o bir meczup, o bir din baronu, o Türkiye cumhuriyetinin başına gelmiş en büyük belalardan biri....Kendini peygamberden bile ileri gören bir deliyi önder görenlere ise diyecek kelimem yok...
Alın meczup said bu işte....onun b...unda boncuk bulanlar iyi okusun, dine din katan, allah'ın gönderdiğini tamamladığını iddia eden bu adamdan ve bunun fikirlerinden kendinizi kurtarın...ki öbür dünyanızda kurtulsun.
Kur’an’da Hz.Muhammed’e açıklanmadığı halde Said Nursi’ye açıklanmış gizli gerçekler var mıdır? Risalei Nur; Kur’an’nın gizli gerçeklerinin arştan inen kesin delili midir?
Şualar, Birinci Şua,’da geçen;
“Kur’an’ın gizli hakikatleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!! Tenzil’ül-Kitab cümlesinin sarih bir manası asrı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübîn’in nüzulü olduğu gibi, manayı işarîsiyle de, her asırda o Kitabı Mübin’in mertebe-i arşiyesinden ve mu’cize-i maneviyesinden feyz ve ilham tarîkıyla onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzul ediyor…”
Kastamonu Lâhikası, Yirmiyedinci Mektubda geçen;
“Risale-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve hakâik-ı Kur’aniyenin muammalarını keşfetmiştir ki; her bir tılsımın bilinmemesinden çok insanlar şübehata ve şükûke düşüp, tereddüdlerden kurtulmayıp, bazan îmanını kaybederdi. Şimdi, bütün denizler toplansalar, o tılsımların keşfinden sonra galebe edemezler.”
Dinin, imanın, ayet ve hadislerin müşkülü olabilir, ama bunlar gizli, sırlı değildir. Dinimiz, Kitabımız apaçıktır, esrar perdesiyle örtülü değildir. Esrarengiz bir dinle Allah’a nasıl kulluk edilebilir? Kur’an’ın bir ismi de “Beyan”dır. Allah (c.c) Ali İmran 138’de “Bu, insanlar için bir beyandır (apaçıktır).” buyurmaktadır.
Bu sözlerle Risalelerin kutsallığına, yeni bir peygambere ve dine zemin hazırlanmaktadır. Hedef; Said Nursi yeni bir peygamber, Risaleler yeni bir ilahi kitap, Kur’an ise sırlarla dolu, açıklanmamış gizli bir kitap, Hz.Muhammed ise Kur’an’ın sırlarından habersiz veya haberi varsa bunları ümmetten saklamış bir peygamber. Böyle bir iddia küfürdür, çünkü Allah, Bakara 79’da “Vay o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar, sonra “bu Allah katındandır” derler. Hedefleri, onun karşılığında bir şeyler almaktır. Vay o ellerinin yazdığından dolayı onlara! Vay o kazandıklarından dolayı onlara!.” buyurmaktadır.
Said Nursi Peygamberlik iddiasında bulunmuş mudur?
Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir; ancak o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir. (33/40)
Bediüzzaman Said Nursî, Afyon Hayatı’nda geçen şu cümleye bir bakın;
“ o zat (Said Nursî), hizmet-i îmâniye noktasında Risâletin bir mir’at-ı mücellâsı ve şecere-i Risâletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı Risaletin irsiyet noktasında son dehan-ı hakikati ve şem’-i İlâhînin hizmet-i îmaniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaadeti olduğuna şüphe yoktur.
[Benim hissemi haddimden yüz derece ziyade vermeleriyle beraber, bu imza sahiplerinin hatırlarını kırmağa cesaret edemedim. Sükût ederek, o medhi, Risale-i Nur Şakirdlerinin şahs-ı mânevîsi namına kabul ettim.] Said Nursî”
Said Nursî kendisine “imana hizmet yönünde peygamberliğin bir cilâlı aynası, peygamberlik ağacının nurlandırılmış son meyvesi, peygamberlik lisanının vârislik noktasında son gerçek ağzı, ilâhî ışığın imana hizmet yönünde son mutlu taşıyıcısı” gibi sıfatların hepsini tevazu maskesiyle, “istemem, yan cebime koy” kabilinden kabul ettiğini söylemektedir.
Said Nursî’nin, bu sıfatların “son sahibi” olduğu vurgulanmaktadır. Aslında, bu sıfatların gerçek ve son sahibi -hâşâ- Said Nursî değil, Hz. Muhammed’dir. Yani anlayacağınız Said-i Nursi; Hz. Muhammed (s)’i maske yapıp Peygamberlik iddia etmektedir.
Bu adamın sözlerine inanan safdillere birkaç hakikati gösterelim:
“Muhammed, (…) Allah’ın Elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. (…)” (Ahzâb,40)
Hz. Peygamberin (s.a.v.) risaleti bir ağaca değil de, bir eve benzetmiştir. Bunun hikmeti ise çünkü ağaç meyve vermeye devam eder, ama ev sağlam bir biçimde tamamlandığından yeni tuğlaya ihtiyaç hissetmez. Fakat Kurnaz Said risaleti güya ağaca benzeterek kendine pay çıkarmaktadır.
Efendiler, mimar evi tamamlamış, tuğlalardan birini söküp yeni bir tuğla koymayacak! O evden ne bir tuğla sökebilir ne de ona tuğla bildiğiniz bir şeyi yamayabilirsiniz!… O ev, çıkıntı kabul etmez. Bu yüzden Peygamberlik makamı son bulmuştur ve Said-i Nursi gibilerinin yalanlarına kanmamak gerekir.
Ama ne yazık ki şakirtleri Said Nursî’ye öylesine iman etmişlerdir ki, sarf ettikleri sözler aralarındaki ilişkinin “peygamber-yakın ashabı” ilişkisi olduğunu Siracü’n-Nûr’da Hasan Feyzi açıkça ortaya koymaktadır:
“(…) Demek göç ve sefer muhakkak mı Üstadım. Demek Hazret-i İmam-ı Ali’yi ağlatıp, Ömer’i şaşırtan, Ehl-i Beyt’i inletip, Medine-i Münevvere’yi karartan o hâl-i pür-melalin bir nümunesi, âkıbet bizim bu garip başlarımıza da mı çöküyor. Pek vakitsiz, pek erken değil mi Üstadım.”
Tılsımlar Mecmuası’nda inanılmaz bir zorlamayla, Said Nursî kendisini Hz. Muhammed’in aynası olarak göstermiştir:
“Binâenaleyh bu Zât (Said Nursî), cismaniyet noktasında mir’at-ı Peygamberî’dir.”
Hâşâ ve kellâ… Said Nursî, ne cismaniyet ne de ruhaniyet noktasında Hz. Muhammed’in aynası olabilir.
“Üstelik ancak iki Muhammed, bir Bediüzzaman ediyor.” Şöyleki;
“Muhammed (92) (Ebcede göre Muhammed adının sayı değeri 92’dir.) Âyine karşısına koyarak Muhammed (92), Bedîüzzaman (184)’dır. (Ebcede göre Bedîüzzaman adının sayı değeri 184’dür.)
Peki, sizin bu ahmakça çıkarsamanızı esaslı bir şey zanneden muzırın biri çıksa da dese ki:
” Kur’an’da Tebbet suresinde adı geçen Ebu Leheb’in cifri değeri 46’dır. Ebu Leheb’in sağına, soluna, önüne, arkasına ayna koysak ( Yani 46 x 4= 184) kim görünür acaba?”
Bu münasebetsize ne cevap vereceksiniz? Hadi biz verelim cevabı: Bediüzzaman Said Nursî görünür. Çünkü: Ebu Leheb (46) x 4 = Bediüzzaman (184) eder.
Bir diğeri ise çıkıp Ebced ile şöyle bir yorum yapsa;
“Bakara 220’. ayette “(…) Allah, müfsidi muslihten ayırt etmesini bilir. (…)” buyurulmaktadır. “Müfsid” (Ara bozucu, karıştırıcı) kelimesinin “Bediüzzaman”a tam tamına tevafuk etmesi cihetiyle (Çünkü Müfsid’in cifri değeri 184 iken Bediüzzaman’ın cifri değeri de 184’tür.) ayet, Bediüzzaman’ın fesâd-ü ifsadına ima, belki remz ediyor. Hatta bunu delâlet, belki sarahat derecesine çıkarıyor. Nitekim, Said-i Nursi’nin cümleleri de bunu hem lâfzen hem de mealen tasdik edercesine diyor ki:
Hiçbir müfsid ben müfsidim demez, daima suret-i haktan görünür. Yahud bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız…” dese ne yaparsınız?
Şuâlar, Birinci Şua’da Said-i Nursi kendi konumundan şöyle bahseder;
“(…) benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz (…) bulunan bir adam, (…) Risale-i Nur’a sahip değildir; ve o eser, onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîmin bu zamanda bir nevi mu’cize-i mâneviyyesi olarak, rahmet-i İlâhiyye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşiyle beraber, o hediye-i Kur’aniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi, ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil (…)”
Peygamberimiz Kur’an’ın tercümanıdır, mübelliğidir; Said Nursî de Nur Risaleleri’nin tercümanıdır, mübelliğidir. Hz. Peygamber ümmîdir; Said Nursî ise yarım ümmî bir zattır. Nasıl ki, Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed’in (s.a.v.) değil, Allah’ın kelâmıdır; o sadece tercümandır, mübelliğdir. İşte, Risale-i Nur da Said Nursî’nin eseri değildir; o da Nur Risaleleri’nin tercümanıdır, mübelliğidir. Peygamberimizin Kur’an’ı tebliğ görevi vardır; Said Nursî’nin de Nur Risaleleri’ni “tebliğ” (Barla Lâhikası, 21) görevi vardır.
Şuâlar, Beşinci Şua’da şöyle geçiyor;
“Hattâ “Tevrat” ve “İncil” ve “Zebur”da Peygamberimiz hakkında gelen müjdeler ve haberler dahi, bir derece perdeli ve kapalı gelmiş ki; o kitapların bir kısım tâbileri te’vil edip îman etmediler.”
Barla Lâhikası, Yirmi Yedinci Mektupta müridi Hâfız Ali ise şöyle der;
(…) Nur Risalelerini, değil Hazret-i Şeyh (K.S.) altıncı asırdan ondördüncü asırda görmesi, (Kütüb-ü sâbıkada remzen ve Hazret-i Kur’an’da sarahaten göstermeleri, o kitab-ı mübarekin şe’nindendir) diyebileceğim.”
Kur’an’dan önceki ilâhî kitapların Peygamberimiz ve Kur’an hakkında verdikleri haberler, “bir kısım tâbilerinin tevil edip iman etmediği bir derece perdeli ve kapalı” haberler iken; Said Nursî ve Nur Risaleleri hakkındaki haberleri “remzi”dir.
Ayrıca, kütüb-ü sabıkanın Hz. Muhammed’den “bir derece perdeli ve kapalı” haber vermesine karşın; Kur’an’ın Said Nursî’den, onunla ilgili tarihlerden, risalelerinin isimlerinden verdiği haberler “sarahaten”dir. “Sarahaten”, yani açık ve sarih olarak, açıktan açığa… Nur Risaleleri’ndeki bu ifadalerden açıkça anlaşılmaktadır ki, kütüb-ü sabıkayı ve Kur’an’ı indiren yüce Allah, Hz. Muhammed’in bir derece perdeli ve kapalı haberlerle bildirilmesini, fakat Said Nursî’nin ise açık ve sarih haberlerle bildirilmesini irade etmiştir!… Yuh artık! Yazıklar olsun sizlere!
Aslında, Nur Risaleleri’nde Said Nursî Hz. Muhammed’le (s.a.v.); Nur Risaleleri de Kur’an’la âdeta aşık atmaktadır.
Kastamonu Lâhikası, Yirmiyedinci Mektubda ise;
“Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Ebu Bekir (r.a.), Mekke’den Medine’ye hicret ederlerken, Bir güvercinle bir örümceğin, müşriklerin tüm çabalarını boşa çıkardığı gibi; Risalet-ün-Nur’un intişarına karşı gelen düşman ve casuslara mukabil bir tek fare çıktı, planlarını zîr ü zeber etti.”
Said Nursî’nin peygamberlik taslaması artık Hz. Muhammed’le mücadeleye dönüşmüştür. Yalnız, bir derece altta kalınmaya özen gösterilmektedir. Bunun sebebi ise şudur: Ortada Kur’an-ı Kerim gibi bir mucize, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) son peygamberliği gibi bir hakikat varken, Said Nursî bunları görmezden gelemez, bunlara rağmen peygamberliğini açıkça iddiada edemez, kendisine verilen kitabın da Risale-i Nur olduğunu alenen söyleyemezdi.
Said-i Nursi’nin yaptığı bu kurnazlığı yapmayan İskender Evrenesoğlu’nun, açıkca Allah’ın elçisi, peygamberi (!) olduğunu söylemesi Said-i Nursi ile arasındaki tek fark olmuştur. Hâlbuki İskender ile Said-i Nursi aynı şeyleri iddia etmektedirler. İskender aptallık yapıp peygamber olduğunu söyleyince sahte peygamber olarak algılanmış; Said-i Nursi ise kurnazlık yapıp peygamberliğini dolaylı, mecazla ve kelime oyunlarıyla söyleyince ne yazık ki en büyük, eşsiz âlim olarak algılanmıştır.
Şuâlar, 141, 523, 535, 545, 590’da geçen;
“Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili, hakkın ilhamı olup O’nun izni ile yazıldığına şüphe yok. “Ben, kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitabdan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbânî ve Kur’ânîyim. Bir lâyemut’un eserinden fışkıran kerametli bir Nûr’um.”
Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, de geçen;
“(…) Hem mütedeyyin bir kadın, yine hâdiseden sonra görüyor ki: Semâvattan mübarek kâğıtlar yağıyor. Soruyorlar: “Bu nedir?” Rü’yada demişler: “Risale-i Nur’un sahifeleridir.” Yâni, tâbirce Risale-i Nur, Kur’anın tefsiri olduğu cihetle, vahy-i semavî olan Kur’anın semavî ve ilhamî bir tefsiridir.”
Bu cümlelerde Said Nursî, Nur Risaleleri’nin kendi eseri olmadığını öylesine vurgulamaktadır ki; bu vurgu, eserin kendisine nisbetini imkânsız kılmaktadır. Ee, Said Nursî Nur Risaleleri ile bu kadar da bağlantısız olamayacağından, bu bağ onun tercümanlığı vasıtasıyla sağlanmıştır:
Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, de ise;
“Hem Risale-i Nur zâhiren benim eserim olmak haysiyetiyle senâ etmiyorum. Belki yalnız Kur’anın bir tefsiri ve Kur’andan mülhem bir tercüman-ı hakikisi ve imanın hüccetleri ve dellâlı olmak haysiyetiyle meziyetlerini beyan ediyorum. Hattâ, bir kısım Risaleleri ihtiyarım hâricinde yazdığım gibi, Risale-i Nur’un ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız hükmündeyim.”
Nur Risaleleri, Said Nursî’nin eseri değildir(?), onun ihtiyarıyla yazılmamış, bilâkis Cenab-ı Hakk’ın lisanıyla yazdırılmıştır. Semavîdir(!), arşîdir(!). Said Nursî, Nur Risaleleri’nin ancak tercümanıdır.
Kur’an’da kitapların “indirildiği, inzal edildiği” belirtilmektedir. İşte Nur Risaleleri de Kur’an’ın semasından, ayetlerin yıldızlarından inmektedir(!). Kur’an, kendinden önceki kitapları, Tevrat’ı, İncil’i tasdik etmek için indirildiğine göre; Nur Risaleleri de sanki Kur’an’ı tasdik etmek için indirilmiştir. Nitekim bu, Nur Risaleleri’nde birçok kez tekrar edilmiştir.
Yine bilindiği gibi; Allah Tealâ, peygamberlerine davalarını ispat etmek üzere, insanları âciz bırakan mucizeler vermiştir. Kur’an-ı Kerim, en büyük mucizedir; Nur Risaleleri de mucize-i Kur’âniyedir(!).
Mucizeler, diğer insanlar boyun eğip itaat etsinler için peygamberliğin delili olarak ancak peygamberlere verilir; Nur Risaleleri de Said Nursî’nin mucizesidir, kalplerin ve akılların zaptedilerek ona itaat ettirilmesi istenmiştir!:
“Yâ Rabbî (…) Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm’a denizi ve Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’a ateşi ve Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm’a dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’a cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a şems ve kameri teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur’a, kalbleri ve akılları musahhar kıl!” (Bediüzzaman Said Nursi)
Hz. Peygamberin ayın yarılması mucizesi vardır; Said Nursî’nin de en inatçıyı dahi tasdike mecbur eden zelzele mucizesi (Kastamonu Lâhikası) vardır.
Said Nursî’nin tâbileri, kıyamette İslam ümmetinden ayrı bağımsız bir ümmet olarak Said Nursî’yle beraber (Nede olsa peygamberleri ya..) diriltilmekten de razı olduklarını Tılsımlar Mecmûasında şöyle dile getirirler;
“Ve onun (Said Nursî’nin), etbaıyla beraber kıyamette bir ümmet-i müstakile olarak ba’s buyurulacağını bildirmektedir.”
Ee, Hz. Peygamberin veda haccı olur da sahte peygamber Said Nursî’nin olmaz mı? Müridi olan Hasan Feyzi Siracü’n-Nûrda bakın ne diyor;
“(…) Şimdi biz Hacce’t-ül Veda’sız böyle bir ölüme nasıl inanalım.((…) Son sözlerini Hind’den, Yemen’den, Irak’dan ve Afgan’dan ve dünyanın her yerinden o mahall-i mübarek ve mukaddeste toplanan bütün müslümanlara, bütün âşıklara ve bütün hicranlı gönüllere söyle, bize “elâ hel bellağtu” (Dikkat edin! tebliğ ettim mi?) tekrarlayıp, “felyubelliğu’ş-şâhidu minkumu’l-gāibe” derken, âlem-i gayb ve ervaha işte oradan pervaz et.”
Said Nursî, bu ifadelerden hiç de rahatsızlık duymaz, bu cümlelerdeki peygamberliğinin ihsasını, dile getirilmesini reddetmez. Bilakis Siracü’n-Nûr’da şöyle der;
“Hasan Feyzi’nin Denizli ve hapsinin ve civarının has talebelerini temsil ederek, onların namına üstadının vasiyetnamesi ve zehirlenmeden şiddetli hasta olması münasebetiyle yazdığı bir mersiyedir. Vefat haberini almış gibi kalemi ağlamış. Lahikaya geçirilsin.”
Her peygamber, doğru yolun temsilcisidir ve kendisine inanıp tâbi olanlara “cennet”i müjdeler. Said Nursî de, müritleri için “iman ile kabre girmeyi, cenneti gitmeyi” garantiler. Nur Risaleleri, bunlarla yetinmez. İmanlılarına cenneti garantileme babında sorgu meleklerine Risale-i Nur ile cevap verileceğini de ileri sürer. Tabiî ki o zaman şakirtler, başka kitapları değil Nur Risaleleri’ni tekrar tekrar okumak zorunda kalmaktadırlar!
Âsâ-yı Mûsa, Onbirinci Mesele’de konuyla ilgili olarak;
(…) kabre gelecek olan Münker-Nekir isminde Melâikeleri ehl-i hak ve hakikat yolunda gidenler için birer munis arkadaş yapan ve Risale-i Nur’un Şâkirdlerini talebe-i ulûm sınıfına dâhil edip Münker-Nekir suallerine Risale-i Nur ile cevap verdiklerini merhum kahraman Hâfız Ali’nin vefatıyla keşfeden ve hayatta bulunanlarımızın da yine Risale-i Nur ile cevap vermemizi rahmet-i İlâhiyyeden dua ve niyâz eden (…)”
Her peygamber, kendisine tâbi olmayanları Allah’a havale eder ve onlara Allah’ın vaîdini belirtir. Said Nursî’ye ve Nur Risaleleri’ne karşı çıkanların başlarına neler geldiği/geleceği Risalelerin birçok yerinde aktarılır.
Said Nursî, resullük değil nebilik iddiasında olduğundan, bu tebşiratı; Ebced gibi hurafelere dayanarak Kur’an ayetlerine, Hz. Ali’ye, Şeyh Geylânî’ye yaptırmıştır. Sonuç olarakta; Nurculuk yeni bir din, Risale-i Nur bu dinin kutsal kitabı, Said-i Nursi ise haşa peygamberleridir.(!)
Said-i Nursi; Risale-i Nur ile yeni bir din mi getirmiştir?
Zülfikar Mecmuasında Said-i Nursi’nin müritlerinden Hasan Feyzi derki;
“İslâmiyet güneşinin doğuşundan tam öndört asır sonra, senin gibi ulvî ve İlâhî ve arşî bir nurun tekrar ve yeniden, bahusus bu son asırda, hem Türk elinde ve hem de Türk dilinde doğması, acaba kimin hatır ve hayalinden geçerdi? Bu ne büyük bir ni’met bizlere ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık Yârabbi!.
Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır. Ey Risale-i Nur! Fakat o kadar fasih ve beliğ ve edâlı ve sadâlı ve nağmeli yazılmış ve bütün harflerin birbirine dayanarak kelime ve kelâmların siyak ve sibak, intizam ve insicam ile dizilmiş ve bunlar birbirine o kadar kuvvet ve kudret ve metanet vermiş ki: Mensur ve Türkî ibâreli olduğun halde, yine mislin getirilemez. Senin gibi parlak bir eser, bir daha kimseye nasib olmaz.”
“Senin kavmin, O (Kur’an) hak iken onu yalanladı. De ki: “Ben, üzerinize bir vekil değilim.” (6/66)
“Onlara ayetlerimiz apaçık belgeler olarak okunduğunda, bizimle karşılaşmayı ummayanlar, derler ki: “Bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir.” De ki: “Benim onu kendi nefsimin bir öngörmesi olarak değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, yalnızca bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edersem, gerçekten ben, büyük günün azabından korkarım.” (10/15)
Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.