Tarihi istismar etmek ya da Menemen

Dinci sitelerden alinmis ve hic bir tarihsel degeri olmayan bos bir yazi. Birde diger arkadasin yazisina cevap vermis Allah kafirlerin yüregine korku salar diye. Peki o zaman Allah niye Yahudilerin kalbine korku salmiyor. Adamlar yillardir korkusuzca Allah'a inananlari- hala- öldürmüyorlar mi? Kanit olarak sunduguna bak. Peh.

Allah 'ın ayetini görmedin mi?

Eğer dediğin gibi olmuyorsa burada Müslümanların bir zaafı var demektir.Haşa Allah vaadinde durmaz demek değildir.

Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir. (Ey Muhammed!) Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.(Nisa:79)

Başımıza gelen felaketlerin temelinde Müslümanların gafleti yatar.İslam düşmanları kendi mesailerinden değil,Müslümanların gafletinden iktidar oldular.Şimdi Müslümanlar da kendi mesailerinden değil,düşmanın zulmünden iktidar olacaktır İnşaAllah

:clap:clap:clap

bakınız Danıştay saldırısı da bir anlamda buna benziyor

eğer danıştay saldırısnda yeni belge ve bilgiler çıkıp Yrgtay kararı bozamasaydı eğer

Buda memen gibi "irtica safsatası" ile işlenmiş bir olay olarak tarihe geçecekti.

amam işin böyle olmadığı bu işi ergenekoncuların ülkede kaos yaratıp darbe ortamını yaratark AKP yıkma amaçlı olarak Ergenekoncuların işi olduğu ortaya çıktı

Meneme de böyle bir olya
İsmetin oyunu

Bu iş İsmeti de aşar,Bayar ı da aşar.Bu iş EN BÜYÜK FİRAVUNLAR ın işi.
 
"Kubilay'ı tarikatçılar öldürdü!!!" Genelkurmay arşivinden şeriatçılara tokat gibi belge!!!

Genelkurmay Başkanlığı, "bir hazırlık safhasından sonra eylemi gerçekleştirenlerin tümünün Manisa'da ikamet ettiklerini ve Nakşi tarikatıyla bağlantıları bulunduğunu" belirledi.
Genelkurmay ''Menemen'' arşivlerini açtı: Sıradan bir cinayet değil

Genelkurmay Başkanlığı, arşiv belgeleriyle Menemen'deki eylemin, "sıradan bir cinayet değil, bilinçli bir hareket olarak uygulamaya geçirildiğini" ortaya koydu.
Genelkurmay Başkanlığı, "bir hazırlık safhasından sonra eylemi gerçekleştirenlerin tümünün Manisa'da ikamet ettiklerini ve Nakşi tarikatıyla bağlantıları bulunduğunu" belirledi.
Genelkurmay Başkanlığı, 23 Aralık 1930 günü Menemen'de meydana gelen olaylarda şehit edilen Yedek Subay Mustafa Kubilay'ın katledilişine ilişkin Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Başkanlığının arşivlerindeki belgeleri internet sitesinde yayınlayarak Menemen olayına ışık tuttu.
Genelkurmay Başkanlığının kamuoyuna sunduğu arşiv belgeleri arasında Yedek Subay Mustafa Kubilay'ın ölümüne ilişkin keşif raporu, İbrahim Hoca'nın ifadeleri, Eylemcilere yardım eden Yunus oğlu Kamil'in ifadesi, Menemen Telgraf Memuru Nail Bey'in Olaya İlişkin Tanık İfadesi, eylemcilerin bağlı oldukları tarikat mensuplarına ilişkin belge, Şeyh Esat'ın İbrahim Hoca'yla ilişkisini ifade ettiği mektuplar yer alıyor.
"Arşiv Belgeleriyle Menemen Olayı" çalışmasında arşiv belgelerinin yanı sıra Genelkurmay'ın Menemen'de yaşanan olayın geçmişi ve o gün yaşananları gözler önüne seren değerlendirmelerine de yer verildi.
Söz konusu belgelere göre, olayın ardından Menemen Cumhuriyet Savcısı, Savcı Yardımcısı ve Hükümet Tabip Vekilinin hazırladıkları raporda, Kubilay'ın Gazez Caminde katledilmiş olarak bulunan bedeni, şöyle tasvir ediliyor:
"Gazez Camisi girişinin sol tarafındaki bahçede arkası üstü yatık, sağ tarafında kasaturası kınından çekik bir halde, elbiseleri kanlı, başı boynundan ayrılmış ve etrafındaki toprakta çok fazla kan lekeleri bulunan, tahminen 25 yaşlarında, üzerinde haki renkte askeri elbise olan; orta boylu, kumral benizli, saçları az ağarmış cesedin, Menemen'de 43'ncü Alay 1'nci Tabur 3'ncü Bölük Takım Komutanı Yedek Subay İzmirli Hüseyin oğlu Kubilay olduğu anlaşılmıştır."

GÖRGÜ TANIĞININ İFADESİ

Belgelere göre, olayın görgü tanıklarından, Menemen'deki telgraf memuru Nail Bey, Yedek Subay Mustafa Fehmi Kubilay'ın nasıl öldürüldüğünü şöyle anlatıyor:
"Kubilay Bey'in kumandasında bir müfreze geldi. Müfreze komutanı evkaf kahvesi önünde askeri durdurup 'süngü tak' emrini vererek, kendisi Şakilerin yakasını tuttu. Asker süngü taktı. Onlar dönmelerine devam ediyorlardı. Maarif kahvesinin önündeki büyük ağacın hizasına geldiler. Diğer arkadaşı bunları o vaziyette görünce, Kubilay Bey'i arkasından bir silahla vurdu. O anda yere düştü.
Onbeş saniye kadar yerde kaldıktan sonra, kalkıp doğruca cami tarafına koştu. Bir kısım halk bunu görünce dağıldı. Telgrafhaneye de bir kısmı girdi. Onları dışarı çıkarttım. Bu sırada adamlardan ikisi kayboldu. Biz kaçtıklarını zannettik. Biraz sonra saçından tutulu olduğu halde, zavallı Kubilay Bey'in kesik kafasını getirdiklerini gördük. Ellerinde sancağın ucuna kafayı geçirirlerken bir şeyler söyleyerek eğildiler. Kesik başın, elektrik direğine bir kırmızı kuşakla bağlandığını gördüm. Kubilay Bey'in başı asılı olduğu halde meydanda dönüyorlardı."

"CİNAYET DEĞİL, BİLİNÇLİ BİR HAREKET"

İnternet sitesindeki Genelkurmay Başkanlığının konuya ilişkin değerlendirmesinde, tarihe "Menemen Olayı" diye geçen bu eylemin, "sıradan bir cinayet değil, bilinçli bir hareket olarak uygulamaya geçirildiğinin" yapılan araştırmalarla ortaya çıkarıldığı belirtilerek, şunlar kaydedildi:
"Eylemciler bir hazırlık safhasından sonra eylemi gerçekleştirmişlerdir.
Eylemin ele başı ve Yedek Subay Mustafa Kubilay'ın başını keserek öldüren Giritli Hasan oğlu Mehmet, Osman oğlu Şamdan Mehmet, Hasan oğlu Sütçü Mehmet, Emrullah oğlu Mehmet, Nalıncı Hasan ve Çakır oğlu Ramazan, eylemci grubunu oluşturmaktadır.
Eylemcilerin hepsi Manisa'da ikamet etmektedirler ve Nakşi tarikatiyle bağlantıları vardır. Onları bu tarikata sokan ve eğiten, Manisa Askeri Hastahanesi imamlığından emekli İbrahim Hoca'dır. İbrahim Hoca da İstanbul Erenköy'de Şevki Paşa köşkünde oturan Şeyh Esat'a bağlıdır. İbrahim Hoca, halifeler halifesi olarak, tarikatın etki alanının genişletilmesinden ve yaygınlaştırılmasından sorumludur."

"ŞEYH ESAT'IN YİRMİBİN MÜRİDİ VARDI"

Belgeler arasında İbrahim Hoca'nın ifadesine de yer verildi. İfadesinde tekkeler yasaklanmadan önce Şeyh Esat'ın tahminen yirmibin civarında müridi bulunduğunu belirten İbrahim Hoca'nın, Manisa'daki müritlerin sayısı sorulduğunda ise hiçbir açıklama yapmadığına dikkat çekildi.
Belgeler arasında İbrahim Hoca'nın, Şeyh Esad'la ilişkisini açıkça ortaya koyan Şeyh Esad'ın yazdığı mektuplara da yer verildi. İbrahim Hoca'nın ifadesinde, bu bağlantısıyla ilgili söyledikleri ise şöyle:
"İlk tarikate intisabım oniki sene evveldir. Nakşibendidir. Şeyhim İsmail Necati'ydi. Bab-ı ali'de oturuyordu. Tekkesi vardı. Ölmüştür. Ondan bir sene sonra tahminen o zaman Çapa'da tekkesi bulunan Şeyh Esat Efendi'nin zikrine gittim ve ona bağlandım. Yani benim hocam oldu. Yirmibir senedir tarikatin imamıdır."

"MÜRİD HÜSNÜ EFENDİ'NİN AÇIKLAMALARI"

Şeyh Esad'ın oğlu (halife) Mehmet Ali'nin de İbrahim Hoca'nın bağlantısını "Kendisi, pederimin on senelik dervişlerindendir. Şurdan burdan hiç tanımadığımız adamları ziyaret maksadıyla bana ve pederime getirirdi" şeklinde ifade ettiğine yer verilen değerlendirmede, şunlar kaydedildi:
"Şeyh Esad'ın müridlerinden Hüsnü Efendi, 'daima sözünden ve nasihatinden ilham alarak kendisini şeyhe bende (kul) eden kişileri' sayarken ilk isim olarak İbrahim Hoca'yı belirtir. İbrahim Hoca'nın Manisa'da görevli iken merkeze bağlı Horosköy'de yoğun faaliyetleri vardır. Burada ikamet eder, cami yaptırır, tarikate adam kazandırma çalışmalarını sürdürür, vaaz verir. 'Hoca köyümüzde oturduğu sırada Cuma günleri ve bazan hafta aralarında ve bazan da kendisi ne zaman isterse o vakit köy camisinde vaaz verirdi. Köyde bulunduğu bir gün ikindi namazı sırasında camide vaaz etmeye başladı'. Hoca, 'Şapka giyen gavurdur. Biz gavur olamayız. Rakı içen ve yalan söyleyenler de gavurdur' diye söyleniyordu." İbrahim Hoca'nın bu köyde özellikle ileri gelenlerle sıkı ilişkiler kurduğu, düzenli ve gizli bir bağlantısı bulunduğu ifade edilen değerlendirmede, ayrıca Şeyh Esat'ı ziyaret edenlerin dönüşte şeyhi övücü propaganda yaptıkları anlatıldı.

"BİZ FES GİYMEK İSTİYORUZ"

Menemen'deki olaydan iki ay önce, İbrahim Hoca'nın Manisa'ya geldiği belirtilen değerlendirmede, olayın gelişimiyle ilgili şu bilgilere yer verildi:
"Kandırılmış kişilerin ağzından dökülen şu sözler, meselenin ne kadar farklı bir mecrada seyrettiğini ortaya koymaktadır. 'Araplıkla beraber sultanlık ve Sultan Hamid'in oğlu gelecek. Tekkeler kapandı ama açılacak ve serbest olacak.
Kılıçlarımız gelecek kesecekler. Fes giyilecek', 'Biz, fes giymek istiyoruz.
Müslümanlık istiyoruz.' İbrahim Hoca, Manisa'ya geldiği zaman birçok kişi onu ziyaret eder. İbrahim Hoca'nın çok yakını olan Osman Çavuş 'İnşaallah reis-i cumhuru gebertirler de rahat yüzü görürüz, fes giyeriz.' demekten çekinmez. İbrahim Hoca, Osman Çavuşun kendisiyle olan bağlantısını ifadesinde teyit eder. 'Tekaüt (emekli) edildikten sonra İstanbul'a gittim. Orada ikamet etmeye başladım ve İstanbul'da iken bir defa Cemal ve bir defa Osman ve bir defa da tabur imamı İlyas Efendi'den mektup aldım."

MÜRİTLERİN İSTANBUL'DA ŞEYH ESAT'I ZİYARETLERİ

Menemen olayının kilit isimlerinden ve eyleme bizzat katılan Nalıncı Hasan'ın, Şeyh Esat'ı ziyaret etmek üzere İstanbul'a gittiği zaman İbrahim Hoca'yla buluştuğu, İbrahim Hocanın da bunu açıkça anlattığına işaret edilen değerlendirmede, İbrahim Hoca'nın bu görüşmelerle ilgili şu ifadelerine yer veriliyor:
"Bir sene evvel Manisalı basmacı Osman Efendi ile Nalıncı Hasan'ı Esat Efendi'nin evinde gördüm ve hep beraber bir odada oturduk ve bir gece beraber kaldık ve yanımıza kimse gelmedi. O gece yattık, sabahleyin Esat Efendiyi ziyaret ettik... Haseki civarında bulunan Hoca Esat'ın oğlu Ali Efendi'nin evine gittim.
Osman Efendi ve Nalıncı Hasan ile orada hepimiz birleştik ve dördümüz oturduk...
Bir veyahut iki gün sonra Osman Efendi ile Nalıncı Hasan bizim eve geldiler. Bir gece kaldılar ve sabahleyin gittiler." Genelkurmay Başkanlığı, 23 Aralık 1930 tarihinde gerçekleşen Menemen Olayı'ndan önce eylemcilerin belirli bir hazırlık yaptıklarını ve daha sonra eyleme geçtiklerini arşiv belgeleriyle gözler önüne serdi.
Genelkurmay Başkanlığı, Yedek Subay Mustafa Kubilay'ın Menemen'de katledilişine ilişkin Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE)
Başkanlığı arşivlerindeki belgeleri internet sitesinde yayınladı.
Menemen Olayında adı geçenlerden Saffet Hocanın, elebaşı eylemci mehdi Mehmet'le ilişkisinin tanık ifadeleriyle ortaya konulduğu Genelkurmay Başkanlığı değerlendirmesinde, "Menemen Olayı, 23 Aralık 1930 tarihinde gerçekleşmiştir.
Eylemciler, bu tarihten önce belirli bir hazırlık yapmışlar ve daha sonra eyleme geçmişlerdir" denildi.

EYLEM HAZIRLIKLARI

Eylemcilerden mehdi Mehmet, Şamdan Mehmet, Sütçü Mehmet, Emrullah oğlu Mehmet Emin, Ali oğlu Hasan, Nalıncı Hasan, Topçu Hüseyin, Süleyman Çavuş, Çakır oğlu Ramazan, Çırak Mustafa, Hüseyin oğlu Ali'nin, önce bir esrarkeş kahvesinde daimi surette toplanarak orasını tekke haline getirdikleri ve daha sonra da Tatlıcı Hüseyin'in Manisa'daki evinde dört gün süren bir toplantı yaptıklarına işaret edilen değerlendirmede, şunlar kaydedildi:
"Gerçekleştirilecek eyleme ilişkin görüşme yapılır ve silah tedariki kararlaştırılır. Giritli İsmail ve bıçakçı Hacı Mustafa'dan birer silah alınır. 7 Aralık günü mehdi Mehmet, Sütçü Mehmet ve Şamdan Mehmet aldıkları silahlarla Paşaköy'e giderler. Ertesi gün de Ali oğlu Hasan, Nalıncı Hasan, Çakır oğlu Ramazan, Paşaköy'e ulaşırlar. Paşaköy'de üç gün kaldıktan sonra, Manisa'nın kuzey doğusunda yer alan Yağcılar köyüne uğrar ve burada yedi gün kalırlar. Ardından o gece yarısı eylemciler, Bozalan'a hareket ederler.
Bozalan'a doğru giderlerken, mehdi Mehmet, iki günden beri mehdiliğini ilan ettiğini, Menemen'de bunu halka açıklayacağını söyler. Nalıncı Hasan da Menemen'deki bir camiden sancak alabileceğini belirtir ve uzun bir yürüyüşten sonra Bozalan köyü yakınlarına gelirler. Dinlenmek için yatarlar ve bu sırada Çakır oğlu Ramazan kaçar." Değerlendirmede, eylemcilerden mehdi Mehmet'in, buradan halka kendisinin "mehdi" olduğunu ve kendilerine iltihak etmelerini telkin ettiği ifade edilerek, Manisa'dan ayrılmalarından sonra geçen 15 gün boyunca eylemcilerin bu köylerde propaganda faaliyetlerinde bulundukları, bu süre içinde bir kısım halkı etkiledikleri ve yardım gördükleri belirtildi.

"ŞERİAT İSTİYORUZ"

23 Aralık 1930 günü eyleme geçilmesinin kararlaştırıldığı ve eylemcilerin
başlarında mehdi Mehmet olmak üzere Menemen'e sabah ezanı sırasında gelerek Müftü camisine girdikleri anlatılan değerlendirmede, şöyle devam edildi:
"Camide bulunan sancağı alıp mehdi, halkı kendilerine katılmaya davet eder ve şunları söyler. 'Taraf-ı ilahiden geliyoruz. Şeriat istiyoruz. Askerin kılıç ve kurşunu bize işlemez. Herkes bu bayrağın altından geçecektir. Geçmeyenleri kılıçtan geçireceğiz. Bugün zeval (öğle) vakti yetmişbin kişi bize yardıma gelecektir.' Kendilerine katılan grupla birlikte eylemciler, sokaklarda dolaşıp herkesin dükkanlarını kapayarak peşlerinden gelmelerini söyleyerek yürüyüşe geçerler.
Saffet Hocanın evinin önünden geçerlerken o da evden çıkar ve grubun arkasından yürür. Mehdi Mehmet, Saffet Hocaya karşı saygıda kusur etmez. Bir süre sonra Saffet Hoca gruptan ayrılır ve meseleden hiç haberi yokmuş gibi tekrar evine döner ve pencereleri kapatır. Eylemcilerin bulunduğu grup, Belediye binasının önüne kadar gelir. Kalabalık artar. Mehdi Mehmet kendisinin mehdiliğine ve şeriati yerine getireceklerine dair halka hitap eder."

JANDARMA EYLEM HABERİNİ ALIYOR

Jandarma Bölük Komutanının, eylem haberini almasının ardından topluluğun bulunduğu alana giderek, eylemcilere dağılmalarını söylediği belirtilen değerlendirmede, olaylar şöyle anlatıldı:
"Mehdi Mehmet, 'Ben mehdiyim. Şeriatı ilan ediyorum. Bana kimse mukavemet edemez' diye cevap verirken, kalabalıktan alkışlar yükselir. Herhangi bir üzücü olaya meydan vermemek için, Bölük Komutanı hükümet binasına gelerek 43'ncü Piyade Alayından takviye kuvvet ister.
Bu sırada Alay Komutanlığında eğitime çıkmak üzere hazırlanan Yedek Subay Mustafa Kubilay'a bir müfrezeyle olay yerine gitmesi emredilir. Cephane almadan hemen hareket eden müfrezeyi, Yedek Subay Mustafa Kubilay, halkla bir çatışmaya meydan vermemek için askerlere süngü taktırarak alandaki kahvenin önüne bırakır ve kalabalığa hitap eden eylemcilerin yanına gider. Mehdi Mehmet'in yakasından tutarak silahını teslim etmesini ister. Eylemcilerin arasından ateş açılır ve Mustafa Kubilay yaralanır.

KUBİLAY'IN KATLEDİLİŞİ

Yaralanan Mustafa Kubilay, hemen yakındaki caminin avlusuna doğru koşar. Bu sırada bir el daha ateş edilir ve Mustafa Kubilay avluda yere düşer. Cephaneleri olmayan müfrezedeki askerler geri çekilirler. Mustafa Kubilay'ın düştüğünü gören mehdi Mehmet, yanındakilerden birisinin bıçağını alarak avluya gider. Yerde yatan ve henüz ölmemiş olan Mustafa Kubilay'ı sürükleyip, bir ayağı ile vücuduna basmak suretiyle yüzüstü yatırıp bıçakla boynundan keserek, başı alır ve saçlarından tutarak taşa vurduktan sonra meydana tekrar dönüp, camiden aldıkları sancağın ucuna geçirir. Sancağı ucunda takılı başla birlikte orada bulunan elektrik direğine bağlayarak halkı tam anlamıyla etkilemek isteyen eylemcilere, Kamil adlı bir kişi nasıl yardım ettiğini şu sözlerle anlatmaktadır: 'O gün ben evvela evime gidip korkmamalarını söyledim. Sonradan ikinci defa bunların yanına gelip halkın arasına karıştığımda, biraz evvel ellerinde getirdikleri zabitin (subayın)
kafasını sancak ağacının ucuna geçirdiler. Sancağı oradaki direğe bağlamak için ahaliden ip istediler. Ben, derhal koştum, dükkanımdaki küçük bir ipi alıp silahlılara verdim. Bu iple Zabitin başı bulunan sancağı direğin yanına dikip bağladılar."

"BU, ADİ BİR VAKA OLARAK KABUL EDİLMEMELİ"

Bu sırada, Alaydan gönderilen kuvvetlerin olay yerine yetişerek, ateş açan eylemcilerle çatıştığı belirtilen değerlendirmede, Bekçi Hasan ve Bekçi Şevki'nin şehit oldukları olayda eylemcilerden de mehdi Mehmet, Şamdan Mehmet ve Sütçü Mehmet'in ölü, Emrullah oğlu Mehmet Emin'in yaralı olarak ele geçirildiği anımsatıldı. Kargaşadan yararlanarak kaçan Nalıncı Hasan ile Ali oğlu Hasan'ın da ertesi gün Manisa'da yakalandıkları ifade edilen değerlendirmede, şunlar kaydedildi:
"Olayın hemen ardından güvenlik güçleri tedbirler alır. Sıkıyönetim ilan edilir. Olaylar sırasında ihmali görülen kamu görevlileri hakkında yasal işlem yapılır görevden el çektirilir. Geniş çaplı soruşturmalar yapılır ve olaya karışanlar, azmettiriciler tutuklanırlar ve yargılanırlar.
Eylemle Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını zorla kaldırmaya teşebbüs ve yardım edenler, yargılamalar sonucu 32 kişi idam, 73 kişi de çeşitli hapis cezalarına çarptırılır.
Sıkıyönetim Komutanı Tümgeneral Mustafa Muğlalı, Menemen'de meydana gelen olaylarla ilgili olarak Başbakanlığa ve Genelkurmay Başkanlığına gönderdiği raporlarda önemli tespitler yapar: Bu vak'a dört beş serseri tarafından adi bir vaka olarak kabul edilmemelidir. Bu olayı meydana getirenler, sabırsız ve acele davranarak bu işin ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır. Bu hususta, memleketimizde gizliden gizliye çalışan ve bir teşkilat meydana getiren hain eller bulunduğu mutlaka dikkate alınmalıdır."

ATATÜRK'ÜN BAŞSAĞLIĞI MESAJI

Değerlendirmede, Menemen'de gerçekleştirilen eylemin sıradan bir olay olarak geçiştirilemeyeceğinin en önemli kanıtının da Atatürk'ün 28 Aralık 1930 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetlerine gönderdiği başsağlığı mesajı olduğu vurgulandı.
Değerlendirmede yer verilen Atatürk'ün başsağlığı mesajı ise şöyle:
"Menemen'de yakınlarda meydana gelen gericilik girişimi sırasında Yedek Subay Kubilay Beyin görevini yaparken öldürülmüş olmasından dolayı Cumhuriyet ordusuna başsağlığı dilerim. Kubilay Beyin şehit edilmesinde gericilerin gösterdiği vahşilik karşısında Menemen'deki halktan bazılarının alkışla onaylamaları, bütün cumhuriyetçi ve vatanseverler için utanılacak bir olaydır.
Vatanı savunmak için yetiştirilen, içteki her politika ve ayrılığın dışında ve üstünde saygın bir konumda bulunan Türk subayının, gericiler karşısındaki yüksek görevinin yurttaşlar tarafından yalnız saygıyla karşılandığına kuşku yoktur.
Menemen'de halktan bazılarının hataları bütün millette acıya sebep olmuştur.
Saldırının acılığını tatmış bir kesime genç ve kahraman Yedek Subayın uğradığı saldırıyı, milletin bizzat Cumhuriyet'e karşı bir öldürme girişimi olarak kabul ettiği ve cüretkârlarla, destekçileri, ona göre takip edeceği kesindir. Hepimizin dikkati bu sorundaki görevlerimizin gereklerini duyarlılıkla ve gerektiği biçimde yerine getirmeğe yöneliktir.
Büyük ordunun kahraman genç subayı ve Cumhuriyetin idealist öğretmenler topluluğunun değerli üyesi Kubilay'ın temiz kanı ile Cumhuriyet, hayatını tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır.



"http://www.medyafaresi.com/index.php?cid=34&hid=2686
 
Yıl 1930... Serbest Fırka tecrübesinin yapıldığı, nihayet bu tecrübe elde patlayan bir hortum gibi beklenmedik bir korku verince hemen onun kapatıldığı ve peşinden dindarları sindirme hareketine girişildiği, yâni Şeyh Said ve şapka hâdiselerinden sonra korkunç bir şımarıklığın müslüman avına çıktığı hengâme...



İnönü'nün, kaptanlığını ettiği hükümet gemisi birdenbire Serbest Fırka'ya Anadolu'da ve hususiyle Ege çevresinde büyük bir alâka, hattâ sarılma derecesinde bir iştiyak görünce, kendisini kayalara bindirmek üzere farzetmiş ve bu küçük komedyanın arkasındaki dram hazırlığını hemen sezmişti. Aynı şeyi Serbest Fırka'nın başındakiler de görmüş ve bu yüzden apışıp kalmışlardı. Fantezya planındaki rollerin altından böyle bir halk temayülü ve hâile istidadı doğacağını bilemezlerdi. Serbest Fırka, vatanı yoktan var ettiklerini iddia edenlerin suratına halk eliyle inmiş, yalancılıklarını ihtar edici bir vesile olmuştu.

Serbest Fırka, 1930 yılının son bulmasına iki ay kala ortadan kaldırıldı.



Fakat bununla, bu fırkanın canlandırdığı ve şahlandırdığı mesele bitmiyordu. Serbest Fırka halkın hasretler içinde yandığı din dâvasını meydana çıkarmış, olanca başarısını, vaad eder gibi bir eda taşıdığı din alâkasından devşirmişti. Yahut şahdamarı dinsizlik olan Halk Partisi'ne aykırı görünmesi, onun böyle bir istidat vaad etmesine kâfi gelmişti. Şimdi bütün mesele, işte bu vesileyle kıpırdanır gibi olan din alâkasını ezmek ve bu alâkayı besleyebilecekleri umulan din şahsiyetlerini yok etmekteydi.



Din alâkasını besleyici, geliştirici ve bir gün patlak vermeye doğru yürütücü kuvvet ve zümrelerin başında da Nakşîlik vehmolunuyordu.



Hiçbir pazarlığı ve sun'i tarafından güzelleşme ve göze girme zaafı olmayan ve topyekûn fezayı kuşatıcı bir füze gibi sadece mukaddes Şeriatten istikamet alan bu tarikat, tekkelerin kapatılmış olmasına rağmen, ruhtan ruha sıçrayıcı kıvılcımlarıyle, hükümete, yekpare bir halka şeklinde görünüyor ve mutlaka başının ezilmesi lâzım bir ejderha hissini veriyordu.



Ne yapsınlar da bu tarikatın yüce sandıkları şahsiyetlerini bir (eroin) çetesi fertlerini tek tek avlarcasına toplasınlar ve boğazları kesilmek üzere çantalarına yerleştirsinler? Oldukları yerde ve birbirinden uzak, 'ı zikreden bu insanları hangi bahaneyle enseleyebilirler?



Zor!..



Fakat buldular!

Devlet ve hükümete karşı ayaklanma çapında büyük bir hâdise çıkarmak ve peşinden bunun Nakşîler tarafından körüklendiği iddiasıyle onları temizlemek ve bütün dindarları yıldırmak...



İşte 1930 Aralık ayının sonlarına doğru Menemen'de cereyan eden hâdise, birkaç serseriye yaptırılmış böyle bir tertip işinden başka bir şey değildir ve olanca gayesi, büyük ve kuvvetli sandıkları bazı din adamlarını ortadan kaldırmak olmuştur.



İspatını vak'anın nakli sırasında, hâdiselerin revş ve tarzından anlayacaksınız.

Şimdi, hâdiseye girmeden, onu din düşmanlarının nasıl gördüğüne dikkat edelim! İşte, size, din düşmanlığında en nâmdar gazetenin bundan birkaç yıl önce bu bahis üzerinde neşrettiği satırlar:



«23 Aralık 1930'da, yâni Serbest Fırka'nın kapanışından bir ay sonra Menemen olayı yer alır. Nakşibendi halifesi olarak kabul edilen İstanbullu Şeyh Esad'ın tahrikleriyle, başlarında Şeyh Mehmed bulunan beş Nakşibendi, Menemen'de bir irtica hareketi başlatmak istemişlerdir. Abdülhamid'in oğlunun Halife ilân edileceğini, bir sabah namazında cemaate bildiren bu beş gericiye bir kısım halk da katılmış ve Kubilây adındaki bir yedek subay duruma müdahale etmek istemiştir. Fakat gözü dönmüş yobazların tahrikiyle Kubilây'ın üstüne binlerce kişi saldırmış ve tekbîr sesleri arasında Kubilây'ın başı testere ile kesilmiştir. Bir mızrağa taktıkları Kubilây'ın başını, devrimlere karşı hareketin sembolü şeklinde Menemen'de gezdiren yobazlar, bir jandarma kıtası tarafından açılan ateş sonunda öldürüleceklerdir. İstanbul'daki Nakşibendi şeyhlerinin yargılanması ise, 1931,31 Aralığı sonunda Harp Divanı tarafından yapılacak ve 28 kişi idama mahkûm edilecektir.



1933 yılı Şubatında, Bursa'da Ulucami'de benzeri bir olay cereyan edecek, Türkçe ezana karşı olduklarını belirten Kozanlı İbrahim ve birkaç suç ortağından meydana gelmiş diğer bir Nakşibendi grubu, yine devrimci hükümetin kuvvetleri tarafından cezalandırılacaklardır. 1935'teki Şeyh Halit (Siirt) ve 1936'daki Şeyh Ahmed (İskilip) gerici ayaklanmaları, hep Nakşibendi tarikatının patlak verdirdiği olaylardır.»



Küfür karargâhı mahut gazetenin resmettiği «Menemen Hâdisesi» tablosunda Es'ad Efendiye atfedilen «Nakşibendi Halifesi» tâbirine kadar ne korkunç bir cehalet ve içyüzlerden uzaklık belirdiğini göstermeye değmez. Aslında tertip eseri olan bir vakayı, aynı tertip ruhuna bağlı bir neşir vasıtasından başka türlü izah, elbette ki beklenemez.





HÂDİSE



Daha önce kaydettiğimiz gibi, 1930 yılının son ayındayız... Bu ayın ortalarına doğru, Manisa ve civarında bağ budama mevsiminin en elverişli olduğu bir zamanda «Mehdi Mehmed» isimli bir serseri, etrafına birtakım ve çoğu genç, hattâ çocuk, saf tipler toplayarak Menemen taraflarına sürüklüyor... İlk ikna vesilesi köylerde zengin işler olduğu, hususiyle Paşaköy dolaylarında bütün bağların budanmakta bulunduğu, kendilerinin de bu fırsatı kaçırmamaları gerektiği, oraya giderlerse çok para kazanacakları iddiasıdır.



«Mehdî» unvanını taşıyan Mehmed Giritlidir ve tarihin birçok devrinde şahit olunduğu gibi Mehdîlik iddiasında bir deliden başka bir şey değildir. Hiç kimse tarafından sevilmeyen bir insandır ve oturduğu mahalle Manisa'nın Arpalan semtinde hemen herkesin nefret ve istiskaline karşıdır. Esrarkeştir. Buna rağmen, dışından, ham softa ve kaba yobaz tipinin bütün arazına mâliktir.



Etrafında tam beş kişi: Sütçü Mehmed; saf, âciz, kendi halinde, mahallede süt satan bir esnaf... Şamdan Mehmed; budala ve muvazenesiz bir insan ve mesleği budayıcılık... Çoban Ramazan; 18-19 yaşlarındaki bu keçi çobanı, öbürleri gibi cahil ve muvazenesizin biri... Nalıncı Hasan; bu da Giritli ve hâdiseye hiçbir şey bilmeden karışanlardan... Ve Zeki Mehmed, budayıcılık yapan bu adam da para ve menfaat karşılığında her şeye müstaid bir ahlâksız...



Mehdî (!) Mehmed, işte bu biçareleri telkin altına alıp bildirdiğimiz istikamate doğru sürüklüyor... Yanlarında bir de çakmaklı tüfek, hep beraber Manisa'dan Paşaköy'e gidiyorlar. Yolda hangi konaklarda kaldıkları ve neler konuştukları belli değil... Fakat oradan kaçmak suretiyle başını kurtaran Çoban Ramazan'ın anlattığına göre, yolda birkaç esrar partisi tertiplemişler, hattâ Paşaköy'de iş bulamadıkları için Bozalar köyüne dümen kırmışlar, yolda yine sızasıya esrar çekmişler ve bu arada kendine gelen Çoban Ramazan aralarından kaçıp Manisa'ya dönmüş...



Bozalar köyünde Sütçü Mehmed'in kardeşine misafir oluyorlar... Evde bir baba ve iki oğul olmak üzere üç kişi var... Oğullardan büyüğü askerlikten yeni dönmüş... Misafirlerin üslûp, tarz ve hareketlerinden şüpheleniyor ve babasına:



— Bunlar, diyor; bence şüpheli adamlar... Kendilerini dehlesek fena olmaz!..

Babanın cevabı:



— Canım bir gece kalıp gidecekler!.. Kaygıya değer mi?.. Sabaha karşı sen onları arabayla Menemen'e götürürsün!.. Böyle istiyorlar!..

Sabaha karşı, askerden gelen oğulun sürdüğü araba, Menemen'e yaklaşıyor...

Mehdî Mehmed, arabanın kasabaya girmesini beklemeden:



— Biz burada inelim, diyor; bazı işlerimiz var!..

Araba başını aldığı gibi dönüyor... Onlar da oracıkta, Menemen'e karşı, yere çömelip çubuklarını çıkarıyorlar ve esrarlı tütünlerini tüttürmeye başlıyorlar. Beşi birden dalgada...



Mehdî Mehmed'in bu dalga içinde sözü:



— Artık Mehdîliğimi ilân edebilirim! Günü geldi!..





Mehdîlik iddiasında bir sapığın ardında, esrarkeş serseriler Menemen'e giriyorlar... Şimdiki Belediye binasının bulunduğu yerde, binanın arkasına düşen camiye giriyorlar... Cami avlusunda oturup imamın gelmesini bekliyorlar... Namaz vakti erişmiş bulunduğu için cemaat, birer ikişer sökün etmekte... Bunlar, avludaki garip hal ve edalı adamları görünce âdeta ürküyor ve birbirine soruyor:



— Bu yabancılar da kim?



— Tanımıyoruz! Halleri gerçekten çok garip!..



Bu vaziyeti gören ve fısıltıları duyan Mehdîlik kalpazanı onlara doğru ilerliyor...



— Bizden korkmayın, diyor; biz de sizdeniz! Camiye ibadet etmek, namaz kılmak için geldik. Namazdan sonra bir işimiz olacak! Siz de bize katılın!



O cemaatte bulunmuş olan bir zatın yıllarca sonra bir arkadaşına şunları söylemiş olduğunu Manisa'da tesbit ettim:



«— Öyle bir namaz kıldık ki, kılan kim, kılınan ne, anlayamadık! Birdenbire müthiş bir ürküntü hissi havada donmuştu!»



Mahutlar namaz biter bitmez camideki, üzerinde Tevhid kelimesi yazılı sancağı alıyorlar ve kapıya çıkıp cemaatin gelmesini bekliyorlar. Cemaat, gözleri dehşetle bu garip adamlara takılmış, çabucak önlerinden geçip gidiyorlar ve caminin karşısındaki kahvehanede yer alıyorlar... Herkes büyük bir merak ve tecessüs içinde...

Mehdî Mehmed sancağı kaldırıyor ve hem meydandan geçenler, hem de kahvedekilere karşı avaz avaz bağırmaya başlıyor:



— Sancağımız etrafında toplanın! Müslümanım diyenler gelsin! Durmayın! Küfrü tepeleyeceğiz! Yerinden emir aldık! Kuvvetler hazır!..



Tam o anda Menemen'in Askerlik Şubesi Reisi oradan geçmekte değil mi? Mehdî Mehmed onu görür görmez üzerine koşuyor ve yakasına sarılıp haykırıyor:



— Hemen şimdi bize kuvvet gönder! Peşimize takılsınlar! Menemen'i 70 bin silâhlıyla sardık! Dediğimi yapmazsan kötü olur!



Apışıp kalan Şube Reisi hiçbir şey anlayamıyor, ellerinde dinî bir sancakla ayaklanmış şu birkaç kişinin belirttiği mânayı ve kuvvet derecelerini kestiremiyor ve o an için başının kaygısına düşerek:



— Peki, diyor: şimdi istediğinizi yaparım!



Ve sıvışıveriyor. Nümayiş ve delice haykırma ve davetler devam ederken, birdenbire bir yüzbaşı peydahlanıveriyor. Arkasında sekiz tane jandarma eri... Bu kuvvet, karşısındaki altı kişiyi bir anda enselemeye yeterken dehşete düşen yüzbaşı, tıpkı Şube Reisi gibi, vaziyeti bilememekten hiçbir harekette bulunamıyor ve Mehdî Mehmed'in:



— Bize yardımcı ol, yoksa canınız elden gider!



Tehdidine cevap veremiyor. Bir er koşturarak Jandarma alayından imdat istiyor. Mehdî Mehmed'in görülmemiş cür'eti ve üzerine doğru koşması, yüzbaşıyı şaşırtmış, mefluç hale getirmiştir.



Hâdise bu şekilde devam eder ve delice bir cesaret içinde Mehdî Mehmed bağırıp çağırırken, o civardaki kışlada nöbetçi olarak bulunan ve olup bitenleri uzaktan takip eden yedek asteğmen Kubilây, yanına bir manga asker alıp meydana doğru koşuyor.

Aradan hayli vakit geçtiği halde hâlâ ciddi ve anî bir hükümet davranışı yoktur.

Kubilây erleri saf nizamına geçirip kumanda veriyor:



— Süngü tak!



Mehmetçikler hemen emre itaat ediyorlar. Kubilây önlerinde...



Mehdî Mehmed ise biraz ileride aynı mecnun teraneleri sayıp dökmekte, avazı çıktığı kadar haykırmakta...



Arkasındaki süngülü asker safının heybetine güvenen, ilerideki mecnunların ihtilâç içinde nereye kadar gidebileceklerini tahmin edemeyen Kubilây, tek başına Mehdîlik şarlatanı, bilerek veya bilmeyerek gizli bir tertip ve telkine âlet, bu maşa adamın üzerine yürüyor.

Kubilây, askerlerini geride bırakıp tek başına Mehdî Mehmed'in üzerine yürüyor ve hiçbir kelime sarfetmeden sol eliyle onun yakasına yapışıp sağ eliyle suratına iki tokat aşkediyor. Askerler geride ve halk etrafta merakla bakınmaktadır. Ortada hâlâ hükümet adına bir (otorite) ve hâkim kuvvetin göründüğü yoktur.



Tokatları yiyen Mehmed henüz kendisini toparlayamadan bir silâh sesi... Kubilây'in yere düştüğü görülüyor. Topuğundan, bütün ayağı parçalanasıya bir tüfek kurşunu yemiştir.

Müthiş an... Jandarmalar tüfeklerini bırakıp kaçışıyor ve Kubilây'ın askerleri, yüzgeri, dağılıyor. Delice bir cür'et, başsız kalan askerlere, neyin nereden geldiğini ve nereye gittiğini kestirememek şaşkınlığı içinde büyük bir dehşet vermiş ve onlara dağılmaktan başka çare bırakmamıştır. Halk da her zaman olduğu gibi, çenesi bir karış düşük, sanki bir (kovboy) filmini seyretmektedir. Ortada vaziyete el atacak tek irade ve hamle tezahürü yine mevcut değil...



İşte Mehdî Mehmed bir hava boşluğunu hatırlatan bu ruhî hayret ve dehşet anını seziyor ve en büyük numarasını oynamak üzere, yerde inleyen Kubilây'ın üstüne atılıyor. Onu, kurbanlık bir koyun gibi saçlarından kavrıyor ve cebinden çıkardığı bağ budama bıçağını boynuna dayıyor.



— Yapmayın, beni öldürmeyin! Ben ayağımdaki bu yarayla yaşarım! Canıma kıymayın!



Kubilây, Mehdîlik taslayan esrarkeş mecnuna yalvarmaktadır.



— Canıma kıymayın!



Mehdî Mehmed'in ise ağzında bir nâra:



— Artık vakit doldu! Mehdî geldi!

Ve tırtıllı bıçağıyle, testere kullanır gibi, Kubilây'ın kafasını vücudundan ayırıyor. Korkunç bir feryad, hırıltı, kan fıskiyesi ve halkta çığlıklar...



Mehdî Mehmed, kesik başı yine saçlarından tutup cami avlusundaki musalla taşının üstüne koyuyor.



Seyirciler bağıra çağıra kaçışmakta ve meydan bir an için Mehdî Mehmed ile beş arkadaşına kalmış bulunmaktadır...

Birden koşaradım gelenlere mahsus ayak sesleri... Alaydan, altı serserinin üzerine, mitralyözlü, koca bir bölük sevk edilmekte...



Bölük hemen meydanı ve cami avlusunu sarıyor, makineli tüfeğini kuruyor ve ateş...

İlk kurbanlar, ne olup bittiğini anlamak üzere koşup gelen iki masum bekçidir. Vücutları birçok yerinden delik deşik, vurulup yere seriliyorlar.

Hâdisenin müsebbiplerine gelince:

Ateş çemberinden kaçmak isterken, aralarından yalnız iki kişi müstesna, hepsi birden vurulup vahşi hayvanlar gibi yere devriliyorlar. Başta Mehdî Mehmed, Şamdan Mehmed ve Sütçü Mehmed ölüyor. Zeki Mehmed ölü taklidi yaparak uzandığı yerde, başından yaralı olarak ele geçiyor. Giritli Hasan ile Nalıncı Hasan ise nasılsa kaçıp sıvışma imkânını bulabiliyorlar.

İşte bütün oluşu ve bitişiyle topyekûn vak'a!.. Sadece kaçabilen iki kişinin ve eğer destekçileri varsa onların da bulunup cezalandırılmasından ibaret kalan ve bir iki mecnunun telif eserinden ibaret bulunan hâdise birdenbire o kadar büyütülüyor ki, ortada, tâ Sarıkamış'tan İstanbul'a kadar, tamamıyle masum ve alâkasız tesir ve şahsiyet sahibi kaç müslüman varsa onlara çevrilmiş bir tuzaktan, kuru bir bahaneden başka bir şey kalmıyor.

Bir nevi dehşet salma devri açılmıştır.










Devamı Var..
 
genel kurmay tarafından açıklanan belgeler aşağıdadır

bu belgeler doğrultusunda

kubilayı öldürenler nakşibendi tarikatı üyesidir

ve asılarak ceza almışlardır

bu öyle doğan medyası

öyle yandaş medya yazısı değildir

devletin resmi yazısıdır

bu yazıyı dikkate almamak

T.C DEVLETİNİ dikkate almamakla eşdeğerdir

BKZ:http://www.tsk.mil.tr/8_TARIHTEN_KE...emen_Olayi/Arsiv_Belgeriyle_Menemen_Olayi.htm
 
Mecnunların bile hayal ve teşebbüs etmeyeceği hadiseden sorumlu, ellerinde, yaralı olarak tutulan tek kişi vardır; Zeki Mehmed... Kaçanlardan Giritli Hasan ile Nalıncı Hasan Manisa yolunda ele geçirilecek ve onlarla beraber fiilî teşebbüs kadrosundan tutulanlar 3 kişiye varacaktır. İşte, sonunda, cezalarına mâni olamayacak bu serseriler ve hususiyle Zeki Mehmed o türlü ifadeler vermeye zorlanıyorlar ki, mahallelerinde oturan habersiz ve günahsız insanlardan tutun, hiç tanımadıkları, bilmedikleri ve eserlerini okumadıkları din âlimlerine kadar, şahsiyet sahibi bütün müslümanları avlamaya mahsus zâlim bir ağ örülmesine hizmet ediyorlar...



TERTİP



Evet; bütün şahsiyetli müslümanları, bilhassa Nakşibendi tarikati büyüklerini ortadan kaldırmak için hükümetçe düzenlenen Menemen Vak'ası, tertiplerin en vicdansızını teşkil eder. Sebep, tek olarak, din güdücülerinin imhası ve halkın yıldırılması...

Bu esasî sebep etrafında iki tane de yardımcı sebep var:



Birincisi:

Serbest Fırka zamanında Menemen «7'sinden 70'ine kadar» tabiriyle o tarafa geçmiş ve aynı günlerde kendisini ,ziyarete gelen Halk Partisi kodamanlarına «yuha!» çekmiştir.

Hükümetçe karar:

«— Menemen'e en tesirli bir gözdağı vermek lazımdır!»



İkincisi:

Yine o tarihlerde bazı Halk Partisi büyükleri Bursa'da Adapalas Otelinde zevk ve safaya batmış, günü birlik hayattan kâm almak cümbüşü içinde yuvarlanırken, bir hâdise

oluyor:

Otellerin önünde duran taksi ve otobüslerden, bereli, kasketli, sakallı, dinî üslûp belirtici kılıklarla bazı insanlar iniyor.

Manzarayı yorumlayamayan kodamanlar (Vasıf Çınar, Şükrü Kaya, Mahmud Es'ad vesaire) hayretle birbirlerine soruyorlar:



— Kimdir bu softa kılıklı adamlar? Yoksa bizden istekleri mi var?

Aralarından biri cevap veriyor:

— Yok efendim; bizimle hiçbir alâkaları yok! Karşı oteldeki bir şeyhi ziyarete geliyorlar!

Ta karşılarında, Hakkı Paşa Oteli diye bir yer vardır ve oraya, İstanbul'dan bir Nakşî şeyhi gelip inmiştir.

Kodamanlar konuşmakta devam ediyor:

— Kim bu şeyh?

— Erbil'li Şeyh Es'ad Efendi... Meşhur Nakşî Şeyhi.

— Ya, öyle mi?



Ve o akşam bu kodamanların halkalandığı masada şu karar alınıyor:



— Artık bu adamların köküne kibrit suyu dökülmesi gereken zaman gelmiştir! Bizzat mahkûm kabul ettiğimiz Menemen'de bir hâdise çıkartılacak, hâdiseye rejime karşı bir kıyam süsü verilecek ve ondan sonra sürek avı halinde din elebaşları devşirilip birer birer ezilecektir.



Hâdisenin şahitleri, ilk Meclis âzasından merhum Hasan Basri Çantay ile Salih Yeşil'dir. 'ın getirdiği bir fırsat ve münasebetle bu kararı, toplantıda hazır bulunanlardan biri marifetiyle öğrenen ve o akşam otelde bulunan bu iki zat, vaziyeti, sağlıklarında yeminle anlatmışlardır.



Bunlardan ve hattâ toplantıda bulunanlardan çoğu sağ olmadığına göre diyelim ki, bu iddia (romantik) ve tumturaklı bir yalan...



Bahsimizin başında da kaydettiğimiz gibi, hâdisenin akışındaki garabettir ki, tertibi göstermekte en canlı delildir.



Şimdi iddiamızı, tertip tezine göre takip etmekte devam edelim:



— Jandarma karakoluna karşı meydan, cami ve avlu,hâdise için en uygun yer...

Sonra Manisa ve bahsettiğimiz köylere gidip mahut kadroyu tesbit ediyor; bunların sefil, esrarkeş, cahil ve ahlâksız tabakadan olmaları gizli ajanın işini büsbütün kolaylaştırıyor. Hele din mevzuunda abuk sabuk görüşleri, ermişlik cinneti ve Mehdîlik özentisi dikkatini çeken Mehmed'i bulunmaz kıymette kabul ediyor ve uzun çalışmalardan sonra onlara teklifini yapıyor:



— Menemen'e Birinci Kânun (Aralık) ayında erkenden gireceksiniz! Filân yer, falan cami... Namazdan sonra minberdeki yeşil bayrağı çekip, cami ve avlu kapısını tutacak ve

«Bu bayrağın altına girmeyen, kâfirdir!» diye bağıracaksınız! Halktan veya jandarma ve askerden üzerinize gelen olursa silâhla karşı duracak ve mutlaka kan akıtmaya bakacaksınız. Bir kişiden olsun, kan akıtmak şart. Hâdise büyür büyümez hemen kaçıp başınızı kurtarmayı düşüneceksiniz! Neticede her birinize, sana şu, sana bu, sana filân, sana da falan bankadan onarbin (bugünkü paranın 100 misli kıymet) lira verilecek... Siz de çekip istediğiniz yere gideceksiniz!



Gerçekten, tekliflerin bu kadar ahmak ve sahtekârına, açma ve gülüncüne inanabilmek için, vasıflarını çizdiğimiz berduşlar kadrosundan daha uygunu bulunamazdı. Bu tiplerden hiçbirinin dinî bir harekete girişebilme vasfında olmaması, dinî her anlayış ve duygudan mahrum bulunması, başlarındaki sapığın da hiçbir din alâka ve bilgisi göstermez, eçhel bir ruh hastasından başka bir şey ifade etmemesi, gizli tertibi, başka bir delile ihtiyaç kalmaksızın ispat eder. Eğer böyle bir sapığın her zaman bu türlü hareketlere müstait olduğu ve düşünmeden girişebileceği iddia edilecek olursa cevabı hazırdır:



— Peki; o halde geriye kalanlardan hiçbiri deli olmayan, sadece serseri ve başıboş takımından 5 veya 6 kişi, ortada gizli bir teşvik, telkin ve menfaat vaadi olmadan nasıl bu adamın peşine düşebilir, tımarhaneliklerin bile kabul etmiyeceği bu işi nasıl benimseyebilir?



Misâl:



Şeyh Said isyanı, her cephesiyle rejime karşı bir harekettir ve bunu inkâra kimsede mecal yoktur. Zira Şeyh Said, din bilgini olmak iddiasında, şuurlu bir kimsedir, kendisine göre bir telâkki ve muhitinde büyük bir tesir ve kadro sahibidir. Hareketinde de, yine kendisine göre bir muvaffakiyet mantığı olabilir.



Fakat, hepsinin birden deli olmadığı, sadece cehalet ve hamakatte müşterek bu 6 şahsın gülünç ve maskara davranışlarında, kendilerinden bir teşebbüse nasıl ihtimal verilebilir?

Söylendiğine göre gizli ajan, hâdiseyi çarşaflı bir kadın kılığında uzaktan takip etmiş ve muradına erer ermez, ancak bir erkeğe mahsus sert adımlarla uzaklaşıp gitmiştir.



Bu manzarayı aynen görenler vardır ve onlardan biri hâlâ sağdır.

Subayları yerde kıvranırken 8 jandarmalık bir manga askerin silâhlarını bırakıp dağılmaları, kendilerine bir işaret verilmeksizin, mümkün olabilecek bir iş midir?



Ve nihayet en muazzam delil şudur ki: Evvelâ ölü taklidi yaparak yere yığılan, sonra da yakalanınca ellerine kelepçe vurulmasına hayretle bakan Zeki Mehmed şöyle bağırmıştır:



«— Hani bize para vereceklerdi. Bu ne iş?..»



Bunu da duyanlar ve duyanlardan duyanlar arasında hâlâ hayatta bulunanlar vardır.

Sadece gaflet ve ihtiyatsızlığına ve önceden tertipli plâna kurban giden Kubilây, topuğundan aldığı kurşun yarasiyle yerde kıvranmaya başladığı vakit, sancak kaldırma ve Mehdîlik ilânı hâdisesinden en aşağı 20 - 25 dakika geçtiği halde, hükümet (otorite) ve kuvvetlerinin meydana çıkmaması nasıl yorumlanabilir? Elde hiçbir vesika, hatıra ve müşahade olmasa dahi, zekâ ve irfan sahibi bir göz, hadisenin bizzat akış şeklinden gizli tertibi heceleyebilir.



Neticede belirttiğimiz vesikalar ve öne sürdüğümüz tahlil ve teşhisler ne nispette tatmin edici veya etmeyici olursa olsun, Menemen Hâdisesinin, kendi basit çapından dışarıya çıkarılarak memleket mikyasında bir din adamı avına vesile edildiği riyazî bir hakikattir. Eğer tertip yoksa bu sürek avına lüzum nedir?



SAVCININ AĞZINDAN



Menemen Hâdisesinin peşinden derhal o mıntıkada örfi idare ilânı... Yine tertibin yeri geldi.



Ne oluyoruz?.. Hâdise o anda bastırıldığına ve birkaç muvazenesizin eseri olduğuna göre, devletin umumî ve tabiî mevzuatı, gereken takibi yürütmeye ve suçluları cezalandırmaya yeterli değil midir?



Değildir!!



Zira evvelâ Menemen'in peşinden de, kaydetmiş olduğumuz gibi, bütün vatanı noktalayan din büyüklerinin mahvedilmeleri lâzımdır. Bunun için de örfî idare gibi, dediği dedik ve normal kanun üstü bir usul, şart.

Tımarhane kaçkını üç beş serserinin esasta gülünç hareketine karşı örfî idare ilânı, hükümetin ya budala, ya donuna edecek kadar ödlek, yahut da ne şu, ne bu; bahanelerin en sefili peşinden koştuğuna delâlet eder.



Şimdi hâdiseyi «Divan-ı Harb-ı Örfî» isimli, Örfî İdare Harp Divanı Mahkemesi Savcısının resmî ağzından ve iddianamesinden dinlersek, (realite)lere uymayan ve örtülmek istenen noktalardan gizli tertibi büsbütün sezebiliriz.



Üslûp ve lisan zaafı kendisine ait olmak üzere işte Harp Divanı Savcısı Hidayet Bey'in ağzından, aynen:



«— Devlet kuvvetleri aleyhine suç işlemekten ve tekkelerle zaviyelerin kapatılmaları kanunlarına karşı gelmekten sanık.»



………………………



«Mehdilik dedikodusu Manisa'da duyulmuştur. İşte hükümetin keyfiyetten haberdar olduğu işitilince Girit'li Mehmed'in emriyle köy yakınındaki çamlıkta Mehmed'in kardeşi Hacı İsmail ile Hoca Mustafa tarafından bir kulübe inşa ediliyor. Bu kulübede tam bir hafta esrar içilmek suretiyle zikre devam eden sanıklar, 1930 yılı Aralık ayının 23 üncü Salı günü Menemen'e gitmek üzere yola çıkmayı kararlaştırıyorlar.



Salı gecesi esrarkeş Mehdî, başta (Kıtmir)adını verdikleri köpek de dahil, hep beraber yola çıkıyorlar. Evvelden haberdar edildiği için, Görece köyünün berisindeki kömür ocağında, Hacı İsmail oğlu Hüseyin (tam babasiyle birlikte asılacağı zaman, sehpanın yanından kaçıp dağa çıkan, sonra yakalanarak Menemen'e getirilerek hakkındaki idam cezası infaz olunan şahıs) tarafından yakılan ateşte ısındıktan ve oraya, yine evvelden haberdar olduğu için Göreceli Mustafa oğlu Abdülkerim'in (bu sanık muhakemesi sırasında ağır hastalanıp İzmir Memleket Hastahanesinde tedavi altına alınmışken eceli ile öldüğünden hakkında verilen ölüm cezası yerine getirilememiş ve sukut etmiştir) getirdiği yemek de yenildikten sonra, bunların yol göstericiliği ile Menemen yolunu tutuyorlar.



Kafile Haşarılar geçidine varınca, kayıkçı Mehmed'in kayığı ile karşı tarafa geçiyorlar. Sanıklar Menemen kenarına geldiklerinde, Zeytinlik'te biraz durup dinlendikten sonra, Girit'li Mehmed, avanesinin hepsine çifte çifte esrarlı sigara dağıtıyor, hepsi dumanlı ve sarhoş kafalarla Menemen'e giriyorlar ve saat altıyı yirmi geçe Müftü Camii'ne gidiyorlar.



Savcı, biraz sonra göreceğimiz gibi, (realite)leri sade gizleyici değil, tahrif edici tarzda iddiasına devam ediyor:



«Bu camide Nalıncı Hasan, o (inna Fetahnâleke) sûresini okuyarak mihraptan bayrağı alıyor. (Bu sanık ölüm cezasına çarptırılmışsa da yaşının küçüklüğü sebebiyle idamdan kurtulmuş ve cezası 24 yıl ağır hapse çevrilmiştir) Hep birlikte cami içinde bekliyorlar ve camie gelenleri Mehdî (yâni Giritli Mehmed) yine davet ediyor ve Mehdî olduğuna dair bunun nişanesi olan Kıtmir dedikleri köpeğini kendilerine gösteriyor.



Namaz kılındıktan sonra sahte Mehdî, cemaati bayrak altına davet etmeye başlıyor ve bu davete icabet eden, isimleri meçhul bazı şahıslar, bunlarla birlikte Belediye Meydanına doğru ilerliyorlar. İçlerinden Abdullah oğlu Müezzin Hafız Ahmed (idama mahkûm edilip asılmıştır), sanıklar camiden çıktıktan sonra minareye çıkmış, minareden silâh atmış ve kendi ifadesine göre, etraftan gelecek 70.000 kişiyi beklemeye başlamıştır.



Müftü camiinden alınan bayrak burada Menemenlilerden Arabacı Hüseyin (idama mahkûm edilmiş ve asılmıştır) tarafından meydanlığa açılan bir çukura dikiliyor. Sanıklar tekbirlerle bu bayrağın etrafında dönerlerken, jandarma yazıcısı Ali Efendi olaydan haberdar edildiğinden arkadaşları dört nefer jandarmaya silahlarını almalarını tenbih etmiş ve kendilerini beklemeden doğruca Girit'li Mehmed'in yanına giderek ne istediklerini sormuş, Mehdi Giritli Mehmed de bu jandarma yazıcısına hitaben:



— Git, kumandanına haber ver de o gelsin! Bana top, kurşun işlemez! demiştir.



Bunun üzerine geri dönen Ali Efendi, durumdan Jandarma Bölük Kumandanı Fahri Beyi haberdar etmiştir. Vak'adan haberdar edilen Fahri Bey, doğruca âsilerin yanına giderek tam bir asker tavriyle Mehdî'ye hitaben:



— Ne istiyorsunuz? Buradan derhal dağılın!



Diyor. Buna Girit'li Mehmed de:



— Ben Mehdiyim. Şeriatı ilân ediyorum! Bana kimse mukavemet edemez! Çekil karşımdan!



Cevabını veriyor, Bu söz üzerine âsiler orada toplanan seyirci Menemen halkı tarafından el çırpmak suretiyle alkışlanıyorlar.

Durumun vahametini anlayan Jandarma Bölük Kumandanı Fahri Bey, tedbir almak üzere oradan hükümete gelip bu gibi hâllerde kanunun icaplarına uyarak alaydan asker ve kuvvet istiyor ve telefon başında askerle yola çıkan Kubilây Bey adındaki ihtiyat subay vekilinin gelmesini beklemeye başlıyor.



İhtiyat Zabit Vekili Kubilây Bey süngü takmış askerini, Belediye meydanlığındaki kahve önünde bıraktıktan sonra, kendisini öne atarak, âsilere dağılmalarını söylüyor ve Mehdîlik taslayan Girit'li Mehmed'i kolundan tutarak çekiyor. Buna Girit'li Mehmed silâh atmak suretiyle mukabele ediyor ve Kubilây Beyi ağır surette yaralıyor.»



Savcı, tertibi gizlemeye hizmet edici şekilde, fakat hiç bir şeyden haberi olmadığı için, birçok yerde ipuçlarını meydanda bırakarak devam ede dursun:



«Yaralanan Kubilây yine tam bir metin asker tavrıyle oradan ayrılıyor, arkasından ikinci defa atılan kurşun kendisine isabet etmeden, hükümetin arkasındaki avluya kendini atıyorsa da aldığı birinci kurşun yarasından bitap düştüğü için uzaklaşamıyor, oraya yığılıyor. Yaralı Kubilây Beyin oraya düştüğünü her nasılsa haber alan Mehdi Giritli Mehmed, askerin kaçmasından ve halkın el çırpmasından ve bu suretle kendisine gösterilen müzaheretten cür'et alarak ortalığa dehşet havası salmak için bu anda cinaî bir rol yapmak istiyor, sanıklardan Ali oğlu Hasan'ın torbası içindeki bağ bıçağını derhal aldıktan sonra Şamdan Mehmed'le birlikte yaralı Kubilây Beyin yanına gidiyor, bıçağı ile bu vazife kurbanı Türk delikanlısını, bir koyun boğazlar gibi, boynundan keserek kellesini alıyor ve Türk ordusunun genç bir subayı ve asil bir Türk evlâdı, tam bir canavarca hisle şehit ediliyor. Bununla da kanmayan Mehdi, kesik kafa ile biraz gezdikten sonra, kesik kelleyi meydanlığa getirip dikili bayrağın üzerine takıyor ve bu kanlı facia karşısında hissiz kalan Menemen halkı tarafından ikinci bir alkış tufanı başlıyor. Bu arada bayrağın tepesinden yere düşen kesik başı, bayrak üzerinde durmasını sağlamak için elektrik direğine bayrağı bağlamak isteyen Yusuf oğlu Kâmil (idam edilmiştir) tarafından koşarak ip getiriliyor ve kanlı sancak ihtimamla elektrik direğine bağlanıyor.



Bu sıralarda alaydan yetişen diğer müfrezeler ve aynı zamanda hamiyetli ve namuslu iki bekçi ile âsiler arasında başlayan çarpışmada, Mehdî Giritli Mehmed, Şamdan Mehmed, Sütçü Mehmed vurulup ölüyorlar. Emrullah oğlu Mehmed Emin yaralanıyor, bu meyanda âsilerle çarpışan iki bekçi de şehid düşüyorlar. Asilerden Nalıncı Hasan ile oğlu Hasan da halk arasından kaçıp sıvışıyorlarsa da Manisa'da yakayı ele veriyorlar.»



Vak'aya dair Savcının serdiği (nötr) tarafsız olması gereken bilgilerle bizimkiler arasındaki küçük farkların hiçbir değeri yoktur. Öyle veya böyle... Esas ve ana çizgiler aynıdır. Şu var ki, biz sağladığımız bilgi unsurlarını, konferans için gittiğimiz Manisa'dan ve faciaya bizzat şahit olmuş yaşlı - başlı insanlardan devşirmiş ve doğruluklarından emin bulunuyoruz. Amma Savcının (nötr) tarafsız olmayan ve indi mütalâa ve kasdi ifade tarzına kaçan iddia ve izahlarında, kendisi hiç bir şey bilmese de, aldığı direktife göre, tezatlar içinde yüzdüğünü ve âdeta tertibi belli edici mantıksızlıklara düştüğünü gözden kaçırmıyoruz.



Şöyle ki:



Savcı, hâdiseyi Menemenliler tarafından benimsenmiş ve şiddetle alkışlanmış göstermekle Menemen'in öldürücü bir gözdağı alması kararına (Bursa'daki karar) mesnet tedarik etmeye çalışmaktadır. İddia hakikate zıddır; halk cinayet sırasında dehşet ve nefretle kaçışmıştır ve zaten alkışlamış olsaydı yalancı Mehdî'nin peşine düşmesi icap edeceği aşikârdır.



Yine, Savcı, Hafız Ahmed'i hükümete haber vermemiş ve minareden silâh atmaya başlamış olmakla suçlandırırken farkında değildir ki, bu kadar tumturaklı (mizansen) sahneye koyuş içinde bizzat hükümetin nerede olduğu ve nasıl olup da haber alamadığını düşünmek borcundadır. Yâni hükümet haber almak için, silâhlar patlar, tekbir sesleri yükselir ve kıyamet koparken Hafız Ahmed'e mi muhtaçtı?



Diğer noktalardaki zaaflar ise teker teker gösterilmeye değmez.

Divan-ı Harp Savcısının öz kaleminden ve ağzından çıkan iddia, iki bekçinin mitralyöz ateşiyle ölümünü isyancılara yükleyecek kadar tahrifli olduğu bir yana, hükümetin iş neticeleninceye dek seyirci kaldığını ve böylece ne acemi bir tertip karşısında bulunulduğunu göstermeye yeter. Akıl ve insaf sahiplerinin başka bir vesikaya ihtiyaçları yoktur.
 
Geri
Üst