Roman İncelemeleri

innfnnty

мα¢αкızı
:melek halide edip in sinekli bakkal ve handan özetleri acil lasım baktım ama bulamadm bulabilir misin acabaa
 

gmzz

New member
yaa:/şey..ben mi bulamadım yoksa pearl s.buck ın yazdığı ana (gorkinik i değil) nın ve şu çılgın turklerin özeti yokmu:(?
 

sylst

New member
gorki'nin ana isimli romanı hakkında eleştirilere ihtiyacım var. yardımcı olursanız sevinirim...
 

el tolado

New member
slm arkadaşlar bana dakuzuncu hariciye koğuşunun izcelenmesi ni gönderebilirmisiniz şimdiden teşekkürler
 

JoNeRR*

L![se]L!
hüseyin rahmi gürpınar'ın mürebbiye adlı romanının kitap incelemesi lazım çok acil lütfen yardımcı olun sadece özet değil tamamen roman inceleme roman incelemede bunlar olucak:
A. ROMAN HAKKINDA BİLGİLER
1. Romanın adı
2. Romanın yazarı (çevireni)
3. Basıldığı yer ve tarih
4. Sayfa sayısı
B. ROMANDAKİ OLAYIN İNCELENMESİ
1. Olayın özeti
2. Olaydaki kişiler,kişilerin fiziksel ve ruhsal özellikleri
a) Asıl kişiler (kahramanlar)
b) Yardımcı kişiler (kahramanlar)
3. Olayın geçtiği yerler
4. Olayın meydana geldiği zaman
5. Olayı anlatan kişi (anlatıcı)
6. Romanın dil ve anlatım özellikleri
7. Romanın türü
8. Romanın ana fikri
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
ÇALIKUŞU - REŞAT NURİ GÜNTEKİN
İNCELEYEN: Bülent SAKÇA



Y A P I

Çalıkuşu romanı dış yapı itibarıyla beş kısımdan meydana gelmiştir. İlk dört kısım, Feride’nin hatıra defteridir. Feride’nin, iki buçuk yaşından itibaren anlatmaya başladığı hatıraları, yirmi beş yaşında Kâmran’a kavuştuğu ana kadar devam eder. Beşinci kısımda ise, Feride ile Kâmran’ın kavuşmaları anlatılır.

Çalıkuşu romanında bölümlere göre anlatılan olaylar şu şekildedir:

“Birinci Kısım”da, Feride’nin iki buçuk yaşından başlayıp köşkten ayrılışına kadar yaşanan olaylar anlatılır: Musul’da geçirdiği günler, annesinin hastalığı, annesinin ölümünden sonra İstanbul’a büyükannesinin yanına gelmesi, Dam dö Sion mektebine yazılması, okulda yaptığı haylazlıklar, “Çalıkuşu” adının konması, tatil günlerinde teyzelerinde kalması, dul ve güzel bir kadın olan Neriman’ı kıskanması, Kâmran’a âşık olması, Kâmran ile nişanlanması, Kâmran’ın Avrupa’ya gitmesi, dört yıl sonra okulu bitirince düğün hazırlıklarının başlaması, düğüne üç gün kala köşke gelen siyah çarşaflı bir kadından Kâmran’ın Avrupa’da iken Münevver adında bir kadınla ilişki yaşadığını söylemesi, Feride’nin köşkü terk etmesi.

“İkinci Kısım”da, Feride’nin köşkten ayrılışından Ç... Rüştiyesine tayin edilişine kadarki dönemde yaşanan olaylar anlatılır: Köşkten ayrıldığı gece sütninesinin yanına gitmesi, tayin işlemleri tamamlanıncaya kadar Gülmisal Kalfa’nın yanında kalması, B... vilâyetine Coğrafya ve Resim öğretmeni olarak tayin edilmesi, Zeyniler’e atanması, Munise’yi evlatlık alması, okulun kapatılması, B...’de Darülmuallimat’ta vekil öğretmen olarak Fransızca derslerine girmesi, Feride’ye “İpekböceği” adının takılması, musiki hocası Şeyh Yusuf Efendi’nin Feride’ye âşık olması, çıkan dedikodular üzerine Feride’nin tayin istemesi, Ç... Rüştiyesine tayin edilmesi.

“Üçüncü Kısım”da, Feride’nin Ç...’ye tayin oluşundan ayrılışına kadarki dönemde yaşanan olaylar anlatılır: Ç...’nin erkekleri tarafından Feride’ye “Gülbeşeker” adının takılması, Yüzbaşı İhsan’ın sütannesi aracılığıyla Feride’ye evlilik teklifinde bulunması, bitişik komşusu olan Hafız Kurban Efendi’nin karısını gönderip Feride’yi kendine istetmesi, yaşlı bir çapkın olan Binbaşı Burhanettin Bey’in bağ evinde Feride’ye komplo kurması, çıkan dedikodular üzerine okul müdiresinin Feride’yi İzmir’e göndermesi.

“Dördüncü Kısım”da, Feride’nin İzmir ve Kuşadası’nda yaşadığı dönemde geçen olaylar anlatılır: Feride’nin İzmir’de üç ay boyunca tayin yaptıramaması, zengin bir adam olan ve kendisine “Fındıkkurdu” diye lâf atan Reşit Bey’in kızlarına Fransızca dersi vermesi, Reşit Bey’in büyük oğlu Cemil Bey’in kendisini sıkıştırması, Reşit Bey’in kalfası aracılığıyla kendisine evlilik teklifinde bulunması, Kuşadası’na tayin edilmesi, Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması nedeniyle okulun hastane olarak kullanılması, burada ikinci kez Hayrullah Bey’le karşılaşması, Munise’nin ölmesi, Feride’nin Hayrullah Bey’in evinde kalmaya başlaması, çıkan dedikodular üzerine Feride’nin öğretmenlikten istifa etmesi, babası yerine koyduğu Hayrullah Bey’le kâğıt üzerinde evlenmesi.

“Beşinci Kısım”da ise, Feride’nin Tekirdağ’a teyzesinin yanına gelmesi ve Kâmran’a kavuşması anlatılır: Feride’nin beş yıllık bir ayrılıktan sonra Tekirdağ’a gelmesi, Feride ile Kâmran’ın karşılaşması, Feride’nin yeniden eski haylazlıklarına başlaması, Feride’nin köşkten ayrılmadan bir gece önce Müjgân’a tüm gerçekleri anlatması, Hayrullah Bey’in Kâmran’a verilmek üzere vasiyet ettiği zarfı Müjgân’a vermesi, Müjgân’ın aynı gece Kâmran’la birlikte Hayrullah Bey’in vasiyeti olan zarfı açmaları, mektubu ve Feride’nin hatıra defterini sabaha dek okumaları, sabahleyin erkenden Aziz Bey’le Kâmran’ın nikâh kıydırmak için gizlice dışarı gitmeleri, Feride’nin hatıra defterinden birkaç bölüm okuyan Kadı Efendi’nin Feride ile Kâmran’ın nikâhını kıyması, Kâmran’ın bir daha bırakmamak üzere Feride’ye sımsıkı sarılması.
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
K O N U

Çalıkuşu romanında genç ve güzel bir kız olan Feride’nin -kalbi yaralı ve kanadı kırık bir Çalıkuşu’nun- çocukluk döneminde yaptığı yaramazlıklar, ilk gençlik döneminde teyzesinin oğlu Kâmran’ı kıskanması, yaşadığı bu duyguların aşk olduğunu anlaması, sevdiği bu insanla nişanlanması, düğünden üç gün önce nişanlısının başka bir kadınla ilişkisi olduğunu öğrenmesi, bunun üzerine yaşadığı köşkü ve İstanbul’u terk etmesi, genç bir öğretmen olarak Anadolu’nun ücra köşelerine gitmesi, buralarda yaşadığı maddî ve manevî sıkıntılar, beş-altı yıl süren Anadolu macerasından sonra Tekirdağ’a dönmesi, sevdiği ve asla unutamadığı Kâmran’a kavuşması anlatılır.

Bu roman hem ferdî hem de sosyal bir içeriğe sahiptir. Bir yandan Feride ile Kâmran arasındaki aşkı okurken diğer yandan Anadolu coğrafyasını ve bu topraklarda yaşayan insanların sefaletini, yoksulluğunu, cehaletini görürüz. Ayrıca yazar, eğitimci olmanın verdiği tecrübeyle o dönem Türkiye’sinde eğitim-öğretim kurumlarındaki aksaklıkları, yetersizlikleri, bürokrasiyle ilgili çarpıklıkları da tüm çıplaklığıyla aktarır.

a) Ferdî Temalar

Çalıkuşu romanının en önemli teması, Feride ile Kâmran arasında yaşanan “aşk”tır. Romanın baş kahramanı olan Feride, uzun süre açıkça itiraf etmeyip Kâmran karşısında hırçınlaşıp ondan nefret ettiğini söylese de, gerek öğrenciliğinin son yıllarında, gerekse Anadolu’da yaşadığı yıllar boyunca Kâmran’ı hep sevmiştir. Teyzesinin köşkünden ayrıldıktan sonra karşısına pek çok erkek çıkmış olmasına rağmen, hiçbirine Kâmran’a karşı hissettiği duygularla yaklaşmaz. Feride’nin onca yıl sevdiğinden ayrı kalmasının arkasında daha çok sevilmek, sevmeyi ve kendini sevdirmeyi yeterince bilmemek vardır. Daha da önemlisi, gururu ile aşkı arasında bir çatışma yaşayan Feride, yıllarca gururunun aşkına galip gelmesinin acısını yaşar. Anadolu’da bulunduğu yıllar, ona sevmeyi, kendini sevdirmeyi öğretmiş; yüreğinde hep kanayan bir yara olan aşkı ve yaşadığı olaylar onu olgunlaştırmıştır. Hatıra defterinin son sayfalarında Feride, yıllarca kendisinden bile saklamaya çalıştığı aşkını itiraf eder. “Evet, niçin yalan söyleyeyim? Bütün nefretlerime, isyanlarıma, bütün o geçmiş şeylere rağmen, ben yine bir parça senindim.” (s.330) “Bu son ayrılık saatinde niçin hakikati saklamalı? Bu okumayacağım defteri ben senin için yazdım Kâmran. Evet, ne söyledim, ne yazdımsa hep senin içindi. Yanlış, çok yanlış bir iş tuttuğumu bugün artık itiraf edeceğim. Ben, her şeye rağmen seninle mesut olabilirdim. Evet, her şeye rağmen seviliyordum, sevildiğimi de bilmiyor değildim; fakat bu, bana kâfî gelmedi. İstedim ki çok, pek çok sevileyim, kendi sevdiğim kadar değilse bile -çünkü buna imkân yok- ona yakın sevileyim. Bu kadar sevilmeye benim hakkım var mıydı? Zannetmem Kâmran. Ben, küçük, cahil bir kızdım. Sevmenin, kendini sevdirmenin de bir yolu var, değil mi Kâmran? Hâlbuki ben bunları hiç, hiç bilmiyordum.” (...) “Kâmran, ben, seni sevmesini senden ayrıldıktan sonra öğrendim. Hatta yaptığım tecrübelerle, başkalarını sevmekle sanma sakın. Gönlümün içindeki derin, hazin, ümitsiz hayalini sevmekle. (s.361)

Romanda “sevgi” teması da geniş olarak işlenmiştir. Feride teyzelerini çok sever. Çok haylaz bir kız olmasına rağmen teyzeleri ona karşı her zaman sevgiyle yaklaşmışlardır. Feride, teyzesinin kızı Müjgân’ı da, bir abla gibi sever, her şeyini onunla paylaşır. Köşkten ayrıldıktan sonra otelde kalırken Hacı Kalfa, Feride’yle yakından ilgilenir. Feride, Zeyniler köyünde küçük bir kız olan Munise’yi evlatlık alır. Onu kendi kızıymış gibi sever, onunla ilgilenir. Askerî doktor olan Hayrullah Bey de, daha ilk görüşte Feride’yi sever. Feride ile Hayrullah Bey arasında “baba-kız” sevgisi vardır. Feride genel anlamda çevresindeki insanları çabucak sever, onların yardımına koşar. “Ne arsız gönlüm var benim. Etrafımdaki insanları ne kadar çabuk seviyorum.” (s.217) “Dünyada, bir parça iyilik edebilmekten daha güzel bir şey olmuyor.” (s.192)

Romanda sevgi teması, çoğu zaman “merhamet”, “acıma”, “şefkat” duygularını da beraberinde getirir. Feride, soğuk bir kış gecesinde, kapısına donmuş bir hâlde gelen Munise’ye çok acır, onu bir anne şefkatiyle kucaklar. Doktor Hayrullah Bey, kanadı kırık, gönlü yaralı Çalıkuşu’nu Anadolu’nun ücra bir köşesinde görünce ona acır. Onun mutlu olması için elinden geleni yapar. Feride’yi kızı yerine koyar, baba şefkatiyle sever. Ölmeden önce de Feride’ye, akrabalarıyla barışmasını, onlarla beraber yaşamasını vasiyet eder.

Romanın hüzünlü bir havaya bürünüp romantik bir özellik kazanmasında “ölüm” ve “ayrılık” temalarının etkisi büyüktür. Kader, âdeta Feride’yi yalnız bırakmak için onun sevdiklerini teker teker elinden alır. Küçük yaşta anne ve babasını kaybeden Feride, evlenme arefesinde çok sevdiği nişanlısı Kâmran’dan ayrılır. Daha sonra Munise ile yeniden hayat bulan Feride, onu da kaybeder. Son olarak da babası yerine koyduğu adamı, Hayrullah Bey’i kaybeder. “Hangi ümide sarılsam elimde kalıyor, neyi seversem ölüyor. İşte üç sene evvel bir sonbahar akşamıyla beraber ölen genç kızlık rüyalarım, kendi küçüklerim, sonra Munise, onun arkasından, belki kalbimin öksüzlüğünü avuturlar diye ümit ettiğim talebelerim. Yavrularını tehlikede gören bir ana kuş hırçınlığıyla üstlerine titrediğim bu şeyler, sonbahar yaprakları gibi birer birer sararıyor, dökülüyor. Daha yirmi üç yaşıma girmedim; yüzümden, vücudumdan çocukluğun izleri silinmedi; hâlbuki gönlüm, baştan başa bütün sevdiklerimin ölüleriyle dolu.” (s.354)

Romanda Feride ekseninde kendini gösteren bir diğer önemli tema ise “gurur”dur. Çalıkuşu romanının en önemli kişisi olan Feride, Cumhuriyet Türkiye’sinde esas olacak yeni bir kız tipidir. Feride, çocukluğundan beri kendini ezdirmeyen, haklarını savunabilen, insanlarla kolaylıkla diyalog kurabilen, kültürlü, dışa dönük bir kızdır. Kâmran’ın ihanetini sineye çekip oturmaz veya tevekkülle karşılamaz. Onun Kâmran’ı terk edip Anadolu’nun en ücra köşelerine hiç çekinmeden gidişinin ve oralarda yıllarca bütün gücüyle mücadele edişinin arkasında, aşkıyla olan çatışmada üstün gelen gururu vardır.

Romanda işlenen temalardan biri de “ihanet”tir. Çalıkuşu’nun İstanbul’u terk edip Anadolu’nun kuş uçmaz kervan geçmez bölgelerine gitmesinin ve yıllarca geri dönmemesinin sebebi Kâmran’ın ihanetidir. Feride, nişanlılığının ilk günlerinde Kâmran’a karşı çok soğuk davranır. Kâmran’ın Avrupa seyahati gündeme geldiğinde ise Kâmran, nişanlısından kendisine “kal” demesini ister. Fakat Feride, bu yolculuğa karşı çıkmaz. Kâmran, böyle bir boşlukta iken İsviçre’de Münevver adında bir kadınla ilişki yaşar. Bu ilişkiden Feride’ye bahsetmez. Kâmran bu yanlış davranışla Feride’nin yıllarca acı çekmesine sebep olmuştur.

Feride’nin nişanlanmadan önceki dönemlerinde “kıskançlık” teması göze çarpar. Feride, köşke gelen misafirler arasında Neriman adında dul bir kadının, Kâmran’a ilgi göstermesine dayanamaz. Güzel ve çekici bir kadın olduğu için onu kıskanır. Bir gece de onları ağacın altında öpüşürken yakalar. Feride’nin okul yaşamı boyunca Kâmran’a karşı soğuk davranışlar sergilemesinde bu kadına karşı duyulan kıskançlığın etkisi büyüktür. Daha sonra ise hiç görmediği Münevver’i kıskanır, onun kendisinden daha güzel olduğunu, daha şirin lâflar ettiğini düşünür.

Feride’nin köşkü terk ettikten sonraki yaşamına baktığımızda “güzellik/çekicilik” temasının ön plâna çıktığını görürüz. Feride, doğuştan gelen bir yüz güzelliğine sahiptir. Yüzünün doğal hâli, sanki makyaj yapılmış, boya sürülmüş gibidir. Feride’nin bu güzelliği ve çekiciliği, gittiği her yerde başına belâ olur. Feride’nin albenisine kapılıp güzelliği karşısında büyülenen erkekler ona “İpekböceği”, “Gülbeşeker”, “Fındıkkurdu” gibi adlar takarlar. Pek çok kişiden evlenme teklifi alır. Kendisiyle ilgili çıkan dedikodular yüzünden gittiği yerlerde uzun süre kalamaz, başka şehirlere sürekli tayin istemek zorunda kalır.

Feride köşkten ayrıldıktan sonra, yaklaşık beş yıl sevdiklerinden ayrı kalır. Bu duruma zaman zaman isyan eden Feride, “gurbet” ve “yalnızlık” duygularından bir türlü kurtulamaz. “Ufukta akşamın uçuk mavi seması içinde, ince ince tüten dumanlara benzeyen karşı dağları seyretmeye başladım. / Çalıkuşu, bu dağlardan, yine gurbet kokusu almaya başlıyordu. Gurbet kokusu! Bu kokuyu bütün ruhuyla koklamayanlar için ne manasız bir söz! Hayalimde yollar, gittikçe incelip mahzunlaşan, bitip tükenmez gurbet yolları uzanıyor, kulağımda Çeçen arabalarının o ince yanık sesli çıngırakları ağlıyordu. / Ne vakte kadar yarabbi, ne vakte kadar? Ne için? Hangi emele yetişmek için?” (s.286-287)

b) Sosyal Temalar

Çalıkuşu romanını basit bir aşk romanı olmaktan kurtaran, geleneksel aşk hikâyelerimizden farklı kılan tarafı, onun aynı zamanda sosyal bir içeriğe de sahip olmasıdır. Romanın sosyal yönünü ifade edebilecek en geniş kelime “Anadolu”dur. Kelimenin anlam dünyası içinde hem coğrafya hem bu coğrafyada yaşayan insanlar hem de bu insanların sorunları vardır.

Romanda, Anadoluya ve onun insanlarına baktığımızda “yoksulluk”, “cehalet”, “yaşama sevincinden yoksunluk” gibi temalarla karşılaşırız. İstanbul’da iken “köy” deyince Feride’nin hayalinde yeşillikler arasında, eski Boğaziçi yalılarındaki güvercinliklere benzeyen sevimli, şen manzaralı kulubeler gelir. Hâlbuki, gerçek hiç de öyle değildir. Özellikle Zeyniler köyü, Anadolu gerçeğini tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer. Yazarın Zeyniler köyünü tasvir ederken kullandığı “tek tük kulubeler”, “tahta evler”, “çökmeye yüz tutmuş, simsiyah viraneler”, “yer yer dumanları tüten bir yangın harabesi” gibi ifadeler, köyün dış görünüşünü tasvir eder. Öğrenciler de acınacak durumdadır. “Zavallıların kıyafetleri öyle sefil ve perişandı ki, hemen hiçbirisinde çorap, potin yoktu. Başları, eski püskü bez parçalarıyla sımsıkı kundaklanmış, çıplak ayaklarındaki nalınları şakırdata şakırdata dershanenin kapısına kadar geliyorlar, orada nalınlarını çıkartarak yan yana diziliyorlardı.” (s.171) Zeyniler’de, insanların yüzleri hiç gülmez, sanki hepsi hayata küsmüştür. Çocuklar sürekli “ölüm, teneşir, zebani, kabir” gibi korkunç kelimelerle dolu ilahiler söylerler.

Kendisi de bir eğitimci olan yazar, bilinçli olarak Feride’yi öğretmen kimliğine büründürür ve “eğitim-öğretim” konusunu da pek çok yönüyle dikkatlere sunar. Romanda geleneksel eğitim-öğretim anlayışıyla yeni eğitim-öğretim yöntemleri arasında çatışma yaşanır. Zeyniler köyünde Hatice Hanım, öğretmenlik mesleğini yapacak yeterliliğe sahip değildir, çocuklara dayak atar, ölüm duygusunu aşılar, ders esnasında yere oturtur, okumaları yüksek sesle yaptırır, yaşı büyük kızların okumalarına karşı çıkar. Buna karşılık yeni eğitim sistemiyle yetişmiş olan Feride, Hatice Hanım’ın yöntemlerini değiştirir. Çocukları sıralara oturtur, gürültüyü önler, yaşı büyük kızları da okutur, ölüm düşüncesi yerine yaşama sevinci aşılar.

Eğitim-öğretimle ilgili bir diğer eleştirilen konu da öğretmen maaşının azlığıdır. Feride, Anadolu’da öğretmen olarak geçirdiği süre zarfında annesinden kalan değerli eşyaları satarak ayakta kalmış, bunlar bitince çok sıkıntı çekmiş, aç kalmıştır. “Ben, muallimliği açlıktan ölmemek için kabul etmiştim. Hesabım doğru çıkmadı. Bu meslek, bir gün açlıktan öldürebilir.” (s.315)

Reşat Nuri Güntekin, “bürokrasideki çarpıklıklar” konusuna da geniş bir şekilde yer verir. Feride, bürokrasinin nasıl işlediğini bilmez. Görevli memurların ilgisiz ve sorumsuz tavırları, adam kayırma, müdürlerin karşısındaki insanı küçük düşüren konuşmaları gibi gerçeklerden habersizdir. Feride, diplomasını Maarif Müdürlüğü’ne götürecek ve kendisinin o vakit kendisinin o vakit güzel bir okula tayin edeceklerdir. Feride, ilk tayinini hatırlı bir kişinin ricasıyla yaptırır. Büyük bir heyecanla gittiği bu ilk görev yerinde de yine bürokrasinin çirkin yüzüyle karşılaşır. Aslen kendisinin hakkı olan yere Maarif Müdürü’nün tanıdığı olan başka bir öğretmeni verirler. Feride’yi de Zeyniler gibi ücra bir yere gönderirler.Feride, Zeyniler’de kendine has bir düzen kurar. Fakat çok geçmeden okulu teftişe gelen Maarif Müdürü, şartların yetersiz olduğunu söyleyerek okulu kapatır. Maarif Müdürü, Feride’yi hemen başka bir okula tayin edeceğini söyler. Fakat sonradan aldırış etmez. Feride, Munise’yle birlikte zor günler geçirir. Bir gün müdürün odasındayken, eski sınıf arkadaşıyla karşılaşır. Bu sayede Darülmuallimat’ta Fransızca öğretmenliğine tayin edilir. Dedikodular yüzünden buradan ayrılıp İzmir’e gider. Burada kendisini daha önce Zeyniler’e gönderen müdürle karşılaşır. Feride burada da tayin için üç ay bekler.Annesinin parası bitince aç kalır.
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Z A M A N

Reşat Nuri Güntekin’in, “Çalıkuşu” romanı 1922 yılında yayımlanmıştır. Romanda geçen olaylar XX. yüzyılın ilk çeyreğine aittir. Feride’nin Kuşadası’nda bulunduğu sırada Birinci Dünya Savaşı patlak vermesi bunu açıkça gösterir. Yazar, XX. yüzyılın başlarındaki türk toplumundan bir kesit sunmuştur.

Feride, köşkten ayrıldıktan sonra yaklaşık bir ay tayin işlemlerinin bitmesini bekler. Köşkten ayrıldığı gece sütninenin evinde kalır, Daha sonra Gülmisal Kalfa’nın yanında kalır. Bu bir ayın sonunda Feride’nin B... vilayeti merkez rüştiyesine tayin edilir. Feride, “Yabancı bir şehirde (B...’de) yabancı bir otel odasında, sırf bitip tükenmeyecek gibi görünen bir gecenin yalnızlığına karşı koymak için” (s.7) hatıralarını yazmaya başlar. Başka bir deyişle Feride, köşkten ayrıldıktan bir ay sonra hatıralarını yazmaya başlar. Feride’nin sürekli olarak yazı yazdığını gören otelin odacısı Hacı Kalfa, onun ne yazdığını merak eder. “Geldiğin günden beri gece demezsin gündüz demezsin, yazarsın da yazarsın. Ne bitip tükenmez yazıdır bu? Mektup desem değil; mektup, deftere yazılmaz. Kitap desem değil, bizim bildiğimiz, kitabı saçlı sakallı ulemalar yazar. Sen parmak kadar çocuksun. Öyleyse ne yazarsın böyle durup dinlenmeden?” (s.109) Feride hatıralarını yazmaya başladığında yirmi yaşındadır. Feride iki buçuk yaşından genç kızlık dönemine kadar başından geçen olayları anlatır. Olayların anlatımı sırasında yer yer zamanda atlamalar yapılır. Örneğin; Kâmran’ın Avrupa’ya gidişile dönüşü arasındaki dört yıllık zaman dilimi atlanmıştır. “mamafih bu dört sene Müjgân’ın korktuğundan çok daha çabuk geçti.” (s.97) Feride, iki buçuk yaş ile yirmi yaş arasındaki dönemi bitirir. bu andan itibaren Feride, yaşadığı olayları bazen günü gününe bazen de belli zaman aralıklarıyla yazar. “Bu sabah uyandığım vakit günlerden beridevam eden yamuru dinmiş buldum.” (s.132) Bugün, akşama doğru bir Çeçen arabasıyla Zeyniler’e geldim.” (s.155) “Defterime bir aydan beri el sürmemiştim.” (s.198) “Bugünkü programımın öğleden sonraki kısmı, geldim geleli çantamda duran defterime son altı ayın vakalarını yazmaktı.” (s.266)

Feride, Hayrullah Bey’le evlendiği güne kadar hatıralarını bu şekilde yazar. Feride’nin köşkten ayrıldıktan sonra Hayrullah Bey’le evlendiği güne kadar geçen zaman dilimi yaklaşık beş yıldır. Feride hatıra defterinin ilk satırlarını B...’de, bir otel odasında yazmaya başlar; son satırlarını ise, Hayrullah Bey’le evlendikten bir gün sonra, defterinin yaprakları bittiği için mavi kabına yazmıştır. Feride defter bittiğinde yirmi beş yaşındadır.

Romanın ilk dört bölümü Feride’nin hatıra defterinden oluşur. Burada geçen olaylar, yirmi yılı aşkın bir zaman dilimini kapsar. Hatıra defterinin başında Feride iki buçuk yaşındadır, bitiminde ise yirmi beş yaşındadır.

Romanın beşinci bölümünde yaşananlar ise, iki aylık bir zaman dilimini kapsar. Bu bölümde olaylar hâkim (yazar) anlatıcı tarafından aktarıldığı için vaka zamanı ile anlatma zamanı arasındaki boşluk kalkar. Olaylar, yaşandığı anda aktarılır. Çünkü hâkim (yazar) anlatıcı, olayları anında görme, duyma ve anlatma imkânına sahiptir. “Vakit, gece yarısını geçiyordu. Köşk, çoktan uyumuştu. Müjgân, omuzlarında bir ince atkı, elinde küçük bir şamdanla odasından çıktı. Ayaklarının ucuna basa basa, dura dura Kâmran’ın kapısına geldi. Odada ne ses, ne ışık vardı. Genç kadın yavaşça kapıya dokundu.” (s.390)


K İ Ş İ L E R

Feride (Çalıkuşu): Romanın baş kahramanıdır. Ayrıca beş kısımlık romanın ilk dört kısmının da anlatıcısıdır. Altı yaşındayken, Musul’da hasta annesini kaybeden Feride İstanbul’a büyükannesinin yanına gelir. Dokuz yaşındayken onu da kaybeder. Babası Feride’yi “Dam dö Sion” kız yatılı okuluna verir. Feride, tatil günlerinde teyzelerinin yanında kalır. Feride gerek okulda gerekse teyzelerinin yanında ele avuca sığmayan, ağaçlara tırmanan, türlü haylazlıklar yapan bir kızdır. Okulda teneffüs esnasında daldan dala atladığını gören öğretmeni Feride’ye “Çalıkuşu” adını takar. Teyzelerinde kalırken Kamran’ı, Neriman adındaki genç ve güzel bir duldan kıskanır. Feride’nin içinde uyanan bu kıskançlık, Kamran’a karşı ilgi duyduğunun bir göstergesi olur. Bir süre sonra Besime teyzesinin oğlu Kâmran’la nişanlanır. Kamran, dört yıllığına Avrupa’ya gider. Dört yılın sonunda köşkte düğün hazırlıkları başlar. Düğüne üç gün kala Feride, köşke gelen siyah çarşaflı bir kadından Kâmran’ın Avrupa’da iken Münevver adında bir kadınla ilişki yaşadığını öğrenir. Kâmran’a küçük bir not bırakarak köşkü terk eder.

Feride, Kâmran’ın gönlünde açmış olduğu yarayla Anadolu’ya, öğretmen olarak gider. Anadolu’nun pek çok şehir ve köyünü dolaşır (Bursa,Zeyniler, Çanakkale, İzmir, Kuşadası). Zeyniler köyünde, annesi kötü yola düşmüş olan Munise adlı küçük bir kızı evlatlık alır. Onunla beraber yaşar. Kamran’dan gelen mektupları okumadan yakar. Feride genç, güzel, çekici bir kızdır. Fakat gittiği her yerde bu güzellik başına belâ olur. Erkekler adını bilmedikleri Feride’ye “İpekböceği, Gülbeşeker, Fındıkkurdu” gibi adlar takarlar. Pek çok kişiden evlenme teklifi alır. Beş yıllık Anadolu macerasında sürekli yer değiştirmesinin, tayin istemesinin sebebi yapılan evlilik teklifleri ve hakkında çıkan dedikodulardır. Munise on dört yaşındayken kuşpalazı hastalığından ölür. Bu olaydan sonra Feride, baba şefkatiyle sevdiği yaşlı bir doktorun, Hayrullah Bey’in yanında kalır. Dedikoduların çıkması üzerine öğretmenlikten istifa eder ve Hayrullah Bey’le kâğıt üzerinde evlenirler. Hayrullah Bey’in ölümünden sonra Feride, kocasının vasiyetini yerine getirmek ve emanetini Kâmran’a teslim etmek için Tekirdağ’a, teyzesinin yanına gelir. Müjgan’la Kâmran, Hayrullah Bey’in mektubunu ve Feride’nin hatıra defterini okurlar. Gerçekleri öğrenen Kâmran, bir daha bırakmamak üzere Feride’ye sarılır.

Kâmran: Feride’nin Besime teyzesinin oğludur. Genç, yakışıklı ve kibar biridir. Feride’nin yaptığı tüm haylazlıklara rağmen onunla nişanlanır. Feride, Kâmran’a karşı soğuk ve ilgisiz davranır. Kâmran dört yıllığına Madrid’deki amcasının yanına gider. Feride’yle nişanlı olmasına rağmen orada Münevver adında bir kadınla ilişki yaşar. Fakat bu ilişkiyi Feride’den saklar.Evlenmelerine üç gün kala Feride, bu ilişkiyi öğrenir ve kendisine yapılan bu ihaneti affetmez. Hemen o gece köşkü terk eder. Kâmran bir süre Feride’nin sakinleşmesini beklemenin daha doğru olacağını düşünür. Tam Feride’nin yanına Zeyniler köyüne gideceği vakit, hastalanır ve üç ay yataktan kalkamaz. İyileştikten sonra, hemen Feride’nin yanına koşar, fakat onun okulun musiki hocası Şeyh Yusuf’la aşk yaşadığını duyar ve bu söylentiye inanır. Feride’nin başka bir erkeği sevdiğini ve onu bütünüyle kaybettiğini anlayan Kâmran, Münevver’le evlenir. “O, bir hastaydı, benim yüzümden ölmesi mümkündü. Feride’den ümidi kestikten sonra, ona karşı olsun bir insanlık ve merhamet vazifesi ifa etmek istedim, o kadar.” (s.365) Kâmran, Münevver’le evlenir, fakat kalbindeki Feride’ye karşı duyduğu sevgiyi yok edemez. Kâmran’ın Münevver’den olan Necdet adında bir oğlu vardır. Evlendikten üç sene sonra Münevver’in hastalığı ilerler ve Münevver yatağa düşer. Kâmran, üç sene karısının hasta bakıcılığını yapar. Karısının ölümünden sonra, Kâmran kendisini toparlayamaz. Feride’yi unutamamıştır; sürekli olarak onunla gezdikleri yerde dolaşır, ona ait anılarını tazeler. Feride’nin hayaliyle gönlünü avutmaya çalışır. Bir gün eniştesiyle birlikte eve doğru gelirken karşısında Feride’yi, yıllarca unutamadığı Çalıkuşu’nu görür. Onun hatıra defterini okuyunca, Feride’ye duyduğu sevginin karşılıksız olmadığını, onun da kendisini çok sevdiğini, aşkına vefa gösterdiğini anlar. Feride’ye sarılır ve bir daha da onu bırakmaz.

Münevver: Kâmran’ın Feride ile nişanlıyken Avrupa’da tanışıp ilişki yaşadığı kadın. Feride’nin yaşamını altüst eden, ona beş yıl gurbetlik çektiren kadın. Münevver, Kâmran’dan önce sevdiği bir adamla evlenmiş, fakat mutlu olamamıştır. Hastalanınca doktorlar ona Avrupa’ya gitmesini tavsiye ederler. Tam iyileşip memleketine döneceği sırada Kâmran’la tanışır. Kâmran ona “Sarı çiçeğim” diye hitap eder. Kâmran’la olan ilişkisinden Necdet adında bir oğlu olur. Kâmran’la evlendikten bir sene sonra yatağa düşer, üç sene sonra da ölür.

Neriman: Feride’nin teyzesinin köşküne gelip giden misafirlerden biri. Bir sene evvel kocasını kaybetmiş, haincesine güzel, giyinmesini bilen süslü ve çekici bir dul. Neriman’ın Kâmran’la yakınlaşması, Feride’yi çileden çıkarır. Feride bu kadını çok kıskanır. Mehtaplı bir gecede Feride, Neriman’ın sahte kahkahaları sinirine dokunduğu için bahçeye çıkar ve yaşlı bir çınarın üzerine tırmanır. Bir süre sonra Kâmran’la Neriman Feride’nin bulunduğu ağacın altına gelirler, öpüşmeye başlarlar. Feride çığlık atınca kaçarlar. Feride bu olaydan sonra, Kâmran’a karşı kalbinde bir şeyler hissettiğini anlar. Neriman’a karşı duyduğu kıskançlığın sebebi de budur.

Munise: Feride’nin Zeyniler köyündeki küçük öğrencilerinden biri. Açık sarı saçları olan, zayıf, küçük bir kız çocuğu. Feride, Munise’yi ilk görüşte sevmiş, ona kanı kaynamıştır. Munise’nin annesi evlatlık olarak kaldığı evin küçük beyine âşık olmuş. Fakat ev halkı buna karşı çıkıp onu kucağında bir çocukla civar köylerden birine getirmişler. Daha sonra yaşlı bir orman memuruyla evlenmiş. Genç bir kadın olduğu için bu yalnızlığa dayanamayıp bir askerle kaçmış. Fakat bu asker de onu ortada bırakmış. Aç kalıp da köyde dilenmeye başlayınca köyün delikanlıları onu dağa kaldırmışlar. Zavallı Munise, orman memuru babası ve üvey annesinin yanında kalmaktadır. Üvey annesi, Munise ile hiç ilgilenmez, kir pas içinde onu okula yollar. Bir gün babasının elinde odunla üzerine geldiğini görünce evden kaçar. Bir gece samanlıkta kalır. İkinci gün açlığa dayanamaz ve soğuk bir kış gecesinde Feride’nin kapısını çalar. O gece Feride, Munise’yi evlatlık olarak yanına almaya karar verir. Feride, bu kıza bir anne şefkatiyle yaklaşır. Onunla birlikte Anadolu’yu dolaşır. Munise, on dört yaşında iken, kuşpalazı hastalığından ölür.

Hatice Hanım: Zeyniler köyündeki okulda, Feride gelmeden önce çocukları okutan, bir tarftan da okulun temizlik işleriyle ilgilenen yarı öğretmen, yarı hademe durumundaki yaşlı bir kadındır. Çocuklara dayak atar, dayakla uslanmayanları tabuta benzeyen bir dolabın içine koyar, “ölüm, teneşir, kabir, zebani, cehennem” gibi korkunç kelimelerle dolu ilahiler öğretir. Çocukların içindeki yaşama sevgisini yok etmek için elinden gelen gayreti gösterir.

Doktor Hayrullah Bey: Askerî doktordur. Feride ile ilk kez Zeyniler’de karşılaşır. Sürekli askerlerin içinde kaldığından kaba saba konuşur, ağzına geleni çekinmeden söyler. Şaka yapmayı, hayatla dalga geçmeyi sever. Oldukça neşeli bir insandır. Feride’nin çalıştığı okul savaş nedeniyle hastahane olarak kullanılır. Feride ile ikinci kez burada karşılaşırlar. Feride’nin kalp acısı çektiğini daha ilk görüşte anlayan Hayrullah Bey, Feride’ye haber vermeden Kâmran’ı araştırır, bulur. Fakat onun Münevver ile evlendiğini öğrenince gayretleri boşa çıkar. Munise’nin ölümünden sonra Feride, beyin humması geçirir, tam on yedi gün kendine gelemez. Bu dönemde Hayrullah Bey, Feride’yi kendi evine getirir. Daha sonra da onu bırakmaz. Yaşadıkları çevrede dedikodular çıkmaya başlar. Millî Eğitim müfettişlerinin Feride hakkında soruşturma açtıklarını öğrenince Feride’ye, öğretmenlikten ayrıldığına dair bir istifa dilekçesi yazdırır. Bir süre sonra Feride ile kâğıt üzerinde evlenir. Bir gün çiftliğe giderken Feride’nin hatıra defterini gizlice alır. Defterini arayıp bulamayan Feride’ye de, eşyaları getirirken arabacıların çalmış olabileceğini söyler. Kâmran’a yazdığı bir mektupla birlikte bu defteri bir zarfın içine koyar. Feride’ye, kendisi öldükten sonra ailesiyle barışmasını, hiç olmazsa bir süre onların yanında kalmasını ve bu zarfı Kâmran’a teslim etmesini vasiyet eder. Bir süre sonra da kanser hastalığından ölür.

Şeyh Yusuf Efendi: Feride’nin B... vilayetinde iken görev yaptığı Darülmuallimat’ta musiki hocalığı yapan bir bestekâr. Zaten verem hastası olan Şeyh Yusuf Efendi, içinde Feride’ye karşı duyduğu aşkla her geçen gün biraz daha erimektedir. Öğrencilerle birlikte gidilen bir kır gezisinde Feride’ye “Pür ateşim, açtırma benim ağzımı zinhar / Zalim, beni söyletme derunumda neler var.” (s.251) dizeleriyle başlayan şarkıyı söyler. Feride, gezi dönüşünde bir öğrencisinden Şeyh Yusuf Efendi’nin kendisini sevdiğini öğrenir. Hastalığı ilerleyen Şeyh Yusuf Efendi, ablasını Feride’ye gönderir, son arzusunun ölmeden önce Feride’yi bir kez daha görmek olduğunu söyletir. Feride, bu isteğe karşı koymaz ve onun evine gider. Şeyh Yusuf Efendi, Feride’yi görür ve bir daha açmamak üzere gözlerini yumar. Feride, Şeyh Yusuf Efendi’nin sönmüş gözlerine bir buse kondurur.

Müjgân: Feride’nin Tekirdağ’da oturan Ayşe teyzesinin kızıdır. Feride’den üç yaş büyüktür. Feride’nin akraba çocukları arasında en çok sevdiği, sırrını paylaştığı, dertleştiği kişi Müjgân’dır. Feride’nin çılgın ve yaramaz olmasına karşın Müjgân o kadar olgun ve ağırbaşlıdır. Feride’nin Kâmran’a karşı ilgisi olduğunu anlayınca bunu hemen Kâmran’a anlatır ve kısa sürede onların nişanlanmalarını sağlar. Feride’nin köşkten ayrılmasına çok üzülmüştür. Kâmran’a da Feride’yi kırdığı için küsmüş, onu affetmemiştir. Beş yıllık bir ayrılıktan sonra Feride’ye kavuşur, ondan bütün gerçeği öğrenir. Öğrendiklerini vakit geçirmeden Kâmran’a söyler, Doktor Bey’in mektubunu ve Feride’nin hatıra defterini birlikte okumuştur. Feride ile Kâmran’ın arasını ikinci kez yine Müjgân yapar, onları bir daha ayrılmamak üzere birbirine kavuşturur.

Besime Hanım: Feride’nin Kozyatağı’nda oturan teyzesidir. Kâmran’ın annesidir.

Ayşe Hanım: Feride’nin Tekirdağ’daki teyzesidir. Müjgân’nın annesidir.

Aziz Bey: Feride’nin Tekirdağ’daki Ayşe teyzesinin kocasıdır, yani eniştesidir. Müjgân’ın babasıdır.

Nizamettin Bey: Feride’nin babasıdır. Bir süvari binbaşısıdır. Güzide Hanım’la evlendikten sonra İstanbul’dan ayrılmış, bir daha da dönememiştir; Diyarbakır’dan Musul’a, oradan Hanıkın’a, Kerbela’ya... Bir yerde üst üste bir sene kalmamıştır

Güzide Hanım: Feride’nin annesidir. Feride’nin tıpatıp annesine benzediğini söylerler. Zayıf bir bünyesi olduğu için, bitmez tükenmez yolculuklara, dağların sert havasına, çöllerin ateşine yenik düşmüştür. Feride henüz altı yaşındayken vefat eder.

Hafız Kurban Efendi: Feride’nin Ç...’de iken oturduğu eve bitişik komşusudur. Cahil, gözü dışarıda olan, karısına değer vermeyen, ahlâksız bir adamdır. Evli ve çocuk sahibi biri olmasına rağmen, bir gün Feride bahçedeki erik ağacının üzerinde sallanırken evinin penceresinden onu gözetler. Bir zaman sonra da karısına giderek Feride’ye göz koyduğunu, bu sebeple de kendisini boşayacağını söyler. Bunun üzerine karısı, boşanmamak için ses çıkarmaz. Hafız Kurban Efendi, karısını evlilik teklifini bildirmek üzere Feride’ye gönderir. Feride, bu teklifi kabul etmez.

Reşit Bey: İzmir’de Maarif Müdürü’nün odasında Feride’ye “Fındıkkurdu” diye laf atan, yaşlı, zengin bir adamdır. Feride’yi kızlarına Fransızca dersi vermek üzere köşküne getirir.Bir süre sonra da köşkün kalfasıyla Feride’ye evlenme isteğini bildirir.

İhsan Bey: Ç...’de “Gülbeşeker” olarak tanınan Feride’yi görebilmek için amele kılığına girip okulun yanındaki bahçede çalışan bir askerdir. İhsan Bey, çok zengin olan amcası Abdürrahim Paşa’nın konağında sütannesi aracılığıyla Feride’ye evlenme teklifinde bulunur, fakat Feride kabul etmez. İhsan Bey, yıllar sonra Kuşadası’nda, ikinci kez Feride ile karşılaşır. Yakınına düşen bir bomba, yüzünün yarısını feci bir şekilde yakmış ve bu yara yüzünü korkunç derecede çirkinleştirmişitir. Yaralı olarak Feride’nin hasta bakıcılık yaptığı yere gelir. Feride, onun bakımıyla ilgilenir. Bir gün Feride ile Doktor Hayrullah Bey arasında Kâmran’ı hâlâ sevip sevmediğine dair bir tartışma çıkar. Feride, Kâmran’dan nefret ettiğini ve onu unuttuğunu ispatlamak amacıyla İhsan’ın odasına gider ve ona evlenme teklifi yapar. İhsan bu teklif karşısında çok mutlu olur, fakat bu teklifin sevgiden değil de acıma ve merhametten kaynaklandığını söyler. Sonra oradan uzaklaşır.

Gülmisal Kalfa: Feride’nin annesi Güzide’nin dadısıdır. Feride köşkten ayrıldıktan sonra, tayin işlemleri tamamlanıncaya kadar yaklaşık bir ay, Eyüpsultan’daki Gülmisal Kalfa’nın evinde kalır. Buranın güvenli olacağını düşünmüştür.

Hacı Kalfa: Feride’nin ilk tayin edildiği yer olan B...’de kaldığı otelin ihtiyar odacısıdır. Feride’ye çok iyi davranır. Onun her şeyiyle yakından ilgilenir
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
RECAİZADE MAHMUT EKREM’İN
“ARABA SEVDASI” ADLI ROMANININ İNCELEMESİ




A) Dış Yapı İncelemesi:

Eserin adı: Araba sevdası

Yazarı: Recaizade Mahmut Ekrem

Basım yeri ve tarihi: Bindirdirek mahallesi Peykhane sokak
Üstündal apartmanı Nu:14/4 Çemberlitaş/İST 2001

Kaçıncı baskı olduğu: 7

B) İç Yapı İncelemesi:

Konu yönünden:

Eserde hangi konu işlenmiştir?
Bir sokak kadını uğruna bütün varlığını düşünmeden , sorumsuzca harcayan ve nihayet düştüğünü farkettiğinde ise çok geç kaldığını gören Bihruz Bey’in kişiliğinde dönemin traji komik durumu ele alınmaktadır.


Yazarın konuya bakış açıları nelerdir?
Yazar , kendi öz değer yargılarından koparak , bilinçsiz bir şekilde batılılaşmaya çalışan dejenere olmuş bir toplumu ve bu toplumun düştüğü traji komik durumu , romanın kahramanı Bihruz Bey’in kişiliğinde eleştirel bir biçimde işleyerek ele almıştır.


Eserin ana olayı nedir?
Araba Sevdası romanı realizmin etkisiyle yazılması ve batı hayranlığı yolunda düşülen garip durumları eleştirmesidir.


Yazar nasıl bir ana düşünceye ulaşmaktadır?
Yazar oldukça zengin ve beyinsiz bir delikanlının geçirdiği bir aşk macerası günün terbiye olayları , özel ders veren yabancılar alafrangalık merakı gibi devrin toplumsal dertlerini toplar.Yalnız kitabın bir kusuru vardır ; o da Recaizade Mahmut Ekrem Bey’in hiç yapamayacağı işe, hiciv ve mizaha merak etmesidir. Bu yüzden üslubu boş yere ağırlaşır ve roman hızını kaybeder.


Eserin planı nasıldır?
Giriş bölümünde olayın kahramanlarının fiziksel ve ruhsal tanıtımları, aile yapısı anlatılmaktadır. Gelişme bölümünde Bihruz Bey, Periveş Hanım’ın öldüğünü zannedip üzülmesi ve mirasını yavaş yavaş kaybettiği anlatılıyor. Sonuç bölümünde ise öldü zannettiği kadının ablasına kardeşinin mezarını sorar fakat konuştuğu kadın Periveş Hanım’dır. Periveş hanım Bihruz Bey’le dalga geçerek rezil etmiştir.


Yazılış Tekniği Yönünden:

Eserin yazılış tekniği nasıldır?
Avrupalılaşmayı yanlış anlayan ve aile servetini bu yanlış anlayışa vekaba sevda maceralarına kurban eden bir zilhniyeti hiciv için yazılmış olan bu romanı üslup ve teknik bakımlardan zayıftır.

Çeşidi ne olabilir?
“Araba Sevdası” romanının çeşidi romantik romandır. Romantik roman duyguların ve hayallerin egemen olduğu romandır.

Kahramanları Yönünden:

Eserin belli başlı kahramanları kimlerdir?
Bihruz Bey, Keşfi bey, Mösyö Piyer, Periveş Hanım, Çengi Hanım.

Bu kahramanların ruhsal ve fiziksel özellikleri nelerdir?
Bihruz Bey: Alafrangalığa özenir, süslü ve gösterişi sever. Şık giyinir. Şımarık sorumsuz ve züppe bir gençtir.

Mösyö Piyer: Beyin nabzına göre şerbet veren kurnaz bir ihtiyardır.

Periveş Hanım: Sarışın , orta boylu , narin yapılı , gönül avcısı , edalı bir yosmadır.Gözleri ise çok güzel , çizgili koyu sarı , kaşları kumral , kilolu , burnu ise incecik , ağzı küçük ve biçimlidir.

Çengi hanım: Uzun boylu, Periveş hanımdan daha yaşlı ve kiloludur. Mavi gözlü, esmer yüzlü sürekli konuşan, gülmeyi çok seven, yaşına göre çok dinç biridir.

Keşfi Bey: Bihruz Bey gibi züppe alafrangalığa özenen süsü ve gösterişi seven biridir. Ayrıca yalancıdır.

Kahramanlar arasındaki bağıntılar nelerdir?
Bihruz Bey ile Keşfi Bey arakadaştırlar. Periveş Hanım’lada Çengi Hanım arkadaştırlar. Mösyö Piyer ise Bihruz Bey’in Fransızca öğrtmenidir.

Kahramanlar hangi sosyal tabakaya mensupturlar?
Bihruz Bey eski vezirlerden artık hayatta olmayan ‘.....’paşanın oğludur. Keşfi Bey ‘de birinci sınıf bir insandır. Öğretmen Mösyö Piyer orta tabakadan bir insandır. Periveş Hanım ve Çengi Hanım ise düşük tabakadandır.

Yazar, kahramanlarını seçerken nelere dikkat etmiştir?
Recaizade Mahmut Ekrem edebiyatımızın ilk eleştirmeni olması nedeniyle batı hayranlığını tenkit edebileceği kahramanlar seçmeye dikkat etmiştir.

Olaylar karşısında kahramanların durumu nasıldır?
Bihruz Bey, Periveş hanıma aşık olmuştur. Yalnız sevdiği kadının öldüğünü duyunca çok üzüntülü bir yaşam sürdürür. Her şeye boş verir. Periveş hanım ile arkaşı ise olaylar karşısında dalgacı tavırları vardır. Mösyö Piyer ile Keşfi Bey de kendi çıkarlarını düşünmektedirler.




Yer ve Zaman Yönünden:

Olay nerede veya nerelerde geçmektedir? Buranın belli başlı özellikleri nelerdir?
Olay Çamlıca parkında geçmektedir.Çamlıca parkı ; büyük , gösterişli ve gerçekten gönül açıcı bir bahçesi vardır.Renk renk , çeşit çeşit birsürü ağaçlar vardır.Biraz ileride düzlüğün ortasında üstü kapalı , çevresi açık , kulübe tarzında ufak tefek büfeler vardır. Biraz ileride büyük bir göl ve gölün üstünde köprü vardır.Oralardabirde gazino vardır.

Olay ortaya konulurken yer, nasıl ele alınmaktadır?
İstanbul’un en iyi semti olan Çamlıca’nın güzellikleri ele alınmıştır.

Olayın akışında zaman kırımları var mıdır? Zaman, belli bir düzenlilik içerisinde mi sunulmaktadır?
Olayın akışında zaman kırımları vardır. Zaman, belli bir düzenlilik içerisinde sunulmuştur. Kış mevsimini Süleymaniye’de evinde, yaz mevsimini Çamlıca’daki lüks evinde geçirmiştir.



Dil ve Anlatım Yönünden:

Eserin dili anlaşılır nitelikte midir?
Romanda çoğunlukla osmanlıca kelimeler kullanılmıştur.Arada Fransızca kelimeler de kullanılmaktadır.Araba sevdası romanının dili bu yüzden anlaşılır nitelikte değildir?

Yazar, sözcükleri kullanırken seçici davranmış mıdır?
Yazarın kullandığı sözcükler özellikle seçilmiş gibidir.Çok zengin anlamlı kelimeler kullanılmıştır.

Yazar, konuşmalarda ve anlatımlarda dili nasıl kullanmaktadır?
Genelde gayet düzgün bir anlatım dili vardır. Araba sevdası romanında anlatılanlarının gerçekliği belirlenmiştir. Yazarın kendine göre özgü anlatımı vardır.

Anlatım kaçıncı kişi ağzından yapılmaktadır?
Araba sevdası romanında anlatım yazar tarafından yapılmıştır.

Yazar dil ve anlatımı, yaşadığı dönemle uygunluk göstermekte midir?
Yazarın dil anlatımı, yaşadığı döneme uygunluk göstermektedir. Gayet kibar, hoş, özenle seçilmiş şekilde kelimeler kullanıp anlatılmıştır.

Anlatımda akıcılık nasıl sağlanmıştır?
Bihruz Bey’in sevdiği Periveş Hanım’a olan aşkını anlatması ve aşkı yüzünden kederlenmesi romanın anlatımında akıcılığı sağlamıştır.

Yazarın Kişiliği Yönünden:

Yazar, hangi edebiyat anlayışını benimsemiştir?
Yazar, Araba sevdası romanında ‘realist roman’edebiyat anlayışını benimsemiştir.

Yazarın edebi kişiliğinde en belirgin özellik nedir?
Yazarın edebi kişiliğinde en belirgin özellik gerçekçi oluşudur.

Yazarın romanlarında işlediği belirgin bir konu var mıdır?
Batı hayranlığını eleştirmesidir.

Yazarın önemli eserleri nelerdir?

Şiir:
Nağme-i Seher (1871)
Yadigar-ı Şebab (1873)
Zemzeme (3 cilt, 1883-85)
Nejat Ekrem (şiirler , anılar , 1910)
Nefrin (1916)
Tefekkür (1886 Nazım ve nesir karışık)
Pejmürde (1895 Nazım ve nesir karışık)

Roman:
Araba Sevdası (1898 , 5. basım 1985)

Hikaye:
Şemsa (1895)
Muhsin Bey Yahut Şairliğin Hazin Bir Neticesi (1890)

Oyun:
Afife Anjelik (1870)
Vuslat Bahut Süreksiz Sevinç (1875)
Çok Bilen Çok Yanılır(1914)

İnceleme-Eleştiri:
Talim–i Edebiyat (1882)
Takdir-i Elhan (Menemenlizade Tahir’in kitabına ön söz , 1883)
Takrizat (1888)


Araba Sevdası Romanının Özeti:

Bihruz Bey bir Osmanlı paşasının oğludur. Evde özel hocalardan yarım yamalak bir eğitim görmüştür.Alafırangalığa özenir, süsü, gösterişi sever. Şık giyinir. Şımarık, sorumsuz bir gençtir. Her fırsatta az buçuk bildiği Fransızcasıyla terziler, ayakkabıcılar ve garsonlarla konuşur. Böylece Batılı olduğunu sanır.

Devrin pahalı eğlence yerlerinde arabasıyla gezer. Bir gün Çamlıca tepesine çıkar. Güzel bir arabada sarışın, kibar görünüşlü bir kız görür. Hemen ona aşık olur. Ertesi hafta yine oraya gider. Binbir özenle yazdığı mektubu kızın arabasına atar. Fakat, o günden sonra onu bir daha göremez. Yemeden içmeden kesilir, zayıflar. İşini, annesini ihmal eder. Arkadaşlarından Keşfi Bey aşkını öğrenir. Ona kızın öldüğünü, ailesini yakından tanıdığını, bir de ablası bulunduğunu söyler. Bihruz Bey bu yalana inanır.

Aradan günler geçer, Bihruz Bey’in aşkı yavaş yavaş küllenir. Şehzadebaşı’nda dolaşırken, tutulduğu kıza rastlar. Fakat onun sevgilisi değil, ablası olduğunu düşünür. Güçlükle kadının yanına yaklaşır, üzüntüsünü bildirir, kız kardeşine olan aşkından söz eder. Mezarın yerini sorar. Kadın güler. Bihruz Bey’e onunla nerede karşılaştığını açıklar ve kızkardeşi bulunmadığını söyler. Alaylı kahkahalar atar.Bihruz Bey düştüğü kötü durumdan kurtulmak ister. Fakat pot üstüne pot kırarak daha gülünç olur. Utançtan kıpkırmızı kesilir. Sonra , bir yolunu bularak oradan ayrılır.
Edebiyat tarihimizin dönüm noktası olarak kabul edilen Araba Sevdası romanı, bin sekiz yüzlerde İstanbul’un sosyete ve sefahat yaşamını konu alan bir romandır. Yazar Recaizade Mahmut Ekrem, Tanzimat edebiyatının sona erdiği, buna karşılık Servet-i Finun edebiyatının ağır bastığı dönemin ünlü edebiyatçılarındandır. Aslında Araba Sevdası bu geçişte önemli bir yere sahip, zira bu roman edebiyatımızın ilk realist romanıdır.
Dönemin siyasi kargaşası bir yana, Osmanlı’nın yeni yeni batıya açılma çabalarıyla, İstanbul’un aristokrat çevrelerinin nasıl bir anda Fransızca meraklısı olduğu komik ve alaycı bir dille ifade ediliyor. Mahmut Ekrem’in bu anlamda mizahi kişiliği ön plana çıkar. Romanın esas vurgusu ise dönemin ehli- keyfine yapılan eleştirilerdir.
Bihruz Bey, babasının işi icabı memleketin birçok yerini dolaşmış ve bu nedenle tahsilini pek yapamamış bir gençtir. Babasının varlığıyla yaşayan, bir evin biricik evladıdır. Ehemmiyet verdiği yegane şeyler; markalı giyinmek, Fransızca dersi almak, aldığı bu derslerle öğrendiği Fransızca’yı alakalı alakasız her yerde kullanmak, ve bir de belki en mühimi ve romana ismini veren kısmı, pahalı arabasıyla dolaşmaktır. (Şüphesiz araba sözcüğü ile , günün önemli ulaşım araçlarından biri olan, atlı araba anlaşılmalıdır.) Babasının vefatından sonra büyük bir servetin üzerine konar, bu pahalı ve özentili yaşamıyla tam bir mirasyedidir.
Arabası ile gezmek onun için öyle bir hal almıştır ki, soğuk kış günlerinde ya da yazın kavurucu sıcağında günün yirmi dört saatini arabasında geçirmektedir. Bu arada pahalı arabasının bir hayli yüklü taksitlerini elindeki köşkleri satarak ödemektedir.
Haftanın birkaç günü Mösyö Piyer’den aldığı Fransızca dersleri, belki tahsil hayatının yegane bölümüdür. Yarım yamalak bilgisiyle, olur olmaz yerlerde kullandığı diliyle, Fransız uşak Mişel’in bile zaman zaman anlamadığı bir konuşması vardır. Hele Fransız yazarların edebi kitaplarını okumak, onlarla mest olmak onun için edebiyatın kendisidir.
Kadınlar konusunda ise fazlaca iştahlı değildir. Beğenmek şöyle dursun, yegane hedefi, araba ekipmanı ve markalı kıyafetleriyle göz doldurmak, beğenilmek, hatta hayranlık uyandırmaktır. Bu nedenle şehrin eğlence merkezlerini fellik fellik gezmekten başka işi yoktur, işine bile arada bir uğrar. Hayat onun için böylece sürüp giderken, sefahat mekanlarından biri ola Çamlıca’ da, ahbabı Keşfi Bey ile sohbet ederken gördüğü sarışın dilber ilgisini çeker, hatta oracıkta ona aşık olur. Onun da kendisine aşık olduğuna inanmaktadır. Bundan sonra Bihruz Bey’in platonik aşkının, hatta kurgusal aşkının, Keşfi Bey’in yalanlarıyla nasıl şekillendiğinin komik bir hikayesi anlatılır..
Keşfi Bey, etrafında yalancılığıyla bilinen, yaşantısıyla Bihruz‘dan pek farkı olmayan sorumsuz bir gençtir. Yalanlarını çocukluğunun saf oyunlarıyla karıştıran, bu zararsız delikanlı ilk önce Bihruz’a bu sarışın hatunu tanıdığını söyler, öyle ki yalanlar Bihruz Bey’in sevgilisini Keşfi Bey’ den delice kıskanmasına sebep olur. Keşfi, yalanlarını, hatunun ölüm haberine kadar vardırır. Bihruz’un içli aşkını bilmeksizin uydurulan bu yalanlar, aşk acısının komik öykülerini ortaya çıkarır. Aradan geçen birkaç aylık zaman içinde, aşık olduğu sarışın hatunu, Periveş Hanım’ı, hiç göremeyen Bihruz, ölüm masalına kolayca kanar, çünkü son derece saftır ve aşık olmanın kendine has şüpheciliğine o da düşüvermiştir. Aşk acılarıyla geçirilen birkaç zaman, Bihruz’da bazı değişikliklere sebep olur, eğlence yerlerinde boy göstermek ya da arabasıyla etrafta tur atmak eskisi gibi zevk vermemektedir. Artık kırlarda tek başına dolaşmayı, sevgilisini düşünmeyi, hatta eğlencelerden el çekip, Ramazan ayı geldiğinde oruç tutup namaz kılmayı tercih eder olur. Vazgeçemediği yegane şey kullandığı Fransızca kelimelerdir.
Bihruz acı gerçeği geç de olsa öğrenir. Aşık olduğu Periveş ölmemiştir ama, kendisine aşık olmak bir yana varlığından habersiz bir hanımdır.
Bihruz’un bu komik hikayesi, aslında güçlü bir içerikle aşkı işler. Tüm bu komedinin arasında bile, aşkın tutsaklığının ve aşk acısının yoğun hissiyatı ilgiyi sağlar.

Yaşamı:

RECAİZADE MAHMUT EKREM (1847-1914 İstanbul)

Recaizade Mahmut Ekrem 1 Mart 1847’de İstanbul’da Vaniköy’de doğdu. 1858’de Mekteb-i İrfan’ı bitirdi. 1862’de Hariciye Nezareti Mektubi Kalemi’ne girdi. Çeşitli devlet görevlerinde bulundu. Orada Namık Kemal ve başka ilerici gençlerle tanıştı.Sonra Vakit , Tasvir-i Efkar , Tercüman-ı Hakikat ve Terakki gazetelerinde yazmaya başladı.Namık Kemal 1867’de Avrupa’ya kaçınca , Tasvir-i Efkar’ı ona bıraktı.1880-87 yılları arasında Mekteb-i Mülkiye ile Mekteb-i Sultan-i’de edebiyat öğretmenliği yaptı.1895’te eski öğrencisi Tevfik Fikret’i Servet-i Fünun dergisinin başına getirdi.Yenilikçi gençlere yol gösterdi.Edebiyat-ı Cedide’cileri destekledi. Eski edebiyatı tutanlarla tartışmalara girdi.1901’de Servet-i Fünun kapatılınca , Meşrutiyet’e kadar sustu.1908 sonlarına doğru birkaç ay Evkaf ve Maarif Nazırlığı’nda bulundu.Ayan üyeliğine seçildi. Araba Sevdası romanıyla Batı hayranlığını sergilerken, Türk edebiyatında gerçekçi romanın ilk örneklerinden birini verdi. 31 Ocak 1914’te bu görevde iken Şişli’deki evinde öldü.


ARABA SEVDASI ROMANI İÇİN NE DEDİLER?

CEVDET KUDRET:
Eserde, batılılaşmayı hazmedemiyen züppe tipi verilmiştir. Romanın kahramanı Bihruz Bey, birçok noktalarda, Ahmet Mithat’ın Felatun Bey’ine benzemektedir. Olayı 1869 yılında geçen eser, gözlemlere dayanılarak, realist bir yöntemle yazılmıştır.
MUSTAFA NİHAT ÖZÖN:
Recaizade Ekrem’in Araba Sevdası gibi tam bir gözlem ürünü ve realist ölçüde bir romanı yazabilmesi her zaman için çözülmeye ihtiyacı olacak bilinmeyenlerdendir. Olayın geçiş zamanının yazarın gençlik zamanına rastlamış olması, Recaizade’nin bir gençlik hatıra ve gözlemini canlandırmış olması olasılığını akla getirebilir.

AGAH SIRRI:
Romanda olay basit, şahıslar çok az olmakla beraber, mevcut şahısları hakiki varlıklarıyla bize tanıtmakta çok başarılı olmuştur.Ekrem Bey’in başka yazılarındaki uslubunda görülen sunum bu romanın uslubunda görülmez. Alafrangalığa özenen bir gencin gülünç hayatını anlatırken çok hakiki sahneler meydana getirmeye muvaffak olmuştur.

AHMET HAMDİ TANPINAR:
Yazar, oldukça zengin ve beyinsiz bir delikanlının geçirdiği bir aşk macerası etrafında günün terbiye meseleleri, özel ders veren yabancılar, alafrangalık merakı gibi devrin içtimai dertlerini toplar.

KENAN AKYÜZ:
Romanda, gerek olay, gerekse karakterler tamamiyle tabii ve yerlidir. Karakterlerin ve olayların tasvirinde realizme son derece sadık kalınmış ve Türk romanında 1880’den sonra yer almaya başlamış olan realist eğilime başarılı bir örnek kazandırılmıştır. Ancak, eserin yazılmış olduğu sırada yayınlanmamış olması ve hatta tamamiyle romantik karakterdeki iki hikayesinin (Muhsin Bey, Şemsa) daha önce yayımlanmış bulunması, yazarın bu yönünden tanınmasına imkan bırakmadığı gibi, realizmin Türk romanında yerleşmesinde de tesirli olamamıştır.


FETHİ NACİ:
Recaizade, Bihruz Bey’de bir alafranga züppe tipini canlandırırken, ilk kez, bu tipin iç dünyasını da vermeye çalışıyor. Bihruz Bey’i yalnız giyimiyle kuşamıyla değil duygularıyla, düşünceleriyle de betimlemeye çalışıyor. Bunun için o zamana kadar edebiyatımızda görülmeyen yeni teknikleri kullanıyor: Gerçekçi betimlemeler, iç monolog ve giderek bilinç akışı tekniği.

HIFZI TEVFİK GÖNENSAY:
Avrupalılaşmayı yanlış anlayan ve aile servetini bu yanlış anlayışa ve kaba sevda maceralarına kurban eden bir zihniyeti hiciv için yazılmış olan bu romanın üslup ve teknik bakımlarından zayıf olduğunda şüphe yoktur. Araba Sevdası, Abdülhamit devri İstanbul’unun hayatını canlandırıp cahil paşazade tiplerini kuvvetle yaşatan, mesirelerini, eğlencelerini ve zevk özelliklerini gösteren bir eserdir. Bu bakımdan realizm hareketlerini kuvvetlendirdiği gibi, Türk romancılığı tarihinde de özel bir değer kazanmıştır.





FAYDALANILAN KAYNAKLAR:

1. Lise Edebi Metinler 1 , M.E.B.

2. Lise 1 Edebiyat Yardımcı Ders Kitabı, Ferhat Özen-Mevlüt Karakurt.

3. Araba Sevdası. Recaizade Mahmut Ekrem. Beyaz Balina Yayınları

4. Büyük Laroussse Ansiklopedisi (Milliyet)
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Cengiz Dağcı'nın Badem Dalına Asılı Bebekler Adlı Romanının İncelenmesi(Ders Notları)







Giriş

Bu yazıda, Cengiz Dağcı’nın 1970’te yayımlanan “Badem Dalına Asılı Bebekler” adlı romanı ele alınmıştır. Bizim bu çalışmayı yapmamızdaki amaç, “Türk Dünyası Edebiyatları” adlı dersimizin “Kırım Edebiyatı” içerisinde geniş kitlelere ulaşabilmiş olan Cengiz Dağcı’nın romanını incelemektir.
Roman değerlendirmesinde, mevcut tenkit ve tahlil metodlarından elden geldiğince yararlanmaya çalıştık. Bu yüzden eklektik bir yapı ortaya çıktı. Her edebî tenkit ve tahlil metodunun, eserin anlaşılmasına katkısı olacağı düşüncesi bizi böyle bir tercihe götürdü. Cengiz Dağcı’nın romanı değerlendirilirken roman vak’asının genel bir özeti, şahıs kadrosu, anlatıcı- bakış açısı, vak’a örgüsü, mekan ve zaman olmak üzere tenkidin altı ana unsuru göz önünde tutulmuştur. Önce, roman vak’asının genel bir özeti verilmiş olup vak’anın önemli noktalarına dikkat çekilmiştir. Şahıs kadrosu incelenirken kahramanların, fizyolojik, sosyolojik ve psikolojik vasıfları üzerinde durulmuştur. Bakış açısı terimi ise başta anlatım formu olmak üzere tahkiyenin sunuluşunu kapsar. Yazarın, tahkiyelendiriş biçimi bu kavramın sınırları dahilindedir. Ayrıca, bu kavram açısından, Dağcı’nın romanı incelenirken anlatma, gösterme, özet, iç monolog gibi tahkiye tekniklerinin, Dağcı’nın romanındaki biçimi üzerinde durulmuştur. Mekan, şahıs kadrosunun yaşadığı ve olay örgüsünün oluşturduğu bir yer olması açısında önemlidir. Bu kavram, dar ve geniş veya iç ve dış mekan olma özelliklerine göre ele alındı. Dağcı’nın bu eserinde tarihî devir incelenirken ilgili devrin özelliklerine, başka bir deyişle “çağın ruhu”na dikkat çekilmiştir.
Çalışmamız, iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Cengiz Dağcı’nın hayatını anlatmaya çalıştık. İkinci bölümde ise “Badem Dalına Asılı Bebekler” adlı romanın incelenmesi bulunmaktadır.


Birinci Bölüm
CENGİZ DAĞCI’ NIN HAYATI (9 Mart 1919)

Cengiz Dağcı, modern Türk edebiyatının, Türkiye coğrafyası dışında doğmuş ve yaşamış fakat eserlerini Türkiye Türkçesi ile kaleme almış ve Türkiye’de neşretmiş bir romancısıdır. Ülkesi ve halk üzerinde Sovyet diktatörlüğünün maddî manevî korkunç baskılarını yaşamış, sonra da 1941-1943 Rus- Alman boğuşmaları sırasında bütün Kırım Türklüğü’nün tehcir ve katliamı ile yok edildiğini görüp yaşayarak bu büyük insanlık faciasını eserlerine yansıtmış tek romancı olan Cengiz Dağcı, Yalta’nın Kızıltaş köyünde doğmuştur. Kırım Türkleri’ndendir.
Köyünde ve Akmescit’te okuduktan sonra Kırım Pedagoji Enstitüsü’ne girmiş, ancak II. Dünya Savaşı başladığı için (1940) enstitüyü yarım bırakarak askere alınmış, Odesa’daki subay okulunda yetiştikten sonra (1941) Alman- Rus Savaşı’na katılmıştır. Bir süre Ruslar safında savaştı, sonra Almanlar’a (biraz da Ruslar’a kini dolayısıyla isteyerek) esir düştü. Fakat Almanlar, esirlere ve bilhassa Türkler’e Sovyetler kadar kötü ve zalim davranıyorlardı. Genç asker, onlarda da beklediği insaniyeti görmeyince ve zaten Almanlar’ın yenilmeye yüz tutmaları üzerine Polonya’ya sığındı. Bu ülkede Alman işgal kuvvetlerine karşı millî direniş hareketlerine katıldı.
Savaş onun psikolojik durumu üzerinde olumsuz tesirler bırakmıştı. Bu bakımdan yazar savaş öncesi ve savaş yıllarına ışık tutacak mâhiyette hâtıra tarzında romanlar yazdı. Eserlerinde Kırım Türklerinin sıkıntı ve mücâdelelerini anlattı. Bâzı şiirleri 1950’li yılların ikinci yarısında Kırım Dergisi’nde yer aldı. Şiirlerinde ve eserlerinde hislerine bir sınır koymayan Cengiz Dağcı, söylemek istediklerini açıkça ifâde etmeyi tercih etti. Türkiye’de bir yayımcıya gönderdiği hayat hikâyesini, “Elhamdülillah Türküm, Müslümanım ve notlarımda yazdıklarımın hepsinin de hakikat olduğuna yemin ederim.” diye bitirmiştir.
Türk âleminin bir bütün olduğunu da şöyle ifâde etmiştir: “Bize Tatar diyorlar. Çerkez, Türkmen, Kazak, Âzerî, Karakalpak, Çeçen, Uygur, Kabudî, Başkırt, Kırgız diyorlar. Bunlar hep yalan. Deniz parçalanamaz. Biz Türk Tatarız. Bunu senin kalbin bildiği gibi her Başkırt, her Kırgız, her Kazak’ın da kalbi bilir. Kalbinin hisleriyle hareket et. Dünyanın boş hırslarına kapılma...”
Savaşın bitiminde, bir Türk konsolosluğuna başvurarak Türkiye’ye gelmek istedi ise de umduğu anlayışı göremeyen Cengiz Dağcı, (Kızılhaç aracılığı ile) Almanya’yı işgal eden müttefik kuvvetlere sığındı. Polonyalı eşi ve küçük kızıyla sığındığı Londra’ya (1946) yerleşti. Yıllarca orada bir dükkan işletti. Eserleri Türkiye’de Ötüken Neşriyat’ça yayımlanmakta olan Cengiz Dağcı’nın romanları:
Korkunç Yıllar (1956), Yurdunu Kaybeden Adam (1957), Onlar da İnsandı (1958), Ölüm ve Korku Günleri(1962), O Topraklar Bizimdi (1966), Dönüş (1968), Genç Temuçin (1969), Badem Dalına Asılı Bebekler (1970), Üşüyen Sokak (1972), Anneme Mektupar (1988), Yansılar (1988), Benim Gibi Biri (1989), Yansılar (2-3) (1992), Yoldaşlar (1992)
Cengiz Dağcı’nın 1956’dan beri üst üste yayımlanan yukarıdaki romanları esas itibariyle otobiyografik çizgiler taşır. İncelediğimiz roman ışığında bu pencereye bakarsak şunları söyleyebiliriz: “Badem Dalına Asılı Bebekler” mekan olarak Kırım kıyı köyünde geçer. Cengiz Dağcı da bir Kırım kıyı köyünde büyümüştür. Anlatıcı olarak bir çocuğun gözünden yaşanılanların aktarılması kadar yaşanılan “sürgün” olaylarının da birebir Cengiz Dağcı’nın yaşamıyla örtüşmesi de hayli ilginçtir. Dağcı babasıyla münasebeti, annesi ile münasebetine nazaran daha soğuktur. Bu durum, romanda da aynen yansımıştır. Bunların dışında romanda sık sık sözü edilen mezarlık ve çevresinde gezinen kahraman anlatıcının aslında Dağcı’nın da çocukluğundan taşıdığı izler olduğunu söylemiş olsak pek yanılmayız ki bu, yazarın biyografisinde de yer edinir.
Romanlarının çoğu da birbirlerinin devamı şeklinde düzenlenmiştir. Hele “Üşüyen Sokak” adlı romanı, “Üşüyen Sokak” ve “Badem Dalına Asılı Bebekler”in kahraman anlatıcısının Halûk oluşu göz önünde tutularak, “Badem Dalına Asılı Bebekler”in devamı sayılabilir.
Cengiz Dağcı’nın romanları, bazı kişiler ve olaylar vasıta bir topluluğu; bir şehir, bir bölge hatta ülke (Kırım Ülkesi) halkını; sayısız üzülüşleri, intibaksızlıkları, Sovyet emperyalizmi karşısında gizli açık isyanları; bundan kurtuluş ümitleri ile anlatan “sosyal romanlar” dizisi olmaktadır.Kendi çocukluk günlerinden itibaren Kırım Türkleri’nin Sovyet sömürücüleri elinde inleyişlerini, bilhassa Stalin diktası altında barbarlığı arttıran komünist rejimin şehirli , köylü Türk halkı üzerindeki baskılarını, halkta beliren tepki ve direnişleri, bu direnişlerin nasıl zalimce ceza gördüğünü vs. ele alıyor.
Anlatılan o Türkler, geleneklerine, törelerine, dinlerine… Uzun süre Osmanlı’yı bile uğraştırmış ve bilhassa Rus Çarlığını korkudan titretmiş olan savaşçı yiğitliklerine ısrarla bağlıdırlar. Buna karşılık modern makinelerle çelik ordular ve insaniyet dışı komünizm diktası metodları ile gelip onları yok eden Sovyet emperyalizmi XX. Yüzyıl sonlarına kadar insanlığın baş düşmanı olmuştur.
Cengiz Dağcı, romanlarında sık sık bu Sovyet baskısını hissettirir. Kırım Türkleri’nin çektiği eziyetleri tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer. Her romanında mutlaka bu izler görülür. Bunu yansıtma nedeni ise her yazarın hayatındaki önemli anların eserlerine bir şekilde iştirak etmesiyle açıklanabilir ki bu durum Cengiz Dağcı’da hayli fazladır.
İkinci Bölüm
“BADEM DALINA ASILI BEBEKLER” ROMAN İNCELEMESİ

“Badem Dalına Asılı Bebekler”,anlatıcının, çocukluğuna dönerek yaklaşık dokuz- on yıllık bir zaman dilimini bir çocuğun bakış açısından anlatmaya çalıştığı bir romandır. Anlatıcı hikayenin merkezindedir. Çevresinde meydana gelen olayları, gördüğü ve anladığı kadarıyla anlatır.

Roman Vak’asının Genel Bir Özeti

Roman, anlatıcının “çemberli sandık dibinde” bulduğu eski bir fotoğrafı seyrederken hatırladıkları ile başlar. Bu fotoğrafta “orta yerde bir masa”, masada küçük bir vazo, vazoda ise çiçekler vardır. Çiçekler bahar çiçekleridir. Çünkü fotoğrafın çekildiği zaman bahardır. Geceleyin kar yağmıştır halbuki. Duvarların güneşli diplerinde safranlar açmıştır ve evin hanımı yani anlatıcının annesi safranları çok sever:

“Ama evin hanımı salonda yoktu o gün, evin üst katındaki odaların birindeydi. Salonda, elleri arkası bağlı bir adam duruyordu. Oldukça kısa boylu adam. Sırtında son İngiliz modasına uygun kahverenginde bir elbise vardı. Ortası gür; ama uçları incecik ve özenerek burulu bıyıklı adamın yüzündeki tedirginliği yalnız bir dereceye kadar öretebiliyordu.”
[1]

Bu manzara, yazarın fotoğrafta gördükleriyle beraber, kendisine anlatılanların birleşmesiyle oluşur. Çünkü fotoğrafın çekildiği günlerde doğmuştur. Biraz sonra, yani fotoğrafın çekilmesinin hemen arkasından Doktor Z. bir erkek çocuğunun dünyaya geldiği babaya haber verir. Adı: Halûk olacaktır. Anlatıcının babası, berber dükkanı işletmektedir. Çocuğun; anlatıcının günleri, herkes işiyle gücüyle uğraştığı için biraz sıkıntıyla geçmektedir. Doğduğu evden ailesi. O iki yaşındayken taşınır. Hatırladığı küçük vak’a parçalarından bir tanesi, oynadığı kedi ile birlikte evlerinin damından düşmesidir. Fakat yeni olaylar, bunları çabucak unutturur. Günün birinde, evin verandasında ,bir alet görünür:

“Üç ayak üstündeydi ve hayli yüksekti alet. Günü bu aletin yanında geçirdim. Ancak akşamın hayli ilerlemiş saatinde, babam işinden dönünce,kaleidoscope’un resimlerine bakabildim.”
[2]

Sonraki günlerde, ateşli bir hastalık geçiren Halûk’un, ilgisini çeken olaylardan birisi de teyzesi ile kızı Halide’nin kendilerini ziyaretleridir. Halide ile bu ziyaret sırasında arasında geçenleri, yıllar sonra da hatırlayacaktır. Halûk, oynamak için evden uzaklaştıkları bir sırada, Halide’ye saldıracak ve onu korkutacaktır:

“Sonra oldu ve niçin oldu, bilmiyorum; dişlerimi Halide’nin buduna batırdım. Halide müthiş bir çığlık kopardı. Korkuyla diz üstü durduğum zaman bacağında dişlerimin batırdığım yerde, mosmor bir bere gördüm.”
[3]

Küçük olaylar birbirini takip eder. Günün birinde yeni evlerine taşınırlar. Halûk’un en yakın arkadaşlarından birisi “uzun tüylü, ak lekeli, kara bir köpek”tir. Diğer yandan babasının işyeri, yani berber dükkanı olarak ayrılmış olan evin bir odası daima kalabalıktır. Halûk’un meraklarından birisi de o odaya gelip gidenleri izlemektir.
Halûk, mezarlık yanlarında gezinmeyi de çok sever. Yine mezarlık yanında gördüğü, elinde müzik kutusu bulunan ihtiyar adamı da çocukluk hatıraları arasında sayar. Uzun zaman bu ihtiyarı ve yanındaki çocuğu takip eder. Dönerken hava kararır ve Halûk yolunu kaybeder. Ailesinin hep hakkında konuşmaktan çekindiği Mansur’un kaldığı eve tesadüfen gider. Mansur kahraman anlatıcının amca oğlu olup hasta bir insandır. Bir zaman sonra da hayatını kaybeder. Anlatıcı olaydan bir gün sonra teyzesinin ziyaret için Yalta’ya gider. Orada Halide’yle tekrara buluşup güzel anlar yaşarlar. Anlatıcı, birinci bölümü Yatla gezisiyle tamamlar.
İkinci bölüm, yine bir başka kız arkadaşı Sevgil’in bahsiyle açılır.Sevgil komşuları Kazanski’nin kızıdır. Günlerini Sevgil’le oyunlar oynayarak geçirmeye başlar. Bu arada ailesinin hayatında da değişiklikler olmaktadır.. Akrabalar bir araya gelerek bir şirket kurarlar. Adı “Toplu Kardeşler Şirketi”dir. Evlerde sık sık toplanarak şirkete ait meseleler konuşulur. İşler yolunda gitmekte, insanlar bu şirket sayesinde sosyal bakımdan hayatlarının değişeceğine inanmaktadırlar:



“Şirket daha o yılın baharı, evimizin az uzağında bir postane kurduruyor; postanenin hemen yanı başında lokantalı ve yataklı bir araba ve otomobil istasyonu için temel atılıyor ve yılın sonlarına doğru şirketin teşebbüsü ve yardımıyla hastane binasının inşasına girişileceği söyleniyordu.”
[4]

Fakat, insanların bu hayali gerçekleşmez. Olumsuzluklar üst üste gelmeye başlar. Kazanski ortadan yok olmuştur. Kızı Sevgil yalnız yaşamaktadır. Daha sonra onu köydeki Karanfil Nuri adında birisi yanına alır. Böylece Halûk’un, yani kahraman anlatıcının Sevgil’le görüşmesi eskisi kadar kolay olmaz. Arkasından Halûk2un annesi hastalanır ve ölür. Artık yapayalnızdır:

“Hoş ve huzurlu günler uzun sürmedi. Bir gece korkunç bir gürültüyle uyandım. Acı bir çığlık havaya yükseldi; gücünü yitirip boşlukta eridi. Sonra kulağıma zincir gıcırtısı sesleri geldi.Karanlıkta başka sesler duyarım diye kulak kabarttım dinledim; duyulmadı. Uyudum gene.”
[5]

Sabah kalktığında köpeği Çubar’ın yok olduğunu görür. Kimse kendisine bu konuda bir şey söyleyemez. Aile gündelik işlerine devam ederek şirketin “Toplu Kardeşler Şirketi” olan adını “Yeni Topkaya Şirketi” olarak değiştirir. Aileden Tomak amca, bu şirkete rejimin müsaade etmeyeceğinin söyleyerek faaliyetin durdurulmasını ister. Diğer üyeler bu sözlere kulak asmazlar. Bu dedikoduların arkasından, onların hayatlarında da değişiklikler başlar. Köye kalabalık asker grupları gelir ve arkasından şirket kapatılır. Herkes yavaş yavaş kaybolmaktadır. Mesela anlatıcının amcası Tomak, badem ağacına asılı bir şekilde bulur. Bunu gören de kahraman anlatıcı Halûk olur. Bunun dışında köpeğin ölüsünü de badem ağacının dibinde bulur. Bu nedenle anlatıcı açısından badem ağacı mezarlık gibi farklı bir değer kazanır.

Babası ile Halûk arasında geçen aşağıdaki konuşma, Halûk’un hayatında yeni bir dönemin başlayacağına işarettir:

“- Gitmem gerekiyor. Ne zaman geri döneceğimim bilmiyorum henüz. Şimdilik Zöhre ablanın yanında kalacaksın… Tanrıya şükür işlerimiz iyi yürüdü bugüne kadar. Fakat zaman değişiyor. Değişen zamanla bizim de değişmemiz, yeni zamana ayak uydurmamız gerek”
[6]


Halûk’un bundan sonraki hayatı Zöhre ablasının yanında geçer. Köylünün hayatında ise yine birtakım ufak tefek değişmeler olacak ve insanlar gittikçe daha çok huzursuz olacaklardır. Halûk’un gündelik hayatında çok mühim değişmeler olmayacaktır. Mesela, Zöhre’nin babasının vefatı, Gülşen Kadın’ın peş peşe doğurduğu çocuklar, köye gelen öğretmen Hasan Cumbatov ile Zöhre’nin dostluğu gibi olaylar Halûk’un hayatında önemli değişikliklere yol açmayacak küçük olaylardır.Onun için önemli olan Sevgil’dir; fakat onu da uzun zamandır görememektedir. Romanda “Günün birinde Yalta Şehir Sovyet’i komitesinin bir üyesi geldi eve. Uzun boylu , esmer, yakışıklı bir adamdı.” İfadesiyle olay örgüsünün değişmeye başladığını gösterir. Zöhre ve köylülerde bir tedirginlik gözlenir. Pilibaşı’ndaki Müso MacMarton’ın evi müsadere edilir. İnsanlar korku içindedir.
Köye askerler gelmiştir. Öğretmen Refik Topal Efendi tevkif Efendi tevkif edilir. Zöhre’ye on kişinin kurşuna dizildiğine dair haberler gelir. Dokuz kişinin ismini Zöhre, Halûk’a söylemiş; fakat onuncu kişinin ismini söylememiştir. Bu onuncu kişi Zöhre’nin evlenmeyi düşündüğü Yalta’dan gelen adam da olabilir, Halûk’un kayıp babası da. Bu konuda romanda bilgi verilmez.
Bir vakit sonra dillerde “sürgün” kelimesi dolaşmaya başlar ve günü gelince köye gelen askerler, köydeki bütün insanları kamyonlara doldurarak bilinmedik yerlere götürürler; karşı koyanları ise kurşuna dizerler. Karanfil Nuri kurşuna dizilenlerden biridir. Eserin başından beri takip edilen anlatım tarzının son bölümünde daha irreel; yani daha çok bilinç akımı tekniğine yakın bir yapıyla bu bölümde olaylar şiirsel bir dille kaleme alınmıştır:

“Kamyonlar, kamyonlar...
Çıt yok. Kuş uçmuyor üzüm bağında. Yel esmiyor.Üzüm bağı donuk. Tavşanlar çok yıllar öncesi tükendi.Salkımlar çiğ ve soluk. Asmalar güneşte bıkkın. Ağaçlar gölgesiz. Gün yitirdi geceyi; cinler bir hayli gebermiş can kustu Pilibaşı verandası dibinde. Gökyüzü duru; aydınlık. Gök kuşağı kime gerek?
…………………
Kamyonlar,kamyonlar; yeşil üniformalı taşıyan kamyonlar…
…………………”
[7]




Şahıs Kadrosu

Anlatıcı olarak kullanılan ve olayların merkezinde bulunan Halûk, başlangıçta üç- dört yaşlarında bir çocuktur. En büyük sıkıntısı, özellikle annesinin kendisiyle ilgilenmiyor olmasıdır. İlgi çekmek için de annesinin tepki göstereceğini umduğu davranışlar gerçekleştirir. Dört yaşına geldiği zaman farklı bir dünyanın yavaş yavaş kendi zihninde oluştuğunu görür. Fakat bu dünyaya nasıl gireceğini bilmemektedir. Bu nedenle teyze kızı olan Halide’yi ısırır.
Anlatıcı yalnızlık yüzünden, kendi başına oynayabileceği oyunlar icat etmeye başlar. Sinekleri yakalayıp kanatlarını kopararak bırakmak ya da karınca yuvalarının başında bekleyip onları seyretmek bu oyunlardandır.
Halûk, bir süre sonra köyde kendine yeni bir arkadaş bulacaktır. Bu, Kazanski’nin kızı Sevgil’dir.
Halûk’un küçük yaşlarda dahi sakat, zavallı insanlardan iğrendiğini görüyoruz. O hiçbir zaman kör insanlara sevgi ve bağlılık duymadığını, kör insana bir yılana bakar gibi iğrenerek baktığını söyler.
O, cinselliği ilk olarak Halide’nin çıplak vücudunu seyrederek tanıyacaktır. Öte yandan Sevgil’e bakışı Halide’ye bakışından daha farklıdır. Sevgil yoksul Kazanski’nin kızıdır. Kış mevsiminde karların üzerinde ayakları çıplak olarak dolaşmak zorunda kalacak kadar yoksuldur. Belki bu tür bir sebepten belki de psikolojik yalnızlıktan dolayı Halûk, Sevgil’e istediği her şeyi yapabileceğini düşünür. Burada ileri sürülen sebepler aynı zamanda Sevgil’in mensup olduğu sosyal sınıfı göstermektedir. Halûk, nispeten ekonomik durumu iyi olan bir aileye; Sevgil ise fakir bir aileye mensuptur.

Halûk’un psikolojik yapısını belirleyen bir başka ilişki de annesiyle arasındaki münasebettir. Daha önce ilgi bekleyen Halûk’un, annesinin dikkatini çekmek için birtakım davranışlar gerçekleştirdiğini söylemiştik. Annesi öldükten sonra, Halûk’un yalnızlığı daha da artar; annesinin kaç kez başını okşadığını, ekmek dilimine yağ sürüp kendisine uzattığını, üstünde incecik mavi damarcıklar beliren balmumu rengindeki elini hatırlayacaktır.
Annesinin ölümünden ve babasının da rejimin ticarî kuruluş sahibi olanlara karşı tavır değiştirmesi yüzünden ortadan kayboluşundan sonra Halûk yakın akrabaları olan Zöhre’nin yanında kalır. Artık yaşı sekiz- dokuzdur. Zöhre bu dönemde daha çok Halûk’un eğitimiyle uğraşır. Ona okuma- yazma öğretir. Halûk’un resme karşı özle bir yeteneği vardır. Zöhre, Halûk’a verdiği ödevleri aksatılmadan yapılmasını istemekte Halûk da bu baskıdan sıkılmaktadır. Böyle zamanlarda Zöhre ona “Tokay”dan Tatarca şiirler, “Çehov”dan piyesler vermekte ve okumasını istemektedir. Halûk, Zöhre’nin kendisinden uzaklaştığı zamanlarda hep resimle ilgileniyor ve her resimde de bir badem ağacı simgesi yerleştiriyordu. Bunun nedeni, Halûk’un çocuk zihnindeki badem ağacı objesinin temelinde Tomak amcasının ölümünün yattığını belirtelim.Tomak amcanın Halûk’un evlerinin bahçesinde bulunan badem ağacına asılı bir hâlde bulunması ve ağacın kesilmesi onu çok etkiler. Bir de Sevgil’in babası Kazanski’nin alkolik olması ve onun öldükten sonra bu nedenle mezarlığa gömülmemesi anlatıcı Halûk’un ölümü hayatın bir gerçeği olarak algılamasına sebep olur.
Vak’anın sonunda Halûk’un yaşı on iki ya da on üçtür.Artık yazmaya başlamış, kendi kendine değişik üslupta metinler oluşturabilmektedir.

Şahıs kadrosunun bir başka nemli ismi; Halûk’un babasıdır. Daha çok işiyle uğraşan, sert görünüşlü, fazla konuşmayan bir insandır. Halûk’un bakış açısıyla, onun fiziği hakkında verilen bilgiler, fazla ayrıntıya inilmeden verilmiş, daha çok özel durumları yansıtan bilgilerdir. Halûk’un babası karısının ölümünden iki hafta sonra, Yalta’ya gider. Kendine özgü bir usûlle karısının ölümüne üzülmektedir. Acısını herkesten gizleyerek, susarak karısının ölümünü unutmaya çalışmaktadır.
Şirketin kapatılması ve ortakların birer birer ortadan kaldırılması üzerine Halûk’a söylediği; “Bu ev bizim. Ata mirası toprağımız üstüne kuruldu. Bu toprak bizim… Bizim olarak kalması şart…”
[8]cümleleri, onun toprak ve genelleştirerek söylersek, vatan konusundaki tavrını açıklar.

“Bu toprağı kimseye vermeyiz. Topraksız biz, biz olmaktan çıkarız. İnsanlığımız beş paralık olur. Bu toprağın her karış yerinde bizim izlerimiz var. Bizim ellerimiz altında yeşerdi bu toprak… Bu toprak, topraktan öte bir şey, canımız bizim...
Konuşuyordu. Ama kiminle konuştuğu belli değildi”
[9]

Ona göre, Ruslar, Türkler’e de kendi insanlarına baktıkları gibi bakmakta; tarihin en karanlık köşelerinde buldukları yasalarla Türkler’i de idare etmek istemektedirler. Silah ve güç onlardadır. Onların tarihin kapkaranlık bataklıklarından kazıp çıkardıkları yasalar altında da Halûk’un babasına göre Türkler yaşayabilir; fakat kendi toprakları üstünde yaşamak şartıyla…

Halûk’un annesi hakkında ise net bilgiler verilmemiştir. Sadece ara sıra Kur’an okuyan, dualar eden, çocuğuna sevgiyle yaklaşan, evine ve ailesine bağlı bir kadın olduğunu görüyoruz.

Zöhre Hanım, Halûk’un annesinin ölümünden ve babasının ortadan kayboluşundan sonra kendisiyle ilgilenen, romanın sonuna kadar da yanında kalan kadındır. Zöhre Hanım’ın babası olay zamanı içerisinde ölür. Kardeşi Mansur’u da kaybettikten sonra yanında sadece Halûk bulunacaktır. Yaşı ilerlemesine rağmen evlenmemiştir. Bütün Kırımlılar gibi Zöhre de toprağını, özellikle Kırım’ı seven bir insandır. Vatanından sürülmeyi kabullenemez. Öte yandan Halûk’un eğitimi sırasında verdiği dersler ve okuttuğu kitaplardan ötürü onun okumuş ve kültürlü bir insan olduğunu anlıyoruz.

Romanın bir diğer kahramanı, Halûk’un en yakın arkadaşı Sevgil’dir.Kazanski adında, Kazan’dan gelen yoksul bir işçinin kızıdır. Halûk’a göre çirkindir ve fikirleri de farklıdır:

“Kız gene sofa basamakları üstünde duruyordu. Elleri az çıkı karnı üstünde kavuşuktu. İri iriydi elleri. Yalınayaktı. Ayaklarında yer yer mor lekeler beliriyordu. Ayaklarının başparmakları da olağanüstü büyüktü; ama iğrenç değildi. Az çıkık karnına, ellerine, sırtındaki ince entarisi altında beliren ince bacaklarına –orantılı olmadığı hâlde- orantılı ve uygun görünüyorlardı. Dar alnının hemen yukarı yarımından başlıyordu saçları ve gür ama dağınık dağınık arkasına ve omuz başlarına düşüyorlardı”
[10]

Sevgil’in babası Kazanski ise romanın bünyesine aktif olarak girmez. Onunla ilgili bilgileri iki kaynaktan; Sevgil ve Halûk’tan alırız. Kazanski’nin sık sık alkol aldığını ve ayık olduğu zamanlarda ise ağladığını anlarız.

Şahıs kadrosu içinde değerlendirebilecek bir başka isim de Gülşen Kadın’dır. Romanda doğurduğu çocukların çokluğu sebebiyle adı geçen Gülşen Kadın, Sarı Çömez’in karısıdır. Dört çocuk doğurmuştur. Çocukların dördü erkektir. Adları da; Alim, Alimcan, Alimgir, Alimseyit’tir. Burada kullanılan doğum motifi aslında Kırım Türkleri’nin nesillerini devam ettirme çabasından ötürüdür.

“Badem Dalına Asılı Bebekler”in şahıs kadrosundaki diğer bir isim de Gülşen Kadın’ın kocası Sarı Çömez’dir. O mensup olduğu milletin yani Kırım Türkleri’nin bu yaşadıkları toprakların gerçek ve çok eski sahipleri olduğunu söyler. Bu topraklardan gidilmemesini, Karanfil Nuri ve Halûk’un babası gibi bu topraklara sahip çıkılmasını ister. Sarı Çömez’in bu düşünceleri ve bu düşüncelerden kaynaklanan tavır ve davranışları hemen hemen köydeki herkesin düşünceleri ve karakteristikleridir. Onlar yurtlarının, canları ile eşdeğerde gören; yurtları olmadan yaşayamayan insanlardır.

Karanfil Nuri yiğit, çalışkan, toprağına bağlı bir insandır. Onunla anlatıcı pek karşı karşıya getirilmez.

“Badem Dalına Asılı Bebekler”in pek göze çarpmayan kahraman anlatıcı Halûk’un teyze kızı Halide’yi de şahıs kadrosuna katmak mümkündür. Vak’aya dahil olduğunda altı yaşında olan Halide o zamanlardaki fiziği; kıvırcık sarı saçları, lüle lüle omuzları üstüne düşmüş, gülen mavi gözleriyle dikkat çeken güzel bir kız olarak tasvir edilmiştir. Halide daha sonraki dönemlerde de dikkat çekecek güzelliğe sahip olarak Halûk’un gözünden bize aktarılır. Halide hakkında daha geniş bilgiye yer verilmez.

Tomak amca -Tomak Said- ise, romanda, diğer kahramanlardan farklı olan bazı özellikleriyle tanıtılır. Fizik olarak şişmanca, kızıl yüzlü bir adamdır. Yüzünün kızıllığına rağmen, soğuk ve sevimsiz görünmektedir.Köylüler içinde çok farklı düşünen, içlerinde tek dinsiz olanın o olduğu ve bu nedenle ölümünün hiç hoş olmadığı aktarılır.

Molla İrecep, köyün din adamıdır. Seyrek sakallı, başı fesli, ihtiyar bir adamdır. Onu ilk defa hastalandığında başında tespih çekip yüzüne dualar okurken görür Halûk. Molla İrecep’in bu tavırları, çocuğu korkutmuştur. Köydeki ölüm olayları sırasında genlikle Molla İrecep’in adı geçmektedir. Örneğin, Kazanski’nin mezarlığa gömülmemesi gerektiği fikri Molla İrecep’ten çıkmıştır. Bu yüzden Tomak amca ile Molla İrecep’in fikirleri arasında bir çatışma sezilir.

“Badem Dalına Asılı Bebekler”in şahıs kadrosu içinde, her zaman özenle taralı saçları ile anlatılan; roman vak’ası içinde fazla bir yeri olmayan, arada bir hasta muayenesi için gelen ve Yalta’da yaşayan Doktor Z. sadece Yalta’da idam edilen bir grup Türk’ün durumu hakkında


Zöhre’ye bilgi vermesiyle vak’aya dahil edilmiş; bunun dışında, insanlara sevgiyle yaklaşan, mesleğini çok iyi bilen samimi bir doktor olarak çizilmiştir.

Öğretmen Hasan Cumbatov ise vak’anın tamamında yer almayan, “Topkayacılar Erteli”nin kapatılmasından ve köyün eski öğretmeninin tutuklanmasından sonra ortaya çıkan, Zöhre ile yakın münasebeti olan bir şahıstır. Kısa boylu, kara saçlı, badem gözlüdür. Altın dişleri vardır. Vak’a içerisinde önemli bir fonksiyonu yoktur.

Mansur, daha önce de söylendiği gibi Zöhre’nin erkek kardeşidir. Keman çalar. Sürekli hastadır. Halûk onunla vak’a zamanında bir defa karşılaşır. Çünkü Mansur, evden dışarıya çıkmamakta, kimse de ondan söz etmemektedir. Bir süre sonra ölür.

Zöhre’nin evlenmeyi düşündüğü , Yalta’dan gelen “genç adam” ise, romanda Zöhre’nin erkek arkadaşı olmak dışında, Halûk’un babası ile diğer kayıplardan haber getirmekle fonksiyonunu icra eder. Daha sonra Yalta’da kurşuna dizilen on kişinin içinde muhtemelen bu genç adam da olacaktır. Çünkü planlanan evlilik gerçekleşmediği gibi “genç adam” da bir daha köye uğramaz.

Romandaki tek yabancı, Pilibaşı’nda oturan, Müso MacMorton’dur. Fransız olan Müso MacMorton, yaz aylarında Pilibaşı’ndaki evine gelmekte, bütün bir yaz mevsimini burada geçirmektedir. Köy halkı bu adama karşı ilgisizdir. Sevgil, sık sık Müso MacMorton’a kurbağa götürmekte, karşılığında da para almaktadır. Halûk onunla ilk defa karşılaştığında boynunun ince ve uzun olduğunu fark eder. Kestane rengindeki seyrek saçları özenle arkaya taranmıştır. Sırtında pantolonundan çıkık ak bir gömlek, ayaklarında terliklerle, giyim kuşamında bir çeşit düzensizlik göze çarpmaktadır. Gömleğinin açık yakası içinden boynu olağanüstü uzun görünmektedir. Dar yüzünde sivri bir burnu vardır. Diş fırçası gibi ekin sarısı sık kirpikleri çukura kaçık küçük gözlerini örtmektedir. Halûk’un en çok dikkatini çeken onun alnında, boynunda, yüzünde, kulaklarında ve hatta dudaklarında gördüğü çillerdir.





Anlatıcı - Bakış Açısı

“Badem Dalına Asılı Bebekler”, kahraman anlatıcının bakış açısından verir. Hikayenin merkezinde bulunan anlatıcı, içinde yaşadığı dünyayı, bildiği, gördüğü ve anladığı kadarıyla doğrudan doğruya okuyucuya iletir. Çoğu zaman kahraman anlatıcının bakış açısı atmosferin niteliğini, öznel veya nesnel olarak anlatır.
“Badem Dalına Asılı Bebekler”de karamsar bir bakış açısı hakimdir. Kahraman anlatıcı romanın başlangıcında bir fotoğraftan yola çıkarak geriye doğru dönüyor, hafızasının yardımıyla fotoğrafın arka planını veriyordu. Anlatıcı dış dünyada meydana gelen tabiî olayların kendi üzerindeki tesirlerini anlatırken genellikle “olumsuz” biçimler kullanır.
Anlatıcı, metni oluştururken bir çocuğun bakış açısını kullanmaktadır. En azından metnin başlangıcında “fotoğraf”ın arka planı hakkında bilgiler verilirken, çocuğun bakış açısı dışında; anlatıcının yazma zamanındaki bakış açısı kullanılarak oluşturulmuştur. Vak’anın üzerinden yıllar geçtikten sonra, anlatıcı, eski bir sandığın dibinde bulduğu aile fotoğrafından yola çıkarak vak’ayı anlatmaya başlar.
Anlatıcının, yaşadıklarının ortaya çıkardığı ruh dünyası, metnin ilk sayfalarından itibaren sezilmektedir. Örneğin; Halûk’un mezarlığa bakışı, mezarlık kelimesinin sözlük anlamının dışına çıkılarak yorumlanmasına ve anlaşılmasına yol açar. Üstelik burada “mezarlık” objesinin derin manasını kavramaya çalışan bir çocuktur:

“Kümesin yanında durduğumuz zaman güneş son zayıf ışıklarını mezarlıktan toplayıp kilisenin gerisine batmıştı. Mezarlık derin bir sessizliğe bürünmüştü. Gözlerimi ayıramıyordum mezarlıktan. Ben kendi mezarlığımda, Halide kendi mezarlığında. Ben omuzları üzerinde tabut taşıyan adamlarla birlikte mezarlığa yeni ölüler götürüyorum. Halide ise kendi mezarlarını açıyor ve ölülerini içine alıp bana doğru uzatıyor; gözleri ışıl ışıl; ‘Bak’ diyor. ‘Bunu dün gömdüm… Bunu da iki gün önce… Sofa çiçekleri arasında buldum bunu… Bunu yolda buldum.’ diyor… Kibrit kutuları açılıyor -kutularda ölü kelebekler; kefenler açılıyor- kefenlerde ölü arılar, böcekler, serçeler ve ölüyorduk biz de mutlu ölümlerle. Teyzemin evinden geç vakit ayrıldık.”
[11]

Halûk, kahraman anlatıcı olarak kullanılmanın bir sonucu olarak kendi karakteristiklerini kendisi tanıtır. Romana ait başka şahıslar, bize onun hakkında ayrıntılı, net, doğru bilgi vermezler. Çünkü Halûk, kendi karakteristiklerini olaylara göre vermektedir. Ortaya çıkan sonuçlar, kendisinin duygu ve düşünce dünyasını bize anlatır. Tomak amcanın fikirlerinin başkaları üzerindeki etkisini anlatırken kullanılan bakış açısı, aynı zamanda kendi karakteristiği hakkında da bilgi verir:

“Tomak amcanın her şeyin üstünde ve her şeyden önce ruhi kalkınma ‘doktrini’ Zöhre Hanım ve Zöhre Hanım karakterinde başka birkaç kişi tarafından iyice benimsenmişse de eldeki imkanlarla sağlam ve dürüst bir sosyal düzen kurmak şöyle dursun, köy halkını derebeylik çağının yıpratıp çökertici kalıntılarından kurtarmaya dahi yetmiyordu. Ama gene de, Tomak amcamın bir hamlede yaratmak istediği ‘yeni insan’ doğmuyor değildi ve halkın yaşadığı bu çapraşık zamanlarda –iyi saatte olsunların hışımına uğramazsa- ergeç kendi gücünü ve şeklini bulup çıkaracak, hayata ve kendi kaderine hakim olacaktı.”
[12]

Halûk da Tomak amcanın fikirlerine yakın fikirler taşır. Yine onun yazar olma heveslerini, bu yolda kaabileyetinin olduğunu kendisinden öğreniriz. “Badem Dalına Asılı Bebekler” anlatım tekniği açısından, kahraman anlatıcının kullanımıyla okuyucuya ulaştırılmıştır. Anlatıcı aynı zamanda, olayları yaşayan ve yazandır.
“Badem Dalına Asılı Bebekler”de çoğunlukla iç içe geçmiş bilinç akımı (şuur akışı) ve iç monologlar dikkat çeker. Bir çocuğun bakış açısıyla anlatılan olayları anlatan “Badem Dalına Asılı Bebekler”, iç konuşma tekniğini hatırlatan; fakat mantık silsilesi bozulmuş, şu cümleleri ihtiva eder:

“Düş ne demek mi? Ah, Zöhre Hanım!.. Düş ne demek ha? Öğretmen Cumbatov- düş. Hıdrellez- düş. Çarmıha gerili İsa- düş. Mezarlık- düş. Mansur- düş. Melekler- düş. Gülşen- düş. Millî kuruluş- düş. Pilibaşı- düş. Uygarlık- düş. İnsanî anayasa- düş. Sosyalizm- düş… Biliyor musun Zöhre Hanım? Neden sormadım şimdiye dek. Her şey düş! Haberin yok mu senin? Gerçeği köleler yitirdi!”
[13]

“Badem Dalına Asılı Bebekler”de, bu tarz metinlerin, muhteva açısından iki önemli yanı vardır: Birincisi, çocuğun dünyasındaki, büyüklere anlatılamayan yanlar; ikincisi ise sosyal tenkiddir. Cengiz Dağcı’nın adı geçen eserinin kahramanı bir çocuk; fakat anlatım, aynı çocuğun, yıllar sonraki bir bakış açısıdır. Bu yüzden, sosyal tenkidi ortaya koyan, yaşça büyümüş olan Halûk’tur; yani anlatıcıdır. “Uygarlık- düş. İnsanî anayasa- düş. Sosyalizm- düş.” İbareleri sosyal tenkid mahiyetindeki ibarelerdir.


Vak’a Örgüsü

Vak’anın üzerinden yıllar geçtikten sonra, anlatıcı, eski bir sandığın dibinde bulduğu aile fotoğrafından yola çıkarak vak’ayı anlatmaya başlar. Yani olay örgüsünün başlangıç noktası geriye dönüş tekniği kullanılarak giriş yapılır. Eserin kahraman anlatıcısı Halûk’un eseri kaleme alma; yani yazma zamanı ile anlatılanların yaşadığı zaman arasında farklılık vardır. Daha önce de vurguladığımız gibi eski bir sandığın dibinde Halûk’un eski bir fotoğraf bulmasıyla başlayan yazma zamanı, yaklaşık dokuz- on yıl süren bir olaylar dizisinin anlatılmasıyla son bulur. Eser boyunca yazma zamanındaki Halûk’tan söz edilmez. Doğrudan doğruya vak’a zamanına geçilir ve tahkiye kurulur.
“Badem Dalına Asılı Bebekler”, çok zincirli olay örgüsüne tabiîdir. Olaylar bir çocuğun çerçevesinde köy halkının yaşamıyla birleşiyor ve romanın sonunda köy halkı- kahraman anlatıcı dahilinde- çok farklı yönlere dağılarak zincirin çıkış noktasını oluşturuyor. Vak’alara hamleyi veren ilk unsur ise kahraman anlatıcının annesinin ölümüdür ki bu vak’adan sonra ardı arkası kesilmeyen ölümler ve kayıplarla devam eden karamsar bakış açısını hiç kaybetmeden roman son bulacaktır.
“Badem Dalına Asılı Bebekler”de fon karamsarlık ve olumsuzluklarla yüklüdür. Henüz savaş yoktur; fakat asıl dram Türkler’le Ruslar’ın arasında geçen çatışmadır. Kendi hâlinde yaşayan bu insanların hayatına müdahale edilmesi vak’anın zeminini oluşturur. Bu açıdan bakıldığında, çok özel unsurlardan genele doğru gittikçe genişleyen bir atmosfer görüntüsü vardır. Halûk, Halûk’un annesinin, Mansur’un, Çubar’ın ve Tomak amcanın ölümleri; arkasından babasının şirketin feshedilmesiyle ortadan yok olması özelden genele doğru genişleyen unsurlardır. Aslında bu olaylar sırasında, köye gelip giden askerler meselesi sonuca ait ipuçları taşır. Böylece Halûk’un en yakını olan annesinin ölümüyle başlayan bütün köyün sürgün edilmesiyle, direnenlerin öldürülmesiyle son bulur.


Mekan

“Badem Dalına Asılı Bebekler”de hakim mekan, Halûk ve ailesinin yaşadığı köye ait dış mekanlardır. Küçük bir çocuk olan kahraman anlatıcının gündelik hayatının büyük bir kısmı dış mekanlarda geçer. Romanda annenin ölümü ve Zöhre Hanım ile Halûk’un birlikte yaşamaya başlamalarından sonra, anlatıcının kaldığı Mansur’un odası kapalı bir mekan olarak önem kazanır.
Mekan tasviri vasıtasıyla, kahramanın ruh dünyası da verilir. Mevsimle birlikte tabiatta meydana gelen değişmeler; aynı zamanda Halûk’un ona bakışı, onu yorumlayışı ve değerlendirişi, kendisinsin ruh hâlini yansıtmaktadır.
Bunun dışında romanın sonlarına doğru mekan olarak Kırım coğrafyası olduğu ortaya çıkıyor. Cengiz Dağcı’nın romanlarında, mekan olarak Kırım coğrafyasının çok önemli bir yer tuttuğunu biliyoruz. Çoğu zaman sembolik anlamlar da taşır. “Badem Dalına Asılı Bebekler”in Halûk’u henüz mensup olduğu, doğup büyüdüğü coğrafyadan kopmadığı, bir kopuşun acısını yaşamadığından olsa gerek, Kırım coğrafyasının kendisi için taşıdığı anlamın farkında değildir. Fakat vak’a sonunda bu bakış değişir; yaşadığı mekana ait olan mezarlık, aynı mekandan da sık sık geçen Pilibaşı, Ayı dağı gibi yerler artık reel karşılıklarının dışına çıkan kelimelerdir.Bunda biraz da son bölümün klasik üslubunun dışına çıkılarak kaleme alınmış olmasının etkisi büyüktür.


Zaman

Anlatıcı, insanların hayatındaki değişiklikler gibi tabiattaki değişiklikleri bu anlamda “zaman” kavramı çerçevesinde kullanacaktır. Romanın şahıs kadrosu, küçük bir köyün sakinlerinden ibaret olduğuna göre onların hayatında mevsimlere göre değişiklikler gösteren faaliyetler de bize “zaman” konusunda bilgiler verir. “Badem Dalına Asılı Bebekler”de belli bir tarih kullanılmadan sadece bir ay adı kullanılarak mevsimler çerçevesinde zamanı algılayabiliyoruz. Bunların birinde, Ocak ayında bol bol karın yağdığı; fakat kış mevsiminin hafif geçtiği söylenir. Daha Şubat ortalarında yumuşamış karlar altından çıkan kara çotuklar,tepelerde ve tarlalar arasındaki patikalarda kara toprak lekeleri görülmeye başlamıştır.Şubatın sonlarına doğru ansızın Mart havası çıkagelir. Birkaç gün devam eden karlı ve rüzgarlı, güneşli ve yağmurlu havadan sonra gökyüzü bulutlardan arınır…
“Badem Dalına Asılı Bebekler”deki tarihî zaman ise muhtemelen 1928- 1932 yılları arasındadır. Çünkü Sovyet’e bağlı Kırım Muhtar Cumhuriyeti’nde yaşayan Kırım Türkleri’nin tarihinde, bu yıllar, Cengiz Dağcı’nın da yaşadığı sürgün yıllarıdır. Dağcı ve yakınlarının da etkilendiği sürgünler 1930’ların sonlarına kadar sürmüştür. Sovyet’teki merkezî hükümet, Kırım’ın kıyı bölgelerindeki insanları, ciddi hiçbir gerekçe göstermeden Rusya’nın içlerine hatta Sibirya’ya Türkistan çöllerine sürmüştür. “Badem Dalına Asılı Bebekler”in son bölümündeki vahşet bu olayları çağrıştırmaktadır.



Sonuç

“Tarih, bazen bir milletin yaşadıkları ile o millete mensup bir ferdin yaşadıklarını aynı biçimde şekillendirmektedir. Böyle durumlarda, bir ferdin tarihi üzerine eğilmek, aynı şahsın milletinin tarihi üzerine eğilmek anlamına gelmektedir.” der sayın büyüklerimiz. İşte bu sözün varlığını Cengiz Dağcı’da bizzat görürüz. Onun eserlerinde buram buram kokan tarih furyaları esasen bizi Kırım Türkleri’nin tarihini yaşayarak ve yaşatarak verir. Dağcı, çocukluğunu; sürgünlere, sorgusuz sualsiz kurşuna dizilmelere şahit olmasına yol açan şartlar içerisinde geçirmiştir. Gençlik yıllarında daha ilk edebî eserlerini yazmaya başladığı zaman, şuuraltına yerleşen çocukluğunda şahit olduğu olayların izleri açığa çıkar. “Badem Dalına Asılı Bebekler” de konu itibariyle bu benzerliği görürüz.
Cengiz Dağcı’nın “Badem Dalına Asılı Bebekler” adlı romanının incelenmesini sunarken atladığımız bir noktaya da burada değinmeyi uygun gördük. Eseri okuyan veya okumayanlar için ve bizde de oluşan “Acaba neden ‘Badem Dalına Asılı Bebekler’?” sorusunu da şu şekilde cevaplandırsak umarız ki yanlışlığa düşmüş olmayız. Badem ağacı romanda ölümü simgeliyor. Yalnız daha derine inildiğinde mezar yerine geçtiğini görürüz. Bu da olsa olsa Kırım topraklarıdır. Bebekler ise genç nesli niteler. Bu iki obje birleştiğinde Kırım topraklarında katledilen genç nesilleri görürüz. Yani başta ifade ettiğimiz gibi Cengiz Dağcı eseri, bir tarih misyonu yükleyerek ele almıştır ve bunu edebî üslubu, kullanılan öğelerle yerli yerinde sunarak harikulade bir eser ortaya çıkarmıştır. Bizim yaptığımız ise sadece o köşede kalmış “Leb-i derya”ya deniz feneri tutmak olmuştur.
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge

Kara Yıldırım Roman İncelemesi..(




Giriş

Bu yazıda, Tirkiş Cumageldi’nin 1996’da yayımlanan “Kara Yıldırım” adlı romanı ele alınmıştır. Bizim bu çalışmayı yapmamızdaki amaç, “Türk Dünyası Edebiyatları” adlı dersimizin “Türkmen Edebiyatı” içerisinde önemli bir yeri olan ‘‘Kara Yıldırım’’ romanını incelemektir.

Tirkiş Cumageldi’nin romanı değerlendirilirken roman vak’asının genel bir özeti, şahıs kadrosu, anlatıcı- bakış açısı, vak’a örgüsü, mekan ve zaman olmak üzere tenkidin altı ana unsuru göz önünde tutulmuştur. Roman kısa bir zaman dilimini ele almakla birlikte romanda sık sık geriye dönüş tekniği kullanılmıştır. Ayrıca Cumageldi’nin romanı incelenirken iç monolog, gösterme, özet gibi tahkiye tekniklerinin göz önünde bulundurularak incelenmiştir. . Mekan, şahıs kadrosunun yaşadığı ve olay örgüsünün oluşturduğu bir yer olması açısında önemlidir. Tirkiş Cumageldi’nin bu eserinde tarihî devir incelenirken ilgili devrin özelliklerine, olayın geçtiği coğrafyaya, şartlara dikkat çekilmiştir.

Çalışmamız, üç ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Tirkiş Cumageldi’nin hayatını anlatmaya çalıştık. İkinci bölümde romanın kısaca anlatımı, üçüncü bölümde ise “Kara Yıldırım” adlı romanın incelenmesi bulunmaktadır.
















Birinci Bölüm


Türkiş Cumageldi’nin Hayatı (1938)
Tirkiş Cumageldi, çağdaş Türkmen edebiyatının güçlü yazarlarından biridir. 1938 yılında Türkmenistan’ın Merv şehrinde doğdu. 1961’de Türkmen Devlet Üniversitesi Türkoloji Fakültesinden mezun oldu. Gazetelerde, TV’de, film stüdyolarında çalıştı. Edebiyat ve Sungat gazetesinde genel redaktörlük yaptı. Halen Türkmen Devlet Üniversitesinde doçenttir. Evli ve üç oğul babasıdır. İlk eseri Şaylı Gelin, Sovet Edebiyatı dergisinde tefrika edilmiştir. Yazarın Havsalalı Tomuş (Endişeli Yaz), Gelnece ( Gelin Ece), Ömür Davası, Başagay (Telaşlı), Arzılı Mekan, Yanan Gelinler adlı hikaye kitapları; Bağımızın Badaşanı (Ayrılamadığımız), Canserek (Şaşkın), Daşrabat, Gara Yıldırım, Mehekdaş (Firar) adlı romanları, Ömür Davası, Dilhatı, Goyunlar ve Möcekler (Koyunlar ve Kurtlar), Derdeser (Keder), Şağal Mesliği (Çakal Ziyafeti) isimli tiyatro eserleri vardır.


İkinci Bölüm
‘‘Kara Yıldırım’’a Kısa Bir Bakış

18. yüzyılda Hive hanlığı ile İran şahlığı arasında kalıp olanlara boyun eğmeyen Türkmenler, bu iki devletin de zulümlerine maruz kalmıştır. Kendisi de Avşar Türkmenlerinden olan Nadir Şah, İran’da idareyi ele aldıktan sonra Türkmenleri de hakimiyeti altına sokmak istemiş, Türkmenlerin buna karşı çıkmaları üzerine meydana gelen mücadelelerde onlara karşı son derece acımasız davranmıştır. Romanda anlatılan tarihi dönem işte bu devirdir.

Tarihi ve coğrafi unsurların yanı sıra Türkmenlerin bozkır kültürüne ait pek çok unsuru romanda izlemek mümkündür. Oğuz Destanı’ndan Dede Korkut’a kadar uzanan ve Türkmen aşiretleri arasında sözlü gelenekte canlılığını koruyan rivayetler, boyların aslını izah eden efsaneler, halk hekimliğine dair inançla, çadır kültürüyle ilgili kavram ve gelenekler romana rengarenk bir zemin teşkil etmektedir. Zaman zaman Dede Korkut üslubuna yaklaşan, Türkmen hayatındaki folklorik ve tarihi unsurları bütün bakirliğiyle gözler önüne seren Kara Yıldırım romanının Türk okuyucusunun hafızasında güzel çağrışımlar uyandıracağını ve asgari müşterekler hususunda edebi bir haz vereceğini sanıyorum.


Üçüncü Bölüm
‘‘Kara Yıldırım’’ Roman İncelemesi
“Kara Yıldırım’’ tanrısal bakış açısıyla yazılmış bir romandır. Bu bakış açısı romanın tamamında görülmektedir. Ana karakterlerden biri olan Ziba’nın uykudan uyanmasıyla başlar.

Roman Vak’asının Genel Bir Özeti

Roman, Ziba’nın gördüğü kötü bir rüyadan uyanmasıyla başlar. Önce rüyasını kimseye anlatamaz, çekinir. Çünkü rüyasında aynı aşiretten sevdiği ama kendine bile söylemekten utandığı İşret’i görür.
“Dizginleri zaptedilemeyen heybetli atların üzerinde sımsıkı oturan adamlar İşret’i çevirmişlerdi. İşret’in yüzü kapkaraydı. Atlılar onu göğsünden itiyorlar, İşret arkası üstü devriliyordu. Yüzünden vızıldayarak sinekler kalkıyordu. Atlılar geriye doğru çekiliyor ve dört yana dağılıp gidiyolardı.’’[1]

Bu rüya Ziba’yı çok etkiler, içini bir hüzün bulutu kaplar. En sonunda rüyasını İşret’in annesi Suna’ya anlatır ancak İşret’i gördüğünü söylemez. Rüyasında sinek gördüğünü söyler ve bunun ne anlama geldiğini sorar. Suna ise sinek görmenin hayır olmadığını ve gördüğü kişinin iftiraya uğrayacağını söyler. Bunun üzerine Ziba’nın kederi daha da artar.

Aşiretin erkekleri Ziba’nın ağabeyinin evinde toplanır konuşurlar. Aynı zamanda bahşı olan akrabaları Nöbet’in Köroğlu’nu anlatışını dinleyerek hayran olurlar. Böyle çeşitli toplantılar düzenlenir, yenilir, içilir konuşulur. En çok konuşulan konuların başında ise Türkmen düşmanları gelir. Sık sık baskın düzenleyip Türkmenleri sindirmeye çalışan düşmanlardan nasıl kurtulabileceklerinin hesaplarını yaparlar. Aşiretin genç delikanlıları ayrı ihtiyarlar ayrı düşünceyi savunurlar. Aralarında hararetli konuşmalar geçer.

Bir gün İşret yine Türkmen olan fakat dostluk kuramadıkları bir aşirette arkadaşı Oraz’ın düğününe davet edilir. Bu davete gitmesi uygun bulunmasa da İşret gitmeye karar verir ve yola çıkar. Aradan günler geçmesine rağmen İşret dönmez ve obadakiler telaşlanırlar. Özellikle Ziba gördüğü düşün etkisinden kurtulamamanın verdiği iç huzursuzluğuyla daha çok endişelenir. Aradan günler geçer İşret dönmez. Gittiği aşirete adam yollayıp sordururlar. Arkadaşı Oraz’a ulaşırla ve İşret’in nerde olduğuyla ilgili bilgi almak isterler. Ancak arkadaşı onu davet etmesine rağmen gelmediğini söyler. Bu cevaba inanmayıp sıkıştırırlar Oraz’ı ancak doğru söylediğine kanaat getirirler ve bırakırlar.

İşret yola çıktığı gün, yolu Türkmen düşmanları olan Acemler tarafından kesilir. Ne olduğunu anlayamayan İşret’i etkisiz hale getirirler ve ellerini bağlayarak kendi hanlıklarına götürürler. Dillerini anlamadığı adamlar tarafından işkence görür. Gözlerini açtığında kendini pis, ahır gibi bir yerde bulur. Yanına Hurşit adında bir adam gelir. Acem olan bu adam yıllarca Türkmen kölesi olduğundan dilini bilir ve İşretle konuşur. Kendisini dayısının alıkoyduğundan bahseder ve onu öldüreceğini söyler. Türkmenlere olan kinlerini dile getirir.

“-Dehistan’da benim yüreğim kaldı,yabancı, dedi.Türkmenlerde köleye gırnağa merhamet olmaz; merhamet olmadığından öldürmek için beklemezler. Hayvan hesabında görürler. Türkmenler faydasız hayvanı da beslemezler. Köpeklerine bile boşuna yal vermezler. Hem köle, hem hayvan, hem faydalı olmalısın.”[2]

İşret söylenenlere karşı çıksa da fayda etmez. Hurşit, kölelik ettiği Türkmen Taraş Bay’dan nefretle bahseder. Ona yaptığı zulmü anlatır ve cariyesine aşkını. Taraş Bay’ın cariyesine aşık olur o günden beri aklından da çıkmamaktadır. Adının Ayıncemal olduğunu söyler. İşret’i aramaya gelen yakınları olursa onlardan para alınmasını ve o parayla da Ayıncemal’e kavuşabileceğini dayısına söyleyeceğini İşret’e iletir. Ölümden kurtulacağını müjdeler. Ancak dayısı kendinden daha üst bir hana İşret’i hediye sunar. Kendisine hediye sunulan han İsfendiyar Bey’dir. Kendisi de Türkmenlerden nefret eden bir Acemdir. İşret’i kendi hanlığına götürdüğünde onu halka tanıtır ve herkes ona kin dolu nefret dolu bakışlarla bakar. Taşlarlar, tekmelerler türlü eziyetlerde bulunurlar. İşret ise kimsenin dilini anlamamsından dolayı bitkin düşer, derdini anlatamaz hale gelir. Kendisinin bi suçu olmadığı halde neden bu durumda olduğunu sorar ve isyan eder.

Bütün bunlar olup biterken İşret’in aşiretindeki umut dolu bekleyiş günden güne kaybolur. Herkes ondan ümidini keser, Ziba hariç. Ziba her gün gözyaşı döker,uyumaz, İşret’in yollarına bakar ve bir haber çıkacağı ümidiyle yaşar. Ziba’nın babası Ayhan Ağa durumun farkındadır ama kızının günden güne eriyişinin başka sebepleri olduğu düşüncesine kapılır. Onu başka aşiretten bir hocaya götürür. Ziba’ya cinlerin huzur vermediğini söyleyerek zikir yaparlar. Kurban kesip kızın başından aşağı kanı dökerler. Ziba buna çok üzülür ve neden oraya gittiklerini sorar babasına. Babası bunları gördükten sonra pişman olur. O günden sonra Ziba, hep yaptığı gibi halı dokumaya devam eder ve dokurken aklında hep İşret vardır. Güzel günlerin geleceği inancıyla güzel motifler işler.

İşret, gördüğü işkencelere gün geçtikçe alışır. Ama onun da özgür kalmak adına ümidi azalır. Derin bir çukur içinde zincirlenmiş günlerin geçmesini bekler. Başında bekleyen yüzü lekeli Acem tek gördüğü insandır. Bir gün acımasız ve gaddar İsfendiyar bir eğlence için onu dışarı çıkartır. Ayakları zincirli insanların karşısına çıkar. Bilmediği dilde konuşan insanlara laf anlatma derdinden artık yorgun düşmüştür. O sırada kalabalığın arasında bir çift gözün kendisine dikkatle baktığını fark eder ama pek aldırış etmez ama bu bakan gözlerin bir kadına ait olduğunu ayırt eder. O kalabalıkta bir adam Türkmence konuşur ve hanın dediklerini çevirir. Hanın Türkmenleri aşağılayan laflarına İşret kendi dilinde cevap verir. Çeviren adam Rıza ise onu zor bela susturur yoksa öleceğini söyler. İşret yine de kendi dilini konuşan biriyle karşılaştığı için mutluluk duyar. O kadar zulme karşı hala nasıl yaşadığını kendi de anlayamaz. Kendisini Köroğlu’na benzetir. O da tıpkı kendi gibi eziyet görür fakat yine de hayatta kalmayı başarır.

Karanlık çukurda gece olunca yine çektiği acıları ve Ziba’yı düşünürken birden yukardan bir şeyin aşağıya düştüğünü görür. Atılan şey yemektir ve bunun bir oyun olduğunu onu öldürmek istedikleri için türlü oyunlar oynadıklarını düşüncesine kapılır. Yemeğini yer sonra bunun bir iyilik olduğunu ama kimin niçin böyle bir şey yapmak isteyeceğini düşünür. Sonra aklına geçen gün konuştuğu Türkmence bilen adam-Rıza- gelir. Ertesi gün onu çukurdan çıkarırlar, Rıza hanla konuştuğunu ve onu kendisiyle çalışmaya ikna ettiğini söyler. Rıza kuyu işiyle ilgilenir ve onu yardımcı olarak gündüzleri çalıştırır. Ekmeği attığı için teşekkür etmek ister ama Rıza hiçbir şey anlamaz. Onun yapmadığını anlar. Düşünür düşünür ve birkaç kez gördüğü gözleri hatırlar. Çukura yemek atma olayı birkaç kez tekrarlanır ve atan kızı görür. Ak yaşmaklı kız ona tebessüm eder ve bir gece yarısı çukura merdiven atıp yanına iner. Kıza gitmesini uzaklaşmasını söyler ancak kız anlamaz ve eliyle attığı yemekleri yemesi gerektiğini işaret eder. Birkaç gün sonra Rıza’dan öğrenir ki bu kız İsfendiyar Bey’in ağabeyinin kızıdır. Annesi babası ölmüş zavallı dilsiz bir yetimdir. Ona acır ve bir gece tekrar geldiğinde, ak yaşmaklı kız İşret’e yanaşmak ister, sarılırlar. Ancak İşret yaptığından çok utanır ve bir daha yapmayacağına dair kendine söz verir.
Günler böyle geçerken Rıza İşret’i ağır işlerde kullanır. İşret’in her bir yeri yara içinde kalana kadar çalışır, gelip geçen Acemlerden dayak yer. Bir gün yine kuyuya gideceği zaman İsfendiyar Bey’in yanına götürülür. Yanında bir Türkmen’le kendisine doğru geldiklerini anlar. Türkmen Bir at karşılığında İşret’in serbest bırakılmasını söyler. Öyle de olur. İşret bunun nasıl olduğunu anlayamaz, çok sevinir. Türkmen Bey’i Küren ile yola koyulurlar. Önce Küren’in yaşadığı yere giderler. Küren’in oğlu çok hastadır, İşret köyden öğrendiği halk hekimliğiyle çocuğu iyileştirir. Küren İşret’e minnettar olur. İşret bir an önce obasına kavuşmak için izin ister ama önce Hurşit’in Ayıncemalini görmek için Taraş Bay’ın olduğu yere gitmek ister. Artık bunu vicdani bir görev olarak almıştır ve yola koyulur. Taraş Bay’ın o obadan taşındığını öğrenir. Cariye Ayıncemal de ölmüştür. İşret bu duruma çok üzülür ve mezarına gitmek ister. Mezarını bulup dua ederken aklına Ziba gelir. Kendi obasına doğru yola koyulur.

İşret bütün bunları yaşarken aşiretinde telaşlı bir hava hakimdir. Meclis adını verdikleri toplantılar düzenlenir ve aşiretlerin ileri gelenleri düşman saldırılarına karşı tedbir almak gerektiğini konuşurlar. Ulu Serdar sözü geçen en büyük isim olduğundan ona danışılır fakat umdukları cevabı alamazlar. Ulu Serdar saldırmanın faydasız olacağını ve beklemek gerektiğini savunur. Aşirette ki genç delikanlılar Ziba’nın ağabeyi ve Kalkan Batur intikam almanın yollarını ararlar. Beş atlıyla yollara çıkıp İşret’in de arkadaşı olan Oraz’ın aşiretine gidip Oraz’ı öldürüler kardeşi ve hanımını da cariye diye getirirler. İşret’in intikamını aldıkları düşüncesiyle gururludurlar. Kalkan Batur’un kini ve öfkesi aşiretine zarar verir ve bir gün bunun intikamı almak için aşiretleri basılır. Çadırlar yakılır, adamlar öldürülür. Ölenlerden biri de Ziba’nın ağabeyi Akmurattır. Kalkan Batur’un öfkesi telafisi olmayan sonuçlar doğurmuştur. Bu kargaşada Ziba’da kaybolmuştur. Nerede olduğunu kimse görmez bilmez. Babası Ayhan Ağa ne yapacağını bilemez ve yana yakıla kızını arar her yerde.

On on beş gün sonra İşret obasına döner. Annesi Suna gözlerine inanamaz bunu bir mucize olarak görür. Annesi değil gören herkes bunun nasıl olabileceğini sorarlar. İşret olanları duymuştur ve Kalkan Batur ile konuşur. Öldürdüğü arkadaşının günahsız olduğunu ve bundan pişmanlık duyup o aşiretten af dilenmesi gerektiğini söyler. Kalkan Batur bunu kabul etmez. Halkın gözünde Kalkan Batur artık hiç önemli değildir, herkes ona nefretle bakar. Bütün bu olanların sorumlusu olan Kalkan Batur bu cevabı verince İşret o zaman buraları terk etmesi gerektiğini söyler. Ertesi sabah Kalkan Batur her şeyini alıp gider kimse de kal demez.

İşret Ziba’nın başına gelenleri duyar ve onu aramak için yollara düşer. Babası Ayhan Ağa bir yana İşret bir yana giderler. İşret’in önünü yolda düşmanlar çevirir. Bunlar İran hanı Nadir’in dost geçindiği aşiretlerdendir. Alıp İşret’i götürürler. Orada İşret’i ajan zannedip kötü davranırlar. İşret ise başından geçenleri anlatır ve kötü bir niyeti olmadığını söyler. Buna inanırlar. O sırada Nadir hanın aşirete geldiği duyurulur. Türkmenlerden nefret eden Türkmen şah İşret’e sorular sorar. Aşiretlerinin yok olup bitmekte olduğundan bahsederken zevk alır ve Ulu Serdar’a karşı olan kinini saklayamaz. Ulu Serdar kendine boyun eğmedi diye çok sinirlenir. İşret’e bazı sorular sorup bilgi almak ister.

Ayhan Ağa düştüğü yollarda kızının izini aramaya deva eder. Ve aşiretin birinde kızına ait bir eşyayı bir çuvalda görür. Öldüğünü söylerler. Ayhan Ağa kahrolur ve mezarına gider ağlar.

İşret, Nadir hana karşı Türkmenleri ve Ulu Serdar’ı elinden geldiğince müdafaa eder. İşret’in söylediği bir söz canını çok sıkar ve bunu ona kimin söylediğini sorar. İşrete o sözü Rıza söylemişti ama bunu Nadir hana söylemek istemez.

“- Türkmenlerin yanında Acemin akıllılığına hayranım. Akıllı Acem sana ne dedi?
-O da ‘Avşarlar İran’ın yırtık elbisesine yamanan bir yamadır’ dedi Emir Ağa! Nadir’in gözlerinin yuvası genişledi gitti. Gözlerini gizledi, kendini dinlemeye başladı. Sonra aklına gelen fikre mayil olup:
-Söz denen şey kafesteki kuş gibidir, bıraktın mı geriye dönmez, dedi. Ya ben bu Acemin sözüne inanmazsam!... Böyle bir sözü Acemler söylemez, senin Ulu Serdar’ın söylemiştir dersem!… İşret durumun kötüleştiğini anladı. Artık gazaplı bir hükümdarın huzurunda olduğunu anlıyordu. Rıza’nın kim olduğunu açıklasa hemen bir haberci yollanacağını ve ak otağa getirileceğinden şüphe etmedi ”[3]

İşret’ten Acemin adını ve yaşadığı yeri söylemesini istediler. Söylemezse gözlerinin oyulacağını eklediler. İşret söylemedi ve gözleri oyuldu. Ziba’yı aramaya çıktığı yollarda en çok onu bulamayışına üzüldü.





Şahıs Kadrosu
Yukarıda anlattığımız olaylar zincirinde ana karakterlerin yanı sıra, adı iki üç defa geçen birçok yan karakter vardır. Kısa bir zaman diliminin anlatıldığı romanda zaman zaman geriye dönüş tekniği kullanılarak okuyucuyu olaylar hakkında aydınlatma amaçlanmıştır.

Olayı hamleyi veren ilk unsur Ziba’nın gördüğü rüya olduğu için Ziba’dan başlamak daha doğru olur. Olayın anlatıldığı zaman on beş on altı yaşlarında olan Ziba, küçük yaşlarda annesini kaybetmiş ve bunun etkisini yaşamında hep hissetmiştir. Kırılganlığı, duygusallığı bu yüzdendir.

Ziba’nın dış görünüşü ile ilgili bilgi ise romanda neredeyse hiç geçmiyor sadece bir yerinde siyah saçları olduğu veriliyor.

“Mihri pişmanlıkla tövbe etti. Zavallı kızın kara saçlarını okşayası geldi, onu kızım diye bağrına basmak istedi.”[4]

Ziba’nın çok akıllı, zeki bir kız olduğu da herkes tarafından bilinir. İşret, köle olduğu zaman sıkça aklına buna getirir. Babası Ayhan Ağa’dan kızına geçmiş bir özellik olduğunu düşünür. Okuma-yazma öğrenirken üç erkek iki kız Molla’nın yanına giderler. En erken kavrayan, öğrenen Ziba olur.

“Kız çocuklarının üstün zekası mollanın da hoşuna gitmemişti. Herhalde, Ziba’nın zihni mollanın aklına Ayhan’ın zekasını getirmiş olmalı! ”[5]


Türkmen kızı Ziba aynı zamanda aşkına sevgisine sahip çıkan bir genç kızdır. Etrafında olup bitenlere kayıtsız kalmayan, kırılgan yapıdadır.
İşret, sakin, kendi halinde, vatanını milletini hiçe saymayacak kadar duyarlı, menfaatlerini topraklarından üstün görmeyen bir Türkmen gencidir. Romanda adı geçen Kalkan Batur kadar gençliğin verdiği ateşi bastıramayacak kadar kör değildir. Kendisine yapılan haksızlıklara direnen, mücadeleci bir gençtir. Topraklarından ayrı kalmasına rağmen yurttaşlarını ve Ziba’yı bir an aklından çıkaramaz. Gözlerinin oyulacağını bildiği halde asla birini ele vermek istemez. Karşındaki hanın yüzüne içinden geldiği gibi konuşarak cesaret örneği gösterir.


“-Köpek bile dövülünce ulur, ama yine de köpekliğinden vazgeçmez Emir Ağa! Siz bana işkence ettirip insanlıktan çıkarmak istediniz. Dikkate bile almadınız, gönlümü kırdınız. Yüzümde gözümde bir işaret mi gördünüz, yoksa ‘ bu adam namert diye’ alnımda mı yazıyordu? Bana işkence etmek için ne sebebiniz vardı? Ben senin buyruğunu çağırıp söyleyen görevli bahşın mıyım? Türkmenlerden şikayetçi olmayın Emir Ağa! Siz onlara rahat huzur verdiniz mi? Türkmenler verdiğini yemedi mi, mülk verdin de gelmeyeceğim mi dedi? Adil isen Türkmenleri çadırlarında rahat bırak! Ey Emir Ağa ben sizin yaptığınıza çok şaşırdım! Bir kamçıya dayanamayıp yakınını yabancısını, ilini yurdunu satar sanıyorsunuz! ‘ilim sahibinin gücü aklındadır, hükümdarın gücü ise adaletindedir’ sözünü ben okumuş bir Türkmen’den duymuştum.’Nadir hükümdarlığa adalet yoluyla gitmiyor, ettiği hiledir zulümdür’ diyen de o Türkmen’dir.Türkmenler sizden merhamet beklemiyor. Biraz önce sırtınızda kırmızı kaftan gördüm, neyse ki çıkarmışsınız, emanet şeyi sırtına alma Emir Ağa! Kurt koyun postuna girip sürüye girse de kimseyi kandıramaz, tanırlar. Kurt ot yemez, et yer Emir Ağa, kurdun dişleri farklıdır çünkü!”[6]

İşret’in psikolojik yapısını belirleyen en önemli özelliği yurdu için çektiği cefalara karşı duruşunu bozmaması, yılmamasıdır.











Ziba’nın babası ve ağabeyi romanın önemli karakterleridir. Ayhan Ağa, Ziba’nın babası evlatlarına değer veren onlar için üzülüp endişelenen bir babadır. Duygularını belli etmekten kaçınmaz. Her fırsatta kızına düşkünlüğünü belli eder. Oğlu Akmurat’ın ölümüne şahit olup kahrolmuştur. Ziba’nın ise ayrı bir yeri vardır Ayhan Ağa’da.

“Ayhan obanın altını üstüne getirdi, fakat Ziba’yı bulamadı. Akmurat’ın baş ucunda oturup ağlarken bir yandan da ölü yatan oğluna derdini anlatıyordu.”[7]


Akmurat- Ziba’nın ağabeyi- hırçın, kendi bildiğinden şaşmayan genç bir Türkmen. Ceren adlı hanımı ve bir erkek evladı var. Bir yere gitmek için aşiretten aileden izin alınıyorsa Akmurat bunu yapmaz. Babası bu duruma çok içerler. Ziba ağabeyinden çekinir, aralarında hep bir mesafe vardır. Ağabeyinin Ziba hakkındaki düşünceleri Ziba’yı incitir. Onun bir an önce kocaya varması gerektiğini söyler. Kalkan Batur ne yapsa nereye gitse peşine takılır. Vatanını toprağını seven bir Türkmen genci olmasına rağmen kendi ölümünün hazırlayıcısı yine kendi olmuştur.

Suna, İşretin annesi. Gözü gibi baktığı oğluna bir kötülük edilmesinden korktuğu için sürekli endişe içindedir. Sürekli yakınır, yüzü oğlu gelene dek gülmez.

Kalkan Batur, aşiretin en coşkulu ismidir. Türkmen adını lekeleyen her şeye karşı bir duruş çizer. Aşırı duyarlılığı kendine ve obasındaki insanlara zarar verene dek yaptığını anlayıp pişmanlık duymaz. İşret kendisiyle konuştuktan sonra da obayı terk eder.

Ulu Serdar, Türkmen aşiretlerinin birçoğuna sözü geçen önderdir. O hanlar gibi sözümün dışına çıkılmasın anlayışında değil, aksine bir konuda herkesin fikrini alma derdindedir. Olan olaylar karşısındaki pasif tavrı kimsenin hoşuna gitmez. Ilımlı bir politika izlediğini romanda görmekteyiz.

Nadir han, İran şahlığının hükümdarı Türkmen asıllı acımasız bir karakterdir. Türkmenleri boyunduruğu altına almak tek düşüncesidir. Türkmenlerin acı çekmesini, obalarından olmalarına memnuniyetle bakar.
Mihri, Ziba’nın annesi öldükten sonra Ayhan Ağa’nın eve getirdiği hanımıdır. Akmurat ve Ziba bunu ilk başlarda kabullenemezler. Ancak tanıdıkça daha ılımlı bir tavır takınırlar. Roman’ın belki de en uysal kişisidir. Ziba’ya çok acır. Onun başına bir şey gelse kendinden bilir, üzülür. Onu öz kızı kadar çok sever.

Hurşit, İşret’in ilk köleliğe gittiği yerde karşılaştığı eski Türkmen kölesidir. Onunla bir çok şey paylaşır Hurşit. Ne kadar öfkeli olsa da bazı duygularına yenik düşer, yumuşar. Kırılgan ve alınganlığı, duygusal bir yapısının oluşu romanda yer almaktadır.

İsfendiyar Bey, kötü niyetli bir Acem hanıdır. Türkmenlere karşı olan kini bitmek tükenmez bir adam. İşrete defalarca eziyet ettirir. Bundan zevk alır.

İşret’in kız kardeşi olan Tılla, aynı zamanda Ziba’nın yakın arkadaşıdır. Yakın arkadaşı olmasına rağmen Ziba İşrete karşı olan duygularını onunla paylaşmaz, paylaşamaz. Ziba’ya göre daha rahat söz söyleyebilen bir kızdır.

Ataniyaz, İşretlerin bağlı bulunduğu aşirette söz sahibi olan kimsedir. Ulu Serdar’ın düşüncelerine katılmasa da tek bir söz bile söyleme cesareti yoktur. Hanımı Orazsultan’ın sözlerine çok itibar eder, birçok şeyi üstü kapalı hanımına danışır.

Nöbet, Ziba ve Akmurat’ın dayısıdır. Elinde sazıyla toplantı günlerinin aranan ismidir. Bahşı olarak da kitapta yer alır. Köroğlu’nu anlatırken adeta kendinden geçer. Onun adını sık sık zikreder.
















Anlatıcı - Bakış Açısı
Tanrısal bakış açısıyla yazılmıştır. Anlatıcı olayın her yerindedir, olup biten her şeyden de haberdardır. Okuyucuyu bilgilendirmek tarih anlatımı oldukça fazladır. Kişiler kendi ağızlarından kendilerini anlatmazlar. Olaylar tarihi perspektif içinde ele alınmış ve aktarılmıştır. Romanda insanın özünü bulamayışının eleştirisi sezdiriliyor (Nadir han). Kişiler tarihi ve kendi halk kahramanlarını sık sık dile getirerek bundan övünmüştür.(Köroğlu)

“Nöbet, on iki yaşında dağlara, arzu duyduğu mekana, Çardaklı Çamlıbel’e gitti, ama onu Kıratlı Köroğlu götürmedi; babasının kısrağının sırtına binip de gitti”[8]


İç monolog oldukça fazladır. Kişilerin konuşmaları kadar yer tutmaktadır.
“İşret bu sözleri duymasına rağmen onların manasını anlamıyordu.’bizi kurt zannediyorlar’…”[9]




Vak’a Örgüsü
Vak’a Ziba’nın gördüğü düşle başlıyor. Kişiler ve tarih hakkında bilgi vermek için sık sık geriye dönüş tekniğini görüyoruz. Ama olaya hamleyi veren ilk unsur Ziba’nın düşü olduğundan, başlangıç noktası olarak bunu kabul edebiliriz.

Romanda olumsuzluklar art arda gelir. Okuyucu o dramı sezinler. Verilmek istenen düşünce tam anlamıyla verilmiştir diyebiliriz. Türkmen’in Türkmen’e, kardeşin kardeşe düşman olmasının verdiği dayanılmaz bir iç burukluğu vardır. Kendilerine yer edinmeye çalışan Türkmenlerin bu uğurda çektiği sıkıntılar tek bir olayın etrafında toplanıyor. İşret’in yaşadıkları tüm Türkmenlerin çektikleridir aslında.




Mekan

“Kara Yıldırım” da hakim mekan Orta Asya topraklarının bugünkü Türkmenistan sınırları civarıdır. Köleliği anlatabilmek için kapalı mekanlar sık sık kullanılmıştır. İşret’in kapalı kaldığı yerler bunlara verilebilecek örneklerdir.

Türkmenistan coğrafyası tasvirlerine romanın hemen hemen her yerinde rastlıyoruz. Özellikle dağ, bozkır ifadeleri çok sık kullanılmıştır. Türkmenlerin göçebe hayat sürdüklerini mekanlarından da anlayabiliyoruz. Yerleşik bir yerlerinin olmayışı sürekli savaşlardan kaçmaları ama yine de çok uzaklaşmayıp aynı coğrafyada kaldıklarını görüyoruz.

“Ziba ev eşyalarını yüklenmiş bir devenin üzerinde Nurmurat’ın iki çocuğuyla birlikte oturuyordu. Kargaşalık kendisiyle hiç ilgisizmiş gibi pervasızdı. ”[10]


İşte bütün bunlar bize Türkmen yaşayış tarzını gösterir nitelikte. Aslında bizim geçmişimize bakıldığında da çok farklı bir tarz görmüyoruz. Sürekli at sırtında, göçebe, çadırlarda yaşayan toplulukları zaten tarihimizden biliyoruz. Bu romanda verilmek istenen yaşayış tarzı tam anlamıyla verilmiştir.

Romanda sıkça geçen yer adlarından ve Türkmenlerin yaşadığı coğrafyadan da bahsetmek yerinde olacaktır. 18. yüzyılda Türkmenler Atrek nehri ile Karakum çölü arasındaki alana göçebe olarak hayat sürmüşlerdir. İran’ın kuzeyi ve Hazar Denizinin doğusundaki bölgede Balkan Dağları, Kopetdağ, Amuderya, Merv, Şahrut, Meşhed, Tecen, Murgap gibi yer adları Türkmenlerin coğrafyasındaki bazı noktalardır. Ancak oba hayatının Türkmen hayatındaki yeri dikkate alınacak olursa bilhassa şehir adlarının Hive hanlığı ve İran şahlığıyla ilgili olduğu ortaya çıkmaktadır.

Zaman
En başta da söylediğimiz gibi romanın kaleme alınışıyla vak’a nın geçtiği zaman arasında yüzyıl vardır. Romanın içerisinde ise çok uzun bir zaman dilimi yoktur. Zaman kavramları üç gün sonra, birkaç gün sonra, sabah olunca, akşam karanlık basınca gibi sözcüklerle verilmiştir.







Sonuç
Türk dünyasına açılan kapılar, pek de tanımadığımızı fark ettiğimiz bir coğrafyayı gözlerimizin önüne serdi.Bu coğrafya; kültürü, sanatı, siyasi ve sosyal yapısıyla karşımızda yeni ufuklar açmış bulunmaktadır. Ancak öncelikle aramıza yüzyıllardır girmiş bulunan ve bizi uzakmış gibi gösteren engellerin aşılması gerekmektedir.

Bu eseri incelemekten büyük keyif aldığımı söyleyebilirim. Bana hiç de yabancı gelmeyen bir medeniyetin misafiri olmaktan mutluluk duydum. Umarı hazırlamış olduğum ödev amacına ulaşır.

[
 
Üst