİKAT FAALİYETLERİ

Azerbaycan, 19. Yüzyılın sonları ile 20. Yüzyılın başlarında, Türk Dünyası’ndaki çağdaşlaşma ve Türkçülük akımının odak noktası olmuştur. Şimdilerde ise, Fethullahçıların Orta Asya’ya yayılmadaki ilk ve en önemli sıçrama tahtası. Bu itibarla, fethullahçıların sadece Türkiye’de deşifre edilmesi yeterli değildir.. Türkiye’den gelen şeriatçı kafa yapısı, Azerbaycan Türklerinin -ulusal birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duydukları bir dönemde- mevcut parçalanmışlığı daha da arttıran bir rol oynamaya başlamıştır. Fethullahçılar, kadiriler, nurcular, yeni yeni süleymancılar, sünni söylemlerle çoğunluğu şii olan Azerbaycan Türkleri arasında huzursuzluğa neden olurken; İran’dan şii mollalar, Uzak Doğudan krişnalar, Batıdan bahailer ve protestan misyonerleri, Suudi Arabistan’dan vahhabiler, Azeri Türklerinin toplumsal ve dinsel hayatını, ulusal kimliğini kemirmeye -giderek artan ölçülerde- devam etmektedirler.

Bir ülke düşününüz ki, yüzyıllar boyu süren beyaz ve kızıl (Çarlık ve Sovyet) Rus esaretinden ve de sömürüsünden yeni kurtulmuş olsun. Bir taraftan, dünyanın en önemli petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip bir ülke olma avantajını elde tutarken, diğer taraftan toplam topraklarının % 20’sinden fazlasını Ermenistan’a kaptırmış. İşgal altındaki Karabağ’da Ermeni vahşetinden canını kurtarabilen 1 milyondan fazla vatandaşı, yoksulluk sınırının altında çadırlarda yaşam mücadelesi veriyor. Eğitilmiş bir orduya henüz kavuşmuş değiller. Yetişmiş bir bürokrat kadroları da yok. Üstelik, deneyimli bir KGB yöneticisinin, Haydar Aliyev’in Cumhurbaşkanı olduğu bir ülke bu. Mezhepsel ayrılıkların tarihin kökenine inen acı deneyimlerine sahipler. Milliyet bilincinin, milli aidiyet duygusunun oluşumuna öylesine ihtiyaçları var ki!.. Üstelik, entellektüeller arasında tek ortak payda olan Türkçülük, Azerbaycan’da Türkiye’ye oranla daha sık ve daha yüksek sesle telâffuz edilirken, birden bu ülke yerli ve yabancı tarikatların işgali altına giriyor ve her biri Azerbaycan insanını bir taraftan çekiştirmeye başlıyor.

Azerbaycan’da faaliyet gösteren tüm yerli-yabancı tarikatların hedefi devleti ele geçirmek. En çok parayı Vahhabiler harcıyor: Kişi başına 7.000 dolar. Hedef kitlesi ise Azeri köylüler ve esnaf. İranlı mollalar ise sadece şii Azerilere yönelik eğitim çalışmaları içindeler. Ancak, ciddi bir potansiyel risk oluşturmuyorlar, çünkü Güney Azerbaycan’da yaşayan soydaşları üzerindeki Acem faşisti molla rejiminin baskılarını tüm Azeriler biliyor. Azerbaycan’da İran’a yönelik olarak sadece bu nedenle büyük bir nefret egemen. Misyonerlerin, krişnaların ve de bahailerin baş-lıca hedefi ise Azerbaycan Ordusu!.. Sadece subaylar arasında etkinlik gösteriyorlar. Türkiye’nin askeri eğitmenleri, Azeri subaylarını ve askerlerini karşılıksız eğitirken; örneğin bahailer, din değiştiren Azeri subaylarına -ailelerinin de din değiştirmeleri ve bir daha dönmemeleri koşuluyla- ayda 350-400 dolar maaş veriyor. Ortalama maaşın 50 dolar civarında olduğu Azerbaycan’da, İslâmiyeti terkederek bahailiğe geçen Azeri subay sayısı 300′e yaklaşmakta. Üst komuta kademesinde yer alan subayların büyük bir bölümü ise etnik açıdan Türk değil!.. Kadiriler daha çok üniversite çevresinde ve bürokratlar arasında faaliyet gösterirken, nurcular da sahip oldukları ekonomik potansiyeli değerlendirerek mümkün olan her kesimde mürit kazanmaya çalışıyorlar. Süleymancıların ise öğrenci yurdu açma çabalarından söz ediliyor.

AZERBAYCAN GEZİSİ VE İZLENİMLER

Azerbaycan Türk Kadınlar Birliği’nin davetlisi olarak 9-14 Temmuz 1999 tarihleri arasında Azerbaycan’a gittim. Birlik Başkanı Sayın Tenzile Rüstemhanlı ve “Yeni Hayat” yazarı Sayın Sevgi Erenerol ile birlikte, “Fethullah Gülen ve Türk Dünyasın-da Fethullahçı İhaneti” konusunda çok sayıda toplantıya katıl-dık. Siyasi Parti yöneticilerinin, Bakû’da çıkan tüm gazete ve dergilerin yazar ve muhabirleri ile devlet ve özel televizyonların muhabirlerinin, kadın ve gençlik dernekleri yöneticilerinin, sanatçıların katıldıkları bu toplantıların yanısıra, talep eden medya mensupları ve başta Ebulfeyz Elçibey olmak üzere parti liderleri ile de farklı mekânlarda yüzyüze görüşüp sorunu tüm boyutları ile aktarma fırsatı bulduk. Dikkati çeken bir konu, 12 Temmuz günlü toplantıda, komünistliğini açıkça ifade eden “Sosyal Demokrat Partisi”nin Başkan Yardımcısının Fethullah Gülen’i savunması, destek vermesi oldu. Tıpkı, Türkiye’deki “dönek sol” diye tabir edilen II. Cumhuriyetçilerin Fethullah Gülen organizasyonuna -entellektüellik (!) adına- destek vermeleri gibi. Aynı kişinin, Türkiye’nin demokratik bir ülke olmadığından sözederek, Atatürk’e de dil uzatması ise, tepkilere yolaçtı. Bu toplantının tartışma bölümünde, Azerbaycan Gençlik Derneği yöneticilerinden bir genç, İstanbul’daki yurt yaşamından kesitler anlatarak bizlerin de fazla bilmediği fethullahçı yobazlık örneklerini sıraladı.

Konunun bir başka ilginç tarafı, Uzak Doğu kökenli “Krişna” tarikatının misyonerlerine resmi salon, hatta kapalı spor salonu tahsis eden Azeri yöneticilerin, fethullahçılıkla ilgili düzenlenen bu toplantılara salon tahsis etmek istememesiydi. Ancak, Bakan Birinci Yardımcılığı görevini de yürüten Sayın Tenzile Rüstemhanlı, bu toplantıları, eşi ünlü Azeri şairi Sabir Rüstemhanlı’nın lideri olduğu “Vatandaşlık Hemşeriliği Partisi” Genel Merkezi’nde gerçekleştirmesi de oldukça anlamlıydı. Toplantıların tüm basın organlarında haber ya da ropörtaj olarak yayınlanması, televizyonların bu toplantılara haber bültenlerinde geniş biçimde yer vermesi üzerine, fethullahçı okulların bir yetkilisi devlet televizyonuna çıkarak yaklaşık yarım saat içinde, iddialara cevap vermek yerine Haydar Aliyev’e bağlılıklarını, sonsuz hürmetlerini ve sevgilerini ifade etti; Fethullah Gülen’in ulu (!) kişiliğini mürit huşusu içinde anlattı. Programı izleyen Azeri aydınlarının değerlendirmesi, inanılmaz ölçüde benzeşmekteydi ve sadece iki kelimeyi içermekteydi: “Yağcı molla!”… Bu arada, medyanın sınır tanımaz gücü kendini gösterdi ve Özbekistan Kadınlar Cemiyeti’nden yine fethullahçılıkla ilgili toplantı talebi ve daveti geldi. Halen, tüm Azerbaycan şehirlerinde, Sayın Erenerol ve Sayın Rüstemhanlı’nın konuşmacı olarak katıldıkları “Fethullah Gülen ve Türk Dünyası’nda Fethullahçı İhaneti” konulu toplantılar devam etmekte.

Fethullahçıların Azerbaycan’daki konumu ile ilgili diğer saptamaları da şöyle sıralamak mümkün:

1. Azerbaycanlı Türk kadınları, gerek Türkiye’den ve gerekse dış ülkelerden gelen tarikatçıların faaliyetlerinden fazlasıyla rahatsızlar ve duyarlılık gösteriyorlar. Dinlediğim pekçok Azeri kadın, gözyaşları içinde, fethullahçıların okullarında eğitim gören çocuklarının kendilerinden koparıldığını, onları kaybetmek üzere olduklarını söylediler. Çocuklarının geleceği için, Azeri okullarına göre eğitim kalitesi bir hayli yüksek olan fethullahçı okulları tercih eden, büyük maddi fedakârlıkta bulunan Azeri kadınları, bir süre sonra çocukların anne ve babalarının inançlarını sorguladıklarını, hatta aşağıladıklarını, neşe ve canlılıklarını, çocukluklarını kaybettiklerini anlattılar. Onlara, Türkiye’de de aynı taktikten hareketle nasıl çocukların ailelerinden soğutularak koparıldıklarını, sonra da kişiliklerinin nasıl törpülenip cemaat kişiliği içinde yer almalarının sağlandığını -örnekleri ile- anlattım ve ışıkevlerindeki ilişkileri açıkladım. Kısaca, çocuklarını seviyorlarsa bu okullardan almalarını önerdim.

2. Eğitim kalitesine gelince, sanırım bu Türk kültürünün ulaştırılmasına (!), yayılmasına (!) ilişkin farklı bir strateji olsa gerek. Orta Asya’da, Afrika’da, Amerika’da, Avustralya’da, kısaca dünyanın her tarafında “Türkiye’nin kültür misyoneri” olduklarını iddia ediyorlar. Programlarında haftada 3-8 saat Türkçeye yer verirken, 25 saat ingilizce verdikleri için İngiltere’den “üstün hizmet ödülü” alıyorlar (Türkiye’de ise bu çocukların İstiklâl Marşımızı nasıl Türkçe okuduklarını yüzlerce kez göstererek kamuoyunu yanıltıyorlar). A.B.D.’den ise “kırmızı pasaportlu-CIA çıkışlı” öğretmen takviyesi ve siyasal dokunulmazlık-ekonomik güç desteği görüyorlar. Buralarda Türkçü, çağdaş, aydın gençler yetiştirmek yerine, sadece milli kimliğini bilmeyen, Türklük bilincinden yoksun molla yetiştiriyorlar. Ama bu okullardaki Türk olmayanları örneğin Rus, Ukraynalı, Moğol, Romen, Moldovan, Taylandlı, Bulgar, Papua Yeni Gineli, Tanzanyalı, Kenyalı vb. öğrencilere hiç ama hiç karışmıyorlar; dini eğitimden kesinlikle kaçınıyorlar; ulus bilinçlerini etkilemeye çalış-mıyorlar. Özetle söylemek gerekirse, fethullahçıların yurtdışın-daki okullarında Türk olmayan öğrencilere Türkçe eğitimi sadece şeklen veriliyor. Türk kültürü asla öğretilmiyor. Belki şaşıracaksınız İslâmiyet de anlatılmıyor, öğretilmiyor. Bu okullların programları itibariyle ABD ya da İngiliz kolejlerinden hiçbir farkı yok!.. Peki Türkiye ve Türklük için ne veriliyor, sorusuna verilecek cevap, koskoca bir hiç!.. Üstelik Türkiye’nin zaten kıt olan ekonomik kaynakları bu yolla heba ediliyor. Türkiye’nin tanıtımı ise gerçek anlamda yapılmıyor. Yapılan sadece şu: A.B.D., bölgesel hesapları gereği haritada nereyi işaret ediyorsa, fethullahçı maşalar oraya gidiyorlar ve okul açıyorlar.

3. Sonuçta, Kırım’da, Azerbaycan’da, Orta Asya’da ve Rusya Federasyonu’nda ya da Türklerin yaşadıkları diğer ülkelerde, Türk çocuklarını önce ailelerinden, sonra Türklüklerinden kopararak mollalaştırıyorlar. En yeteneklilerini ve başarılılarını ise daha sonra Türkiye’ye getirerek yükseköğretim sürecinde beyinlerini yıkamaya devam ediyorlar. Bu gençler, gerçekten güvenilir mürit olduktan sonra tekrar kendi ülkesine gönderilip burada stratejik makamlara getirilmek üzere yetiştiriliyorlar; Türklüğe hizmet için değil, fethulllahçı organizasyonun çıkarlarına hizmet etmek üzere… Kısaca, fethullahçılar böylece Türklüğe ihanet ediyorlar!.. Türkiye yetmiyormuş gibi şimdi bütün Türk Dünyasına bir yayılıyorlar ve geleceğimizi kemiriyorlar…

4. Fethullahçılar, Azerbaycan bürokrasisine önemli ölçüde egemenler. Tıpkı Türkmenistan’da olduğu gibi iki bakan yardımcısının fethullahçı olduğu ifade ediliyor. Ticaret, endüstri, eğitim ve gümrükle ilgili birimlerde tüm yetkililerin fethullahçılar tarafından “maaşa bağlandığı” iddialar arasında. Azerbaycan’da fethullahçıların her fırsatta, medya önünde, özel toplantılarda, okul törenlerinde KGB çıkıntısı Haydar Aliyev’e -çok ucuz, yağcılık derecesinde- övgüler düzmeleri, Azeri Türkçülerini çileden çıkarmaya yetiyor (4). Fethullahçıların aylık maaşa bağladıkları arasında Haydar Aliyev’in ve de hükûmet yetkililerinin yanısıra, iktidar partisinin ve muhalefetteki tüm partilerin de yer alması, ister istemez “gerçek patron” A.B.D.’nin geleneksel politikasını çağrıştırıyor: “İktidar kadar, yarın iktidara gelebilecek potansiyele sahip muhalefetle de yakın ve organik ilişki kurmak”…

5. Bu noktada, akıllara şu soru da gelmektedir: Azerbaycan ve benzeri daha pek çok ülkede böylesine para sarfeden fethullahçıların bu işlerde ekonomik çıkar hesapları var mı? Elbette var. Hatta, diyebiliriz ki, okullar, bu mafyayı çağrıştıran çıkar çarkının sadece kılıfı. Fethullahçılar, yerleştikleri bu tip ülkelerde, yönetimi ve bürokrasiyi elde ettikten sonra ekonomik anlamda kökleşmeye başlıyorlar. Yaklaşık 280′in üzerinde şirket ve holdinge, 25 milyar dolarlık mal varlığına ve yıllık 600 trilyon liralık iş hacmine sahip olan fethullahçı organizasyon, kârlı gördükleri alanlarda bu ülkelere girmeye başlıyorlar. Suyun başı tutulduğu için de rüşvet, haraç ve benzeri bürokratik engellere takılmıyorlar. Can ve mal-yatırım güvenlikleri sağlandığı için de kısa bir sürede piyasaya hâkim olabiliyorlar. Bakû’nun en merkezi bölgelerinde, bu tip -şeriatçı bilinen- şirketlerin mağaza ve bürolarını görmek mümkün. İğneden ipliğe, motosikletten otomobile kadar her şeyi Türkiye’den getirerek satabiliyorlar. Bütün bu şirketler, fethullahçı organizasyona yaklaşık kârlarının en az % 20’si oranında “himmet parası” ödüyorlar (kârlarının yarısını “himmet parası” olarak bağışlayanlar da var). Bu bağışların öncelikle % 10′u hemen İstanbul’a merkeze gönderiliyor. İkincisi ise, bu ülkelerde yatırım yapmak isteyen Türk girişimcileri, bürokratik engelleri aşmak, can ve yatırım güvenliği sağlamak için -yerel mafya ya da bürokratlar yerine- fethullahçılara her ay aynı oranlarda “himmet parası” veriyorlar. Bu bir tür “haraç”. Ama rızayla veriliyor, alınıyor, baskı yok, yani dini açıdan “terminoloji” çok iyi kullanılıyor (”Yeni Hayat”ın gelecek sayısında bu tezgâh önemli bilgi ve belgelerle ayrıca deşifre edilecektir). Hatta o kadar ki, Üzeyir Garih, Fethullah Gülen’e iltifatlarla dolu mektup gönderiyor, davetine icabet ediyor, değerli hediyeler sunuyor ve fethullahçıların Moskova’daki okulunu karşılıksız (!) finanse edebiliyor. Bunlar şaşırtıcı olduğu kadar, aynı zamanda da düşündürücü ilişkiler. İşte fethullahçı organizasyon bütün bunları yapabiliyor, yaptırabiliyor.

6. Fethullahçı organizasyon, Türkiye’deki propagandasında bu okullara “Allah rızası için, Türklük aşkına” bedelsiz hizmet götürüldüğünü, işlevlerinin çağdaş müslüman misyonerliği ve bir sivil toplum örgütü olarak toplumsal olaylara katılım (özellikle de eğitime) olduğunu iddia ediyor. Üstelik her türlü duygu sömürüsü de yapılıyor: “İstiklâllerine yeni kavuşan soydaşlarımız, dindaşlarımız bunlar. Açlar, Ruslar her şeylerini, mallarını, mülklerini, yer altı servetlerini sömürüp götürmüşler. Din bırakmamışlar. Onlara Türk dilini, iman etmeyi, Türk kültürünü yeniden öğreteceğiz, tarihi yeniden yazacağız, Allah rızası için himmet buyurun, bir okulun finansmanını sizin şehir-kasaba karşılasın!” İşte Türkiye’deki çarkın bir başka dişlisi de böyle işliyor ve banknot matbaası hızıyla her ay bu okullar için trilyonlarca lira toplanıyor. Küçük bir dernek bile valilikten emniyetten izin almaksızın, kermes ya da yemek davetiyesi bile satamazken, böyle büyük bir organizasyon bu paraları nasıl yasallaştırıyor? Makbuz? Yok. Valilik izni? Yok. Kayıt? Yok. Para transferi için kayıtlı ekonomi kuralları içinde banka kullanmak? O da yok. Ama, mülkiye ve adliyedeki kadrolaşma sayesinde dokunulmazlıkları var. Geçtiğimiz yıl İzmir’de Karşıyaka iskelesinde sokak çocuklarına yardım toplamak için dans eden 12-13 yaşın-daki kız çocuk çocuklarını nezarete atan ve mahkemeye çıkaran “güçlü” devlet, fethullahçı soygun düzeni karşısında âcizlik sergiliyor…

7. Gelelim yurt dışındaki okulların ekonomik yönüne. Azeri öğrencilerden para talep ediliyor. Hem de Azerbaycan halkının ekonomik gücüne göre hayli yüksek bir miktar: 960 dolar. Yerel personelin ve öğretmenlerin aylık maaşları 50-150 dolar arası. Bizzat Fethullah Gülen’in ifadesiyle, Türkiye’den giden öğretmenler ise -iddia edildiği gibi 1000-1500 dolar değil- 400-500 dolar arası bir maaş alıyorlar. A.B.D.’li öğretmenlere maaş ödenmiyor; belli başlı ingilizce kitaplar da İsrail ile bağlantılı bir A.B.D. firması olan “Bnai-Brith”in karşılıksız desteği kapsamın-da sıfır maliyetle temin ediliyor. Kısaca bu okullar, oldukça kârlı kuruluşlar. Hatta o kadar ki, toplantıların birine katılan Ordubad’lı bir Azeri veli, çocuğunun giriş sınavlarında 3. olmasına karşılık sadece 100 dolarlık bir miktarı denkleştiremediği için kayıt talebinin geri çevrildiğini; çocuğunun iyi bir okulda eğitim görmesi için tüm varını-yoğunu ortaya koyduğunu, bu 100 dolar-lık bir fark için insafsızlık yapıldığını önesürüyor. Peki, o halde onca “himmet parası” ne ve kim için toplanıyor, kimse bunun hesabını sormuyor… Okulların listesine gelince: Bakû’da, Agdaş’da, Mingeçevir’de, Kuba’da ve Lenkeran’da, Şeki’de, Sumgayıt’da Özel Türk Lisesi, Bakû Özel Türk Lisesi Ekonomi Şubesi, yine Sumgayıt’da Bakû Özel Türk Koleji Teknik Şubesi, Bakû’da Kafkas İlköğretim Okulu, Kafkas Üniversitesi, Nahcivan Türk Lisesi, Şerur Ekonomi Lisesi ve Ordubad Kız Lisesi. Tüm bu öğretim kurumları iki şirket (Çağ ve Feza) adına kayıtlı.

AZERBAYCAN’DAKİ TÜRKİYE

Türkiye Cumhuriyeti, kardeş Azerbaycan’da var da aslında yok gibi bir görünüme sahip. Şöyle ki:

1. Türkiye Azerbaycan’da olması gereken ağırlığını koyamamış bir ülke görünümünde. A.B.D. ve Almanya’nın sefaretleri gerek kültürel ve gerekse ekonomik konularda çok daha fazla etkin çalışmakta. Azeri Türkçülerin görüşü, Büyükelçimiz K. Ecvet Tezcan, malûm başarısız darbe girişiminden sonra atanmanın verdiği tedirginlikten olacak, hiç görünmemeyi yeğliyor. Bu nedenle Türkiye adına temsil ve inisiyatif kullanma hakkını fiilen fethullahçılar üstlenmiş görünüyor. Dış ilişkiler için de yapılanmış bir sivil toplum örgütü (!) oldukça enteresan, ama devlet açısından önemli bir acizlik örneği. Büyükelçimizin oğlunun Bakû’da Gençlik Meydanı’nda bulunan fethullahçılara ait Özel Türk Lisesi’nin 10. Sınıfında öğrenci olduğunu hatırlatan Azeri aydınları, Büyükelçinin -Ankara’dan gelen talimat uyarın-ca- Azerbaycan resmi makamlarına fethullahçıların faaliyetleri ile ilgili yazı gönderdiğini ama sonucu takip etmediğinden bu durumun fethullahçılar açısından aksine güç kanıtlaması-gövde gösterisi olarak kullanıldığını kaydediyorlar. Büyükelçimizin, Türk-İslâm sentezcilerinin ünlü isimlerinden merhum Prof.Dr. Ayhan Songar’ın damadı olması ya da oğlunu belki de seçeneksizlikten fethullahçıların okuluna göndermesi, hiç şüphesiz ve doğal olarak hakkında bir önyargıyı gerekli kılmıyor. Anlatılan onca vahim ve yüzkızartıcı örnekler çerçevesinde, Sefaret binamızın fethullahçı dergâh olarak kullanılmasından sorumlu olan tüm personelin, başta tüm bu olumsuz gelişmeleri seyretme modundaki Büyükelçimiz olmak üzere, özellikle Güvenlik, Basın, Din İşleri, İdari, Eğitim müşavir ve ataşelerinin acilen -elbette ki resmi bir soruşturma sonucunda- Türkiye’ye çekilmesi gerekiyor.

2. Özellikle de, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın oraya göndereceği temsilcinin, -halihazırdakinden şikâyetle- tarikatlara karşı Azeri halkını bilgilendirecek ehliyet ve cesarette olması öneriliyor. Bilindiği gibi, yurtdışı eğitim müşavir ve atamaları ile sefaret koruması için yapılan atamalarda fethullahçıların tartı-şılmaz bir üstünlükleri sözkonusu. Gerek Milli Eğitim Bakanlığı ve gerekse Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde bu atamalarda yetkili birimlerde bir tasfiyenin yapılması kaçınılmaz bir gereklilik olarak görülüyor. Örneğin, Fethullahçılara yakınlığı ile ilgili olarak Basında adına sıkça rastladığımız eski Yurdışı Eğitimi Genel Müdürü Aysal Aytaç döneminde, M.E.B.’na bağlı olarak Bakû’da açılan Bakû Türk Anadolu Lisesi’nin yönetici ve öğretmen kadrosunun yeni baştan değiştirilmesi gerekiyor. Özellikle Bakû Türk Anadolu Lisesi’nin, önceki müdürü Mehmet Bilici’nin yönetiminde adeta İran’ın medreselerinden farksız bir görüntü içinde olduğu; fethullahçı okullarda bile rastlanamayacak ölçüde bir dinsel görünüme büründürülen ve yine fethullahçılar tarafından kullanılan bu okulla ilgili olarak Azeriler arasında güvenin sarsıldığı; aynı şekilde burslarda rüşvet duyumlarının ortaya çıkmasıyla da talebin azaldığı kaydediliyor. Eğitim Müşaviri ve Ataşesinin de, fethullahçı olmamasına karşın fethullahçılara ve diğer tarikatçılara karşı seyirci kalmaları nedeniyle görevden alınmaları; yerlerine Azerbaycan’ı yakından tanıyan, sorunları hakkında bilgi sahibi olan laik eğitim taraftarı Türkçülerin gönderilmesi talep ediliyor. Aynı talep, fethullahçılarla organik dayanışma halinde bulunduğu için yıllardan bu yana Bakû’da kalmayı başaran Basın Müşaviri için de yineleniyor. Hiç şüphesiz, bu iddiaların doğruluğunun ilgili devlet kurumlarınca ivedilikle soruşturulması ve gereğinin yerine getirilmesi gerekiyor. Çünkü Türkiye Azerbaycan’da işte bu nedenlerle sürekli imaj aşımına uğruyor, mevzi ve taraftar kaybediyor…

3. Türkiye’nin Bakû’da bir tek saygın eğitim kurumu var, o da “Bakû Türk Dünyası Atatürk Lisesi”. “Türk Dünyası Araştırma Vakfı” tarafından kurulan bu lise, sunduğu eğitim kalitesi ve tarikatlarla ilintisizliği açısından Azerbaycanlı Türkçü entellektüeller nazarında büyük bir öneme sahip. Ancak, yine de bu okuldaki bazı öğretmenlerin fethullahçı yapılanma ile kişisel düzeydeki ilişkileri rahatsızlıklara yol açıyor. Yaklaşık 30 yıldır bizzat kurduğu ve bugüne kadar da başında bulunduğu vakıfla tüm Türk Dünyasına hizmet eden Prof. Dr. Turan Yazgan’ın, yurtdışına gönderdiği öğretmenlere, tarikatlar, özellikle de fethullahçılar konusunda bir “hizmetiçi eğitim” vermesi kaçınılmaz görünüyor…

DEPREM FELAKETİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ:

Bu makalenin “Sonuç” bölümünü yazamadım, çünkü içimizi acıyla kavuran deprem felâketine rastladı. Sanıyorum, herkes gibi benim de dünyam karardı. İşte bu karanlıkta ve acı-çaresizlik içinde görebildiklerimden -makale konusu ile de kısmen ilgili- bazı tespitlerim:

1. Türkiye, devletin küçülmesinin acı sonuçlarını gördü: Koşulsuz, teslimiyetçi bir anlayışla, uluslar arası tahkimi daha ilk turda kabul edip, uzantısı imtiyaz sözleşmelerinin yolunu açarak geleceğimize ambargo koyan; devlet varlığını özel sektöre ve yabancı sermayeye arsa fiyatının bile altında peşkeş çeken Veli Göçer kimlik ve kalitesindeki -en basit insani yardım organizasyonunda bile beceriksizliklerini ortaya koyan- siyasiler, bu deprem felâketinde, kamuoyu vicdanında mahkûm oldular. Onları uzun uzadıya eleştirmek bu makalenin konusu değil. İlk seçimlerde bu mahkûmiyetin ilâmını alacaklarına kişisel açıdan eminim. Keza, vergi, sosyal güvenlik, her türlü ekonomik teşvik dahil, çıkarlarına uyan her konuda istedikleri düzenlemeleri siyasal iktidara dikte ettirip yaptıracak güce sahip olan; devletin küçülmesini isteyen ve de özelleştirme yağmasından aslan payını kapan özel sektöre gelince, depremzedelere yaptıkları -bir daire fiyatına eşdeğer- komik bağışlarla küçültülmüş devletin boşluğunu dolduramayacaklarını ortaya koydular. Vahşi kapitalistlerin, çimento ve demirden çalan hırsız müteahhitlerden, fay hatlarını iskâna açan ve denetim görevini yerine getirmeyen rüşvetçi belediyecilerden daha az sorumlu olduğunu kabul etmek elbette ki mümkün değil.

2. Felâket alanında yaşanan, yıllar geçse de hafızalardan silinmeyecek bir tablo vardı. Hemen hemen tüm televizyon kanallarında bu tablo -hem de defalarca- gösterildi: Grayderler, kepçelerine konulmuş battaniyelere sarılı naaşları, hoyratça, kazılmış çukurlara -bırakmıyor- atıyordu. Burası Bosna değil, Kosova değil. Üstelik savaş hali de yok!.. Hem de felâketin üçüncü günü… Nerede devlet demiyoruz? Nerede din görevlileri, nerede o İslâmiyetle kendilerini özdeşleştiren şeriat çığırtkanları, nerede o din tâciri tarikat şeyhleri, mollaları, müritleri? Nerede TBMM’ndeki din istismarcıları? Nerede fethullahçılar, nurcular, nakşibendiler, kadiriler, aczmendiler, süleymancılar, hizbullahçılar, ibda-c’ciler, rufailer ve diğerleri ?!. Su yokluğu, kefen yokluğu tamam. Ama felâketin kurbanlarını son yolculuğunda bir toplu cenaze namazı ile uğurlayacak; geride bıraktıklarını hiç olmazsa manen rahatlatacak bir imam nerede? Nerede milyonlarca İmam Hatip, İlâhiyat, Yüksek İslâm Enstitüsü mezunu? Nerede legal ve illegal Kur’an kurslarından mezun olan milyonlarca vatandaşımız? Nerede yaklaşık 80.000 kişilik kadrosu ile Türkiye’nin bütçesinden aslan payı alan Diyanet İşleri Başkanlığı? Grayder kepçesinden hoyratça bırakılan naaşların görüntüsünden hiç mi rahatsızlık duymadı bunlar?!. Atatürk’e, Cumhuriyet’e, laik hukuk düzenine, Türklüğe dil uzatmayı müslümanlık sayan; dindar saf insanlarımızı “zekât”, “fitre”, “himmet” adları altında soyup zenginliklerine zenginlik katan din baronluğuna soyunan şeyhler, hocaefendiler, siyasiler, şıhlar nerede?!.. Nerede, sadece Türkiye’de 800′ün üzerinde yatılı kur’an kursu ile her yıl yüzbinlerce Türk çocuğunu devletine ve Türklüğe düşman yetiştiren; yurtdışında 800′ün üzerinde dernekle en büyük irtica örgütünün sahibi olan süleymancılar?!. Nerede, Türkiye’nin en zengin dini organizasyonunun elebaşısı Fethullah Gülen ve “ışıkevleri”nde sözde dini eğitim alan fethullahçı şerikler ve hempaları?!. Dünyanın bir ucuna giderek Tanzanya’da, Tayland’da, Papua Yeni Gine’de okullar açıp oralara hizmet (!) götürmeyi bilecekler ve bunu modern İslâm misyonerliği-alperenlik olarak nitelendirecekler; her fırsatta gösterişli ödül törenleri, lüks otellerde Abant Toplantıları örneği organizasyonları becerecekler; ancak diğer yanda kendi vatanlarında bir felâketin kurbanı olan vatandaşlarının grayder kepçelerden çukurlara atılmasına seyirci kalacaklar!.. Aslında bu acı tabloda, sadece çukurlara atılan naaşlar değil; şeriatçıların fırsatçı, riyakâr, sahtekâr yüzleri de var!..

3. Evet bu tabloda, enkaz altında yaşayan insanlarımızı kurtarmaya çalışan “AKUT” üyesi, ODTÜ’lü ve benzeri organizasyonlarda gönüllü görev yapan gençler var. Onları davet eden, zorlayan bir makam yok!.. Her türlü yaşamsal risk altında, birikimleri ve tırnakları ile Türk olmanın, insan olmanın gereğini yapıyorlar, insan hayatı kurtarmaya çalışıyorlar; naaş çıkarıyorlar!.. Sonra birileri, Basında da yer aldığı biçimde laf atabiliyor, imanın kimde olduğunu bilmemecesine: “Deprem bölgesinde ortaya çıkan bir başka ilginç olay da, din istismarcıları. Aşırı sıcaklarda, Yalova benzeri tatil bölgelerinde kısa şortlar giyen genç kızlar ve kadınlar, bu istismarcıların tacizine uğruyor. İstismarcılar, ‘Siz böyle gezdiğiniz için deprem oldu’ türünden saldırılarda bulunuyorlar. Bazı din adamlarının da aynı şekilde dini istismar ederek, ‘Dejenere yaşam bizi bu hale getirdi. Bundan ders alalım’ dedikleri gözleniyor” (5). TBMM üyesi bir yazarın (Nazlı Ilıcak) yazdıkları ise sözde din adına ahlâki bir çöküntünün tüm işaretlerini veriyor: “Son iki yıldır irtica takip etmekten, bizi bekleyen başka tehlikeleri görmedik. Allah’ın gazabı bu yüzden üzerimize geldi” (6). Şeriatçı basında din istismarı, giderek artan oranlarda yapılmaya başlanıyor. Örneğin, depremin 6. gününde bir yazar (!) türbanlı doktor ve hemşireleri deprem bölgesine gitmeye çağırıyor. Bir başkası, ilkel bir kinaye ile Batı Çalışma Grubu’nu enkaz temizlemeye davet ediyor. Bir diğeri, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin, sivil toplum örgütlerinin nerede olduğunu soruyor ve Prof.Dr. Türkan Saylan, Prof.Dr. Bülent Berkarda gibi aydınlara dil uzatıyor. Bir başkası ise, depremin merkez üssünün Batı Çalışma Grubunun merkezine, 28 Şubat gizli belgelerinin saklandığı yere yakın olduğunu önesürerek, depremi ilâhi bir rastlantı olarak nitelendiriyor. Ama deprem bölgelerinin çoğunda Fazilet Partili Belediye Başkanlarının görevde olduğunu; felâketin fay hattı üzerinde çalıntı malzeme ile inşa edilen çürük yapılaşmadan kaynaklandığını, ileri geldiğini gözardı ediyor. Bunların müslümanlığını sorgulamak elbette bizlere düşmez. Türk olmadıkları hatta Türk düşmanı olduklarının ise en iyi kanıtı yazdıkları. Akıllara gelen tek soru şu: Acaba bunlar gerçekten insan mı?!.
 
4. Tarikatlar konusunda cahil insanlarımızı uyandırmaya, bilgilendirmeye yönelik en vasat açıklamalardan bile kaçınan; ancak özel toplantılarda kapalı kapılar ardında tarikatlarla ilgili gerçekleri söyleyebilen Diyanet İşleri Başkanı, felâketten günler geçtikten sonra, o da valiliklerin emriyle bölgeye din görevlileri göndermeye başladı. Felâketin üzerinden günler geçtikten sonra, naaşların üç bez yerine tek beze (kefen) sarılmasına, battaniye ya da elbiseleri ile defnedilmesine fetva verilmesi; ölenlerin gıyaplarında toplu cenaze namazı kılınması hiç şüphesiz gerekliydi ama o kadar anlamlı değildi. Çukurlara fırlatılan naaşların, çaresiz ıstırab içindeki yakınların görüntüsünü unutmak mümkün değil. İnsanların en çok duaya ihtiyacı olduğu dönemde, valiliklerin resmi yazısını beklemek gerekmiyordu. Bugüne kadar kamuoyunda imaj olarak sadece “alan” konumundaki din görevlileri, -müezzininden Diyanet İşleri Başkanına kadar- acaba ne zaman “veren” olmayı ve gerçekleri cesaretle ifade etmeyi öğrenecekler?!. Onlar değişmediği böyle kaldığı sürece de sahtekâr şeyhler, şıhlar, hocaefendiler, müslümler, kalkancılar ortalıkta fink atmaya devam edecekler. Gerçek din görevlileri, şarlatanlar kadar cesur olmadıkça da ülkemizde bu kısır döngü kimbilir dana nice yıllar böyle sürüp gidecek!.. Ancak, bu kısır döngünün sona erdirilmesi sürecine bir katkı olmak üzere -tıpkı daha önce Diyanet İşleri Başkanlığı’nın nurcularla ilgili görüşlerini iktibas ettiğim gibi- “Yeni Hayat”ın gelecek sayılarında da, Cumhuriyetimiz için büyük tehlike arzeden bir başka şeriatçı örgütün, süleymancıların yurtdışı yapılanması ile ilgili bilgileri verirken bu arada da Diyanet İşleri Başkanlığı’nca süleymancılarla ilgili olarak devlete sunulan ama kamuoyuna açıklanmayan rapordan da önemli alıntılar yapacağım.

5. Fethullah Gülen’in A.B.D.’den STV kanalıyla Türk halkına gönderdiği başsağlığı mesajı ile aynı kesimden “Zaman” gazetesinin açmış olduğu yardım kampanyası, kesinlikle yeterli ve samimi değil. Mesaj gönderme ve halktan para toplama kampanyasını Rum-Ermeni Patrikhaneleri de yaptı, yapıyor. Hatta Yunan Hükûmeti, Kıbrıs Rum Kesimi de yapıyor. Hiç şüphesiz bunlar yetmez. Fethullah Gülen’in ille de Türkiye’ye gelmesi, getirilmeye ikna edilmesi gerekiyor. Keza, bir örnek olarak, fethullahçı organizasyonun bugüne kadar halktan kandırma yoluyla topladığı 25 milyar dolarlık mal varlığının hiç olmazsa % 2,5′unu, bir başka ifadeyle 1/40′ını -zekât olarak- devlete ya da depremzedelere aktarması bile yaraların sarılmasına bir katkı. Örneğin, bu para ile Tüpraş’da eriyen tanklar onarılabilir ya da tanesi ortalama 10.000 dolara malolacak prefabrik sosyal konutlardan 60.000′den fazlası yapılabilir. Fethullahçıların tüm servetlerini borçlu olduğu Türk halkından -dini bir vecibe olan zekât olarak- bu parayı esirgeyeceklerine inanıyorum, çünkü tek yönlü soyguncu-vurguncu yapıları ortada. Sadece almayı bilenlerin vermeleri mümkün değil, onların milliyetçilikleri sahte, toplumsal vicdanları ise kendi basınlarında yazdıkları ile ortada!.. Bu ülkenin aydın insanlarının, toplumumuzdaki dinsel erozyonun, depremin sorumluları olan Fethullah Gülenleri, Haydar Başları, Bekir Berkleri, Kemal Kaçarları, Metin Kaplanları, Esat Coşanları ve daha nicelerinin peşlerinde olmalarının gereğine dikkat çekiyorum. Bu yapılanmaları izlemenin ve yakın gelecekte de gereğini en radikal biçimde yerine getirmenin milli bir misyon ve bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Nedenine gelince, dindışı-tarikat depreminin, toplumsal hayatımızda, milli birlik ve beraberliğimiz üzerinde yol açtığı tahribatın onarımının çok güç ve ağır olduğunu bir tarihçi olarak çok iyi biliyorum. Bu açıdan da, özellikle Fethullah Gülen’i özel biçimde izliyorum…

SONUÇ: 21. Yüzyılda, fay hatlarında sadece tarımsal alanların yeraldığı; müteahhitlerin hırsızlık yapmadığı; Türk ulusunu gerçekten yönetme becerisine ve deneyimine sahip siyasal iktidarların işbaşında bulunduğu; gerçek din görevlilerinin sahte dincilerden daha yürekli olduğu; şeriatçı şarlatanların hiç yaşamadığı bir Türkiye’de ve de Türk Dünyası’nda özgürce ve güçlü olarak soluk alma dilek ve temennisi ile…

Dipnotlar
1. Ahmet Ünal, “YÖN’ün Hedefi Devlet”, Aksiyon, 239: 3 Temmuz 1999, s. 24.

2. Nuh Gönültaş, “Hablemitoğlu’nun Adresi”, Zaman, 30 Haziran 1999.

3.Nuh Gönültaş’ın Zaman gazetesinde ve internette yayınlanan makalesine cevap olarak gönderdiğim ve internette (SOTA) yayınlanan “Fethullahçı İftiracılar” başlıklı cevabım:

“Fethullahçı Suç Organizasyonunun bizzat elebaşısı Fethullah Gülen’in kendi ifadeleriyle deşifre olmasından sonra gelişen olaylarda, bu organizasyonun tetikçi-sözcüleri tarafından adeta hedef haline getirildim. Nedeni çok basitti: Savunma stratejilerini “bizi sevenler İslâmı da sevenlerdir; karşı çıkanlar ise komünist-ateist ve bölücülerdir” mantığı üzerine kuran organizasyon, bu hesabının tutmamasından beni ve de Yeni Hayat dergisini sorumlu tuttu. Dağılma ve panik sürecini yaşayan bu suç organizasyonunun şahsıma yönelik iftira kampanyası da işte böyle bir ruh haletinin ve olgunun sonucu olsa gerek…

Bu iftira kampanyası ile sınırlı olmak üzere, Fethullahçıların İslâmiyetten, insanlıktan, kişilik haklarından ve hukuktan, dedikodudan ve gıybetten, iftiradan ve hakaretten, hoşgörüden ve demokrasiden ve de Türklükten ne anladıklarını ortaya koyan birkaç örnek:

NUH GÖNÜLTAŞ VE ZAMAN

Adıgeçen yazar (!) 30.6.1999′da yayınlanan köşe yazısında, anlaşılan Fethullah Gülen’in kendisine ahirette şefaat (!) edeceğinden emin (!) olarak yalan söylemekte bir sakınca görmedi. Bırakın yazının tümünü, sadece bir paragrafındaki gerçekdışı iddialar ve isnatlar bile bu konuda bir fikir vermeye yeterli:

“… SOTA (Research for Turkistan and Azerbaijan) Hollanda merkezli milliyetçi bir kuruluş…. Fakat Hablemitoğlu milliyetçi söylemlerle bu kuruluşla yakın irtibata geçerek kitaplarını SOTA yayınları arasında çıkartmayı başardı. Bu yayınevi tarafından basılan son kitabında “Dinciler kadınları hareme hapsediyordu, bunlar yüzünden kadınlarımız ezildi, sadece Türkiye’de değil tüm Türk Dünyasında hep sorun din olmuştu” gibi ifadeler kullanıyor. Kitabın tamamını okumadım ancak Hablemitoğlu hak-kında bilgi gönderen okurum, kitabın hedefinin “Türk Dünyası’nın diğer gruplarına da aynı bakışı taşımaya çalışan, oradaki milliyetçi intelijansiyayı, özellikle de kadınları manipule etmeyi hedef almış” bir çalışma olduğunu yazıyor”.

Yazar (!), “kitabın tamamını okumadım” demekle en azın-dan bir kısmını okuduğunu imaen söyleyerek yalana tevessül ediyor. Şayet bırakın okumayı, eline bile almış olsaydı, kitabın -ve de diğerinin- SOTA yayını değil, Kırım Dergisi Yayını olduğunu görürdü. Ayrıca, “Şefika Gaspıralı ve Rusya’da Türk Kadın Hareketi (1893-1920)” adlı kitabın toplam 682 sayfasının hiçbir yerinde, tırnak içinde alıntı yaparak verdiği cümle bulunmamaktadır. Eski deyimle külliyen yalandır. Yine kitabın hiçbir yerinde “dincilerin kadınları hareme hapsetmesi” cümlesi geçmediği gibi, bunun dışında yazılan, kadınların döneme ilişkin içinde bulundukları koşullar açısından hiçbir biçimde sorumlu olarak din gösterilmemektedir. Aksine, tezini güçlendirmek için yüzünü kızartmadan alıntı biçiminde cümle uyduran yazar (!), şayet kitabın giriş bölümünü bile okumuş olsaydı, 5. sayfada şu yargı cümlesi ile karşılaşırdı: ” Tüm bu olumsuzluklar, dindışı, insanlıkdışı uygulamalar hiç şüphesiz ki tek başına İslâmiyetin özünden kaynaklanmıyordu. İnsanlara, aklın, mantığın ve bilimin üstünlüğünü öğütleyen; -söylemde değil- gerçek anlamda sevgiyi, saygıyı, eşitliği, barışı, adaleti öngören; ‘kul hakkı’na en büyük önemi veren İslâmiyetin, ruhaniliği, gericiliği ve yobazlığı da reddettiği muhakkaktı. Ama tüm bunlara rağmen, sırf çıkarlarına uygun olduğu için yüzlerce yıl öncesine dayanan birtakım köhnemiş gelenek ve görenekleri, âdetleri, sapkınlık ve sapık-lıkları nesilden nesile “şeriat” adı altında dayatan anlayış sahipleri, kadını hem toplum ve hem de aile içinde köleleştiren statükonun -dinin öngörülerine rağmen- devamından yanaydılar. Uygulamadaki çelişkiler bununla da kalmıyordu: Rus egemenliği altında ezilen, aşağılanan, dinine hakaret edilen ve hatta din değiştirmeye zorlanan, toprakları ellerinden alınan, sürülen, cahil bırakılan, temel hak ve özgürlüklerden mahrum bırakılan, kısaca her türlü baskı, işkence ve sindirme yöntemlerine karşı “erkekçe (!) bir direniş sergileyemeyen ve de misyonerlerin tahribatını yutkunarak sey

reden gerici kadimciler, konu kadınlara gelince, ‘dinden asla ödün vermeyen kahramanları’ oynamaktaydı. Demek ki, güçleri sadece kadınlara yetmekteydi…”

Belli ki yazar (!), kitabı eline bile almadan ahkâm kesiyor. Ama bunu yaparken, eşim Doç.Dr. Şengül Hablemitoğlu ile birlikte bu kitabı yazmak için harcadığımız dört yıla yakın bir emeği de yok sayıyor. Kaldı ki, yazarın (!) kitabı kısmen okusa da anlayacağına ilişkin ciddi kuşkularım sözkonusudur. Kız çocuklar ile erkek çocuklarına -güvenemedikleri için- ayrı eğitim verdiren; kadına sadece cenneti öngörerek bu dünyada onu sadece çocuk doğuran, kocasına hizmet eden bir cinsel obje olarak değerlendiren ve toplumsal hayattan, çalışma hayatından soyutlayan; namus ve iffet gibi kavramları sadece kadını türban, çarşaf ve benzeri örtü altına sokmakla, tokalaşmamakla, kalbi tesettürü yok saymakla özdeşleştiren; ancak sıkışınca da medyadaki tartışma programlarında erkekçe (!) çıkıp kendilerini savunmak yerine Nevval Sevindi’nin arkasına sığınan fethullah-çıların takıyye denilen ikiyüzlü sahtekârlıklarından iğrenmem de herhalde normaldir. Elbette ki, kitabımız Türk Dünyasının milliyetçi entellektüellerinin anlayacağı ve değerlendireceği bir kitaptır; düşük IQ’lu, cahil, ruhban heveslisi sahtekâr mürtecilerin anlayacağı gibi değil. Milliyetçi entellektüeller, her şeyden önce bireydir. Şeyhlerinin arkasından takılıp gitmezler. Şeyhlerinin tek parmağı ile gazoz açmasından, yüz mimiklerinden, gözyaşlarından keramet çıkarmazlar. Onun için de tarafımızdan manipüle edilmeleri sözkonusu değildir.

Zaman ceridesinin yazarlarının seviye açısından hiç de birbirlerinden aşağı kalmadıkları görülüyor. Yaklaşık 10 ay önce, Gaspıralı İsmail Beye yapılan saldırılar sırasında, Hekim-oğlu İsmail müstearıyla yazan emekli astsubay Ömer Okçu, olağanüstü bir kültür (!) birikimiyle kütüphanesindeki kitapların adedi ya da değeri yerine ilginç bir saptamayla “onbir ton” tuttuğunu ifade ederken, Allah ile kul arasındaki ruhbanlığı reddeden sözlerime de şu çok parlak savunmayı getiriyordu: “Allah’la kul arasına aracı girmemeliymiş… Elbette, fakat Allah’ la kul arasına din düşmanları girerse, Müslümanları İslâmiyetten uzaklaştırırsa Necip Bey buna ne diyecek?” Sanki İslâmiyet çok zayıf, güvenilmez bir din de, ille araya birilerinin -konumuzla ilgili olduğu için Fethullah Gülen’in- girmesi gerek!.. Yazık, çok yazık!..

BİR BAŞKA YALAN

Nuh Gönültaş makalesinde SOTA’ya göndermede bulunarak benim bu kuruluşu yönlendirme çabası içinde bulunduğumu iftiraen yazıyor: “Tabii SOTA listesini izleyenler için Necip Hablemitoğlu ismi pek itici geliyordu. Çünkü onun bu gibi yazılarla ani çıkışları ve planlı saldırıları milliyetçi eğilimleri olan bu kuruluşu manipüle etme çabaları, birçok liste üyesini tedirgin etmişti. Hatta bir üye ‘Bu şahsa dikkat etmek lâzım. Görünüşte milliyetçi görüşler eksenli içe kapanık, faşizan bir sol-sağ platformu oluşturma amaçlı oluşturulmuş ve hangi kuruluşlar tarafından kurulduğu belli olmayan Yeni Hayat adlı yayın organında cemaate karşı yazı yazdı ve hatta bu yüzden tazminata mahkûm edildi’ diyordu”.

Yazar (!), nedense gerçekdışı iddialarını, adını bir türlü vermediği, belki hayali, belki de gerçek okuyucularına dayan-dırmakta. Oysa, sorumlu, ahlâklı bir gazetecilik anlayışı, mutlaka gelen bilginin doğruluğunun tahkikini gerektirir. Örneğin, yazarın (!) SOTA’da da yayınlanan bu yazısının ardından, gerek kendisi ve gerekse uğruna yalan söylemeyi, iftira atmayı göze aldığı şeyhi için -cinsel eğilimleri dahil- pekçok bilgi geldi. Doğrulanması kesinlikle mümkün olmayan, doğrulansa bile kişilik haklarına duyduğum saygı nedeniyle bu bilgileri “bilgi” diye kullanmam elbette sözkonusu değildi ve kullanmadım da. Bu açıdan şeriatçıların takıyye adı altında kullandıkları “çamur at izi kalır” mantığı yazara (!) kesinlikle yakışmamaktadır. Ay-rıca, YENİ HAYAT, söylendiği gibi, hatta iftira edildiği gibi kimler tarafından kurulduğu belli olmayan, faşizan amaçlı sağ-sol platformu oluşturmak üzere ortaya çıkan karanlık bir dergi değildir -nitekim, YENİ HAYAT dergisine malûm AKSİYON dergisinin 239 No.lu sayısında benzeri iğrenç isnat aynen tekrarlanmaktadır-. YENİ HAYAT, ilk sayısı Kasım 1994′de çıkarılan ve o tarihten itibaren de, Av. Hanifi Altaş ve Av. Hasan Gürbüz’ ün yönetiminde yayın hayatını İstanbul’da sürdüren TÜRKÇÜ-ATATÜRKÇÜ bir dergidir. Çağdaşlığı yakalamış, her türlü yobazlık ve tutuculuğun, parti ayırımının üstüne çıkmış Türkçü, Atatürkçü entellektüellerin dergisidir. Laik hukuk sisteminin, tam bağımsızlığın ve her türlü emperyalizme karşılığın savunucusudur. İç ve dış odaklı her türlü tehdide karşı duyarlıdır. Yazarları arasında katı bir bağnazlık standardı yoktur. Sayfaları, emperyalizmin her türlüsüne, etnik bölücülüğe, şeriatçılığa karşı olan her türlü siyasal düşüncedeki aydınlara açıktır. Atilla İlhan, Prof.Dr. Alpaslan Işıklı, Metin Erksan gibi kamuoyunda “Türk Solu” içinde tanımlanan aydınlar da bu dergiye yazı yazmaktadırlar.

Kesinlikle ifade ediyorum, yazarın (!) bir okuyucusunun ifadesiyle cemaat -gerçekte fethullahçı suç organizasyonu- aleyhine YENİ HAYAT dergisinde yazdığım hiçbir yazımdan dolayı tazminata mahkûm olmadım, tamamiyle yalandır, iftiradır. Bu bilgiyi (!) tahkik etmeden yazan yazarın (!) devam eden bir davaya karşı sorumluluğu ise ortadadır. Fethullah Gülen’in tazminat davası açtığı doğrudur, ancak duruşma 7 Ekim 1999 tarihinde yapılacaktır. Daha bir duruşma bile yapılmamıştır ki, mahkûmiyetten söz edilebilsin. Bu konuda, fethullahçıların iftiralarına maruz kalan Av. Hanifi Altaş, YENİ HAYAT dergisinin son 57. sayısındaki makalesinde bu traji-komik durumu esprili bir üslûpla şöyle özetlemektedir: “… Son kaset olayı patlak vermeden onbeş gün önce bize yapılan tebligat üzerine, seyyar vaiz Fethi’nin avukatı Feti Ün tarafından İzmir 13. Asliye Hukuk Mahkemesinde müvekkili adına ‘FAİZİ İLE BİRLİKTE BEŞ MİLYAR TL.’ tutarında manevi tazminat davası açılmış olduğunu öğrendik. Davalılar Necip Hablemitoğlu, yazıişleri müdürümüz Hasan Gürbüz ve Yeni Hayat Yayıncılık Limited Şirketidir. Talep ettikleri manevi tazminatı faizi ile birlikte istemelerindeki garabet bunların sahtekârlığının bir başka delilidir. Öte yandan daha önce kendisiyle yapılan bir çok söyleşide dünya malı ile hiçbir ilgisi bulunmadığını ısrarla vurgulayarak kendisinden hep ‘ben fakir, bu fakir’ diye söz eden vaiz efendinin, davalıların hiçbirinin hayatında bir arada görmemiş olduğu beş milyar gibi bir meblağı fütursuzca ve üstelik de faizi ile birlikte istemiş olmasına ne demeli? Hani vaiz efendinin bir tek kefen parasına ihtiyacı vardı? Eğer öyle olsa mesele kolaydı. Yeni Hayat olarak biz Hocayı gömme işini ve masraflarını da yüklenebilirdik. Ama bu kadarı doğrusu çok fazla ve tevazu simgesi vaiz efendiye de hiç mi hiç yakışmıyor”…

YÖNLENDİRME VE C.I.A. İMASI

Nuh Gönültaş, köşe yazısında SOTA’yı manipüle çabasında olduğumu, bunun da birçok liste üyesini tedirgin ettiğini yazıyor. SOTA, bir şirket değil, “tek kişilik ordu” tanımlaması ile özdeşleşen Sayın Mehmet Tütüncü’nün eseri. SOTA, Sayin Tütüncü’ nün yanısıra, başta Sayın Cengiz Turan olmak üzere diğer aktif editör yardımcılarının yönetiminde, tüm Türk Dünyasına hizmet veriyor. Sadece fethullahçılara mı, nakşibendilere mi, nurculara mı, kadirilere mi, süleymancılara mı ya da diğer şeriatçı yapılanmalara mı? Elbette hayır. Müslüman, ortodoks, musevi, belki de ateist, ama din ve inanç ayırımı yapmaksızın tüm Türk Dünyasına internet hizmeti sunuyor. Boyculuğu, etnik ve dinsel ayrımı reddediyor. Bugüne kadar SOTA’yı fethullahçılar ya da diğer şeriatçı yapılanmalar kesinlikle yönlendiremedi. Benim yönlendirme çabalarımın var olduğunu öne sürmek, Sayın Tütüncü ve bir avuç saygın arkadaşına çamur atmakla özdeştir. Benim ve benim gibi Türkçülerin savunduğu görüşlerinden birtakım boycuların ve şeriatçıların rahatsız olması normaldir. Önemli olan, SOTA’da farklı düşüncelerin ve tezlerin özgürce, akademik ölçütlerde ifade edilmesidir. Sayın yazar (!) farklı coğrafyada dağınık halde yaşayan yüz milyonu aşkın büyük ve köklü bir ulusun, Türk ulusunun evlâtlarıyız. Çarlık Rusyası’nda İlminski ile başlayan bir asimilasyon politikasının sonucu, paramparça edilmiş, Türk adını kullanmaktan korkan, kaçınan bir topluluğun, bir de tarikat, cemaat ya da her neyse yüzlerce parçaya bölünmesine hangi vicdanla razısınız? Bu ne biçim bir milliyetçiliktir? Hangi tarikat ya da cemaat kendisinden olmayanları kabul ediyor ve saygı duyuyor? Süleymancılar, kendilerinden olmayanların babaları bile olsa cenaze namazına katılmıyor? Nakşilere göre en müslüman kendileri. Keza fethullahçılara, kadirilere, nurculara göre de öyle.
Hem ümmetçi olacaksınız, hem de milliyetçiliği sizden olmayan, Allah ile aralarına aracı şeyh koymayan, koymayı reddeden, putlaştırmayan yüz milyonu aşkın Türke bırakmayacaksınız?!. Hatta, utanmad da ülkücülüğü de tekelinize alacaksınız!.. Bu arsızlıkla sizler SOTA’yı yönlendiremediniz, yönlendiremezsiniz de. Ancak, bilmelisiniz ki SOTA, varoluş nedenine uygun olarak Türkten, Türklükten taraftır, şeriatçılıktan ya da bölücülükten ya da komünistlikten ya da boyculuk sapkınlığından değil…

Gönültaş, yazısında Paul Henze ve Graham Fuller’in SOTA’nın ingilizce bültenine üye olduğunu belirtip, Sayın Tütüncü ve arkadaşlarına üstü kapalı bir imada bulunuyor. Niye sadece Paul Henze ve Graham Fuller?!. Türk Dünyasının internetteki tek büyük varlığı olan SOTA’nın bültenlerini emin olunuz ki, mutlaka ve mutlaka Alman İstihbarat Servisi BND başta olmak üzere, SAVAK, KGB, KIP, MSS-MPS-GUOANBU, M15-M16 gibi diğer Türklük düşmanı ülkelerin yabancı servisleri de izliyordur. İzlememeleri düşünülemez bile. Ama niye bu fazlasıyla deşifre olmuş iki C.I.A. görevlisinin adları özellikle geçiyor?!. Gönültaş’ın cümlelerindeki seçilmiş mesajı, belli bir zekâ ve kültür düzeyindeki kişilerin algılamaması elbette mümkün değildir. Ve ayıptır, Sayın Tütüncü ve arkadaşlarının kendilerine gösterdiği hoşgörüye, saygıya, güvene ihanettir.

Fethullahçıların da insan hakları vardır ama C.I.A.’yla işbirliği ithamına ilişkin hakları hiç yoktur: Rusya’daki okullarda görev yapan kırmızı pasaportlu A.B.D. vatandaşı öğretmenlere maaş ödemediklerini söyleyenler kendileri, hem de bizzat Fethullah Gülen’in kendi ağzından: “Asya’daki bazı okullarda Amerikalı öğretmenlerin çalışması buna delil olabilir mi? Amerikalı, Alman, İngiliz kısaca pek çok milletten öğretmen veya başka türlü görevli dünyanın her tarafında, Türkiye’deki çeşitli okullarda, hatta bazı hassas Türk resmi dairelerinde çalışmıyor mu? Meselâ, istihbarat teşkilâtımız olan MİT’in CIA ve MOSSAD’la şu veya bu şekilde münasebeti olduğu ve bazı konularda işbirliği yaptıkları bir vakıa değil mi? Aynı şekilde, Türk Ordusu NATO içinde Amerikan ordusu yakın işbirliği içinde değil mi? (Lynne Emily Webb, İftiranın Değişmeyen Mantığı, İstanbul: Zaman Yay., Çev. Özgür Olgun, 1999, s. 134). Şeyhliğini üstlendiği, Türk Devletini elegeçirmek üzere programlanmış fethullahçı suç organizasyonunu Türk Devleti ve devletin Genel Kurmay gibi, MİT gibi temel kurumları ile eşit konumda gören ve alternatif hak talebinde pervasızca bulunan Fethullah Gülen, bir başka yerde yine bizzat şu cümleleri yazmaktaydı: “Bu manada inanmış bir insanın batı karşısında Amerika’yla entegrasyon karşısında olması katiyyen düşünülemez” (Zaman, 4 Eylül 1997). Gülen’in entegrasyon dediği herhalde tam bağımsızlık olmasa gerek. İşte fethullahçıların milliyetçiliği ve uşaklığı!..

RADİKAL TÜRKÇÜLÜK

Yazar (!) şahsıma atfen radikal Türkçülükten bahsetmektedir. Türkçülüğün radikali, serti, yumuşağı olmaz. Türkçülük, estetiktir, duygudur, akıldır, bilimdir, kısaca bir bilinçtir. Fethullahçılık ise diğer şeriatçı yapılanmalarda olduğu gibi bir inanç ve duygu sömürüsüdür. Takıyye denilen ikiyüzlü sahtekâr-lığa cevaz verdiği için de “yumuşak”tır. Türk kelimesinin başına sünni, şii, hristiyan, tarikat, radikal gibi sıfatlar eklenemez, eklense de yakışmaz, eğreti durur. Türk, Türkçülük gibi kavramlar ayrıca sıfat gerektirmez…

BİR BAŞKA ASILSIZ İSNAT

Nuh Gönültaş, yazısının son paragrafında asılsız isnatlarını şu terbiyeden yoksun cümlelerle noktalıyor: “Hablemitoğlu, hiçbir İslami grupla mücadele etmediği halde sadece Hocaefendiyi hedef alıyor, bunu yaparken de milliyetçi çevrelere yamanmaya çalışıyor. Başta da söylediğim gibi bu adam izlenerek, son dönemde aklı başında hiç kimsenin prim vermediği sadece medyamızdaki bazı ‘düğmeler’ tarafından çığırtkanlığı yapılan rapor adlı müsveddelerin nerelerde hazırlandığı tahmin edilebilir!”

Şimdi Nuh Gönültaş adını taşıyan Zaman yazarına soruyorum:

Fethullah Gülen ve cemaatini ya da suç organizasyonunu Türkiye’nin birinci derecede tehlikeli iç ve dış tehditler sıralamasının başına koyan Milli Güvenlik Kurulu;

Fethullahçıların Anayasal düzeni ilga suçunu işlediklerine ilişkin topladığı bilgi ve belgelerle Fethullah Gülen’in idamı istemiyle soruşturma açan DGM Savcısı;

Fethullahçı suç organizasyonunun örgütsel yapısı ile ilgili ön hazırlık çalışmalarını sürdüren Batı Çalışma Grubu ve Sivil Çalışma Grubu;

Fethullahçı suç organizasyonunun tüm yasadışı eylemlerini delilleri ile çıkaran ve bu konuda resmi raporlar düzenleyen Emniyet, M.İ.T. ve Askeri İstihbarat…

Sayın Yazar (!) devletin bu asli kurum ve kuruluşları sizce ne yapmaya çalışıyorlar? Sizin deyiminizle kime “yamanmaya” çalışıyorlar. Devlet haksız, siz haklısınız, güldürmeyin insanı…

Evet, bir Cumhuriyet aydını, bir Atatürkçü bilim adamı olarak, Türklük bilincine sahip bir araştırmacı sıfatıyla sizi ve şeriklerinizi rahatsız ettiğimi, itici geldiğimi biliyorum. Hatta canınızı fazlasıyla acıttığımın da farkındayım. Savunma stratejinizin çöküşünde küçük bir rolümün olduğunu da kabul ediyorum. Şuna inanabilirsiniz ki fethullahçılara özel bir husumetim yok. Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezliğine tehdit oluşturan tüm iç ve dış tehdit odaklarının kürtçülerin, mezhepçilerin, şeriatçıların, marksist terör örgütlerinin de düşmanıyım.
Ama biliyorum ki, bunların için en tehlikelisi, takıyye denilen sahtekârlığı en aşağılık biçimde sürdüren, devleti içten içe ele geçirmeye, şeriat düzenini getirmeye çalışan ve bunun için de teknolojinin tüm imkânlarını kullanan fethullahçılar. 1968′den bu yana yayınlanan kitap ve makalelerimde, ayrım gözetmeksizin bu ihanet odaklarını teşhir etmeye çalıştım. YENİ HAYAT dergisinin önceki sayısında bu ihanet odaklarından “Kaplancı”ların Alman Anayasayı Koruma Örgütü, bir başka ifadeyle İç İstihbarat Servisi olan BfV ile ilişkileri üzerine yazdım, yani sizler özel değilsiniz. Lütfen gerçekdışı bilgi vermeyin.

Diğer taraftan, Zaman ve Akit gazetelerinde şahsımla ilgili olarak: “Kütüphane-arşiv hırsızı”, “İslam düşmanı”, “Abdülhamit Han düşmanı olduğu için Abdülhamitoğlu olan resmi soyadı yerine takma soyadı kullanıyor”, “muhbir”, “enforman”, “A.B.D.’nin patriotu” gibi yakışıksız ve ilgisiz benzetmeleri içeren iftira ve hakaret kampanyası açıldığını tüm kamuoyu izliyor. Hiçbir delil, yargı kararı ve belge olmaksızın bu kampanyayı yürütenler hakkında, -Nuh Gönültaş dahil- Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusu yapılacak ve en ağır manevi tazminat davası açılacaktır.
Sözde İslâmiyeti savunduğunu söyleyenler, riyayı, yalanı, gıybeti, dedikoduyu en büyük günah sayan; gönül kırmayı en ağır günah olarak addeden İslâmiyet adına bu suçları işlemişlerse, bu yanlarına kâr kalmamalıdır. Daha bu dünyada bu iftiralarının bedellerini hiç şüphesiz ödeyeceklerdir.

Nuh Gönültaş gibiler, asılsız hakaret ve isnatları ile şahsımı tahrik ederek fethullahçılarla ilgili mücadele stratejileri konusunda bana ilham kaynağı oluşturmaktadırlar. Türkçü kesim içinde, fethullahçı ve diğer şeriatçı yapılanmalarla ilgili en zengin arşive sahip olan kişiyim. Fethullahçıların tüm kasetlerini, bilgilerini, belgelerini, faaliyetlerini en yakın takip eden ve deşifre ederek ihanetlerinin kamuoyunca bilinmesini sağlayan sınırlı sayıdaki aydınlardan biriyim.

Fethullah Gülen’in yargılanması, organizasyonun çökertilmesi için şeriatçı kardeşlerimin daha çok canını sıkacağımdan kimsenin şüphesi olmasın…

____________________________________________________________________________

NOT: Fethulllahçı İbrahim Öztürk’ün iftiralarına ise bir sonraki yazımda devam edeceğim”.

4. Fethullahçıların okul açabilmek için şarkvari bir kurnaz-lıkla Orta Asya Cumhuriyetleri’nin Devlet Başkanlarına çok açık övgüler düzerken, özellikle Özbekistan’daki Türkçüleri karşısına alarak ihbarda bulunmaları, mutlaka değerlendirilmesi gereken bir olgudur. Fethullahçıların ABD Ortodoks Patriği dahil özellikle Türk düşmanlığı ile ünlü ortodoks din adamlarıyla olan ilişkilerinde, ucuz çıkarlara dayalı aynı riyakârlık ve yağcılık sözkonusudur.

5. Hürriyet, 21 Ağustos 1999, s. 9.

6. Emin Çölaşan, “İşte Deprem Yobazları”, Hürriyet, 22 Ağustos 1999.

Yeni Hayat dergisi, sayı 59

Kaynak: http://www.hablemitoglu.org
 
konu okadar zıvanadan cıkmıs ki uyarıları dikkate alan bile yok artık baska konularda birbirinize hakaret edersiniz gerekli işlemler yapılacak bu arkadaslar hakkında
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Geri
Üst