Türkiye Cumhuriyeti bir askeri istibdat ve sapıklıktır
Nurculara göre Türkiye Cumhuriyeti bir askeri istibdat ve sapıklıktır
Nurculuk,Atatürk ve Devrimler
Nurcular, Atatürk'e, ilkelerine ve Türkiye Cumhuriyeti'ne karşıdırlar.
Nurculara göre Türkiye Cumhuriyeti bir askeri istibdat ve sapıklıktır.Cumhuriyet, onlara karşı hücum etmek için girişilmiş bir zındık hilesidir.Nitekim, Said'e göre mutlak istibdata Cumhuriyet, mutlak din sapkınlığına rejim,mutlak sefahata medeniyet,keyfi cebre kanun adı verilerek kurulmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti sadece İslama değil, ahlakada aykırıdır.Öyle ki bu cumhuriyette, camiler mihrapsız, köyler imamsız,şeyhler fırkasız,müritler başsız bırakılmıştır.
Halbuki olması gereken devlet bir din devltidir.
Gülen'in Kabuslu Günleri: Askerlik
Askerliğini zor şartlar altında yapmadığı için,ordunun yemeğinin kendisine caiz olmadığını düşünerek yemeden içmeden kesildi Fethullah Gülen,"Küçük Dünyam" adlı kitabında, teskere gününü şu cümlelerle anlatıyor:
"Hayatımın en kabuslu günleri sona ermişti.İki sene ihtilaller ve ihtilal teşebbüsleri ile yüzyüze yaşadığım ve 'korkulu bir rüya görüyorum, uyanınca geçecek' diyerek kendimi ikna ettiğim ve bu ikna ile sabredebildiğim askerlik artık bitmişti."
Fethullah Gülen askerlik günlerini kabus olarak nitelendirse de yine kend anlatımlarından nöbet tutmadığını, eğitim yapmadığını, herkes 24 ay askerlik yaparken onun 17 ay yaptığını, günlerini kitap okuyup, gece-gündüz Kur'an dinlayerek geçirdiğiniöğreniyorduk.Fethullah Gülen'in kabusu her Nurcu gibi askerliğin felsefesine olan inançsızlığından kaynaklanıyordu.
-Daha dün, yüzde doksan dokuzundanfazlası müslüman olan ülkemizi 'Dar-ül İslam', yani islam ülkesi olmakla suçlayarak; Türkiye'yi 'Dar-ül Harp' yani islamın kurtuluşu için kan dökülecek ülke olarak ilan edenleri barındıran siyasi partilerin dinci terörle mücadelede başarı sağlaması zor görünüyor. Önce içte düzenleme gerekli...
Ey Vatan, genç idin, eyvah tükendin,bittin!
Bizi hainlere, alçaklara muhtaç ettin.
Bunca öksüzleri kimlere koydun gittin.
Namık Kemal
FETHULLAHÇI OKULLARIN İÇ YÜZÜ
1-)Dinlediğim pek çok Azeri kadın, göz yaşları içinde, Fethullahçıların okullarında eğitim gören çocuklarının kendilerinden koparıldığını, onları kaybetmek üzere olduklarını söylediler.Çocuklarının geleceği için,Azeri okullarına göre eğitim kalitesi bir hayli yüksek olan Fethullahçı okulları tecih eden,büyük maddi fedakarlıkta bulunan Azeri kadınlar, bir süre sonra çocukların anne ve babalarını inançlarını sorguladıklarını, hatta aşağıladıklarını, neşe ve canlılıklarını , çocukluklarını kaybettiklerini anlattılar.Onlara Türkiye'de de aynı taktikten hareketle nasıl çocukların ailelerinden soğutularak koparıldıklarını, sonrada kişilerinin nasıl törpülenip cemaat kişili içinde yer almalarını sağladıklarını- örnekleri ile- anlattım ve ışık evlerindeki ilişkileri açıkladım.Kısaca çocuklarını seviyorlarsa bu okullardan almalarını önerdim.
2-)Orta Asya'da, Afrika'da, Amerika'da, Avusturalya'da kısacası dünyanın her tarafında "Türkiye'nin kültür misyoneri" olduklarını iddia ediyorlar.Programlarında haftada 3-8 saat Türkçe'ye yer verirken, 25 saat İngilizce verdikleri için ingiltere'den "üstün hizmet ödülü" alıyorlar.( Türkiye'de ise bu çocukların İstiklal Marşımızı nasıl Türkçe okuduklarını yüzlerce kez göstererek kamuoyunu yanıltıyorlar.)
ABD'den ise "kırmızı pasaportlu CIA çıkışlı" öğretmen takviyesi ve siyasal dokunulmazlık, ekonomik güç desteği görüyorlar.Buralarda Türkçü, çağdaş, aydın gençler yetiştirmek yerine, sadece milli kimliğini bilmeyen, Türklük bilincinden yoksun molla yetiştiriyorlar. Ama bu okullardaki Türk olmayan öğrencilere hiç karışmıyorlar;dini eğitimden kesinlikle kaçınıyorlar;ulus biçimlerini etkilemeye çalışmıyorlar.Fethullahçıların yurt dışındaki okullarında Türk olmayan öğrencilere Türkçe eğitimi sadece şeklen veriyorlar.Türk kültürü asla öğretilmiyor.Belki şaşıracaksınız İslamiyet'de anlatılmıyor;öğretilmiyor.Bu okulların programları itibariyle ABD ya da İngiliz kolejlerinden hiç bir frkı yok!...ABD bölgesel hesapları gereği haritada nereyi işaret ediyorsa, Fethullahçı maşalar oraya gidiyorlar ve okul açıyorlar.
3-) Sonuçta, Kırım'da, Azerbaycan'da, Orta Asya'da ve Rusya Federasyonunda ya da Türklerin yaşadıkları diğer ülkelerde, Türk çocuklarını önce ailelerinden, sonra Türklüklerinden kopararak mollalaştırıyorlar.En yeteneklilerini ve başarılılarını daha sonra Türkiye'ye getirerek yüksek öğretim süresince beyinlerini yıkamaya devam ediyorlar.Bu gençler gerçekten güvenilir mürit olduktan sonra tekrar kendi ülkesine gönderip burada stratejik makamlara gelmek üzere yerleştiriliyorlar;Türklüğe hizmet için değil, Fethullahçı organizasyonun çıkarlarına hizmet etmek üzere ...Kısacası Fethullahçılar böylece Türklüğe ihanet ediyorlar!...
4-)Fethullahçılar Azerbaycan bürokrasisine oldukça hakimler.Tıpkı Türkistan 'da olduğu gibi iki bakan yardımcısının Fethullahçı olduğu ifade ediliyor.Ticaret, endüstri, eğitim ve gümrükle ilgili birimlerde tüm yetkililerin Fethullahçılar tarafından "maaşa bağlandığı" iddialar arsında.
Fethullahçıların aylık maaşa bağladıkları arasında Haydar Aliyev'in ve de hükümet yetkililerinin yanı sıra , iktidar partisinin ve muhalefetteki tüm partilerinde yer alması, ister istemez gerçek patron ABD'nin geleneksel politikasını çağrıştırıyor:"İktidar kadar,yarın iktidara gelebilecek potansiyele sahip muhalefete de yakın ve organik ilişki kurmak..."
5-)Diyebiliriz ki, okullar buy mafyayı çağırıştıran çıkar çarkının sadece kılıfı.Fethullahçılar,yerleştikleri ülkelerde, yönetimi ve bürokrasiyi elde ettikten sonra ekonomik anlamda da kökleşmeye başlıyorlar.Yaklaşık 280'in üzerinde şirket ve holdige, 25 milyon dolarlık mal varlığına ve yıllı 600 trilyon liralık iş hacmine sahip olan Fethullahçı organizasyon, karlı gördükleri alanlarda bu ülkelere girmeye başlıyorlar.Suyun başı tutulduğu için de rüşvet,haraç ve benzeri engellere takılmıyorlar....
Fe-T-ullah mı, Fet-H-ullah mı ?
31.01.1986 yılında İzmir Nüfus Müdürlüğünden, değişme sebebi ile aldığı 1881 kayıt nolu kimliğinde ismi; Fe-T-ullah' tır. Daha sonra adına bir H harfi ekleyip Allah'In fetihçisi anlamına gelen Fet-H-ullah'a dönüştürerek saf insanlar üzerindeki etkisini arttırmaya çalışmıştır.
Necip HABLEMİTOĞLU
FETHULLAH GÜLEN VE ÖRTÜLÜ DESTEĞİ
Fethullah Gülen'in tüm dünyaya dağılmış müritlerini yönlendirdiği internet sitesinde (2), Recai Kutan ile aynı gün, aynı doğrultuda "Türkiye'de Cinayetlerin Perde Arkası" başlıklı bir röportajı yayınlanmıştır. Burada verilen mesajların tümü, bağnazlığın ve yobazlığın, nasıl bilinen hukuksal gerçekleri bile yok sayabileceğinin en tipik örneğini oluşturmaktadır:
"... Bahriye Üçok, Turan Dursun, Uğur Mumcu gibi basın-yayının önemli ve önde gelen insanları, faili meçhul cinayetlere kurban gittiler...gitti ve sahip oldukları kimliklerden dolayı da cinayetler müslümanlara maledildi. Medya da olayı tahkik ve tetkik etmeden, niçin ve neden sorularına cevap verecek sır perdelerini aralamasını beklemeden aceleden hüküm verince Müslümanlar bu menfur olayların katili oldu çıktı. Halbuki devletin yetkili organları biliyor ki, bu cinayetleri Müslümanlar işlemedi. Bu insanlar -isim tasrih etmeyeceğim- dünya çapındaki istihbarat örgütlerinde eğitim görmüş, profesyoneller tarafından öldürüldü.
Pekala bu faili meçhul cinayetler neden Müslümanların üzerinde kalıyor denecek olursa:
Bu ülkede Müslümanlara karşı son yıllarda daha da belirginleşen güven ve itimadı sarsmak için İslami terör havasının estirilmek istenmesi önemli bir amildir. Bazıları bununla, gerek halk, gerekse elit tabakada oluşan, İslam'a yönelişin önünü kesmeyi planlamaktadır.
Bu olaylar vesilesiyle askeriyeye darbe adına davetiye çıkartıldığı da diğer bir saik. ...
Faili meçhul bu cinayetlerin Müslümanlar tarafından işlenmediğini ispat etmek çok zor, hatta imkansızdır. Zira hukuk mantığına göre 'nefy ispat edilemez'....
Bence soruya esas cevab teşkil eden noktaya şimdi geliyoruz. Esas itibariyle Müslümanlıkta terör yoktur.... Netice itibariyle, terörizmi, İslamiyet ile telif etmek imkansızdır. Allah'ın rızasını gaye edinmiş bir Müslüman, kim olursa olsun adam öldüremez. Hatta bu müslüman, İslamı devlet çapında temsil etme, böylece bütün dünya ülkelerine örnek olma, devletlerarası muvazenede belli bir yeri alarak, Müslümanların hak ve hukukunu gözetme vs. gibi dolambaçlı yollardan Rabbin rızasına doğru yürüse bile yine adam öldüremez; zira bu neticeye adam öldüre öldüre varılmaz ve varılamaz" (3).
Görüleceği üzere, Fethullah Gülen'in gerçeği yansıtmayan söylemleri, Recai Kutan ve de "bana sağcılar için katil dedirtemezsiniz" diyen eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in söylemleri ile örtüşüyor: Kurbanlarını arkadan vahşice öldürürürken tekbir getiren, üstüne şükür namazı kılan, sonra da evinin bodrumuna gömen, Sivas'da 37 Cumhuriyet Aydınını yakanlar sanki uzaydan gelmişçesine.
Değişen gündeme uygun makaleleri ile cemaatine talimat-yön veren Fethullah Gülen'in gerçekdışı söylemleri sadece Hizbullahçıları dolaylı gündemden düşürerek cemaatinin desteğini göstermeye yönelik mi? Elbette ki hayır!.. Gülen, isim vermemekle Hizbullahçıların yanısıra selamcılara, islami kürt hareketçilerine, kaplancılara, talibanlara ve diğer terörist şeriatçı yapılanmalara da örtülü destek-dayanışma mesajı veriyor. Söz açılmışken, bir başka yayınında şeriat yolunda savaşma -nefs ile değil- anlamına gelen cihat kavramı ile ilgili olarak Fethullah Gülen, yukarıdaki insan öldürmeye ilişkin sözlerini bizzat kendisi yalanlıyor: "Cihad bir hayır kapısıdır; o kapıdan giren iki hayırdan birine mutlaka kavuşacaktır. Evet, ya şehid olup ebedi bir hayat, ya da gazi olup hem dünya, hem ukba nimetlerine kavuşacaktır. İşte bu cihadda bir de böyle bereket var.... Cihad sözcüğü; içinde bulunulan asır ve şartlara göre değişkenlik arz eden geniş kapsamlı bir kelimedir. Gün olur, mal-mülk her şey feda edilerek bu vazife yerine getirilir, zaman gelir, yollar gider bir can pazarına ulaşılır ve can alınır verilir". Ne kadar insancıl (!) ve hümanist (!) bir söylem!.. Bu söylem çerçevesinde sadece cihad uğruna can alıp verenler şehit ve gazi sayılacak ve bu kapsamın içine Hizbullahçılar girecek ama PKK ve Hizbullah'a karşı vatanı ve kamu düzenini korurken canlarını ya da uzuvlarını veren onbinlerce TSK, Emniyet ve Eğitim mensubu kapsam dışı kalacak!..
"İki parça halinde yaşayan milletler zayıftır,hastadır."
M.Kemal ATATÜRK
Emniyet Müdürü Osaman AK'ın ,hayli uzun ve çarpıcı tanık ifadesinden bazı bölümler:
"...Bu raporda,Polis Koleji'nin yüzde 50'sinin Fetullah Gülen gurubuyla temas halinde olduğunu yazıyordu.Bu zaman kadar hiçbir cezalandırma olmadığına göre,karşıdaki insanlar en az başkomiser rütbesinde bulunuyor.Biz İstihbarat Daire Başkanına yazdığımız kişiye özel ve çok gizli yazıların nasıl sızdığını anlıyamıyorduk.Ama daha sonra 92'deki bu listede yer alan bir ismin, İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun'un Özel Kalem Amiri olduğunu gördük.Kişiye özel bilgilerin nasıl sızdığını anladık...Ak,Gülen yandaşlarının düzenledikleri himmet toplantılarıyla yardım topladıklarını bildirdi...."
"Türk genci,inkilapların ve rejimin sahibi ve bekçisidir.Bunların lüzumuna ve doğruluğuna herkesten çok inanmıştır;rejimi ve inkılapları benimsemiştir.Bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı ve bir hareket oldu mu:"Bu memleketin polisi vardır.jandarması vardır,ordusu vardır,adliyesi vardır..."demeyecektir,hemen müdahale edecektir:Elle , taşla ,sopa ve silahla..nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır.Polis gelecektir;asıl suçluları bırakıp suşlu diye onu yakalayacaktır.Genç,"Polis,henüz inkılap ve Cumhuriyetin polisi değildir."diye düşünecek,fakat asla yalvarmayacaktır.Mahkeme onu mahkum edecektir.Yine düşünecek:"Demek adliyeyide ıslah etmek,rejime göre düzenlemek lazım!..."diye düşünecektir.Onu hapse atacaklar.Kanun yolundan itirazlarını yapmakla beraber, bana,ismet paşa'ya,Meclise telgraflar yağdırıp haklı ve suçsuz olduğu için tahliyesine çalışılmasını istemeyecek ve diyecek ki "Ben inancımın ve kanaatimin icabını yaptım.Müdahale hareketimde haklıyım.Eğer buraya haksız olarak gelmişsem,bu haksızlığı meydana getirn sebeb ve amilleri düzeltmek de benim vazifemdir!.."
İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği!...
K.ATATÜRK
5 Şubat 1933,Bursa
DEPREM FELAKETİ VE ŞERİATÇILAR:
FETHULLAH GÜLEN, MEMLEKETE HOŞ GELDİN!..
Dr. Necip Hablemitoğlu
Türkiye’nin sürekli değişen gündeminde şu sıralar Fethullah Gülen yer almıyor. Akıllara gelen ve bazı yayın organlarında dillendirilen soru şu: “Fethullahçılar dosyası 1995 ve 1998′de olduğu gibi örtbas mı ediliyor?” Bu sorunun birden fazla cevabı var. En önemlisi, son kaset olayı ile birlikte devleti elegeçirme amacı inkâr edilemeyecek biçimde kendi ağzından ortaya konulan Fethullah Gülen hakkındaki soruşturma konusunda “acele” edilmekten kesinlikle kaçınılıyor. Şöyle ki:
1. Fethullah Gülen’i A.B.D.’den getirmek pratikte mümkün değil. Hakkında “kırmızı bülten” çıkarılsa da A.B.D.’nin kendisini teslim etmeyeceği kesin. Ancak kendi isteğiyle gelmesi bekleniyor. İhtimal, belki de Azerbaycan, Orta Asya, Irak, Tanzanya, Kenya, Papua Yeni Gine, Tayland, Moldova, Romanya gibi okullarının bulunduğu herhangi bir ülkeye gitmesi durumunda Şemdin Sakık, Abdullah Öcalan, Cevat Soysal gibi başına çuval geçirilerek “Fethullah Gülen, memlekete hoş geldin!” denilecek. Oldukça gurur kırıcı, dramatik bir son. Diğer taraftan, Türk Devleti, her türlü dış odaklı şeriatçı yapılanmalara karşı kesin ve net bir irade koymak zorunda. En popüleri de elbette ki fethullahçılar. Fethullah Gülen’in paketlenerek yurda getirilmesi, Türkiye’deki diğer şeriatçı yapılanmalar ve onlara destek veren dış destekçiler için de, büyük bir gözdağı. Türkiye’ nin bu kararlılığı güç yoluyla sergilemesi ise olmazsa olmaz türünden bir gereklilik…
2. Fethullah Gülen’in kendi isteği ile Türkiye’ye dönmesi için her türlü ikna girişimlerinde bulunulması, hatta bazı güvencelerin verilmesi şart görünüyor. Örneğin, DGM Savcılığı’nın idam talebinde ısrarlı olmayacağı tahmin ediliyor. Kaldı ki, Türkiye idam kararlarını infaz etmiyor. Ayrıca Fethullah Gülen, bu Meclisten kendisi aleyhine bir idam onama kararı çıkmayacağını da çok iyi biliyor. O halde niye gelmiyor, vatanını mı, milletini mi sevmiyor, hiç mi özlemiyor, diye soranların sayısı ise giderek artıyor…
3. Fethullah Gülen’in yokluğunda, Türkiye’de hiç şüphesiz laik hukuk devletinin geleceği açısından iyi birşeyler oluyor. Örneğin, Ağustos kararları çerçevesinde Türk Silâhlı Kuvvetleri bünyesine sızmış bazı fethullahçı safraları attı. Başbakanlık, Mülkiye, Vakıflar, M.E.B., Emniyet ve benzeri stratejik önemi haiz kurum ve kuruluşlarda öncü nitelikte tasfiyelere ise henüz başlandı. Pişmanlık yasası bile telâffuz edilmeden kimi fethullahçılar -özellikle danışmanlar- itirafçılığa soyundu. Himmet paralarında hissedilir bir azalma yaşandığı için fethullahçı suç organizasyonu, ekonomik darboğaza kaçınılmaz olarak girdi. A.B.D.’nin de, Fethullah Gülen’i destekleyen yerli politikacıların da bu aşamada çaresizlikleri ortada. Kısaca, son kaset olayı, Türkiye’de gafletteki politikacılara rağmen devletin var olduğunu ortaya koydu.
EN KÖTÜ İHTİMAL NE OLABİLİR?
En kötü değil, fethullahçılarla ilgili az kötü ihtimal bile sözkonusu değil. D.G.M. Savcısı Nuh Mete Yüksel, bunca iş yükünün altında Fethullah Gülen hakkında “takipsizlik” kararı verse -ki mümkün görünmemekte- bile hiç önemli değil. Batı Çalışma Grubu, Başbakanlık Takip Kurulu ile diğer güvenlik ve istihbaratla ilgili devlet kurumları mükemmel çalışmakta. Asla bilinmeyen bir olgu değil, M.G.K. ve Türk Silahlı Kuvvetleri üst komuta kademesi konuya yakın takipte. Fethullahçı tehlikeye karşı kamuoyu oluşturulmuş ve her türlü bilgilendirmeye hazır durumda. Ülkenin seçkin aydınlarının yanısıra geniş halk kitlelerini temsil eden sivil toplum kuruluşlarının ve medyanın desteği ise ortada. Bir başka ifadeyle, mevcut soruşturmanın kapatılması durumunda bile, -şahsım başta olmak üzere- yeni soruşturmaları başlatacak bilgi ve belgeleri ellerinde tutan, çok sayıda sorumlu ve duyarlı Atatürkçü Türk aydını var bu ülkede… Yeter ki Fethullah Gülen Türkiye’ye gelsin ya da getirilsin!..
ÇIRPINIŞLAR: FETHULLAHÇI SALDIRILAR
Son gelişmeler çerçevesinde, “Fethullahı sevenler İslâmı sevenlerdir; sevmeyenler ise ateisler, komünistler ve bölücülerdir” gibi çarpık ve sapık bir mantık üzerine savunma stratejisini oluşturan fethullahçılar, “Yeni Hayat”ın aktif katılımı karşısında panikleyerek karşı saldırıya geçtiler. Örneğin, “Aksiyon” dergisi şu değerlendirmede (!) bulundu: “Düşman kardeşler barıştırıldı - Yine de, Avrasya Stratejisi, iki düşman kardeşi bir araya getirdi. Aydınlık ve Yeni Hayat dergileri birden kaynaştılar. Müşterek paneller düzenlediler, hatta dergiler çıkardılar. İkisinin de arkasında istihbaratçı bazı emekli kurmay subaylar vardı. En sağdaki ve en soldaki gruplar ortak hedeflerde birleşti. Dindar kitleler istisnasız olarak ‘düşman’ ilân edildi” (1). “Zaman”da ise Nuh Gönültaş adında bir yazar (!) bu asılsız isnat kampanyasına şu cümlelerle destek verdi: “‘Bu şahsa dikkat etmek lâzım. Görünüşte milliyetçi görüşler eksenli içe kapanık, faşizan bir sol-sağ platformu oluşturma amaçlı oluşturulmuş ve hangi kuruluşlar tarafından kurulduğu belli olmayan Yeni Hayat adlı yayın organında cemaate karşı yazı yazdı ve hatta bu yüzden tazminata mahkûm edildi’ diyordu” (2). Bu ve benzeri saldırılar, internette de bir süre devam etti (3).
Oysa, Basın camiasında herkesin bildiği gerçek şudur: “Yeni Hayat”, tam bağımsızlığı, laik hukuk sistemini, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk Dünyası’nın çıkarlarını savunan bağımsız Türkçü-Atatürkçü bir dergidir. Milliyetçiliği, diğer ilkelerden yani laiklikten, devrimcilikten, cumhuriyetçilikten, devletçilikten ve de halkçılıktan ayrı tutmaz; şarlatan şeyhlerin peşine takılmaz; çıkar gruplarının tetikçiliğini yapmaz. Özellikle de dış odakların aleti konumuna düşmez. Ancak, konu Cumhuriyetimizin geleceğini ilgilendirdiğinde, fethullahçılık MAİ imtiyaz sözleşmeleri gibi, asgari müştereklerde aynı mücadeleyi veren ama fikri düzeyde aynı çizgi ve yapılanma içinde yer almayan bu ülkenin kimi aydınları ile de sağ-sol ayırımı gözetmeksizin dayanışma içine girmeyi bir yurtseverlik gereği ve sorumluluğu sayar. A.B.D.’nin taşeronluğunu üstlenenlerin; Cumhuriyete karşı nurcular, nakşiler, rufailer, hizbullahçılar, kaplancılar, süleymancılar ve benzeri mürteci yapılanmalarla omuzomuza dayanışma gösterenlerin, “Yeni Hayat” dergisini güdümlü bir dergi olarak takdimlerini kabul etmek elbette ki mümkün değildir.
Bu arada, “Zaman” ve “Aksiyon”un yanısıra malûm “Akit” gazetesinde şahsımla ilgili hakaret ve iftira niteliğindeki haberleri içeren bir kampanya başlatıldı. “Arşiv hırsızı”, “muhbir”, “sahte MİT ajanı”, “İşçi Partili provokatör”, “Amerikan Patriotu” ve daha pek çok şerefsizce-ahlâksızca isnatlar… Dayanaktan yoksun bu iddiaların bazıları için sadece iki isim geçti. Biri Nevval Sevindi. “32. Gün” Programında onu herkes tanıdı, ayrıca yoruma gerek duymuyorum. Diğeri ise, M.H.P. Elazığ Milletvekili Mustafa Gül. Halen görev yaptığım Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nde usulsüz biçimde doktora diploması alan bu şahıs, bu olayı deşifre eden kişi olarak şahsıma duyduğu kinle, Akit gazetesi ile temasa geçmiş olsa gerek ki, Türk milliyetçiliğinden nefret ile şeriatçılığın sözcülüğüne soyunan bu gazete, iftirasına dolaylı dayanak olarak kendisini gösterdi. Belki hatırlayanlar olabilir, yaklaşık 10 yıl önce, halen içlerinden biri STV Danışma Kurulu üyesi olan bir öğretim üyesinin dahil olduğu yedi öğretim üyesi, aralarında fethullahçıların, süleymancıların, nakşilerin, nurcuların ve her türlü şeriatçı grup temsilcisinin bulunduğu bir kadrolaşma hareketi çerçevesinde yapılan usulsüzlüklerle ilgili olarak Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yıllarca yargılan-mışlardı. Bu olay, Türk Basınında “Profesörler Mafyası” manşetleri altında uzun süre kamuoyuna yansıtılmıştı. Bu süre içinde, aleyhlerine tek kamu tanıklığı yapan şahsımı ise, Y.Ö.K.’nun o dönemdeki yöneticilerinin desteği ile tam 3 kez üniversiteden uzaklaştırmışlar, toplam olarak da 38 ceza ve disiplin soruşturması açtırmışlardı. Sonuçta, Ankara İdare Mahkemeleri, -Danış-tay onaması dahil- 3 kez görevime iade ederken; tüm soruşturmalar ve verilen disiplin cezalarından 38 ayrı yargı kararıyla şah-sımı aklamıştı. Keza, önyargı ile olumsuz verilen sicillerim de olumluya çevrilmişti. Onanmış yargı kararları, 38 ceza ve disiplin soruşturmasının sonuçlarını yok sayarak, 38 ayrı iftiraya uğradığımı da tescil etmişti. Bir başka ifadeyle, soruşturmayı açtıranlar, tam 38 kez müfteri durumuna düşmüşlerdi. Bir MHP’li milletvekilinin, sözde milliyetçi geçinerek, sırf kişisel hınçla, aynı iftiraları tekrarla, Türklük düşmanı şeriatçı basınla içiçe görüntü sergilemesi acıdır, düşündürücüdür. Bu arada hayatımın hiçbir döneminde İşçi Partili olmadığımı da ayrıca belirtmeyi gerekli buluyorum.
“32. Gün Programı”nda tüm kamuoyu önünde şahsıma ve diğer katılımcılara düzeysiz hakaret eden Nevval Sevindi başta olmak üzere, Zaman, Aksiyon, Akit gibi yayın organlarında sözkonusu iftiraları yazan sorumlular hakkında dava yoluna başvuracağım kuşkusuzdur. Ancak, bu iftira kampanyasının bir tek olumlu yönü bulunduğunu da inkâr etmiyorum. O da, fethullahçı-şeriatçı sevgi, barış, hoşgörü, uzlaşı, hak, adalet gibi yüce söylemlerdeki ikiyüzlülüklerinin ortaya çıkmasıdır. Maskeleri bu vesileyle bir kere daha düşmüş, gerçek iğrenç yüzleri ortaya çıkmıştır. Tıpkı, faize karşı çıkan, faizsiz bankacılık altında cahil insanlarımızı kandırarak tasarruflarını kullanan bir zihniyetin şeyhinin, şahsımdan ve Yeni Hayat sorumlularından manevi tazminat olarak faizi ile birlikte 5.000.000.000 (BEŞ MİLYAR) TL. talep etmesi gibi.
VE AZERBAYCAN’DAKİ TARİKAT FAALİYETLERİ
Azerbaycan, 19. Yüzyılın sonları ile 20. Yüzyılın başlarında, Türk Dünyası’ndaki çağdaşlaşma ve Türkçülük akımının odak noktası olmuştur. Şimdilerde ise, Fethullahçıların Orta Asya’ya yayılmadaki ilk ve en önemli sıçrama tahtası. Bu itibarla, fethullahçıların sadece Türkiye’de deşifre edilmesi yeterli değildir.. Türkiye’den gelen şeriatçı kafa yapısı, Azerbaycan Türklerinin -ulusal birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duydukları bir dönemde- mevcut parçalanmışlığı daha da arttıran bir rol oynamaya başlamıştır. Fethullahçılar, kadiriler, nurcular, yeni yeni süleymancılar, sünni söylemlerle çoğunluğu şii olan Azerbaycan Türkleri arasında huzursuzluğa neden olurken; İran’dan şii mollalar, Uzak Doğudan krişnalar, Batıdan bahailer ve protestan misyonerleri, Suudi Arabistan’dan vahhabiler, Azeri Türklerinin toplumsal ve dinsel hayatını, ulusal kimliğini kemirmeye -giderek artan ölçülerde- devam etmektedirler.
Bir ülke düşününüz ki, yüzyıllar boyu süren beyaz ve kızıl (Çarlık ve Sovyet) Rus esaretinden ve de sömürüsünden yeni kurtulmuş olsun. Bir taraftan, dünyanın en önemli petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip bir ülke olma avantajını elde tutarken, diğer taraftan toplam topraklarının % 20’sinden fazlasını Ermenistan’a kaptırmış. İşgal altındaki Karabağ’da Ermeni vahşetinden canını kurtarabilen 1 milyondan fazla vatandaşı, yoksulluk sınırının altında çadırlarda yaşam mücadelesi veriyor. Eğitilmiş bir orduya henüz kavuşmuş değiller. Yetişmiş bir bürokrat kadroları da yok. Üstelik, deneyimli bir KGB yöneticisinin, Haydar Aliyev’in Cumhurbaşkanı olduğu bir ülke bu. Mezhepsel ayrılıkların tarihin kökenine inen acı deneyimlerine sahipler. Milliyet bilincinin, milli aidiyet duygusunun oluşumuna öylesine ihtiyaçları var ki!.. Üstelik, entellektüeller arasında tek ortak payda olan Türkçülük, Azerbaycan’da Türkiye’ye oranla daha sık ve daha yüksek sesle telâffuz edilirken, birden bu ülke yerli ve yabancı tarikatların işgali altına giriyor ve her biri Azerbaycan insanını bir taraftan çekiştirmeye başlıyor.
Azerbaycan’da faaliyet gösteren tüm yerli-yabancı tarikatların hedefi devleti ele geçirmek. En çok parayı Vahhabiler harcıyor: Kişi başına 7.000 dolar. Hedef kitlesi ise Azeri köylüler ve esnaf. İranlı mollalar ise sadece şii Azerilere yönelik eğitim çalışmaları içindeler. Ancak, ciddi bir potansiyel risk oluşturmuyorlar, çünkü Güney Azerbaycan’da yaşayan soydaşları üzerindeki Acem faşisti molla rejiminin baskılarını tüm Azeriler biliyor. Azerbaycan’da İran’a yönelik olarak sadece bu nedenle büyük bir nefret egemen. Misyonerlerin, krişnaların ve de bahailerin baş-lıca hedefi ise Azerbaycan Ordusu!.. Sadece subaylar arasında etkinlik gösteriyorlar. Türkiye’nin askeri eğitmenleri, Azeri subaylarını ve askerlerini karşılıksız eğitirken; örneğin bahailer, din değiştiren Azeri subaylarına -ailelerinin de din değiştirmeleri ve bir daha dönmemeleri koşuluyla- ayda 350-400 dolar maaş veriyor. Ortalama maaşın 50 dolar civarında olduğu Azerbaycan’da, İslâmiyeti terkederek bahailiğe geçen Azeri subay sayısı 300′e yaklaşmakta. Üst komuta kademesinde yer alan subayların büyük bir bölümü ise etnik açıdan Türk değil!.. Kadiriler daha çok üniversite çevresinde ve bürokratlar arasında faaliyet gösterirken, nurcular da sahip oldukları ekonomik potansiyeli değerlendirerek mümkün olan her kesimde mürit kazanmaya çalışıyorlar. Süleymancıların ise öğrenci yurdu açma çabalarından söz ediliyor.
AZERBAYCAN GEZİSİ VE İZLENİMLER
Azerbaycan Türk Kadınlar Birliği’nin davetlisi olarak 9-14 Temmuz 1999 tarihleri arasında Azerbaycan’a gittim. Birlik Başkanı Sayın Tenzile Rüstemhanlı ve “Yeni Hayat” yazarı Sayın Sevgi Erenerol ile birlikte, “Fethullah Gülen ve Türk Dünyasın-da Fethullahçı İhaneti” konusunda çok sayıda toplantıya katıl-dık. Siyasi Parti yöneticilerinin, Bakû’da çıkan tüm gazete ve dergilerin yazar ve muhabirleri ile devlet ve özel televizyonların muhabirlerinin, kadın ve gençlik dernekleri yöneticilerinin, sanatçıların katıldıkları bu toplantıların yanısıra, talep eden medya mensupları ve başta Ebulfeyz Elçibey olmak üzere parti liderleri ile de farklı mekânlarda yüzyüze görüşüp sorunu tüm boyutları ile aktarma fırsatı bulduk. Dikkati çeken bir konu, 12 Temmuz günlü toplantıda, komünistliğini açıkça ifade eden “Sosyal Demokrat Partisi”nin Başkan Yardımcısının Fethullah Gülen’i savunması, destek vermesi oldu. Tıpkı, Türkiye’deki “dönek sol” diye tabir edilen II. Cumhuriyetçilerin Fethullah Gülen organizasyonuna -entellektüellik (!) adına- destek vermeleri gibi. Aynı kişinin, Türkiye’nin demokratik bir ülke olmadığından sözederek, Atatürk’e de dil uzatması ise, tepkilere yolaçtı. Bu toplantının tartışma bölümünde, Azerbaycan Gençlik Derneği yöneticilerinden bir genç, İstanbul’daki yurt yaşamından kesitler anlatarak bizlerin de fazla bilmediği fethullahçı yobazlık örneklerini sıraladı.
Konunun bir başka ilginç tarafı, Uzak Doğu kökenli “Krişna” tarikatının misyonerlerine resmi salon, hatta kapalı spor salonu tahsis eden Azeri yöneticilerin, fethullahçılıkla ilgili düzenlenen bu toplantılara salon tahsis etmek istememesiydi. Ancak, Bakan Birinci Yardımcılığı görevini de yürüten Sayın Tenzile Rüstemhanlı, bu toplantıları, eşi ünlü Azeri şairi Sabir Rüstemhanlı’nın lideri olduğu “Vatandaşlık Hemşeriliği Partisi” Genel Merkezi’nde gerçekleştirmesi de oldukça anlamlıydı. Toplantıların tüm basın organlarında haber ya da ropörtaj olarak yayınlanması, televizyonların bu toplantılara haber bültenlerinde geniş biçimde yer vermesi üzerine, fethullahçı okulların bir yetkilisi devlet televizyonuna çıkarak yaklaşık yarım saat içinde, iddialara cevap vermek yerine Haydar Aliyev’e bağlılıklarını, sonsuz hürmetlerini ve sevgilerini ifade etti; Fethullah Gülen’in ulu (!) kişiliğini mürit huşusu içinde anlattı. Programı izleyen Azeri aydınlarının değerlendirmesi, inanılmaz ölçüde benzeşmekteydi ve sadece iki kelimeyi içermekteydi: “Yağcı molla!”… Bu arada, medyanın sınır tanımaz gücü kendini gösterdi ve Özbekistan Kadınlar Cemiyeti’nden yine fethullahçılıkla ilgili toplantı talebi ve daveti geldi. Halen, tüm Azerbaycan şehirlerinde, Sayın Erenerol ve Sayın Rüstemhanlı’nın konuşmacı olarak katıldıkları “Fethullah Gülen ve Türk Dünyası’nda Fethullahçı İhaneti” konulu toplantılar devam etmekte.
Fethullahçıların Azerbaycan’daki konumu ile ilgili diğer saptamaları da şöyle sıralamak mümkün:
1. Azerbaycanlı Türk kadınları, gerek Türkiye’den ve gerekse dış ülkelerden gelen tarikatçıların faaliyetlerinden fazlasıyla rahatsızlar ve duyarlılık gösteriyorlar. Dinlediğim pekçok Azeri kadın, gözyaşları içinde, fethullahçıların okullarında eğitim gören çocuklarının kendilerinden koparıldığını, onları kaybetmek üzere olduklarını söylediler. Çocuklarının geleceği için, Azeri okullarına göre eğitim kalitesi bir hayli yüksek olan fethullahçı okulları tercih eden, büyük maddi fedakârlıkta bulunan Azeri kadınları, bir süre sonra çocukların anne ve babalarının inançlarını sorguladıklarını, hatta aşağıladıklarını, neşe ve canlılıklarını, çocukluklarını kaybettiklerini anlattılar. Onlara, Türkiye’de de aynı taktikten hareketle nasıl çocukların ailelerinden soğutularak koparıldıklarını, sonra da kişiliklerinin nasıl törpülenip cemaat kişiliği içinde yer almalarının sağlandığını -örnekleri ile- anlattım ve ışıkevlerindeki ilişkileri açıkladım. Kısaca, çocuklarını seviyorlarsa bu okullardan almalarını önerdim.
2. Eğitim kalitesine gelince, sanırım bu Türk kültürünün ulaştırılmasına (!), yayılmasına (!) ilişkin farklı bir strateji olsa gerek. Orta Asya’da, Afrika’da, Amerika’da, Avustralya’da, kısaca dünyanın her tarafında “Türkiye’nin kültür misyoneri” olduklarını iddia ediyorlar. Programlarında haftada 3-8 saat Türkçeye yer verirken, 25 saat ingilizce verdikleri için İngiltere’den “üstün hizmet ödülü” alıyorlar (Türkiye’de ise bu çocukların İstiklâl Marşımızı nasıl Türkçe okuduklarını yüzlerce kez göstererek kamuoyunu yanıltıyorlar). A.B.D.’den ise “kırmızı pasaportlu-CIA çıkışlı” öğretmen takviyesi ve siyasal dokunulmazlık-ekonomik güç desteği görüyorlar. Buralarda Türkçü, çağdaş, aydın gençler yetiştirmek yerine, sadece milli kimliğini bilmeyen, Türklük bilincinden yoksun molla yetiştiriyorlar. Ama bu okullardaki Türk olmayanları örneğin Rus, Ukraynalı, Moğol, Romen, Moldovan, Taylandlı, Bulgar, Papua Yeni Gineli, Tanzanyalı, Kenyalı vb. öğrencilere hiç ama hiç karışmıyorlar; dini eğitimden kesinlikle kaçınıyorlar; ulus bilinçlerini etkilemeye çalış-mıyorlar. Özetle söylemek gerekirse, fethullahçıların yurtdışın-daki okullarında Türk olmayan öğrencilere Türkçe eğitimi sadece şeklen veriliyor. Türk kültürü asla öğretilmiyor. Belki şaşıracaksınız İslâmiyet de anlatılmıyor, öğretilmiyor. Bu okullların programları itibariyle ABD ya da İngiliz kolejlerinden hiçbir farkı yok!.. Peki Türkiye ve Türklük için ne veriliyor, sorusuna verilecek cevap, koskoca bir hiç!.. Üstelik Türkiye’nin zaten kıt olan ekonomik kaynakları bu yolla heba ediliyor. Türkiye’nin tanıtımı ise gerçek anlamda yapılmıyor. Yapılan sadece şu: A.B.D., bölgesel hesapları gereği haritada nereyi işaret ediyorsa, fethullahçı maşalar oraya gidiyorlar ve okul açıyorlar.
3. Sonuçta, Kırım’da, Azerbaycan’da, Orta Asya’da ve Rusya Federasyonu’nda ya da Türklerin yaşadıkları diğer ülkelerde, Türk çocuklarını önce ailelerinden, sonra Türklüklerinden kopararak mollalaştırıyorlar. En yeteneklilerini ve başarılılarını ise daha sonra Türkiye’ye getirerek yükseköğretim sürecinde beyinlerini yıkamaya devam ediyorlar. Bu gençler, gerçekten güvenilir mürit olduktan sonra tekrar kendi ülkesine gönderilip burada stratejik makamlara getirilmek üzere yetiştiriliyorlar; Türklüğe hizmet için değil, fethulllahçı organizasyonun çıkarlarına hizmet etmek üzere… Kısaca, fethullahçılar böylece Türklüğe ihanet ediyorlar!.. Türkiye yetmiyormuş gibi şimdi bütün Türk Dünyasına bir yayılıyorlar ve geleceğimizi kemiriyorlar…
4. Fethullahçılar, Azerbaycan bürokrasisine önemli ölçüde egemenler. Tıpkı Türkmenistan’da olduğu gibi iki bakan yardımcısının fethullahçı olduğu ifade ediliyor. Ticaret, endüstri, eğitim ve gümrükle ilgili birimlerde tüm yetkililerin fethullahçılar tarafından “maaşa bağlandığı” iddialar arasında. Azerbaycan’da fethullahçıların her fırsatta, medya önünde, özel toplantılarda, okul törenlerinde KGB çıkıntısı Haydar Aliyev’e -çok ucuz, yağcılık derecesinde- övgüler düzmeleri, Azeri Türkçülerini çileden çıkarmaya yetiyor (4). Fethullahçıların aylık maaşa bağladıkları arasında Haydar Aliyev’in ve de hükûmet yetkililerinin yanısıra, iktidar partisinin ve muhalefetteki tüm partilerin de yer alması, ister istemez “gerçek patron” A.B.D.’nin geleneksel politikasını çağrıştırıyor: “İktidar kadar, yarın iktidara gelebilecek potansiyele sahip muhalefetle de yakın ve organik ilişki kurmak”…
5. Bu noktada, akıllara şu soru da gelmektedir: Azerbaycan ve benzeri daha pek çok ülkede böylesine para sarfeden fethullahçıların bu işlerde ekonomik çıkar hesapları var mı? Elbette var. Hatta, diyebiliriz ki, okullar, bu mafyayı çağrıştıran çıkar çarkının sadece kılıfı. Fethullahçılar, yerleştikleri bu tip ülkelerde, yönetimi ve bürokrasiyi elde ettikten sonra ekonomik anlamda kökleşmeye başlıyorlar. Yaklaşık 280′in üzerinde şirket ve holdinge, 25 milyar dolarlık mal varlığına ve yıllık 600 trilyon liralık iş hacmine sahip olan fethullahçı organizasyon, kârlı gördükleri alanlarda bu ülkelere girmeye başlıyorlar. Suyun başı tutulduğu için de rüşvet, haraç ve benzeri bürokratik engellere takılmıyorlar. Can ve mal-yatırım güvenlikleri sağlandığı için de kısa bir sürede piyasaya hâkim olabiliyorlar. Bakû’nun en merkezi bölgelerinde, bu tip -şeriatçı bilinen- şirketlerin mağaza ve bürolarını görmek mümkün. İğneden ipliğe, motosikletten otomobile kadar her şeyi Türkiye’den getirerek satabiliyorlar. Bütün bu şirketler, fethullahçı organizasyona yaklaşık kârlarının en az % 20’si oranında “himmet parası” ödüyorlar (kârlarının yarısını “himmet parası” olarak bağışlayanlar da var). Bu bağışların öncelikle % 10′u hemen İstanbul’a merkeze gönderiliyor. İkincisi ise, bu ülkelerde yatırım yapmak isteyen Türk girişimcileri, bürokratik engelleri aşmak, can ve yatırım güvenliği sağlamak için -yerel mafya ya da bürokratlar yerine- fethullahçılara her ay aynı oranlarda “himmet parası” veriyorlar. Bu bir tür “haraç”. Ama rızayla veriliyor, alınıyor, baskı yok, yani dini açıdan “terminoloji” çok iyi kullanılıyor (”Yeni Hayat”ın gelecek sayısında bu tezgâh önemli bilgi ve belgelerle ayrıca deşifre edilecektir). Hatta o kadar ki, Üzeyir Garih, Fethullah Gülen’e iltifatlarla dolu mektup gönderiyor, davetine icabet ediyor, değerli hediyeler sunuyor ve fethullahçıların Moskova’daki okulunu karşılıksız (!) finanse edebiliyor. Bunlar şaşırtıcı olduğu kadar, aynı zamanda da düşündürücü ilişkiler. İşte fethullahçı organizasyon bütün bunları yapabiliyor, yaptırabiliyor.
6. Fethullahçı organizasyon, Türkiye’deki propagandasında bu okullara “Allah rızası için, Türklük aşkına” bedelsiz hizmet götürüldüğünü, işlevlerinin çağdaş müslüman misyonerliği ve bir sivil toplum örgütü olarak toplumsal olaylara katılım (özellikle de eğitime) olduğunu iddia ediyor. Üstelik her türlü duygu sömürüsü de yapılıyor: “İstiklâllerine yeni kavuşan soydaşlarımız, dindaşlarımız bunlar. Açlar, Ruslar her şeylerini, mallarını, mülklerini, yer altı servetlerini sömürüp götürmüşler. Din bırakmamışlar. Onlara Türk dilini, iman etmeyi, Türk kültürünü yeniden öğreteceğiz, tarihi yeniden yazacağız, Allah rızası için himmet buyurun, bir okulun finansmanını sizin şehir-kasaba karşılasın!” İşte Türkiye’deki çarkın bir başka dişlisi de böyle işliyor ve banknot matbaası hızıyla her ay bu okullar için trilyonlarca lira toplanıyor. Küçük bir dernek bile valilikten emniyetten izin almaksızın, kermes ya da yemek davetiyesi bile satamazken, böyle büyük bir organizasyon bu paraları nasıl yasallaştırıyor? Makbuz? Yok. Valilik izni? Yok. Kayıt? Yok. Para transferi için kayıtlı ekonomi kuralları içinde banka kullanmak? O da yok. Ama, mülkiye ve adliyedeki kadrolaşma sayesinde dokunulmazlıkları var. Geçtiğimiz yıl İzmir’de Karşıyaka iskelesinde sokak çocuklarına yardım toplamak için dans eden 12-13 yaşın-daki kız çocuk çocuklarını nezarete atan ve mahkemeye çıkaran “güçlü” devlet, fethullahçı soygun düzeni karşısında âcizlik sergiliyor…
7. Gelelim yurt dışındaki okulların ekonomik yönüne. Azeri öğrencilerden para talep ediliyor. Hem de Azerbaycan halkının ekonomik gücüne göre hayli yüksek bir miktar: 960 dolar. Yerel personelin ve öğretmenlerin aylık maaşları 50-150 dolar arası. Bizzat Fethullah Gülen’in ifadesiyle, Türkiye’den giden öğretmenler ise -iddia edildiği gibi 1000-1500 dolar değil- 400-500 dolar arası bir maaş alıyorlar. A.B.D.’li öğretmenlere maaş ödenmiyor; belli başlı ingilizce kitaplar da İsrail ile bağlantılı bir A.B.D. firması olan “Bnai-Brith”in karşılıksız desteği kapsamın-da sıfır maliyetle temin ediliyor. Kısaca bu okullar, oldukça kârlı kuruluşlar. Hatta o kadar ki, toplantıların birine katılan Ordubad’lı bir Azeri veli, çocuğunun giriş sınavlarında 3. olmasına karşılık sadece 100 dolarlık bir miktarı denkleştiremediği için kayıt talebinin geri çevrildiğini; çocuğunun iyi bir okulda eğitim görmesi için tüm varını-yoğunu ortaya koyduğunu, bu 100 dolar-lık bir fark için insafsızlık yapıldığını önesürüyor. Peki, o halde onca “himmet parası” ne ve kim için toplanıyor, kimse bunun hesabını sormuyor… Okulların listesine gelince: Bakû’da, Agdaş’da, Mingeçevir’de, Kuba’da ve Lenkeran’da, Şeki’de, Sumgayıt’da Özel Türk Lisesi, Bakû Özel Türk Lisesi Ekonomi Şubesi, yine Sumgayıt’da Bakû Özel Türk Koleji Teknik Şubesi, Bakû’da Kafkas İlköğretim Okulu, Kafkas Üniversitesi, Nahcivan Türk Lisesi, Şerur Ekonomi Lisesi ve Ordubad Kız Lisesi. Tüm bu öğretim kurumları iki şirket (Çağ ve Feza) adına kayıtlı.
AZERBAYCAN’DAKİ TÜRKİYE
Türkiye Cumhuriyeti, kardeş Azerbaycan’da var da aslında yok gibi bir görünüme sahip. Şöyle ki:
1. Türkiye Azerbaycan’da olması gereken ağırlığını koyamamış bir ülke görünümünde. A.B.D. ve Almanya’nın sefaretleri gerek kültürel ve gerekse ekonomik konularda çok daha fazla etkin çalışmakta. Azeri Türkçülerin görüşü, Büyükelçimiz K. Ecvet Tezcan, malûm başarısız darbe girişiminden sonra atanmanın verdiği tedirginlikten olacak, hiç görünmemeyi yeğliyor. Bu nedenle Türkiye adına temsil ve inisiyatif kullanma hakkını fiilen fethullahçılar üstlenmiş görünüyor. Dış ilişkiler için de yapılanmış bir sivil toplum örgütü (!) oldukça enteresan, ama devlet açısından önemli bir acizlik örneği. Büyükelçimizin oğlunun Bakû’da Gençlik Meydanı’nda bulunan fethullahçılara ait Özel Türk Lisesi’nin 10. Sınıfında öğrenci olduğunu hatırlatan Azeri aydınları, Büyükelçinin -Ankara’dan gelen talimat uyarın-ca- Azerbaycan resmi makamlarına fethullahçıların faaliyetleri ile ilgili yazı gönderdiğini ama sonucu takip etmediğinden bu durumun fethullahçılar açısından aksine güç kanıtlaması-gövde gösterisi olarak kullanıldığını kaydediyorlar. Büyükelçimizin, Türk-İslâm sentezcilerinin ünlü isimlerinden merhum Prof.Dr. Ayhan Songar’ın damadı olması ya da oğlunu belki de seçeneksizlikten fethullahçıların okuluna göndermesi, hiç şüphesiz ve doğal olarak hakkında bir önyargıyı gerekli kılmıyor. Anlatılan onca vahim ve yüzkızartıcı örnekler çerçevesinde, Sefaret binamızın fethullahçı dergâh olarak kullanılmasından sorumlu olan tüm personelin, başta tüm bu olumsuz gelişmeleri seyretme modundaki Büyükelçimiz olmak üzere, özellikle Güvenlik, Basın, Din İşleri, İdari, Eğitim müşavir ve ataşelerinin acilen -elbette ki resmi bir soruşturma sonucunda- Türkiye’ye çekilmesi gerekiyor.
2. Özellikle de, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın oraya göndereceği temsilcinin, -halihazırdakinden şikâyetle- tarikatlara karşı Azeri halkını bilgilendirecek ehliyet ve cesarette olması öneriliyor. Bilindiği gibi, yurtdışı eğitim müşavir ve atamaları ile sefaret koruması için yapılan atamalarda fethullahçıların tartı-şılmaz bir üstünlükleri sözkonusu. Gerek Milli Eğitim Bakanlığı ve gerekse Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde bu atamalarda yetkili birimlerde bir tasfiyenin yapılması kaçınılmaz bir gereklilik olarak görülüyor. Örneğin, Fethullahçılara yakınlığı ile ilgili olarak Basında adına sıkça rastladığımız eski Yurdışı Eğitimi Genel Müdürü Aysal Aytaç döneminde, M.E.B.’na bağlı olarak Bakû’da açılan Bakû Türk Anadolu Lisesi’nin yönetici ve öğretmen kadrosunun yeni baştan değiştirilmesi gerekiyor. Özellikle Bakû Türk Anadolu Lisesi’nin, önceki müdürü Mehmet Bilici’nin yönetiminde adeta İran’ın medreselerinden farksız bir görüntü içinde olduğu; fethullahçı okullarda bile rastlanamayacak ölçüde bir dinsel görünüme büründürülen ve yine fethullahçılar tarafından kullanılan bu okulla ilgili olarak Azeriler arasında güvenin sarsıldığı; aynı şekilde burslarda rüşvet duyumlarının ortaya çıkmasıyla da talebin azaldığı kaydediliyor. Eğitim Müşaviri ve Ataşesinin de, fethullahçı olmamasına karşın fethullahçılara ve diğer tarikatçılara karşı seyirci kalmaları nedeniyle görevden alınmaları; yerlerine Azerbaycan’ı yakından tanıyan, sorunları hakkında bilgi sahibi olan laik eğitim taraftarı Türkçülerin gönderilmesi talep ediliyor. Aynı talep, fethullahçılarla organik dayanışma halinde bulunduğu için yıllardan bu yana Bakû’da kalmayı başaran Basın Müşaviri için de yineleniyor. Hiç şüphesiz, bu iddiaların doğruluğunun ilgili devlet kurumlarınca ivedilikle soruşturulması ve gereğinin yerine getirilmesi gerekiyor. Çünkü Türkiye Azerbaycan’da işte bu nedenlerle sürekli imaj aşımına uğruyor, mevzi ve taraftar kaybediyor…
3. Türkiye’nin Bakû’da bir tek saygın eğitim kurumu var, o da “Bakû Türk Dünyası Atatürk Lisesi”. “Türk Dünyası Araştırma Vakfı” tarafından kurulan bu lise, sunduğu eğitim kalitesi ve tarikatlarla ilintisizliği açısından Azerbaycanlı Türkçü entellektüeller nazarında büyük bir öneme sahip. Ancak, yine de bu okuldaki bazı öğretmenlerin fethullahçı yapılanma ile kişisel düzeydeki ilişkileri rahatsızlıklara yol açıyor. Yaklaşık 30 yıldır bizzat kurduğu ve bugüne kadar da başında bulunduğu vakıfla tüm Türk Dünyasına hizmet eden Prof. Dr. Turan Yazgan’ın, yurtdışına gönderdiği öğretmenlere, tarikatlar, özellikle de fethullahçılar konusunda bir “hizmetiçi eğitim” vermesi kaçınılmaz görünüyor…
DEPREM FELAKETİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ:
Bu makalenin “Sonuç” bölümünü yazamadım, çünkü içimizi acıyla kavuran deprem felâketine rastladı. Sanıyorum, herkes gibi benim de dünyam karardı. İşte bu karanlıkta ve acı-çaresizlik içinde görebildiklerimden -makale konusu ile de kısmen ilgili- bazı tespitlerim:
1. Türkiye, devletin küçülmesinin acı sonuçlarını gördü: Koşulsuz, teslimiyetçi bir anlayışla, uluslar arası tahkimi daha ilk turda kabul edip, uzantısı imtiyaz sözleşmelerinin yolunu açarak geleceğimize ambargo koyan; devlet varlığını özel sektöre ve yabancı sermayeye arsa fiyatının bile altında peşkeş çeken Veli Göçer kimlik ve kalitesindeki -en basit insani yardım organizasyonunda bile beceriksizliklerini ortaya koyan- siyasiler, bu deprem felâketinde, kamuoyu vicdanında mahkûm oldular. Onları uzun uzadıya eleştirmek bu makalenin konusu değil. İlk seçimlerde bu mahkûmiyetin ilâmını alacaklarına kişisel açıdan eminim. Keza, vergi, sosyal güvenlik, her türlü ekonomik teşvik dahil, çıkarlarına uyan her konuda istedikleri düzenlemeleri siyasal iktidara dikte ettirip yaptıracak güce sahip olan; devletin küçülmesini isteyen ve de özelleştirme yağmasından aslan payını kapan özel sektöre gelince, depremzedelere yaptıkları -bir daire fiyatına eşdeğer- komik bağışlarla küçültülmüş devletin boşluğunu dolduramayacaklarını ortaya koydular. Vahşi kapitalistlerin, çimento ve demirden çalan hırsız müteahhitlerden, fay hatlarını iskâna açan ve denetim görevini yerine getirmeyen rüşvetçi belediyecilerden daha az sorumlu olduğunu kabul etmek elbette ki mümkün değil.
2. Felâket alanında yaşanan, yıllar geçse de hafızalardan silinmeyecek bir tablo vardı. Hemen hemen tüm televizyon kanallarında bu tablo -hem de defalarca- gösterildi: Grayderler, kepçelerine konulmuş battaniyelere sarılı naaşları, hoyratça, kazılmış çukurlara -bırakmıyor- atıyordu. Burası Bosna değil, Kosova değil. Üstelik savaş hali de yok!.. Hem de felâketin üçüncü günü… Nerede devlet demiyoruz? Nerede din görevlileri, nerede o İslâmiyetle kendilerini özdeşleştiren şeriat çığırtkanları, nerede o din tâciri tarikat şeyhleri, mollaları, müritleri? Nerede TBMM’ndeki din istismarcıları? Nerede fethullahçılar, nurcular, nakşibendiler, kadiriler, aczmendiler, süleymancılar, hizbullahçılar, ibda-c’ciler, rufailer ve diğerleri ?!. Su yokluğu, kefen yokluğu tamam. Ama felâketin kurbanlarını son yolculuğunda bir toplu cenaze namazı ile uğurlayacak; geride bıraktıklarını hiç olmazsa manen rahatlatacak bir imam nerede? Nerede milyonlarca İmam Hatip, İlâhiyat, Yüksek İslâm Enstitüsü mezunu? Nerede legal ve illegal Kur’an kurslarından mezun olan milyonlarca vatandaşımız? Nerede yaklaşık 80.000 kişilik kadrosu ile Türkiye’nin bütçesinden aslan payı alan Diyanet İşleri Başkanlığı? Grayder kepçesinden hoyratça bırakılan naaşların görüntüsünden hiç mi rahatsızlık duymadı bunlar?!. Atatürk’e, Cumhuriyet’e, laik hukuk düzenine, Türklüğe dil uzatmayı müslümanlık sayan; dindar saf insanlarımızı “zekât”, “fitre”, “himmet” adları altında soyup zenginliklerine zenginlik katan din baronluğuna soyunan şeyhler, hocaefendiler, siyasiler, şıhlar nerede?!.. Nerede, sadece Türkiye’de 800′ün üzerinde yatılı kur’an kursu ile her yıl yüzbinlerce Türk çocuğunu devletine ve Türklüğe düşman yetiştiren; yurtdışında 800′ün üzerinde dernekle en büyük irtica örgütünün sahibi olan süleymancılar?!. Nerede, Türkiye’nin en zengin dini organizasyonunun elebaşısı Fethullah Gülen ve “ışıkevleri”nde sözde dini eğitim alan fethullahçı şerikler ve hempaları?!. Dünyanın bir ucuna giderek Tanzanya’da, Tayland’da, Papua Yeni Gine’de okullar açıp oralara hizmet (!) götürmeyi bilecekler ve bunu modern İslâm misyonerliği-alperenlik olarak nitelendirecekler; her fırsatta gösterişli ödül törenleri, lüks otellerde Abant Toplantıları örneği organizasyonları becerecekler; ancak diğer yanda kendi vatanlarında bir felâketin kurbanı olan vatandaşlarının grayder kepçelerden çukurlara atılmasına seyirci kalacaklar!.. Aslında bu acı tabloda, sadece çukurlara atılan naaşlar değil; şeriatçıların fırsatçı, riyakâr, sahtekâr yüzleri de var!..
3. Evet bu tabloda, enkaz altında yaşayan insanlarımızı kurtarmaya çalışan “AKUT” üyesi, ODTÜ’lü ve benzeri organizasyonlarda gönüllü görev yapan gençler var. Onları davet eden, zorlayan bir makam yok!.. Her türlü yaşamsal risk altında, birikimleri ve tırnakları ile Türk olmanın, insan olmanın gereğini yapıyorlar, insan hayatı kurtarmaya çalışıyorlar; naaş çıkarıyorlar!.. Sonra birileri, Basında da yer aldığı biçimde laf atabiliyor, imanın kimde olduğunu bilmemecesine: “Deprem bölgesinde ortaya çıkan bir başka ilginç olay da, din istismarcıları. Aşırı sıcaklarda, Yalova benzeri tatil bölgelerinde kısa şortlar giyen genç kızlar ve kadınlar, bu istismarcıların tacizine uğruyor. İstismarcılar, ‘Siz böyle gezdiğiniz için deprem oldu’ türünden saldırılarda bulunuyorlar. Bazı din adamlarının da aynı şekilde dini istismar ederek, ‘Dejenere yaşam bizi bu hale getirdi. Bundan ders alalım’ dedikleri gözleniyor” (5). TBMM üyesi bir yazarın (Nazlı Ilıcak) yazdıkları ise sözde din adına ahlâki bir çöküntünün tüm işaretlerini veriyor: “Son iki yıldır irtica takip etmekten, bizi bekleyen başka tehlikeleri görmedik. Allah’ın gazabı bu yüzden üzerimize geldi” (6). Şeriatçı basında din istismarı, giderek artan oranlarda yapılmaya başlanıyor. Örneğin, depremin 6. gününde bir yazar (!) türbanlı doktor ve hemşireleri deprem bölgesine gitmeye çağırıyor. Bir başkası, ilkel bir kinaye ile Batı Çalışma Grubu’nu enkaz temizlemeye davet ediyor. Bir diğeri, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin, sivil toplum örgütlerinin nerede olduğunu soruyor ve Prof.Dr. Türkan Saylan, Prof.Dr. Bülent Berkarda gibi aydınlara dil uzatıyor. Bir başkası ise, depremin merkez üssünün Batı Çalışma Grubunun merkezine, 28 Şubat gizli belgelerinin saklandığı yere yakın olduğunu önesürerek, depremi ilâhi bir rastlantı olarak nitelendiriyor. Ama deprem bölgelerinin çoğunda Fazilet Partili Belediye Başkanlarının görevde olduğunu; felâketin fay hattı üzerinde çalıntı malzeme ile inşa edilen çürük yapılaşmadan kaynaklandığını, ileri geldiğini gözardı ediyor. Bunların müslümanlığını sorgulamak elbette bizlere düşmez. Türk olmadıkları hatta Türk düşmanı olduklarının ise en iyi kanıtı yazdıkları. Akıllara gelen tek soru şu: Acaba bunlar gerçekten insan mı?!.