Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
Cuma namazından sonra Sultan Alparslan ordusuna şöyle hitap etti:
-Kumandanlarım askerlerim! Biz ne kadar az olursak olalım onlar ne kadar çok olursa olsunlar daha fazla bekleyemeyiz. Bütün Müslümanların minberlerde bizim için dua ettiği şu saatlerde kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım ya şehit olur cennete girerim.
Büyük bir inançla söylenen bu heyecanlı sözlere askerler hep bir ağızdan:
-Ey Yüce Sultan! Her zaman senin emrinde ve seninle olacağız nereye gidersen oraya gideceğiz diye haykırdılar.
Sultanın üzerinde beyaz bir elbise vardı. Düşmana hücum etmeden önce son söz olarak askerlerine şunları söyledi:
-İşte şehitlik kefenim savaş meydanında ölürsem beni bu elbise ile gömersiniz.
Bundan sonra Türk ordusu hücuma geçti. Cuma günü öğleden sonra başlayan savaş akşam üzeri sona erdi. Tarihin en büyük meydan savaşlarından biri olan Malazgirt Savaşı Türk ordusunun kesin galibiyeti ile sonuçlandı. Büyük komutan Alparslan’ın üstün savaş taktiği ve Türk askerinin cesaret ve kahramanlığı sayesinde elli dört bin kişilik Türk ordusu kendisinden kat kat fazla olan Bizans ordusunu birkaç saat içinde kesin bir yenilgiye uğratmış ve büyük bir zafer kazanmıştı.
Bu savaşta Bizans imparatoru Romen Diojen de esir alınmıştı. İmparator savaşın galibi Büyük Türk hakanı Alparslan'ın huzuruna çıkarıldı. Alparslan imparatora çok iyi davrandı.
Sultan Alparslan imparator Diojene:
-Zaferi sen kazansaydın bana ne yapardın? diye sordu.
Diojen:
-Bir fırın hazırlatıp sana çok kötü davranacaktım diye cevap verdi.
Esir imparator bu sözleri ile eline fırsat geçseydi ne kadar acımasız hareket edeceğini söylemekten çekinmemişti. Buna karşı bu büyük zaferin muzaffer komutanı Sultan Alparslan Diojen’i affetti ve yanına muhafızlar vererek onu memleketine gönderdi. Alparslan bu davranışı ile insanlığa çok önemli bir ahlak dersi vermiş Türk milletinin sahip olduğu üstün özellikleri göstermiştir
Ekmek
II. Bayezid 1502 tarihinde ekmek ve yemek için aşağıdaki önemli karaları almıştır:
1-Etmekçiler standart olarak alınan ekmeği narh üzere pak işleyeler eksik ve çiğ olmaya. Etmek içinde kara bulunursa ve çiğ olursa tabanına let uralar; eksük olursa tahta külah uralar ve yahud para cezası alalar. Ve her etmekçinin elinde iki aylık en az bir aylık un buluna. Ta ki aniden bazara un gelmeyüb Müslümanlara darlık göstermeyeler. Eğer muhalefet edecek olurlarsa cezalandırıla.
2-Eyle olıcak ekmek gAyet eyü ve arı olmak gerekdir.
3-Aşcılar bişürdükleri aşı pak bişüreler ve çanakların pak su ile yuyalar ve tezgahlarında kâfir olmaya. Ve iç yağiyle nesne bişürmeyeler. Ve bir akçelik eti her ne narh üzerine alurlar ise beş pare olur. Bir akçelik aş alanın aşına bir pare koyalar. İki pulluk dahi etmek vereler. Bir akçelikden artuk alsalar ya eksük alsalar bu hisab üzerine vereler.
4- Değirmenciler gözlene; değirmende tavuk beslemeyeler ki halkın ununa ve buğdayına zarar etmeye. Ve adetlerinden artuk almayalar ve iri öğütmeyeler ve kesmüklü buğdayı değiştirmeyeler ve illa muhkem ve müntehi hakkından geleler
Gül Baba
Fatih Sultan Mehmed'in yerine geçen oğlu İkinci Bayezid avdan dönüyordu. Bir an önce saraya varıp dinlenmeyi düşünürken atını durdurdu havayı kokladı ve derin derin nefes alıp ferahladıktan sonra sordu:
-Bu güzel kokular da nereden gelir böyle?
Yanındaki vezirlerden biri cevap verdi:
-Devletlü Padişahım! İstanbul kuşatmasına katılan gazilerimizden tabiat aşığı biri vardır ki O'na Gül Baba derler. Ak sakallı nur yüzlü bir ihtiyardır. Şu yamaçları güllerle ve dahi türlü çiçeklerle donattı. Bu hoş kokular O'nun bahçesinden gelmektedir.
Padişah vezirin anlattıklarını tebessümle dinliyordu. Sözlerini bitirince kararını bildirdi:
-Merhum babamın bu gazi askerini ziyaret etmek isterim!
Artık yorgunluklar unutulmuştu. Gül Baba'nın kulübesine doğru yürüdüler. Kulübeye doğru yaklaştıkça gül kokuları artıyor insanın gözü - gönlü açılıyordu. Değerli misafirlerin geldiğini gören Gül Baba koştu onları kapıda karşıladı. Padişah daha atından inmeden sordu:
-Savaşta bastığı yeri sarsan barışta oturduğu yeri gül bahçesine çeviren yiğit asker selam sana!
Gül Baba mahçup olmuştu güçlükle konuşabildi:
-Sizden böyle iltifatlar görmek bizim için ne büyük şereftir Sultanım sağ olun!
-Sen ki İstanbul'u fetheden ordunun bir neferi olarak şereflerin en büyüğünü almışsın Gül Baba. O büyük şerefin yanında bizim sözlerimizin hükmü mü olur
Gül Baba tebessümle başını öne eğerken Padişah atından indi ve Gül Baba'nın gösterdiği mindere bağdaş kurup oturdu ve O'nun kendi elleriyle pişirdiği kahveyi yudumlayıp yorgunluğunu giderdi. Sonra da şöyle bir teklifte bulundu:
-Dilersen seni saraya alayım. Artık çalışma da yaşlılık devrini dinlenerek geçir!
-Sağ olun Sultanım! Burada oturmak benim için daha iyi. Amma bir iyilik yapmak istersen
şu kulübemin bulunduğu yere bir mektep - medrese yaptır ki memleketimizin çocukları ilim - irfan öğrensinler
Gül Baba'nın sözleri Padişah'ı çok duygulandırmıştı. Yerinden kalkarken O'nu mutlu edecek cevabı verdi:
-Gönlün rahat olsun Gül Baba dilediğin olacaktır!
Sonra bahçeyi gezdiler...
Padişah gülleri okşuyor eğilip kokluyor ve yanındakilerle konuşuyordu. Bu arada Gül Baba da özenle seçtiği gülleri koparıp demet yapıyordu. Padişah ayrılırken O'na bir demet sarı bir demet kırmızı gül verdi. Padişah gülleri alıp kokladı bağrına bastı ve atını sürüp gitti.
Kısa zaman sonra ise Gül Baba'nın kulübesi yıkıldı ve oraya büyük bir bina yapıldı. Zaman içerisinde okul oldu hastane oldu ama hep insanlığa hizmet etti. 1868 yılında "Mekteb-i Sultani" adıyla yeni bir kimliğe bürünen okul Cumhuriyet döneminde de "Galatasaray Lisesi" adını aldı.
Gül Baba'nın Sultan İkinci Bayezid'e verdiği o güzel kokulu sarı ve kırmızı güller önce bu lisenin sonra da Galatasaray Spor Kulübü'nün sembolü oldu.
Ebul Vefa Hazretleri’nin küçük ama çok sevimli bir oğlu vardır. Çocuk iyidir hoştur da bir ara sakalara takar. Mahalle sucusunun yolunu bekler çuvaldız ile kırbaları deler. Kim bilir belki de fıskiye gibi akan sular hoşuna gider. Aslında saka şaka götüren biri değildir. Bunu yapan bir başka çocuk olsa çoktan ensesine yemiştir şamarı. Zira delinen kırba dikilemez ancak boğumlanarak bağlanır ki koca kırba gitti demektir yarı yarıya.
Saka bir sabreder iki sabreder bakar olmuyor tutar eteğini çıkar huzura
-Affınıza sığınıyorum ama der
-Vaziyet böyleyken böyle!
Ebul Vefa Hazretleri çok şaşırır. Kırbaların parasını fazlasıyla öder. Sucudan ağlaya yalvara helallik diler. Saka bir hoş olur. “Keşke eşiğine sultanların baş koyduğu veliyi üzmeseydim” der. Pişman mahçup dergahı terkeder.
Ebul Vefa Hazretleri çocuğa hiçbir şey demez. Hemen hanımını bulur
-Aman hatun iyi düşün der
-Biz bir hata yaptık ama nerede?
O gün tırnaklarını saçlarına geçirir adeta beyinlerini kanatırlar. Uykuyu dağıtırlar. Hanımı sabaha karşı:
-Tamam! der
-Galiba buldum!
-Anlat hele?
-Çocuğumuza hamileydim. Kız kardeşim bir yere uğrayacak olmalıydı sepetini bırakmıştı bize. Zerzavat arasından bir limon parladı. Canım nasıl çekti anlatamam. Kardeşimi biliyorsun. Bir şey istemeye gör canını verir. Limonun lafını etsem mutlaka bize bırakacak kendi limonsuz dönecekti evine. Aklıma başka bir yol geldi. Limonu iğneyle deldim bir damla emdim. Nefsimi körlettim. Ama unuttum gitti. Hata bende limonunu deldiğimi söylemeliydim ona.
-Aman kalk bacına gidelim.
-Bu saatte mi?
-Evet bu saatte!
Kadı
Kadı Mahmud dervişliğe niyetlenir. Önce Eskici Mehmed Dede’nin kapısını çalar. Ama mübarek:
-Senin nasibin bizden değil! der
-Üftade hazretlerine gitsen gerek!
Kadı Mahmud adamlarına:
-Tiz atım hazırlansın! der kurulur eyere.
Üftade Hazretleri’nin dergahına yaklaştığı sırada atının ayakları kayalara saplanır. Gelgelelim henüz yaşadıklarını muhakeme edecek halde değildir. Atı bırakır yürür kapıya. Karşısına ilk çıkana:
-Ben! der
-Bursa kadısıyım. Geldiğimi söyleyin Şeyh Üftade’yi göreceğim!
Kapıdaki yaşlı derviş önce acı acı güler sonra:
-Üftade benim evladım! der
-Ama bu kapı yokluk kapısıdır eğer malını mülkünü itibarını rütbeni silemeyeceksen var git işine.
Kadı Mahmut mahçup ve pişmandır.
Üftade Hazretleri kadife gibi yumuşak bir sesle devam eder:
-Bak yavrum bu yol çilelidir görmüyor musun atın bile döndü geriye!
Bunlar ne manalı sözler bu ne içe işleyici sestir. İşte o an tevhid denizine yelken açar sıyrılır yalan dünyanın girdaplarından. “Bu huzur hiç bitmese” der. Ama şimdi çetin imtihanlar bekler onu.
Koca Kadı denilen her şeyi yapar mesela sırmalı kaftanıyla mahalle mahalle dolaşır ciğer satar. Peşinde yalınayak veledler arsız kediler
Alay edenler fıkır fıkır gülenler. Eski memurları “deli mi ne?” derler. Ama o direndikçe üstüne yürür nefsinin burnunu sürter yerlere.
İşte helaları temizlediği günlerden birinde avluyu bir davul sesi doldurur sonra tellalın gür sesi duyulur. Bursa’ya atanan yeni kadıyı ilan ederler. Bir şaşaa bir depdebe bir gulgule...
Alçak nefis diklenmek ister. “Sen sürün bakalım” der “Elin oğlu bıraktığın makama oturdu bile!” Ama o vesvelere güler geçer “Boş versene!” der “Sen buna layıksın. Hatta buna bile layık değilsin ama...”
İşte tam o an ufuklar görünür gökler duvak duvak açılır. Kalbine anlatılmaz bir huzur ve sürur dolar. Üftade Hazretleri develer yükü kitabın veremeyeceğini bir bakışıyla talebesinin kalbine nakşeder. Artık bulutların üstünü yerin altını görür zikreden zerreleri işitir. İşte bu yüzden çimlere basamaz çiçekleri koparamaz.
Ve Sivrihisarlı Kadı Mahmud Aziz Mahmud Hüdayi olur. Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri hocasına çok hizmet eder ömrünün son demlerinde yanında olur duasını alır. Üftade Hazretleri öylesine hoşnut olurlar ki anlatılamaz. Hatta açar ellerini:
-Allah ne muradın varsa versin der
-Padişahlar ardınca yürüsün e mi?
Bir gün Sultan Ahmed Han yolda Hüdayi Hazretleri’ne rastlar derhal atından inip eyeri gösterir:
-Efendim buyurmaz mısınız?
Talebeleri Hüdayi Hazretleri gibi mütevazı bir velinin bu teklifi reddedeceğini sanır. Ancak Hüdayi Hazretleri hayvana biner Koca padişahı ardından yürütür. Ama birkaç adım ya gider ya gitmez iner:
-Bunu sırf hocamın duası yerine gelsin diye yaptım der
-Yoksa padişahımın atına binmek ne haddime
Sultan Mahmut tebdili kıyafet bir kahvehaneye girmiş. Bir sandalye bulup oturmuş. Herkes kahveciden bir şeyler istiyor;
-Tıkandı baba çay getir
-Tıkandı baba ıhlamur getir.
Sultan merak etmiş ve kahveciye sormuş;
-Baba anlat bakalım. Nedir bu Tıkandı baba meselesi?
-Uzun mesele evlat.
-Anlat baba anlat merak ettim.
Tıkandı baba başlamış anlatmaya;
-Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı. Hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. Onlarınki kadar aksin diye bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Uğraşırken çomak karıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden "onlarınki kadar akmasa da olur. Hiç olmazsa eskisi kadar aksın" dedim ve kırılan çomağı oluktan çıkarmaya çalıştım. Ama oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben yine de açmak için uğraşıyordum. O sırada Cebrail göründü ve "Tıkandı baba tıkandı. Uğraşma artık" dedi. O gün bu gün adım "Tıkandı baba" kaldı. Hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyorum. Tıkandı babanın anlattıkları Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarıdaki adamlarına talimat vermiş;
-Bir ay süreyle hergün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altına bir altın koyacaksınız..
Ertesi gün bir tepsi baklava babaya teslim edilmiş. Tıkandı baba bakmış baklava nefis. " Uzun zamandır tatlı yiyememiştik. Söyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim" diye içinden geçirmiş. Elinde baklava tepsisi evin yolunu tutmuş. Yolda giderken baklavanın para edeceği aklına gelmiş ve "ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim" diyerek işlek bir yol kenarına geçip başlamış
bağırmaya;
-Taze baklava güzel baklava...
O sırada yoldan geçen Kayserili baklavayı beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar. Tıkandı baba aldığı paradan memnun. Kayserili baklavayı evine götürmüş ve hemen bir dilimini ağzına atmış. Dişine takılan şeyi çıkarmış bakmış ki bir altın. Şaşırmış. Diğer dilim diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında bir altın. Ertesi akşam Kayserili "acaba yine gelir mi?" diye aynı yere gelip başlamış beklemeye.
Sultanın adamları ertesi aksam yine bir tepsi baklavayı getirip Tıkandı babaya teslim etmişler. Baba baklavayı satmak için aynı yere uğramış. Kayserili hiçbir şey olmamış gibi "Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım" diyerek pazarlığa başlamış. Tıkandı baba da "Hergün alacaksan biraz daha indirim yaparım" diyerek kendince müşteriyi garantiye almış.
Tıkandı babaya her aksam elinde bir tepsi baklavayla gelmiş ve Kayserili de parasını verip tepsiyi eve götürmüş.
Aradan bir ay geçtikten sonra Sultan Mahmut ; "bizim Tıkandı babaya bir bakalım" diyerek Padişah kıyafetleriyle kahvehaneye girmiş. Bir de ne görsün bizim Tıkandı baba aynı sefalet içinde. Hiddetlenip sormuş;
- Tıkandı baba sana baklavalar gelmedi mi?
-Geldi Sultanım
-Peki ne yaptın o kadar baklavayı?
-Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim sağolasınız duacınızım.
Sultan şöyle bir tebessüm etmiş.
-Anlaşıldı Tıkandı baba anlaşıldı. Hadi benimle gel gidiyoruz.
Sultan babayı devletin hazine odasına götürmüş.
-Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır. Küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir.
Tıkandı baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane
altın küreğin ucunda düştü düşecek. Sultan "Baba buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar" diyerek askerlerden birini yanına çağırmış. Yavaş sesle talimat vermiş. "Alın bu adamı Üsküdar'ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe
arasını ona verin."
Askerler Tıkandı Babayı alıp Üsküdar'a götürmüşler.
-Baba hele şuradan bir taş beğen.
-Niçin taş beğeneceğim.
- Hele sen bir beğen sonra söyleriz.
Baba şu yamuk bu küçük derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline;
-Ne olacak şimdi bu taş.
-Baba sen bu taşı atacaksın. Ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını
Padişahımız sana bağışladı.
-Baba biraz da kızgın taşı kaldırmış tam atacakken elinden kayıp başına düşmüş. Oracıkta rahmete kavuşmuş.
Askerler durumu Padişaha haber vermişler.
İşte o zaman Sultan Mahmut
o meşhur sözünü söylemiş; "VERMEYINCE MABUD NEYLESIN SULTAN
MAHMUT"
kanuni Sultan Süleyman a Cevap : Nemelazım Be Sultanım..
Bir yönetim ne zaman çöker?
Kanuni Sultan Süleyman en yüksek duruma getirmiş olduğu devletinin akıbetini hayal eder günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer çökmeye yüz tutar mı diye düşünmeye başlar.
Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi meşhur alim Yahya Efendi’ye sorduğundan bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu keşfine inandığı Yahya Efendi’ye gönderir:
- Sen İlahî sırlara vakıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur?
Bir gün olup da izmihlale uğrar mı?
Güzel bir hatla yazılmış mektubu okuyan Yahya Efendi’nin cevabı bir bakıma çok kısa bir bakıma da çok uzun olur:
- Nemelâzım be Sultanım!
Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan bir mânâ veremez. Yahya Efendi gibi bir zatın böylesine basit bir cevapla işi geçiştireceğini pek düşünemez. Söylenmeye başlar:
- Acaba bilemediğimiz bir mânâ mı vardır bu cevapta?
Nihayet kalkar Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergahına gelir.
Sitem dolu sorusunu tekrar sarar:
- Ağabey (Süt kardeşidir çünkü) ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme soruyu ciddiye al!
Yahya Efendi duraklar:
- Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunun üzerinde iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim.
- İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece ‘Nemelazım be Sultanım.’ demişsiniz. Sanki beni böyle işlere karıştıma der gibi bir mânâ akla gelmektedir.
İşte bundan sonra Yahya Efendi tarihî cevabını açıklar:
- Sultanım der. Bir devlette zulüm yayılsa haksızlık şayi olsa işitenler de nemelazım deyip uzaklaşsalar sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese bilenler bunu söylemeyip sussa gizleseler fakirlerin muhtaçların yoksulların kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hale gelir…
Bunları dinlerken ağlamaya başlayan koca sultan söyleneni başını sallayarak tasdik eder sonra da kendisi böyle ikaz ve irşad eden bir alime memleketinin
Bir padişah Hızır’ı görmek istiyordu. Bir gün bunun için tellallar çağırttı.
“Kim bana Hızır’ı gösterirse onu armağanlara boğacağım” dedi.
Birçok oğlu uşağı olan fakir bir adam bu işe talip oldu. Karısına dedi
ki:
- “Hanım ben padişaha Hızır’ı bulacağımı söyleyip ondan kırk gün müsade
alacağım. Bu kırk gün için padişahtan size ömrünüz boyunca yetecek yiyecek
içecek ve para alırım. Kırk günün sonunda Hızır’ı bulamayacağım için benim
kelle gider ama siz rahat olursunuz” Adamın karısı kanaatkar biriydi ;
- “Efendi biz nasıl olsa alıştık böyle kıt kanaat geçinmeye… Bundan
sonra da idare ederiz. Vazgeç bu tehlikeli işten” dedi.
Ama adam kafaya koymuşt. Padişaha gidip Hızır’ı bulacağını söyledi. Bunun
için kırk gün izin istedi. Hızır’ı bulmak için koşuşturacağı kırk gün
zarfında ailesinin geçimi için sarayın ambarından tonlarca yiyecek içecek
ve nakit para aldı. Bunları evine teslim edip kırk gün ortalıktan kayboldu.
Kırk günün bitiminde padişahın huzuruna çıkıp herşeyi itiraf etti :
- “Benim aslında Hızır’ı falan bulacağım yoktu. Ailece sıkıntı
çekiyorduk. Hızır’ı bulacağım diye sizden dünyalık almak istedim” dedi.
Padişah buna çok kızdı:
- “Padişahı kandırmanın cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç düşünmedin
mi?” diye bağırdı.
Adam da her şeyi göze aldığını söyledi. Bunun üzerine padişah yanında
bulunan üç veziriyle görüş alış verişinde bulundu. Birinci vezire sordu:
- “Padişahı kandıran bu adama ne ceza verelim? ”
- “Efendimiz bu adamın boğazını keselim etini parçalayıp çengellere
asalım.”
Bu sırada peyda olan nurani ak sakallı bir ihtiyar birinci vezirin
sözleri üzerine söyle dedi: “Küllü şeyin yerciu ila asıhı” …
Padişah ikinci vezirine sordu:
- “Bu adama ne ceza verelim? ”
- “Hükümdarım bu adamın derisini yüzüp içine saman dolduralım.”
Biraz önce ansızın ortaya çıkan ihtiyar yine “Küllü şeyin yerciu ila
asıhı” dedi.
Padişah üçüncü vezire sordu:
- “Ey vezirim sen ne dersin beni kandıran bu adama ne ceza verelim?”
- “Padişahım bana göre bu adamı affedin. Size yakışan sizden beklenen
budur. Bu adam önemli bir suç isledi ama sanıldığı kadar da kötü biri deği.l
Çünkü çoluk çocuğunun rahatı için kendini feda edebilecek kadar da iyi
yürekli…”
Nurani ihtiyar yine söze karıştı: “Küllü şeyin yerciu ila asıhı”
Bu defa padişah o yaşlı zata yöneldi:
- “Sen kimsin? İkide bir tekrarladığın o laf ne demektir?”
Ihtiyar cevap verdi:
- Senin birinci vezirinin babası kasaptı. Onun için kesmekten etini
çengellere asmaktan bahsetti. Yani aslını gösterdi. İkinci vezirin babası
yorgancı idi. Yorgan yastık yatak yüzlerine yün pamuk vb. doldururdu. O da
babasına çekti.
Üçüncü vezirin ise babası da vezirdi. O da soyuna çekti büyüklüğünü
gösterdi. Benim söylediğim söz “Herkes aslına çeker” demektir. Vezir
istersen (üçüncü veziri göstererek) işte vezir Hızır istersen (kendini
göstererek) işte Hızır bu adamı mahcup etmemek için sana göründüm dedi ve
kayboldu…
SANKİ ÜÇÜNCÜMÜZ SEN İDİN
Şemseddîn Attâr anlatır: Mevlânâ bir gün câmide vâz ederken mevzû; Hızır ile Mûsâ aleyhimesselâmın kıssasına gelmişti. Bu kıssayı öyle fesâhat ve belâgat ile anlatıyordu ki herkes nefesini kesip can kulağı ile dinliyordu. Benim yanımda bir şahıs başını önüne eğmiş bir şeyler mırıldanıyordu. Kulak verdim dediklerini anladım. "Sanki yanımızda idin sanki üçüncümüz sen idin." diyordu. Bunun Hızır olduğunu anladım. Yanına sokuldum. "Anladım. Sen Hızır'sın ne olur bana ihsân eyle!" dedim. Cevâben; "Burada hazret-i Mevlânâ varken benim sana ihsânda bulunmam deniz yanında teyemmüm gibi olur. Senin bütün müşkillerini o halleder." dedi ve gözümden kayboldu. Ben bu hâli Mevlânâ hazretlerine anlatmak için yanına gittiğimde ben daha söze başlamadan; "Ey Attâr! Hızır aleyhisselâmın sözleri doğrudur." diyerek benim sözümü kesti
Fatih’in Edirne’de bulunduğu günlerdir. Olacak bu ya şehre Acem illerinden bir âlim gelir. Evet adam bilgili ama kibirlidir. Türkleri hor görür. Birkaç halli güç mevzuyu ısıtıp ısıtıp öne sürer ve muhataplarını küçük düşürür. Fatih bu tavırdan çok rahatsızdır. “Şu adamı susturacak biri yok mu?” der demez komutanlardan biri “Var sultanım” der “böyle birini tanıyorum galiba?”
HIZIR ADINDA BİRİ Hızır Bey müthiş bir hafızaya sahiptir. Esprilidir kıvraktır zekidir. Sözün nereye varacağını önceden kestirir ve soruya soruyla cevap verir. Zor meseleleri basite indirger ve çok güzel misallendirir. Sadece fakih değil ediptir şairdir. Eh Nasreddin Hoca gibi bir dehanın torunudur o. Hızır Beyin en büyük şansı Molla Fenari gibi bir rahle arkadaşı ve Molla Yegân gibi bir hocası olmasıdır. Molla Yegân onu çok sever nitekim biricik kızını vererek damat edinir kendine. Gelelim hikâyemize. Acem âlimi kazandığı küçük zaferlerin sarhoşluğu ile daha büyük daha çok ses getirecek münâzaralara hazırlanır. Hatta Padişahın huzuruna çıkar ve rakip diler. Fatih bu kez hazırlıklıdır. Umursamaz tavırlarla etrafına bakar ve güya ilk gözüne ilişen askere (bu aslında Hızır Bey’dir) meydanı gösterir. Acem karşısına çıkarılan genç sipahiye bıyık altından güler. Belki “Sen git abilerin gelsin” demez ama öyle demeye getirir. Ancak Hızır bey onun suâllerini rahatlıkla cevap verir. Vakit ilerledikçe kibirli Acem’i ter basar. Sultana hitaben “Ben bunca diyar gezdim şunca meclise katıldım” der “ama böylesini ne gördüm ne de işittim” Lâkin Hızır Bey’in elinden kurtulmak kolay değildir öyle. “Şimdi sıra sende!” deyip onlarca ince ilimden onlarca müşgül mesele sorar ki adamcağız dut yemiş bülbüle döner. Acem Fatih’in önüne gelir “Bu çocuğun kıymetini bil!” der ve süklüm püklüm meclisi terkeder. Fatih onun kıymetini zaten bilir. Hızır Bey’i imparatorluğun merkezine (İstanbul’a) kadı yapar. O devir kadıları beldenin meseleleri ile de ilgilenirler şehreminidirler. Yanisi şu ki belediye başkanıdırlar. Fatih Hızır Bey’le sıkça buluşur. Onun feyizli sohbetlerini içercesine dinler. Devlet işlerini istişare eder. Birbirlerini abi kardeşten öte severler. Hatta Sultan onu sarayında görmek ister. Enderundan güzel bir yer ayırır. Ama Hızır bey kuytulardan hoşlanır. Anadolu yakasında kuş uçmaz kervan geçmez bir köşeye yerleşir ki burada şekillenen köy adını ondan alır. Kadıköy! İBRETLİ DAVA Hızır Bey yorucu bir günün ardından gitme hazırlığı içindedir. Ancak kapı önünde dolaşan tedirgin gölgenin farkına varır. Birisi eşikte eyleşmekte gidip gidip dönmektedir. Mübârek ansızın kapıyı açar “Buyurun!” der. Adamcağız yakalanmışlığın pişmanlığı ile girer içeri. Kılık kıyafetine bakılırsa Hıristiyan tebâdan biridir. Ancak yüce veli onu güler yüzle karşılar yer gösterir. Hatta bakar hâlâ mütereddit elceğizi ile cezve sürer mangala. Adamcağız fincanı zor tutar zira eli kolu sarılıdır. Hızır bey sorar: -Eline n’oldu? -Kırdırdılar efendim. -Kim kırdırdı? -Sultanımız! -Öyle bir hakkı var mıymış? -Bilmiyorum efendim. -Mevzû ne peki! -Ben mimarım efendim. Evet Sultanımıza kubbeleri Ayasofya’dan geniş ve yüksek bir cami yapabileceğimi vaâd ettim ama... Hızır Bey gerisini dinlemez. Adamlarına “Gidin getirin” der “Şunu!” Mimarın dudakları uçuklamak üzeredir. “Getirin şunu” dediği üç kıtaya yayılan bir imparatorluğun hünkârıdır. Halbuki Avrupa’da derebeyleri bile yargılanamaz. Hele böyle akşamın alacasında apar topar mahkemeye çekmek kimin haddine. SEN MURAT OĞLU MEHMED! Çok geçmez Fatih adamlarıyla görünür. Sanki o gül yüzlü Hızır Bey gitmiş yerinde başkası peydahlanmıştır. Çehresi gergindir devlet erkânını eşikte durdurur. “Siz şurada bekleyeceksiniz!” der Fatih’e kapıyı gösterir: “Sen gir içeri!” Bu ne heybettir ya Rabbi! Sultan Mehmed’in benzi solar. Dizleri tutmaz olur. Sedire doğru yönelir tam oturmak üzeredir ki Hızır Bey azarlayan bir ses tonuyla “Oturma! Madem ki hasmın ayakta sen de ayakta durmalısın!” Ve silbaştan meseleyi dinler. Görünüşe bakılırsa Fatih haklıdır. Padişah “Olacak şey mi yani?” der “Bu adam sırf taâssubuna yenildiği için inşaatımızı baltaladı. Binbir zorluk ve onca masrafla taa Mısır’dan getirttiğimiz sütunları budadı ve Ayasofya’dan daha geniş ve yüksek bir kubbe nasip olmadı bize. Halbuki anlaşmamıza göre...” Hızır bey orasını hiç dinlemez. “İnşaat ayrı bir dava konusu” der “Şimdi söyle bakalım! Sen Murat oğlu Mehmed bu zımminin elini kırdırdın mı kırdırmadın mı? Sultan gözlerini yere diker. -Efendim inanın ben buna “elin kırılsın!” dedim adamlarım “eli kırılsın!” anlamışlar. -Peki bu elin vebâli kimedir? Fatih cevap vermez başını önüne eğer. Çocuk gibi dudaklarını ısırır. Hızır Bey kitabı kapar hükmü açıklar. -Şimdi sana kısas lâzım. Bileğini kırdırsam gerek. Padişah gayri ihtiyari eline bakar kararlı bir ifadeyle fısıldar “Buna hazırım!” Mimar ağlamaklıdır. “Sakın ha!” diye bağırarak Fatih’in önüne geçer. “Ben davamdan vazgeçtim!” Eh Fatih de altında kalmaz tabii ona ömrü boyu yetecek kadar dünyalık verir. Netice tatlıya bağlanır. Fatih Hızır Bey’e hassaten teşekkür eder. “Adaletine hayran kaldım!” der. Sonra kaftanının altındaki kılıcı gösterir ve “Eğer” der “Bana farklı muamele yapaydın inan seni doğrardım!” Hızır Bey mânâlı mânâlı gülümser “Eğer” der “Sen dahi sultanlığına güvenip iltimas isteseydin...” Cümlesini tamamlamaz hatta başladığına pişman olur. Tam “Neyse” deyip dönecektir ki pelerininin altından fırlayan iki aslan Sultan’ın karşısına dikilir öfkeli öfkeli eşinirler. Sonra öyle bir kükrerler ki Fatih’in dudakları uçuklar. Genç Sultan Hızır Beyin ilmini iyi bilir ama hâl ehli olduğunu orada öğrenir. O günden sonra eşiğine baş koyar ve kazanır. Peki Mimar mı? Adamcağız şaşkına döner. Ağlamakla gülmek arasında gelir gider. Şimdi rüzgara tutulan yaprak gibidir. “Vallahi kırılan koluma seviniyorum” der “bana yolumu gösterdi!” Oracıkda Kelime-i Şehadet getirir ve Hızır Bey’e talebe olur
Hırsız Evliya
Ortaköy Rumlarının gönüllerini İslama çelip çaldığı için Hırsız Aziz (Hırsız Evliya) derlermiş Rumlar Yahya Efendi'ye.
Kosta adında bir Rum Kaptan varmış şarapçılık yaparmış çok da içtiği için ayık anı olmazmış. Ama Yahya Efendi'yi nerde görse eline kapanırmış. Yahya Efendi de sırtını sıvazlıyarak.
-Kastın ne Kosta? Niye harâb ediyorsun kendini bu kadar? der gönüllermiş.
Bir böyle iki böyle derken bir gün Marmara Adalarının birinden Ortaköy'e şarap taşırken deniz kabarmaya dalgalar teknesini tokatlamaya başlamış. Derken fırtına kasırgaya kasırga kıyâmete dönüşmeye başlayınca kabaran köpüren taşan rahmet deryasında sırılsıklam olan Kosta riyâsız bir gönülle içten içeee dıştan dışa resmen de alenen de hep sevip saydığı Yahya Efendi'ye yönelerek:
- Elimden tut AzizYahya çek sahile beni sana bir küp şarabım var hepsi fedâ olsun sana ... diye içten içe yana göynüye Ortaköy'e ulaşınca
Kosta'yı sevenlerden birisi:
- Geçmiş olsun Kosta. bu berbat fırtınayı nasıl aştın sen?
Biraz da meczub bir adam olan Kosta saçını başını eliyle taraklayarak:
-Ben aşmadım aşıranlar aşırdılar. Yine bağışlandı bize canımız. Köyde (Ortaköy) ne var ne yok?
-Hırsız var.
-Hırsız.
-Hırsız Aziz adamlarıyla birlikte seni mahzeninde bekliyor.
-Ne zaman geldiler?
-Az evvel. Onlar gönderdiler beni seni bulmaya.
- Pekala hadi gidelim
-Ben gelmesem bir mahzuru var mı?
- Hayır hiç bir mahzuru yok ama sen de gel.
- Peki demiş arkadaşı gitmişler varmışlar ki Yahya Efendi ve yâranı Kosta'nın mahzeninde onları bekliyorlar.
Kosta ve arkadaşı loş mahzenin kapısından içeriye girerken Yahya Efendi:
-Gel bakalım Kosta. bir söz attın deryaya biz de geldik buraya. Tut bakalım sözünü.
Bu durum karşısında ne diyeceğini ne edeceğini şaşıran Kosta Yahya Efendi'nin ellerine kapanarak:
-Aziz Baba mahzenim feda size şeref verdiniz bize siz emredin yeter.
Yahya Efendi:
-En keskini hangi küpte?
Kosta kovuklardaki bir küpü göstererek:
-aha şuracıkta işte.
Yahya Efendi:
-Onu için hep birlikte.
Kosta elpençe mahviriyyet içre:
-Siz?
Yahya Efendi.
-Biz de içeriz merak etme deyince Kosta yıllanmış şarap küplerini açarak bardak bardak dağıtmaya başlamış. Yahya Efendi de öyle bir sohbet açmış ki orada ilm-i ledün göklerini oraya boşaltmış. Saatlerce içtikleri halde hiç kimsede en basit bir sarhoşluk alameti görülmeyince Kosta arkadaşı ve mahzende çalışan diğer Rumlar birbirlerine bakışmaya başlamışlar.
Kosta arkadaşının kulağına usulca:
-Bu işte bir iş var. Bir de biz bakalım şu şarabın tadına diyerek birer bardak da kendileri içince gözleri fal taşı gibi parlamış zira bakmışlar görmüşler ki Kosta'nın mahzende yıllanmış şarabı taze nar şerbetinde dönüşmüş.
İşte Kosta da arkadaşları da o günden sonra mabedlerini de işlerini de değiştirerek iyi bir Müslüman olmuşlar
MURAT HAN'IN OĞLU MEHMET DAİMÎ MUZAFFER!
28 MAYIS 1463 MILODRAZ DÜNYA FATİHİ HAŞMETLİ VE ULU SULTAN'IN İMZALI VE PARLAYAN MÜHÜRLÜ FERMANI AŞAĞIDADIR.
BEN FATİH SULTAN HAN BÜTÜN DÜNYAYA İLÂN EDİYORUM Kİ; KENDİLERİNE BU PADİŞAH FERMANI VERİLEN BOSNALI FRANSİSKENLER HİMÂYEM ALTINDADIR VE EMREDİYORUM:
HİÇ KİMSE NE BU ADI GEÇEN İNSANLARI NE DE ONLARIN KİLİSELERİNİ RAHATSIZ ETMESİN VE ZARAR VERMESİN. İMPARATORLUĞUMDA HUZUR İÇERİSİNDE YAŞASINLAR VE BU GÖÇMEN DURUMUNA DÜŞEN İNSANLAR ÖZGÜR VE GÜVENLİK İÇERİSİNDE YAŞASINLAR. İMPARATORLUĞUMDAKİ TÜM MEMLEKETLERE DÖNÜP KORKUSUZCA KENDİ MANASTIRLARINA YERLEŞSİNLER.
NE PADİŞAHLIK EŞRÂFINDAN NE VEZİRLERDEN VEYA MEMURLARDAN NE HİZMETKÂRLARIMDAN NE DE İMPARATORLUK VATANDAŞLARINDAN HİÇ KİMSE BU İNSANLARIN ONURUNU KIRMAYACAK VE ONLARA ZARAR VERMEYECEKTİR.
HİÇ KİMSE BU İNSANLARIN HAYATLARINA MALLARINA VE KİLİSELERİNE SALDIRMASIN HOR GÖRMESİN VEYA TEHLİKEYE ATMASIN. HATTA BU İNSANLAR BAŞKA ÜLKELERDEN DEVLETİME BİRİSİNİ GETİRİRSE ONLAR DA AYNI HAKLARA SAHİPTİR.
BU PADİŞAH FERMANINI İLÂN EDEREK BURADA YERLERİN GÖKLERİN YARATICISI VE EFENDİSİ ALLAH ALLAH'IN ELÇİSİ AZİZ PEYGAMBERİMİZ MUHAMMED VE 124 BİN PEYGAMBER İLE KUŞANDIĞIM KILIÇ ADINA YEMİN EDİYORUM Kİ; EMRİME UYARAK BANA SADIK KALDIKLARI SÜRECE TEBAAMDAN HİÇ KİMSE BU FERMANDA YAZILANLARIN AKSİNİ YAPMAYACAKTIR.
Başka dinden ırktan olanlara özgürlük ve hoşgörü sağlayan bu ferman Fatih Sultan MEHMET'in Bosna-Hersek'i fethinden sonra 28 Mayıs 1463 tarihinden Milodraz'da yazdırılmıştır. Aslı Bosna-Hersek Fojnica şehrinde Fransisken Katolik Kilisesi'ndedir. Ferman yeni ortaya çıkarılmış olup Kültür Bakanlığı'nca Osmanlı Devleti'nin Kuruluşunun 700. Yıldönümü nedeniyle yayımlanmıştır. Tarihte bilinen insan hakları hareketlerinden en eskisi; Fransız İhtilâli'nden 326 1948 Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesinden 485 ve Amerika'nın keşfinden 29 yıl önce uygulamaya konmuştur
Muhteşem Süleyman..!!!
Fransa Kral`i bir gün Alman Imparatoru Sarlken´e esir düser. Bunun üzerine validesi derhal Osmanli imparatoru Kanuni Sultan Süleyman Han´a münacat´ta bulunarak yardim ister. Süleyman Han derhal Alman Imparatoruna bir name yazdirir :
" Biz ki diyar-i Trablusgarbin diyar-i Libyanin diyar-i Misirin diyar-i Rumun diyar-i ... vesaire´nin fatihi Sultan Süleyman Han´iz. Sen ki Almanya Eyaletinin Kral´i Sarlken´sin. Sana deriz ki tez Fransiz Kral´i kulumuzu serbest birakasin ". Muhtesem Süleyman´in koskoca Almanya Imparatoruna olan hitabi iste bu sekilde olur.Yazdirdigi o nameyi Alman Kralina göndermek icin bir Pasa dahi tayin etmeye tenezzül etmeyen Süleyman Han bu ise siradan bir Cavusu vazifelendirmekle iktifa eder. Tabii neticemi ? Fransiz Krali derhal serbest birakilir. Koskoca Kanuni Sultan Sülayman´a karsi durmak öyle kolay degildir.
İstanbul’da kenar semtlerden birinde oturan yaşlı bir kadın padişahın huzuruna çıkmak istediğini saraydaki görevlilere bildirmiş. Bunun üzerine sultanın karşısına çıkarılmıştı. Yaşlı kadın :
Evinin soyulduğunu ve bu olaydan padişahın sorumlu olduğunu söyleyerek şikayette bulunur. Bunun üzerine hiddetlenen Kanuni:
; -Bana bak kadın sen niçin bu kadar derin uyku uyudun da evinin soyulduğunu duymadın? deyince yaşlı kadın :
Padişahım! Kusura bakma biz seni uyanık bilirdik onun için evimizde rahat uyuyorduk der. Bu cevap üzerine Kanuni utanarak :
-Haklısınız diyerek kadının çalınan mallarının bedelini kendi malından öder
4.murat zamanında iran şahı bağdatı alıyor.4. murat la şah arasında büyük bir çekişme başlıyor.
bir gün şah osmanlıyı ve 4. muratı küçük düşürmek için iranda bir yay yaptırıyor. öyle büyük sert ve gergin bir yayki 3 - 4 kişi ile beraber ancak kuruluyor iranda ve bir elçi ile birlikte istanbula 4.murata yollanıyor. amaç yayı osmanlıda kimsenin geremeyeceğini görmek ve osmanlıyı 4. muratı küçük düşürmek.
elçi istanbula geliyor padişahın huzuruna çıkıyor yollanan çeşitli hediyeleri sunuyor ve son olarak kurulu durumdaki yayı sunuyor ve diyorki :
osmanlıda bu yayı çözüp tekrar bağlayabilecek bir yiğit varmıdır.
bu sözler padişaha dokunuyor ama belli etmiyor elçiye. akabinde elçiyi dinlenmesi için odasına yolluyor. sonra yayı eline alıyor germeye çalışıyor başaramıyor ki bunu başaramayan 4. murat kendisine hediye edilmiş ve hiçbir ok mızrak ve kılıcın delemeyeceği söylenen gergedan ve fil derisinden yapılmış olan bir zırhı bir mızrak savurmayla delen kişidir yani o kadar kuvvetli babayiğit olmasına rağmen yayı kımıldatamıyor.
elçiye duyurmadan saraya haber salıyor ve bu yayı çözüp kuracak ve elçiyi mors edecek eleman aratıyor.bu arada yayı vezirlerden birinin odasına duvara asıyorlar.
o vezirin ayak işlerine hizmetine bakan bir delikanlı vardır. bir gün odaya şömineyi yakmak üzere odun getiriyor bu yiğit . duvardaki yaya gözü ilişiyor. eline alıyor şöyle bir yokluyor geriyor bırakıyor. bu arada yayı çözüyor tekrar bağlıyor çözüp bağlıyor .
derken odaya vezir geliyor yiğit veziri görünce habersiz olarak yayla oynadığı için kızacağını düşünüyor ve odadan kaçıyor.
haber padişaha ulaşıyor muratta bir sevinç hemen delikanlıyı huzura çağırtıyor ve kendi huzurunda yayı çözdürüp bağlatıyor.
sonra elçi huzura çağrılıyor padişah elçiye dönüyor ve diyorki hiç bir yiğit askerimiz bu basit yayla uğraşmayı kendine yakıştıramadığı için şu basit odacı erine düştü bu iş diyor .
yayı veriyorlar delikanlıya elçi çözemeyeceğini çözse bile tekrar kuramayacağını düşündüğünden osmanlının rezilliğini hayal edip keyifle ve gülerek olayı izliyor.
ardından yiğit yayı alıyor bir hamlede çözüyor .
elçide bir endişe başlıyor murat bıyık altından gülüyor...
yiğit yayı tekrar kurmak için sıkıştırmaya germeye başlıyor o anda bir çatırtı kopuyor bir bakıyorlarki yay yiğitin gücüne dayanamayıp kırılmış tabi elçi tam mors mosmor iran ve şah rezil olmuş elçi üzgün bu arada murat keyifli elçiye dönüyor ve söyle şahına bir daha oyuncak yollamasın gelsin burda erlik yğitlik öğrensin diyor ....
bilahare gidip bağdatı fethediyor....
Mevlânâ'nın talebelerinden biri hac vazîfesini yapmak üzere Hicaz'a gitti. O Hicaz'da iken evinde hanımı Arefe gecesi bir tepsi helva yapıp Mevlânâ'nın talebelerine gönderdi. Mevlânâ helvayı kabûl edip orada bulunan bütün talebelerine bizzat kendi eliyle taksîm etti. Herkes hissesine düşeni aldığı hâlde tepsiden hiçbir şey eksilmedi. Alanlar tekrar aldılar doyuncaya kadar yediler yine eksilmedi. Bunun üzerine helvâ dolu tepsiyi Mevlânâ mübârek eline alıp; "Bu tepsiyi sâhibine göndereyim." diyerek dışarı çıktı. İçeri girdiğinde elinde tepsi yoktu. Ertesi gün helvayı getiren hanım tepsisini medresenin mutfağında arattı ancak bulamadı. Mevlânâ'yı da bunun için rahatsız etmedi.
Aradan günler geçti hacca gidenler dönmeye başladılar. Bu hanımın da beyi Kâbe'den dönüp Konya'ya geldiğinde o tepsi eşyâlarının arasından çıktı. Kadın tepsiyi görür görmez tanıyıp hayretinden dona kaldı. Beyine; "Ben Arefe gecesi bu tepsi ile helva yapıp Mevlânâ'nın talebelerinin yemesi için göndermiştim. Tepsiyi ertesi günü arattığım hâlde bulamadım. Nasıl oldu da bu tepsi senin eline geçti?" deyince şaşırma sırası hacıya geldi. O da; "Arefe gecesi hacı arkadaşlarımla oturup sohbet ediyorduk. Bir ara çadırın kapısından bir el bu tepsiyi uzattı. Biz de tepsiyi aldık elin sâhibini araştırmak da aklımıza gelmedi. Helvayı yedikten sonra tepsiyi tanıdım. Kimseye vermeyip eşyâların arasına koydum. Başka bir şey bilmiyorum." dedi. Bunun Mevlânâ'nın bir kerâmeti olduğunu anlayınca ona olan bağlılıkları daha da arttı.
NE SORARLARSA BİLİYORUM DE!
Mevlânâ'yı sevenlerden bir kimse Mısır'a ticâret yapmak için gitmeye hazırlandı. Akrabâsı gitmemesi için çok zorladı ise de dinlemedi ve kararından vazgeçmedi. Bunun üzerine yakınları durumu Mevlânâ'ya bildirip gitmemesini istirhâm ettiler. Mevlânâ da: "Gitme!" dedi. Ancak o kimse dinlemeyip gizlice yola çıktı. Gemi ile yolculuk yaparken bir küffâr gemisi bu gencin bulunduğu gemiye saldırdı. Pek çok yolcu ile berâber bu genci de esir aldılar. Memleketlerine götürüp çeşitli yerlerde çalıştırdılar. Genç başına gelen felâketlerin sebeblerini Allahü teâlânın sevdiği bir kulun sözünü dinlememekten olduğunu anlayıp çok pişmân olup tövbeler edip istigfârda bulundu. Bu şekilde kırk gün devâm etti. Ertesi gün rüyâsında Mevlânâ'yı gördü. Ona;
"Yarın senden bâzı şeyler soracaklar. Ne sorarlarsa biliyorum de!" diye tenbihte bulundu. Bir hastalık ile ilgili ilâç târif etti. Genç uyandığında sevince gark olup sabahı iple çekti. Sabahleyin yanına gelenler kendisine; "Doktorlukla ilgili bir bilgin var mı?" diye sordular. Genç de; "Var!" deyince genci alıp o yerin hükümdârına götürdüler. Meğer o yerin hükümdârı hasta imiş. Hiçbir doktor derdine çâre bulamamış hükümdâr da hastalıktan kurtulamamış. Bu genç hasta hükümdârı görüp; "Bana şu şu meyvelerden şu kadar şu şu otlardan şu kadar getirin." dedi. Kısa zamanda bulup getirdiler. Genç hepsini güzelce öğütüp karıştırdı ve mâcun hâline getirerek hastaya yedirdi. Hasta Allahü teâlânın izniyle bir anda şifâ buldu. Hükümdâr bu hastalıktan ümidini kesmiş iken birden şifâya kavuşunca gence; "Bir murâdın varsa söyle yerine getireyim. Mal mülk istersen seni zengin edelim." diye ısrârla sorunca genç;
"Ben hiçbir şey bilmeyen bir kimseyim. Âilemden ve hocamdan izinsiz para kazanmak için evden çıktım. Beni yolda esir alıp buralara getirdiler. Esir olunca başıma gelen bu musîbetin sebebini anlayıp çok tövbe ettim ve hocam Mevlânâ hazretlerinden mânen af diledim. Kendisini kurtulmam için Allahü teâlâya vesîle eyledim. Bu akşam hocam Mevlânâ bana bu size yaptığım şeyleri târif eyledi. Ben de aynen yaptım. Gördüğünüz gibi bütün bunlar hocamın himmeti ve bereketiyle oldu." dedi. Hükümdâr genci serbest bıraktı. Çok para vererek zengin eyleyip memleketine gönderdi. Mevlânâ'ya da pek çok hediyeler gönderdi
Moğolların Anadolu umûmî vâlisi Baycu Noyan Konya'yı muhâsara etti. Konyalılar gâyet sıkıntılı ve ızdıraplı günler yaşadı. Muhasaranın kaldırılması için Mevlânâ hazretlerinin huzûruna çıkıp; "Efendim! Bize merhamet ediniz. Baycu Noyan bildiğiniz gibi Konya'yı muhasara etti. Çoluk-çocuğumuzla gâyet sıkıntıya düştük. Korku içinde yaşıyoruz. Şâyet bize yardım etmezseniz sonumuz felâket olur. Çünkü Baycu Noyan hangi şehri fethettiyse halkı kılıçtan geçirip mallarını yağmaladı. Bu işe bir tedbir istirhâm ediyoruz." dediler. Mevlânâ;
"Siz Allahü teâlâya tevekkül edin. Doğru bir îtikâd ile cenâb-ı Hakk'ın evliyâsını vesîle ederek duâ edin. İnşâallah sıkıntınız def olur." buyurdu. Sonra şehirden dışarı çıkıp meydanın ortasında durdu. Kıbleye dönerek namaz kılmaya başladı. Etrafta binlerce Moğol askeri vardı. Baycu Noyan'a kocaman bir çadır kurmuşlardı. Askerler hemen komutanlarına koşup;
"Şehirden yaşlı bir kimse çıktı. Mâvi kaftanlı sarıklı heybetli bir kimse... Meydanda namaz kılmaya başladı. Ne bir korku ne bir heyecânı var. Askerlerden hiçbiri yanına yaklaşmaya cesâret edemiyor...." dediler. Baycu Noyan askerlerine; "Ok yağmuruna tutarak derhal öldürün!" dedi. Bu emir üzerine okçular ellerini sadaklarına atmak için davrandıklarında herbirinin kolları yerinden kalkmaz hâle geldi. Hiçbirisi ok atamıyordu. Bu durumu gören Baycu Noyan süvârilere; "Atlara binip kılıçla üzerine saldırın!"emrini verdi. Süvâriler hemen ata binip sürmek istediler fakat atların ayakları toprağa battı. Atlar üzerindeki askeri götüremez hâle geldi. Bunu da hayretle gören Baycu Noyan'ın canı sıkıldı. Kendisi okunu çekip yayını gerdi. Nişan alarak Mevlânâ'ya fırlattı. Attığı üç ok da hedefe değil Baycu'nun önüne düştü. Bu hâli de gören vâli Noyan iyice öfkelenip atını getirmelerini emretti. Ata bindiyse de atı bir türlü hareket ettiremedi. Hiddeti ziyâdeleşen Baycu attan inip yaya olarak hücûm etmek istedi. Fakat ayakları tutulup yüzüstü yere düştü. Yüzü yaralanan Baycu ne yapacağını şaşırdı. Olanları şehirden tâkib eden halk hayretten hayrete düştüler hep bir ağızdan tekbîr getirdiler. Nihâyet Baycu Noyan hiçbir şey yapmaya kâdir olamayacağını ve Mevlânâ karşısında âcizliğini anlayınca;
"Bu kimse şimdiye kadar karşılaştığım insanların hiçbirine benzemiyor. Bunun Allahü teâlânın himâyesi altında olan kimselerden olduğu anlaşılıyor. Bu kadar askerî gücümle değil kendisiyle mücâdele etmek üzerine doğru bir adım bile atamadık. Dolayısıyle bununla iyi geçinmekte anlaşma yapmakta fayda vardır." diyerek askerini toplayıp muhâsaradan vaz geçti.
ŞÜPHESİZ MERHAMET EDER
Mevlânâ Allahü teâlânın yarattığı bütün mahlûkâta merhamet sâhibi idi. Bir gün Nefîsüddîn Sivâsî'ye bir kuruş verip ekmek aldırdı. Ekmeği eline alıp bir virâneye gitti. Nefîsüddîn de gizlice onu tâkibe başladı. Sonunda Mevlânâ'nın o ekmeği yeni yavrulamış bir köpeğe kendi elleriyle yedirdiğini gördü. Mevlânâ dönüşünde Nefîsüddîn'in kendisini tâkib ettiğini anlayıp; "Bu hayvan yedi gündür açtır ve yavrularına şefkatle bakmış ve hiç yanlarından ayrılmamıştır. Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde; "Merhametlilerin en büyüğü olan Allahü teâlâ kullarından merhametli olanlara merhamet eder. Ey ümmet ve Eshâbım! Siz de O'nun yarattıklarına merhamet ediniz ki size de semâ ehli merhamet etsin" buyurdu. Nefîsüddîn bu sözler üzerine ağlayarak Mevlânâ'nın ellerini öptü ve hayvanlara bile bu kadar merhametli olan siz tabiatiyle ahbâb ve dostlarınıza da merhamet edersiniz." dedi. Bunun üzerine Mevlânâ; "Evliyâullahın merhameti pek çoktur; bütün mahlûkâta ve ahbâblarına da şüphesiz merhamet eder." buyurdu
Osmanlıların kuruluş yıllarındaki manevi erlerden biri de Ebdal Kumral’dır.
Manevi ikramlarla donatılmış bir hal ehlidir. Bir gün Ermeni derbenti denen mevkide Hızır Aleyhisselam’la karşılaşır. Hızır Aleyhisselam Osman Gazi’yi kastederek:
-O yiğidin istikbali çok parlak der
-Var bul onu ve müjdeyi ver!
-Nasıl bir müjde?
-Yakında rüyasını görür.
-Sırrı bileydik tabirini yapardık.
-Tabir Şeyh Edebali’ye yakışır.
Ebdal Kumral dergaha koşar. Vardığında sohbet başlamıştır. Bir köşeye sokulur diz çöker. Bakın şu işe ki Osman Gazi de oradadır. Genç mücahid kelimesini kaçırmadan şeyhini dinler.
Edebali Hazretleri:
-Toprağa bağlanın! der
-Su kullanın ağaç dikin bahçelerinizi elden geçirin.
-Fukaraya sahip çıkın alimlere hürmet edin.
Ve bir sır fısıldar:
-Heybetli görünmek isteyen Kuran okusun!
Gecenin ilerleyen saatlerinde Osman Gazi el öper müsaade ister. Edebali Hazretleri gözlerini kısar geceyi dinler. Sonra nedendir bilinmez:
-Sabah ola hayr ola der
-Gelin kalın burada!
Bu diyarda ona itiraz ne mümkündür. “Başüstüne” der baş eğerler.
Derhal döşekler serilir kandiller çekilir. Avludaki takunya tıkırtıları azala azala kaybolur. Ocaktaki meşe kütüğü çatırtıyla yanar duvarda kızıl lekeler dolaşır. Dolunay ak gölgelerle ilişir ılık zemine. Uzaktan uzağa ulumalar duyulur ve ıslık dilli bir rüzgar…
Osman Gazi ayağını uzatıp yatamaz. Zira odada Mushaf-ı Şerif vardır. Bir köşeye bağdaş kurar tesbihi ile baş başa kalır. Ama bir ara içi geçer Edebali Hazretleri’nin göğsünden çıkan bir nurun kendini kuşattığını görür. Sonra vücudu çınara döner. Dallanıp budaklanır ve çok büyür. Yaprakları bulutlara varır kökleri kıtaları tutar. Dağlar ovalar nehirler şehirler… İnsanlar fevç fevç gelir gölgesine girerler. Huzurlu ve neşelidirler.
Osman Gazi rüyanın heyecanıyla gelir kendine. Avluda tıkırtılı takunyalar su sesi ve şıngırtılı ibrikler. Derken müezzinin yanık sesi odayı doldurur. Mescide geçerler. Osman Gazi rüyanın tesirindedir hala. Ebdal Kumral sorar:
-Ne oldu sana?
-Bir rüya gördüm hocam. Garip bir rüya!
-İyi ya işte fırsat. Şeyhimize arzeyle.
-Hata etmeyiz değil mi
-Söylediğin şeye bak.
Osman Gazi hani o meydanlara sığmayan yiğit Edebali Hazretleri’nin yanında sesini çıkaramaz. Bırakın konuşmayı nefes almaktan çekinir. Ama bu kez derdini söylese gerektir. Mahçup mahçup rüyasını anlatır. Edebali Hazretleri kısa bir tefekkürün ardından:
-Ey oğul. Sana müjdeler olsun! der
-Göğsümden çıkan nur kızımdır (Bala Hatun). Seni kuşatması evleneceğinize işarettir. Ağaca gelince: Sen büyük bir devlet kuracaksın. Evlatların adaletle hükmedecekler. Allah-ü Teala seni ve neslini insanların İslam’la şereflenmesine vesile edecek
Ebdal Kumral heyecanlıdır:
-Vallahi doğru söylüyorsun! der
-Hızır Aleyhisselam’ın bildirdiği müjde bu olmalı!
ÇANAKKALE KAHRAMANLARI 1917 Yemek Listesi
43-ncü Alay 1-nci P. Tb. 1-nci Bölük
15 HAZİRAN
ÜZÜM HOŞAFI...sabah
YOK.....öğle
YAĞLI BUĞDAY ÇORBASI...akşam
TAM....ekmek
26 HAZİRAN
YOK...sabah
YOK...öğle
ÜZÜM HOŞAFI...akşam
TAM...ekmek
18 TEMMUZ
ÜZÜM HOŞAFI...sabah
YOK...öğle
YOK...akşam
YARIM...ekmek
8 AĞUSTOS
YARIM EKMEK...sabah
YOK...öğle
ŞEKERSİZ ÜZÜM HOŞAFI...akşam
YOK...ekmek
NOT: 21 TEMMUZ 1917'DEN İTİBAREN BAŞLAYARAK ORDU EMRİYLE EKMEK İSTİHKAKI 500 GRAMA İNDİRİLMİŞTİR. ÇÜNKÜ UN VE EKMEK KALMAMIŞTIR.
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettikten sonra tek arzusu vardır: Mihmandar-ı Resulullah Hz. Eyüb’ün mezarını bulmak. (Halid bin Zeyd)
Akşemseddin Hazretleri kuşatmanın sürdüğü sıralarda türbenin bulunduğu noktaya bir nur indiğini görür. Fatih’i o mahalle götürür. Kısa bir murakabenin ardından iki çınar dalını toprağa diker ve kendinden emin bir ifadeyle:
-Büyük sahabe bunların arasında yatıyor! der.
Ancak etraftan:
-Ne malum? diyenler olur.
Hatta birileri padişaha akıl öğretirler:
-Bu dalları başka bir yere diktir bakalım derler
-İhtiyar molla fark edebilecek mi?
Fatih denileni yapar hatta ilk işaret edilen yer kaybolmasın diye mührünü gömdürür.
Ama Akşemseddin dallara bakmaz bile ertesi gün milimi milimine ilk gösterdiği noktaya yönelir. Hatta bir ara durur:
-Sultanımızın mührü der
-Ne arıyor orada?
Büyük veli bakar bu mevzu çok tartışılacak şüpheye mahal bırakmaz:
-Kazın! buyururlar.
Toprağın bir kulaç altından yeşil somaki bir taş çıkar.
Üstünde kûfi harflerle “Hâzâ kabri Halid bin Zeyd” yazılıdır. Kalabalık bir hoş olur. Derhal türbe ve mescit hazırlıklarına girişirler
Emir Sultan Yıldırım'ın Timur Han'la savaşmasına razı değildir. Ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın bu kardeş kavgasına mani olamaz. Çekilir bir taraflara. Hatta bu kayıtsızlığa mana veremeyen Hundi Hatun sorar:
-Babamı yalnız mı bırakıyorsun?
-Bak hatun! Ne bu savaşın bir manası var ne de babanın kazanma şansı. Eğer elinden bir şey geliyorsa hiç durma geç olmadan çevir onu.
-Niye öyle söylüyorsun. Babam mağlubiyet tatmamış bir sultandır.
-Evet Timur da mağlubiyet tatmayan bir hakandır. Sen onun kaç devleti yıktığını biliyor musun? Üstelik ülkesi daha büyük askeri daha fazla. Dahası Maveraünnehir illeri ilimde de sanatta da çok önümüzde.
-Sen babamın manevi zırhı değil misin?
-Peki sen Timur'u koruyucusuz mu sanıyorsun. O zamanın kutbundan dua aldı. Ancak Hace Hazretleri’nin dahi böylesi bir savaşa rızası yok.
-Ne yapmalıyız peki?
-Baban aklını örten öfkenin farkına varmadıkça ne yapabiliriz ki
-Diyelim ki öfkesi galip geldi.
-Zor günlere hazırlansanız iyi edersiniz.
Ankara Savaşı’nda yaşanılan acı mağlubiyetin ardından Timuroğulları Bursa'yı muhasara altına alırlar. Şehir halkı zor durumdadır hatta aç kalır. Ahali gelip Emir Sultan'ı bulur ve çok yalvarırlar. Mübarek bir kağıda bir şeyler karalar ordugaha yollar. O kağıtta ne yazılıdır bilemiyoruz ancak hemen o gün çadırlar sökülür. Asya yollarına göç düzülür
Yıldırım Bayezid Niğbolu zaferinde kazanılan ganimetlerle muhteşem bir mescit yaptırmak ister. Mimarlar bugün Ulucami'nin bulunduğu mevkide karar kılarlar. Söz konusu arsa üzerinde evi bahçesi olanlara başka yerden muadil yer verilir. Hatta ceplerine birkaç kese altın sıkıştırılır gönülleri hoş edilir. Ancak yaşlı bir kadıncağız bir "Evim de evim" feryadı tutturur ki sormayın. Değerinin fevkinde ücretlere omuz silker bütün tekliflere "olmaz" der. Önce vezirler sonra bizzat Sultan kadının ayağına gider iknaya çalışırlar. Ama o direnir.
Sultan Bayezid caminin yerini sevmiştir. Hiç hesapta olmayan pürüz canını sıkar. Hatta divanı toplar çözüm yolu arar. Kadılar "mal onun değil mi" derler "satarsa satar satmazsa satmaz!" Meclis çaresizlik içinde dağılırken Bayezid'in aklına damadı gelir. Emir Sultan'ı bulur meseleyi anlatır. Mübarek sadece tebessüm eder:
-Acele etme! der bir gecede neler değişmez?
İhtiyar kadın o gece rüyasında mahşer meydanını görür. Annenin çocuğundan kaçtığı bir dehşet anıdır. Kalabalıkta korkunç bir azap endişesi vardır. O arada bir dalgalanma olur. İnsanlar alemlere rahmet olarak yaratılan Efendimiz'in yanına koşarlar. Şefaate kavuşan kavuşana. Kadıncağız da niyetlenir ama bırakın yürümeye kıpırdamaya mecali yoktur. Ayakları vücudunu taşıyamaz ıstırapla yerleri tırmalar. Elinden kaçan büyük fırsat ciğerini dağlar. Feryat figan ağlamaya başlar. İşte tam o sırada Emir Sultan'ı görür:
-Herkes cennete gitti der ben bir başıma kaldım burada!
Mübarek o gönül ferahlatan tatlı sesiyle sorar:
-Kurtulmak istiyor musun?
Kadın nefes nefese cevap verir:
-Hiç istemez miyim?
-Öyleyse Sultanımızı üzme
biliyormusun?
Üç kıtada altı asırlık bir hükümranlık şanlı ecdadımızın devlet ve medeniyet mirasının sırlarının bulunduğu ve dünyanın en büyük arşivi olan Osmanlı Arşivi'ni bizler doğru dürüst incelememişken bine yakın Amerikalı ile yüze yakın İsrailli tarihçinin yıllarca didik didik ettiğini...
Bugün ABD'de sadece "Enderun okulu"hakkında hazırlanan uzman eserlerin ve doktora tezlerinin sayısının 350 tane olduğunu...
Osmanlı içtimai yapısı üzerine uzman olan Erlanyen Üniversitesi profesörlerinden Hutterrohta :
"Osmanlı Devleti geniş topraklarını ve üzerindeki çeşitli kavimleri Topkapı Sarayı'ndan mükemmel bir şekilde idare ediyordu. O saray da batıdaki en mütevazi bir derebeyinin sarayı kadar bile büyük değildi. Bu nasıl oluyordu?" diye sorulduğunda Profesör Hutterroht'un:
"Sırrını çözebilmiş değilim. 16. asırda Filistin'in sosyal yapısı üzerinde çalışırken öyle kayıtlar gördüm ki hayretler içinde kaldım. Osmanlı üç yıl sonra bir köyden geçecek askeri birliğin öyle yemeğinden sonra yiyeceği üzümün nereden geleceğini planlamıştı. Herhalde Osmanlı devlet olarak insanlığın en muhteşem harikasıdır" diye cevap verdiğini...
1096 yılında Haçlıların Kudüs'e girerek 40. 000 Müslümanı kılıçtan geçirdikten sonra Gödofroi dö Buygom' un Papa II Urban' a yazdığı mektupta:
"Kudüs'te bulunan bütün Müslümanları katlettik malumunuz olsun ki Süleyman Mabedi'nde atlarımızın diz kapaklarına kadar Müslüman kanına batmış olarak yürüyoruz. " diyerek barbarlıklarını belgelediklerini...
Kotan Necati; Tarih Fıkraları M E.B Yay İst/1988 s. 80
Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa'ya tanıtmış olmakla meşhur Comte de Marsigli'nin Türk toplumunun misafirperverliği ile alakalı olarak :
"Türkler hiçbir din farkı gözetmeksizin bütün yabancılara karşı son derece misafirperverdirler. Ana yollar civarındaki köylerde oturanlardan hali vakti yerinde olanlar öyleden evvel ve akşamüstü gezintiye çıkıp yolcu bulmaya çalışırlar. Eğer bulacak olurlarsa evlerine davet ederler ve hatta çok defa misafirin hangi evde ağırlanacağını tayin ederken kavgaya bile tutuşurlar." dediğini...
Gönüller sultanı Mevlana Hazretleri'nin hizmetçisine:
- Bu gün evimizde yiyip içecek birşey var mı?" diye sorup hizmetçisinin de
- "Hayır hiç birşey yok" diye cevap vermesi üzerine sevince garkolup ellerini Yüce Dergah'a açarak:
"Allahım sana şükürler olsun ki evimiz bugün Peygamber evine benziyor" diye Muhammed Mustafa'nın (sav) yolunun tozu olduğunu gösterdiğini...
Şeyh Şamil liderliğindeki Kafkas halkının istilacı Ruslara karşı olan istiklal savaşlarında göstermiş oldukları büyük direniş karşısında Karl Marks' ın:
"Hürriyetin nasıl elde edilmesi lazım geldiğini Kafkasya dağlılarından ibretle öğreniniz. Hür yaşamak isteyenlerin nelere muktedir olduğunu görünüz. Milletler onlardan ders alınız. .. " diyerek hayranlığını itiraf etmek zorunda kalmıştır...
(Refik ibrahim; Efsane Soluklar T.Ö . V. Yay. İzmir/1992 s.51)
---ooo---
Osmanlı Devleti'nde ağaçlara çok kıymet verilip koruma altına alımıştır. Hatta bu konuda Sultan ll. Abdülhamid devrinde Belgrad ormanlarına zarar verip ormanı tahrip ettikleri için bir köy kitle halinde sürgün edilmiştir...
(Sevinç Necdet; Osmanlılarda Sosyo-Ekonomik Yapı. Kutsan Yay İst-1978 /s. 150)
1717 - 1718 yılları arasında İstanbul' da İngiliz elçiliği yapan G.Montagu'nun hanımı Lady Montagu'nun Osmanlı toplumundaki ticaret ahlakı ile alakalı hatıraların da oldukça enteresan bir şekilde:
"İngiltere'de yalancılar yaptıklarıyla öğünürler.
Burada ise (Osmanlı'da) yalan söylediğinden emin olunduğu zaman yalancının alnına kızgın demir basılıyor. Bu kanun eğer bizde uygulanırsa ne kadar güzel yüzün bozulduğu ne kadar kibar sınıfına mensup kişilerin kaşlarına kadar inen peruklarla dolaşmaya mecbur kaldıkları görülür." diye yazmıştır
Bir gün Süleyman Peygamber (a.s) bir karıncaya bir yıllık yiyeceğinin miktarını sorar. Karınca da
- "Bir buğday tanesi yerim" diye cevap verir.
Cevabın doğru olup olmadığını kontrol etmek isteyen Süleyman Peygamber (a.s) karıncayı bir şişeye koyar. Yanına da bir buğday tanesi koyarak hava alacak şekilde şişeyi kapatır. Ondan sonra da bir yıl bekler.
Müddeti dolunca şişeyi açtığında bir de bakar ki karınca buğday tanesinin yarısını yemiş yarısını da bırakmıştır. Kendi kendine meraklanır.
Acaba neden yemedi?
Bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s) karıncaya buğday tanesini tamamen neden yemediğini sorar.
Karınca da "Daha önce benim yiyeceğimi yüce Allah(c.c) verirdi. Ben de O' na güvenerek bir buğday tanesini tamam olarak yerdim. Çünkü O beni asla unutmaz ve ihmal etmezdi. Fakat bu işi sen üzerine alınca doğrusu nihayet bu aciz bir insandır diye sana pek güvenemedim.
Belki beni unutup yiyeceğimi ihmal edebilirsin. O yüzden de bir yıllık yiyeceğimin yarısını yiyerekdiğer yarısını da ertesi yıla bıraktım" diye cevap verdi.
Yüce Allah (c.c) cümlemizi kul kapısına baktırmasın...
Türk Gibi Kuvvetli
Osmanlı İmparatorluğu en geniş sınırlarına ne zaman ulaştı biliyor musunuz? 7 yaşında tahta çıkan ve 39 yıl padişahlık yapan Dördüncü Mehmed zamanında!
Bu dönemde dünyanın hemen bütün devletleri Türklerin gözüne girmek onlarla diplomatik ilişki kurmak için gayret gösteriyor ve bu konuda adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Ünlü Fransız tarihçilerinden Albert Vandal bu konuda şunları yazıyor:
"En medeni milletlerden en barbarlarına kadar dünyada her devlet; askeri gücünden korktukları Türk Devleti'nin karşısında eğiliyor ve Türklerle hoş geçinmeye çalışıyordu. İstanbul her milletin diplomatlarıyla dolup boşalan bir merkezdi. Osmanoğullarının tahtı önünde eğilmek için büyükelçiler birbirleriyle yarışıyorlardı.
Bu tarafta 'Halife' sıfatını da taşıyan padişaha hükümdarının yüksek saygılarını sunan Buhara elçisi diğer tarafta; şaşaada birbirleriyle yarış eden ve bu uğurda herşeyi göze alan Almanya İmparatoru ile Polonya Kralı'nın elçileri görülüyordu. Polonya elçisinin beraberindekileri o derece kalabalıktı ki İstanbul'a bir Leh ordusunun geldiği sanılabilirdi.
İstanbul'daki büyükelçilerin bando ve mızıka takımlarıyla özel savaş gemileri ve başka donanımları vardı. Törenlerde; önlerinde Hazreti Meryem'in tasvirini götürüyor; Türkler hiçbir taassub eseri göstermeksizin bu alayları seyrediyorlardı. Büyükelçiler sadrazamın eteğini öpmek ve padişahın huzurunda yere kapanmak için acele ediyor adeta birbirlerini yiyorlardı!"
Fransız Büyükelçiliği Baştercümanı olarak bu dönemde görev yapan yazar Antoine Galland da padişahın sefere çıkışı ile ilgili gözlemlerini kısaca şöyle anlatıyor:
"Sultan Dördüncü Mehmed 7 Mayıs 1672 Cumartesi günü Lehistan seferi için İstanbul'dan ayrıldı. Hayatımda bundan daha güzel daha muhteşem bir alay görmedim. Dünyanın hiçbir yerinde bundan daha parlak daha düzenli daha zengin bir geçit töreni yapılamaz.
Ordunun bizzat padişahın kumandası altında şehirden çıkışı güneşin doğuşundan başlayarak tam beş saat sürdü. Polonya sınırına kadar olan merkezlerdeki Türk birlikleri yolda bu orduya katılacaklardı.
Geçen askerler atları da muhteşemdi. Öyle ki insan hangisini seyredeceğini şaşırıyordu. Atların üzerinde fevkalâde güzel örtüler vardı yalnızca başları ve bacakları görünüyordu. Zırhlı olmayanların sağrıları kaplan veya pars postlarıyla örtülmüştü. Üzerlerinde büyük bir ihtişamla oturan sipahiler; kılıç yay sırma işlemeli ve içi oklarla dolu bir okluk taşıyorlardı. Gayet güzel cilalanmış kalkanları vardı.
İlk birlikler geçtikten sonra kalabalık bir mehter takımı yürümeye başladı. Hem kendilerine has yürüyüşleriyle yürüyor hem de çalıp okuyorlardı. Kösler ve davullar vurduğu zaman adeta yer yerinden oynuyordu. Sergiledikleri ihtişam görülmeye değer birşeydi.
Mehter takımından sonra yine sonu gelmez gibi görünen birlikler geçmeye başladı. Türk askerinin demirden yapılmış işlemeli zırhları; rengârenk satenden sarıkları ipek kordonlarla süslü kadife cepkenleri en iyi şekilde yapılmış silahları; seyredenleri hayretle karışık bir hayranlık içinde bırakıyordu. Silahlarına öylesine özen gösterilmişti ki; her ok ayrı ayrı cilalanmış ve süslenmişti..."
İşte böyle bir dönemde orta Avrupa'ya açılan en önemli kapılardan biri olan Uyvar Kalesi fethedildi.
Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa komutasındaki Türk ordusu 18 Ağustos 1663 günü kuşatma harekatını başlattı. Avrupa'nın en dayanıklı kalesi olarak kabul edilen Uyvar'ın düşeceğini ihtimal verilmiyordu. Ancak Türk ordusunun iyi yönetilmesi ve ısrarı karşısında çaresiz kalan düşman kuşatmanın otuz yedinci gününde teslim şartlarını görüşmeyi kabul etti. 24 Eylül günü Türkler Viyana'ya doğru yol alıyorlardı.
Uyvar'ın kaybedilişi Avrupa'da büyük yankılar uyandırdı. Onlara göre Türkler "olmaz"ı daha oldurmuşlardı Onun için herhangi bir konuda gücünü - kuvvetini ortaya koyan kararlılık ve kahramanlık gösteren birine "Uyvar önündeki Türk gibi kuvvetli" diyorlardı. Bu söz Avrupa'da giderek bir "atasözü" haline geldi ve nesilden nesile kullanılır oldu.
Dördüncü Murad Üçüncü Selim ve İkinci Mahmud Osmanlı döneminin iz bırakan Padişahları arasındadırlar. Dördüncü Murad iç isyanları bastırma konusunda gösterdiği kararlıkla ve Bağdat'ı fethetmesiyle Üçüncü Selim ve İkinci Mahmud da daha çok yenilikleriyle ön plana çıkmışlardır. Ama biz burada onları bir başka yönleriyle tanımak istiyoruz. Mesela Dördüncü Murad'ın iyi bir sporcu olduğunu biliyor muydunuz..?
İyi kılıç kullanan iyi ok ve mızrak atan Dördüncü Murad bunu çok çalışmasına ve düzenli olarak spor yapmasına borçluydu. Ağırlık kaldırmada üstüne yoktu ve 260 kiloya yakın gürzlerle idman yapardı. Böyle olunca da pazuları ve kasları oldukça gelişmişti. İri yarı güçlü kuvvetli bir adam olan Silahdarlık görevinde bulunan Musa Paşa'yı kuşağından kavradığı gibi havaya kaldırıp dolaştırdığı ve hiç yorgunluk duymadığı biliniyor.
Zamanın Hind elçisi bir gün Dördüncü Murad'a gergedan derisinden yapılma bir kalkan getirir ve bu kalkana kurşun ve ok işlemediğini söyler. Dördüncü Murad bunu denemek ister ve kalkanı uygun bir yere koydurduktan sonra "harbe" adı verilen kısa mızrağı fırlatır. Harbe bu kalkanı deler geçer. Hemen ardından yayıyla gerdiği okunu fırlatır ve kalkanı yine deler. Hind elçisinin mahçubiyetini düşünebiliyor musunuz?
Derler ki Dördüncü Murad'ın fırlattığı ok tüfek mermisinden daha hızlı giderdi. Nitekim Okmeydanı'nda fırlattığı ok 706.5 metre uzağa gitmiş oraya Dördüncü Murad adına bir nişan taşı dikilmiştir.
Peki ya Üçüncü Selim'le İkinci Murad?
Dördüncü Murad döneminde belki okçulukta "dünya rekoru" sözü edilmiyordu ama Üçüncü Selim bu konuda dünya rekortmeni olarak adını tarihe yazdırmayı başardı. 1798 yılında ve Üçüncü Selim 37 yaşında iken yayını ayağı ile gerdirdikten sonra oku fırlatıyor ve bu ok tam 888 metre 86 santim uzağa düşüyor. Bu "dünya rekoru" olarak tescil ediliyor. Aradan 161 yıl geçiyor ve Amerikalı Don Lauvre Üçüncü Selim'in bu rekorunu kırmak istiyor. Büyük iddialarla herkesi başına topluyor; ayağıyla yayı geriyor geriyor ve okunu fırlatıyor ama bu ok ancak 856 metre 91 santim uzağa düşüyor. Yani Üçüncü Selim'in fırlattığı mesafeden yaklaşık 32 metre daha az!
Don Lauvre bir de ayakta atış yapıyor ve bu atışta ok 777 metre 85 santim uzağa düşüyor. Oysa 1808 yılında Osmanlı tahtına çıkan İkinci Mahmud Amerikan elçisinin de bulunduğu bir törende oku 792 metreye fırlatmıştı.
Demek ki oturarak ve ayakta gerdirilen yayla ok atışında dünya rekoru Üçüncü Selim'e ayakta yapılan atışta da İkinci Mahmud'a ait.
Sözün başında "Cihan Padişahı dediğin böyle olur" demiştik...
Gerçi "Cihan Padişahlığı" dönemi yavaş yavaş sonra
Kanije Destanı ...Mutlaka Okuyun..!!!!
Estergon gibi Avrupa içlerindeki serhad kalelerimizden biri de Kanije Kalesi idi. 1600 yılında ele geçirilen kale 1601 yılında 100 bin kişilik bir düşman ordusu tarafından kuşatıldı. İşte bu destan kalede bulunan 9 bin Türk gazisinin ihtiyar mücahid Tiryaki Hasan Paşa komutasında bu 100 bin kişiye karşı verdiği şanlı mücadeleyi anlatır...
Yıllardan beri Osmanlı'nın karşısına hiç bir devlet yalnız çıkamıyor en az üç - beş devletin ordusu bir araya gelerek hareket ediyordu. Yine öyle oldu. Avusturya İtalyan İspanyol Malta ve Papalık askerleri ile Macar ve Fransız gönüllüleri geleceğin imparatoru Arşidük Ferdinand komutasında Kanije Kalesi'ni kuşattılar.
Kanije Kalesi'nin etrafı bataklıkla ve kaleye ulaşmak için köprüler kurmak gerekiyordu. Daha bir yıl önce Türkler başarmıştı ama şimdi onların yaptıklarını taklide kalkışan düşman bunu beceremiyordu. Kurdukları köprülerin gece vakti kale içine çekildiğini görüp neye uğradıklarını şaşırıyor çok sayıda kayıp veriyorlardı.
Bu arada iki düşman askeri esir alınmıştı. Tiryaki Hasan Paşa onları sorguya çekince düşman ordusu içinde bulunan Macarlara pek güvenilmediğini anladı. Peygamber Efendimizin "Harp hiledir" Hadis-i Şeriflerini hatırladı ve düşündüklerini Kara Ömer Ağa'ya anlattı.
Kara Ömer Ağa iki esiri alıp götürdüğü ve onlara :
- "Aslında kendisinin de onlardan olduğunu küçükken devşirilip orduya alındığını" anlattı. "Her gece bin kadar Macar fedaisinin kaleye geçip Türklere yardımcı olduğunu bu durumda işlerinin çok zor olduğunu" söyledi. Kalede bulunan asker ve mühimmat hakkında da oldukça abartılı rakamlar verip onları salıverdi.
Esirlerin götürdüğü haberler düşman ordusunun moralini bozmaya yetmişti. Ferdinand bunu önlemek için askerlerine büyük vaatlerde bulundu. Burçlara ilk çıkacak olanlara 10 köy Tiryaki Hasan Paşa'yı yakalayacak olana ise 40 köy vaad ediyordu. Böyle dolduruşa getirilen düşman ordusu ertesi sabah toplu bir hücuma giriştiyse de Tiryaki Hasan Paşa'nın ustaca manevraları karşısında sonuç alamadılar ve üstelik 18 bin ölü verdiler.
Artık karşılıklı toplar konuşuyor ama Türk ordusunun stokları gittikçe azalıyordu. Bu savaş bir güç gösterisinden çok Tiryaki Hasan Paşa'nın kurnazlıkları ve harp hileleriyle ayrı bir havaya bürünmüştü. Türk ordusundan kaçan iki devşirmenin kaledeki gerçek durumu düşmana bildirmeleri üzerine yeni bir oyun oynadı. Ellerinde bulunan esirlere onların kendi adamı olduğunu inandırıp salıverdi. Böylece düşmanın yeni bir toplu hücuma kalkması önlenmiş oldu. Sahte mektuplarla Avusturyalılarla Macarların arası iyice açıldı. Avusturyalıların Macar beylerini idam etmeyi kararlaştırdıkları bir sırada Macar askerleri durumu öğrenip kaçtılar.
Böylece zaman kazanılmış ve kış günleri gelip çatmıştı. Düşman ne yapacağını düşünürken Kara Ömer Ağa yanına 300 kişi alıp dışarı çıktı ve baskın hareketlerinde bulundu. 900 kişiyi öldürüp 150 esir aldı ve ele geçirdiği 12 topla geri döndü. Düşman panik halindeydi. Bu durumu değerlendiren Tiryaki Hasan Paşa kalede yalnızca 600 kişi bırakarak dışarı çıktı ve hücum emrini verdi. Artık düşman dağılmış kaçıyordu. Akşama kadar 30 bin ölü verdiler ve kalenin çevresi tamamen boşaldı. Geriye düşmandan 47 büyük kuşatma topu 24 bin tüfek 60 bin çadır 14 bin kazma - kürek binlerce araba dolusu yiyecek - giyecek barut ve ilaç erzak ve mühimmat kaldı.
Bu dünya tarihinde eşi görülmemiş bir gerçek destandı. 9 bin Türk askeri kendisinden en az 10 kat fazla bir orduya karşı arslanlar gibi dövüşmüş ve düşmanı adeta topyekun imha etmişti. İşte "Bir Türk on düşmana bedeldir" sözünün isbatı ve işte bu destanın gerçek kahramanı 70 yaşındaki bir Türk büyüğünün bizlere verdiği ders...
Bu akıl almaz derecedeki büyük başarı üzerine Cihan Padişahı Üçüncü Mehmed Tiryaki Hasan Paşa'ya vezirlik rütbesi veriyor ve alışılmışın aksine bizzat kendi eliyle hazırladığı "Hatt-ı Hümayun"u gönderip şöyle diyor:
"Yerin ve ğöğün sahibi olan Yüce Allah'a hamdolsun ki Osmanlı Devleti'ne senin gibi paşalar ve askerlerin sayesinde nice zaferler nasib eyledi.
Sevgili Peygamberimize salât ve selâm olsun ki seni ve Devlet-i Aliyye askerlerini kendi yolunda cihad eylerken görürüz.
Ettiğin hizmetler yüce dergâha arzedilip adın iyi adlılar defterine yazılır olmuştur. Berhudar olasın; sana Vezirlik verdim. Seninle birlikte bulunan askerlerim dahi manevi oğullarımdır yüzleri ak ola... Bu mektubumu al kahraman askerlerime okuyup 'Allah'a Peygamber'e ve sizden olan devlet reisine itaat ediniz' mealindeki ayet-i kerimenin yüce manasını onlara bildiresin. Seninle orada bulunanlara dilediklerini ver. Hepinizi Cenab-ı Hakk'a emanet ederim."
Ve işte iltifat karşısında mahçup olan gözyaşlarını tutamayıp ağlayan ve sevinecek yerde üzülen o büyük insanın yine gözyaşları içinde söylediği sözler:
"Kanije'de ettiğimiz küçük bir hizmet karşılığı bize vezirlik vermişler ve 'Hatt-ı Hümayun' göndermişler. Halbuki Kanuni Sultan Süleyman Makbul İbrahim Paşa'yı tam bir selahiyetle kendi yerine vekil tayin ettiği zaman bile O'nun eline böyle bir yazı vermemişti. Rahmetli Piyale Paşa Yavuz Sultan Selim Hazretlerinin damadı olduğu ve Sakız Adası'nın fethi gibi nice zaferler kazandığı halde kendisine vezirlik çok görülmüştü. İslam Halifesi'nin Hatt-ı Hümayun'u Kanije savunması gibi küçük bir hizmete mükafaat olmaya başladı. Devletin vezirliği benim gibi kocamış kimselere kaldı. Buna üzülmeyeyim de neye üzüleyim?"
Tiryaki Hasan Paşa'nın o eli öpülesi pir ü fani'nin altın harflerle yazılıp günümüzde her evin her makamın baş köşesine çerçeveletilip asılması gereken bu sözleri üzerine söz söyleyip yorum getirmeye bilmem lüzum var mı
Kanuni Sultan Süleyman'ın Padişahlığı döneminde ve 1543 yılında elimize geçen Estergon Kalesi Sancakbeyli haline getirilerek Budin Beylerbeyliği'ne bağlanmıştı. Ancak kale bundan yaklaşık elli yıl sonra Alman Leh Çek ve İtalyanlardan oluşan 80 bin kişilik bir haçlı ordusu tarafından kuşatıldı. Bu sırada Estergon Kalesi'nde yalnızca beş bin Türk askeri bulunuyordu.
Durum gerçekten çok kötüydü ve yardım alma ihtimali de yoktu. Düşmanın teslim olma teklifi Estergon muhafızı Kara Ali Bey tarafından kabul edilmedi. Kara Ali Bey ve yanındakiler "Biz Rumeli gazileriyiz; kelle verir kale vermeyiz!" diyorlardı.
Bu inancı taşıyan er kişilerin savunduğu kaleyi düşürmek elbette kolay olamazdı. Nitekim kuşatmanın uzaması düşman askerlerini yöneten kumandanları çılgına çevirdi ve askerlerini kırbaçlatmaya başladılar Bu durumu gören Kara Ali Bey yüksek bir sesle bağırdı:
- "Şu mel'un kumandan yere düşürülürse kafir askerlerinin hepsi geri dönecektir. Kim onu vurursa kendisine dilediği verilecektir!"
Bunun üzerine Osman isimli bir yiğit "Ya Allah" diyerek tetiği çekti ve düşman kumandanını yere serdi. Ancak ne var ki bu arada kale kumandanı Kara Ali Bey de şehid oldu. O'nun yerine kumandayı o sırada kalede bulunan Anadolu Beylerbeyi Lala Mehmed Paşa aldı. Ancak kalede kıtlık ve susuzluk başladığı için yapılacak fazla bir şey yoktu.
Kalede bulunan tarihçi Peçevi İbrahim Efendi durumu şöyle özetliyordu:
- "Sanıç etrafında hararetinin şiddetinden ıslak mermerleri yalayan ve bir damla su için can veren elsiz - ayaksız yaralıların inlemeleri yürekleri sızlatıyordu."
İçerdeki durum gerçekten elem vericiydi. Bu arada Yeniçeri askerinin ayaklanması herşeyi alt - üst etti. Artık teslim olmaktan başka çare yoktu. Aralarında Anadolu Beylerbeyi Lala Mehmed Paşa'nın da bulunduğu esirler Tuna nehrindeki gemilere bindirilerek Vişegrad'a götürüldüler.
Estergon Kalesi'nin elden çıkması ve orada verilen şehidler bütün milleti yürekten yaraladı ve işte nesilden nesile söylene gelen Estergon türküsü o günlerin hatırasını hâlâ canlı tutuyor:
Estergon Kalesi subaşı durak
Kemirir içimi bir sinsi firak
Gönül yâr peşinde yâr ondan ırak
Akma Tuna akma ben bir dertliyim
Yâr peşinde koşar kara bahtlıyım
Akma Tuna akma ben bir dertliyim
Bu ateşle yanar kara bahtlıyım
Estergon Kalesi subaşı kale
Göklere ser çekmiş burçları hele
Biz böyle kaleyi vermezdik ele
Akma Tuna akma ben bir dertliyim
Estergon'u vermiş kara bahtlıyım.
Evet... "Kara bahtlılar" Estergon'u gözyaşları içinde düşmana vermişlerdi ama onu geri almaya da ahd etmişlerdi.
Başvezirlik ve kumandanlık görevine tayin edilen Lala Mehmed Paşa kalenin elden çıkışından on yıl sonra bu defa fetih için Estergon önlerindeydi. 29 Ağustos 1605 yılı günü başlayan kuşatma bir ay sürdü ve kale 29 Eylül ele geçirildi. Artık yaralar sarılmış kaybedilen dosta kavuşulmuştu.
Estergon Kalesi bundan sonra 78 yıl daha Osmanlı hudut boylarının müdafaasını yapan bir mücahid gibi görev yaptı. Kale üstümüzde kara bulutların dolaşmaya başladığı günlerde 1683 yılında içimizde silinmez hatıralar bırakarak elimizden çıktı ve bizleri boynu bükük bıraktı. Onun için biz hâlâ o türküyü söylüyor Estergon'u unutmuyoruz unutamıyoruz:
Estergon Kalesi subaşı durak
Kemirir içimi bir sinsi firak
Gönül yâr peşinde yâr ondan ırak
Akma Tuna akma ben bir dertliyim
Yâr peşinde koşar kara bahtlıyım...
Kanuni Sultan Süleyman cihangir bir padişah olmanın yanında sanat ve edebiyatla da yakından ilgiliydi. Kırk altı yıllık saltanatının hemen her anını devleti ve milleti için çalışarak geçiren seferden sefere koşarak düşmanlarla cebelleşen bu hükümdar koca bir divan oluşturacak kadar da şiir yazmıştı. Şiirlerini "Muhibbi" mahlasıyla yazan Kanuni'nin şu beyti çok ünlüdür:
halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi
olmaya devlet cihân da bir nefes sıhhât gibi
saltanat didükleri ancak cihân gavgâsıdır
olmaya baht u saadet dünya da vahdet gibi
ko bu ıyş u işreti çün kim fenâ dur âkıbet
yâr-ı bâki ister isen olmaya tâat gibi
olsa kumlar sagışınca ömrüne hadd ü aded
gelmeye bu şîşe-i çarh içre bir sâat gibi
ger huzur itmek dilersen ey muhibbî fâriğ ol
olmaya vahdet cihanda kûşe-i uzlet gibi...
Anlamı...
halk icinde devletten daha itibarli bir sey yoktur
dunyada sihhatli bir nefes gibi mutluluk yoktur.
saltanat dedikleri sey ancak bir cihan kavgasidir
dunyada birlik gibi mutluluk ve talih yoktur.
birak bu eglence ve icme meclislerini zira sonu fenadir
eger ebedi bir dost istersen sadakat gibisi yoktur.
(bir kum saati gibi olan) omrundeki kumlarin haddi hesabi olmasa da
bu donen sise icinde (en ozeli) bir saattir.
eger huzur bulmak istersen ey muhibbi (hem sevgili hem de kendisi) herseyden arin
dunyada kosesine cekilmek gibi huzur veren bir tek basinalik (huzur) yoktur
Ve padişah böylesine ünlü bir şair olunca Şeyhü'l İslam'dan soracağı fetvayı da şiirle sorar... Meyve ağaçlarını karıncalar sarmış ve ağaçlara zarar vermeye başlamıştır. Padişah buna bir çare ararken ünlü Şeyhü'l İslam Zenbilli Ali Efendi'nin fikrini almak ister ve şu beyti yazarak gönderir:
"Dırahtı (ağacı) sarmış olsa eğer karınca
Zarar var mı karıncayı kırınca?"
Öyle Padişah'ın zamanında böyle Şeyhü'l İslam olur. O'nun cevabı da şiirledir:
"Yarın divanına Hakk'ın varınca
Süleyman'dan alır hakkın karınca!"
Herşey ne kadar güzel ne kadar açık değil mi? Ya Padişah'ın ve Şeyhü'l İslam'ın böylesine güzel yazdığı bir dönemde yetişen gerçek şairler? Yeri gelmişken onlardan söz etmemek olur mu? İşte Türk lehçesinin en büyük şairlerinden biri olarak gösterilen Baki'nin Kanuni Sultan Süleyman için yazdığı "Mersiye"den bir bölüm:
Tiğın içürdü düşmene zahm-i zebanları
Bahsetmez oldı kimse kesildi lisanları
Gördi nihal-i serv-i ser-efraz-ı nizeni
Serkeşlik adın anmadı bir dahi banları
Her kande bassa pay-ı semendün nisar içün
Hanlar yolunda cümle revan etdi kanları
Deşt-i fenada mürg-i heva durmayub döner
Tigın Huda yolunda sebil etdi canları
Şemsir gibi rüy-ı zemine taraf taraf
Saldun demür kuşaklu cihan pehlevanları
Aldun hezar büdgedeyi mescid eyledün
Nakus yerlerinde okutdun ezanları
Ahir çalındı küs-ı rahil etdün irtihal
Evvel konağın oldu cinan büstanları
Minnet Huda'ya iki cihanda kılub said
Nam-ı şerifin eyledi hem gazi hem şehid.
Sultan İkinci Selim çok sevdiği Edirne'ye bir cami yaptırmak isteyince tabii hemen Mimar Sinan'ı çağırdı. Bu cami öyle bir eser olmalıydı ki dünyada eşi ve benzeri olmamalıydı.
Artık ustalığının doruğunda olan Mimar Sinan için bu pek de öyle zor bir iş değildi. Üstelik Mimar Sinan'ın şimdi büyük bir hedefi vardı:
Selimiye Camii'nin kubbesi Bizanslılardan kalan Ayasofya'nın kubbesinden daha büyük olacaktı!
İnşaat altı yıl sürdü ve ortaya muhteşem bir eser çıktı. Mimar Sinan "Allah'ın yardımı ve Sultan Selim Han'ın arzusu ile" caminin kubbesini Ayasofya kubbesinden 6 arşın boydan ve 4 arşın derinlikten geçmeyi başarmıştı. Kubbe 8 filayağına dayanan kasnak üzerine oturuyordu ve kaideden başlayarak 15.86 metre yüksekliğinde idi. Caminin 4 minaresine ise üçer şerefe konulmuştu ve her üç şerefeye de üç ayrı yoldan çıkılıyordu. Böyle bir eser elbette ki yabancıları da hayran bırakıyor gören herkes O'nu gıpta ile seyrediyordu.
Mesela İngilizlerin ünlü mimarlarından Elvis Edirne'deki Selimiye Camiinin kubbesi ile ilgili olarak şunları söylüyor:
- "Bu kubbeyi aşağı indirseniz ve içini altınla doldursanız bile Büyük Sinan olmadan günümüzün teknolojisi ile tekrar yapamazsınız!"
Balkan savaşları sırasında Bulgarlar bir ara Edine'yi işgal etmişlerdi. O sırada camiyi gören ve hayranlıkla seyreden bulgar komutan
"Bu mabedi Türklerin yaptığını bilmeseydim Allah'ın yaratmış olduğunu söylerdim" diyerek hayranlığını belirtiyor.
Sonra camiyi gezen bir Alman profesör ve mimarı da şöyle diyor:
- "Kendimi bütün zamanların mimarlarından daha kaabiliyetsiz görüyorum. Selimiye gibi bir mimari şahasere ve Sinan gibi bir mimara sahip olan bu devleti takdir ediyorum!"
Evet... Büyük eserleri ancak büyük sanatçılar ortaya koyabilirler ve büyük sanatçıları ancak büyük devletler yetiştirebilirler.
Mektup
Fransa Kralı I. Fransuva Alman İmparatoru ve İspanya Kralı Şarlken'le yaptığı savaşı kaybedip esir düşmüştü.
Fransuva annesi Luiz dö Savua aracılığıyla Jean Frangipani isimli elçiyi Kanuni Sultan Süleyman'a gönderdi. Elçi hem Fransuva'dan hem de annesinden birer mektup getirmişti ve Kanuni Sultan Süleyman'dan yardım istiyordu.
Kanuni Sultan Süleyman elçiye iltifatlarla karşıladı ve 1526 yılının Şubat ayında Fransa Kralı'na şu mektubu gönderdi:
"Ben ki Akdeniz'in ve Karadeniz'in ve Rumeli'nin ve Anadolu'nun Karaman'ın ve Rum'un ve Dulkadır Vilayeti'nin ve Diyarbakır'ın ve Kürdistan'ın ve Acem'in ve Şam'ın ve Halep'in ve Mısır'ın ve Mekke'nin ve Medine'nin ve Kudüs'ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen'in ve daha nice memleketlerin -ki yüce atalarımızın ezici kuvvetleriyle fethettikleri ve benim dahi ateş saçan kılıcımla fetheylediğim nice diyarın sultanı ve padişahı Sultan Bayezıd oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han'ım.
Sen ki Françe vilayetinin kralı Françesko'sun.
Sultanların sığınma yeri olan kapıma sadık adamın Frankipan ile mektup gönderip ve bazı ağız haberi dahi ısmarlayıp; memleketinizin düşman istilasına uğradığını hapse atıldığınızı bildirip; kurtarılmanız hususunda bu tarafta yardım ve medet istemişsiniz. Her ne ki demiş iseniz yüksek katıma arzolunup teferruatıyla öğrendim.
Padişahların bozguna uğraması ve hapsedilmesi şaşılacak şey değildir. Gönlünüzü hoş tutup hatırınızı incitmeyiniz.
Ulu ecdadımız daima düşmanı kovmak ve memleketler fethetmek için seferden geri kalmamıştır. Biz dahi onların yolundan yürüyüp her zaman memleketler ve sağlam kaleler fetheyleyip; gece-gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır.
Allah hayırlar versin ve iradesi ne ise o olsun. Bunun dışındaki durum ve haberleri adamınızdan sorup öğrenirsiniz vesselam!"
Alman İmparatoru Şarklen'in Türkiye'deki elçisi tarafından "Dünyanın en güçlü ordusu" olarak tanımlanan Türk Ordusu Birinci Viyana kuşatmasından önce Budapeşte önüne gelmiş şehri kuşatmıştı.
Etrafta dolaşan şüpheli birini yakalayan askerler onu doğruca Başvezir İbrahim Paşa'nın huzuruna çıkardılar.
İbrahim Paşa ile o adam arasında şöyle bir konuşma geçti:
"- Sen kimsin?"
"- Kral Ferdinand'ın subayyım efendimiz!"
"- Demek casusluk niyetiyle geldin... Peki ne öğrenmek istersin?"
"- Görevim ordunuz hakkında bilgi toplamaktı!"
"- Anlaşıldı... Şimdi var istediğin bilgileri topla!.."
İbrahim Paşa sonra da ilgililere dönüp emir verdi:
"- Bu casusa istediği herşey gösterilsin sorduğu herşeye doğru cevap verilsin!"
Söylenenler yapıldı ve Alman subayı adeta misafir olarak ağırlandı.
Osmanlı ordugâhını baştan başa dolaşan casus subay gördükleri karşısında hayretini gizleyemiyordu. İşi bittikten sonra tekrar huzura çıkarılınca İbrahim Paşa'ya da durumu anlattı. İbrahim Paşa gülerek elini uzattı ve onu yolcu etti:
"- Haydi git gördüklerini kralına anlat!.."
Osmanlıların kendi güçlerinden ne kadar emin olduklarını gösteren güzel bir örnek değil mi?
Öyle bir örnek ki dünyada eşi ve benzeri ne görüldü ne de görülecek!
İşte büyük ordu işte büyük devlet ve işte büyük devlet adamları
AKINCILAR
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı Beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle...
Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.
Bir gün doludizgin boşanan atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla...
Cennet'te bugün gülleri açmış görürüz de
Hâlâ o kızıl hatıra titrer gözümüzde!
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Şarlken adıyla bilinen Alman İmparatoru ve İspanya Kralı Charles-Quint'in elçisi olarak yedi yıl boyunca Türkiye'de kalan Oger Ghislain de Busbecg Kanuni Sultan Süleyman devrindeki Türk Ordusu ile ilgili gözlemlerini şöyle anlatıyordu:
"Türk ordusu ile kendi ordumuzu karşılaştırdığım zaman gelecekte başımıza gelebilecek olan şeyleri düşünüyor ve irkiliyorum.
Türkler tarih boyunca düşünülebilecek en kudretliorduya sahipler. İmparatorluğun bitmek- tükenmek bilmeyen bütün kaynakları bu ordunun emrinde. Zafere alışkanlık kazanılan sürekli zaferlerin tecrübesi birlik düzen disiplin kanaatkârlık ve uyanıklılık bu büyük ordunun başlıca vasıflarını oluşturuyor.
Bizim ordularımız ise fakir savurgan yenilgiler yüzünden maneviyatını yitirmiş disiplinsiz başıboş sarhoş ve tamahkâr bir halde. Şuna eminim ki İran sürekli olarak doğudan Türkiye'yi tehdit etmese Avrupa'nın işi çoktan bitmiş olacaktı.
Türkler İran'ın işini bitirdikten sonra bütün ağırlıklarıyla bize yöneleceklerdir. Böyle bir durum karşısında ne yapacağımızı ve buna ne derece hazırlıklı olduğumuzu düşünüyorum da korkuyorum.
Türk ordusunda ilk dikkatimi çeken çeşitli sınıflara mensup askerlerin kendi karargâhlarından dışarı çıkmamaları oldu. Bizim karargâhlarda olup-bitenleri bilenler buna inanmayacaklardır. Onbinlerce askerin bulunduğu Amasya ordugâhında büyük bir sessizlik hüküm sürüyordu. Orada kavgadan tartışmadan şiddetten ve zorlamadan eser yoktu. Yüksek sesle konuşana bile rastlamadım. Her taraf tertemiz pırıl pırıldı. Türkler artıkları derhal yakıyor ya da uzağa götürüp gömüyorlar. Onlar hiç ***** bilmiyorlar. Bizim ordugâhlarımızda ise zar ve kâğıt oynanmayan içki içilmeyen kavga çıkmayan çadır yoktur.
Türk ordusunda en küçük bir disiplinsizlik hemen cezalandırılıyor ve hiç bir suça göz yumulmuyor. Ordugâhta bir bayram namazının kılındığına şahid oldum. Saflar şaşılacak derecede düzgündü.
Uçsuz bucaksız bir kalabalık; türlü türlü renk renk üniformalar altın gümüş lâl ipek ve saten pırıltıları içinde alabildiğince uzayıp gidiyordu. Yalnız bu servet ve ihtişam içinde herkes mütevazi idi. Bu kudret ve zenginlik onlar için alışılmış benimsenmiş şeylerdi. Uzakta tımarlı süvarilerin binlerce atı görünüyordu. Bu atlar da gayret yüksek ve bakımlı hayvanlardı.
Türk toplumunun manzarası da Türk ordusunun manzarasından farksızdır. Aynı sessizlik servet içindeki sadelik kendine güvenenlere mahsus tevazu halk tabakalarına kadar yayılmış durumda. Kısacası Türklerden alacağımız dersler sonsuzdur."
Yavuz Sultan Selim Han
Osmanlı ordusu Mısır seferine giderken haliyle bağlık - bahçelik yerlerden geçiliyordu. Salkım üzümler olgunlaşmış elmalar armutlar ve daha türlü türlü meyvalar vardı.
Ordu Gebze yakınlarında konakladığı zaman Yavuz Sultan Selim'in içine bir şüphe düştü:
- "Acaba askerim sahibinden izinsiz üzüm ve elma koparmış olabilir mi?" diye düşünüyordu. Hemen Yeniçeri Ağası'nı çağırdı ve durumun araştırılmasını emretti.
Heybeler - torbalar araştırıldı iyice soruldu ama asker üzerinde hiç bir iz bulunamadı. Yeniçeri Ağası gelip durumu söylediğinde Padişah rahatlamıştı. El açıp dua etti:
"Ey Allah'ım!.. Bana haram yemeyen bir ordu ihsan ettiğin için Sana şükürler olsun."
Sonra Yeniçeri Ağası'na dönüp şunları söyledi:
"Eğer askerlerim içinde bir tek kimse sahibinden izinsiz bir meyve koparıp yese idi Mısır seferinden vazgeçerdim. Çünkü hay ağa haram yiten bir ordu ile beldelerin fethi mümkün olamaz!.."