crazyquake
.::®crazy™::.
- Katılım
- 14 Şub 2006
- Mesajlar
- 2,985
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
1. Devlet ve siyaset adamlığı ile ülke çıkarları üzerine olanlar
O memleket batar
Bundan kaç yıl önceydi bilmiyorum, bir aksam Mustafa kemal pasa ile beraber gül cemal vapurunda verilen bir baloda bulunuyorduk. Ekselans’ın bana karşı büyük bir ilgisi vardı.
Bir aralık dalmış, yere bakıyordum, birdenbire:
- madam, dedi; aşka tutulmuş bir kadın gibi ne düşünüyorsunuz öyle derin derin?
Ben o zaman,nereden hatırıma esti bilmiyorum, anlaşılan dilimin ucuna gelmiş olacak ki, düşünmeden hemen cevabini verdim:
- paşam, dedim; başbakanınızın dudaklarından eksik olmayan su neşeli, sempatik gülüşlerine hayranım. O kadar güzel erkek gülüşü ile gülüyor ki...
- başbakanımın gülüşlerine hayran olmuşsunuz, benim de belki dansımdan hoşlanırsınız. Madam, müsaade ederseniz bu valsı beraber yapalım.
Kalktık ve dönmeye başladık. Ben o zaman gençtim, belki, birazda şımartılmış bir kadındım. Nereden içime o heves doğdu bilmiyorum, başladım dansta paşa’yı ben idare etmeye... Bir kez baktı, ses çıkarmadı. Bir daha baktı, yine ses çıkarmadı. Nihayet üçüncüsünde birdenbire durdu. Hiddetli değil, fakat gözlerini ciddiyetle bana çevirdi:
- madam, dedi bir erkekle bir kadın yan yana durdukları zaman, yönetmeyi erkeğe bırakmak en doğru davranıştır.
Çocukluk iste. Ben büyük bir cesaretle söyle bir karşılık verdim:
- müsaade edin de paşam, ne olur, bir kez de ben sizi idare edeyim, dedim.
Kızmadı, aksine gülmeğe başladı:
- bir memleket idare edeni, bir kadın idare etmeğe kalkarsa o memleket batar, gelin biz yerimize oturalım sizinle.
Beni elimden tutup getirdi ve yanındaki koltuğa oturttu.
Madam hanses.
Bunlara kendimizi tanıtacağız
Ankara’ya son gidişimde bir aksam gazi, beni Ankara palas’a götürmüştü. Sofrada bir kaç kişi daha vardı. Yedik, içtik, eğlendik, gece yarısına doğru Fransız büyükelçisi pavyona geldi. Pasa bu elçiden hoşlanıyordu. Sofraya çağırdı, bir kaç kadeh de onunla birlikte içildi. Büyük şehirlerden, Paris’ten söz açılmıştı. Bu arada büyükelçi, gazi’ye:
- ekselans, Paris’i bir daha görmek istemez misiniz? Dedi. Mustafa kemal pasa:
- “nasıl görmek istemem? Gençlik hatıralarımı tazelerim,” diye cevap verdi. Bu karşılığa çok sevinen büyükelçi:
- “böyle bir seyahat Fransa’yı çok sevindirir. Ben de refakatinizde bulunmaktan şeref duyarım. En büyük Fransız zırhlısı bizi İzmir’den alır. Akdeniz donanması emrimize verilir. Marsilya’ya çıktığınızda Fransız ordusu kumandanız altına girer. Hükümdarlara yapılmayan bir törenle karşılanırsınız.”
Bu sözleri dikkatle dinleyen gazi:
- “bu daveti siz kendiliğinizden mi yapıyorsunuz, yoksa hükümetiniz adına mi konuşuyorsunuz?” Diye sordu. Bu soru karsısında büyükelçi hemen kendisini topladı:
-”muvaffakiyetinizi hükümetime bildirirsem, hükümetim de bunu büyük bir şeref sayar,” dedi.
Gazi’nin yüzü değişti. Çok kesin bir dille:
-”ekselans, Paris’i çok görmek istiyorum, ama büyük törenle karşılanacağım Paris’i değil. Ben Paris’e, dünyanın bu güzel şehrine, operalarını, tiyatrolarını, revülerini, zarif kadınlarını bir daha görmek için gitmek isterim. Dedim ya gençlik hatıralarımı tazelemek için... Böyle olunca da belli olmadan gitmek isterim. Yoksa törenlerle karşılanmak için değil.”
Büyükelçi gaf yaptığını anlamıştı, biraz sonra bir is uydurarak sofradan kalktı. Gazi’nin de neşesi kaçmıştı.
- “kalkalım çocuklar, sofraya Çankaya’da devam ederiz,” dedi. Sofradakilerin çoğunu pavyonda bıraktı yalnız iki-üç yakın arkadaşını yanına aldı. Yolda kendisine :
- “elçi çok fena bozuldu ama, söylediğine de söyleyeceğine de pişman ettiniz” dedim. Artık kızgınlığı geçmişti:
- “bana bak kemal, sen de basıma kırk yıllık diplomat kesilme. Adamın zihniyetini anlamadın mi? Bu Avrupalılar bizi bir türlü kavrayamıyorlar. Adam beni bir sark emiri sanıyor. Hangi donanmayı kimin emrine, hangi orduyu kimin kumandası altına veriyor? Bunlara kendimizi tanıtacağız, kim olduğumuzu öğrenecekler. Yoksa ben kaba bir adam değilim çocuğum” dedi.
Atatürk, çok ince bir adamdı.
Kemaalettin sami pasa’dan
Cevat dursunoglu
On yıl sonra
Samsun’dan havza’ya gidiyorduk. Altımızda, birinci dünya harbi’nden kalan benz marka bir otomobil vardı. Şoför de Türk değildi. Yola çıktık, biraz sonra motorda bozukluk oldu ve araba durdu. Otuz altı yasında zaferler kazanan kumandan Mustafa kemal paşa’nın ne demek olgunu arkadaşları bilirler. Kızdı ve asabileşti. Şoförü azarladı ve kendisi makineyi harekete geçirmeğe uğraştı. Tabi muvaffak olamadı.
Ben, doktor refik saydam ve kazım dirik bir kösede duruyorduk. Doğrusu, içimizden neden ise karıştığına hem üzülüyor, hem sinirleniyorduk. İçimizden geçeni anlamış gibi bize baktı ve dedi ki:
- on sene sonra sizinle, kendi yaptığımız yollarda, Türk Şoförleri bizi istediğimiz yerlere götürecekler!
Biz sustuk. İçimizden geçenlerin ne olduğunu bilmem anlatmak lazım mi? Aradan tam on yıl geçti. Ben birinci umumi müfettiş idim. Diyarbakır’a gelmişti. Bir yolda giderken gene otomobil bozuldu. Kafile durdu. Beni yanına çağırdı ve Türk şoförle islemeye başlayan makineyi işaret etti:
- vaadimi yerine getirdim!
Dr. İbrahim tali öngören
Bu milletvekilliği ayrıcalığını hiç beğenmedim
Atatürk bir sabah Florya’dan dolma bahçe sarayına dönüyor. Yeşilköy istasyonunun önünden geçerken birdenbire otomobili durduruyor ve başyaver’e:
- sorunuz, tren var mi? Diye emir veriyor.
O sırada tren hemen hareket etmek üzeredir, hep birlikte otomobilden inip yanındakilerle trene biniyor. Karar ani verildiği ve tatbik edildiği için bu trene biniş hemen kimsenin nazari dikkatini çekmiyor. Bir müddet sonra, her şeyden habersiz olan kondüktör ata’nın bulunduğu kompartımana geliyor. Kafileyi görünce çekilmek istiyor. Ata hemen sesleniyor;
- vazifeni yap! (yanındakileri göstererek) bu efendilere niçin bilet sormuyorsun?
Yanındakiler cevap verirler.
- paşam biz mebusuz. Tren bileti almayız. Parasız seyahat ederiz.
Ata hayretle:
- bu imtiyazı hiç beğenmedim, der. Çok ayıp ve acayip bir kaide. Çok güzel halkçılık!
Ali kılıç
Devlet imkanlarını amacına uygun kullanma :
Sivas kongresi sonrası, heyeti temsil iye’nin Ankara’ya gelmesi kararlaştırıldıktan sonra Mustafa kemal ve Hüseyin Rauf beraberlerindekilerle Ankara’ya geldiklerinde keçi ören yolu üzerindeki ziraat mektebi’ne misafir edilmişlerdi. Daha sonra Mustafa kemal Ankara istasyonundaki gar müdürlüğü binasına yerleşti. Burası hem evi, hem çalışma yeriydi.
O tarihlerde Ankara vilayetinin şehir merkezi kale ve onun hemen çevresi idi. Keçi ören, etlik, dikmen, ayrancı’da bağ evleri vardı. Bunlar arasında çan kayada papazin bağı olarak adlandırılan iki katli ev Mustafa kemal’e armağan edildi ve o da evi ordu’ya devrederek evin adi ordu köşkü oldu. İki katli binaya 1924’de ilaveler yapıldı fakat bina ısıtılamıyor idi. Zafer, inkılaplar, cumhuriyet, dünyanın üzerimizde toplanan gözleri, Mustafa kemal’in müstesna şahsiyeti, mütevazı de olsa yeni bir devlet başkanlığı konutunu zorunlu kılıyordu.
Mustafa kemal yeri kendi seçti, kayalar düzenlendi, diş cephe pembe rengin hakimiyetinde, içerde yeşilin her tonu ile ve planın esasi Mustafa kemal’in olan yapı 1932’de tamamlandı ve ayni yılın haziran ayında da taşınıldı.
Pembe köşkün döşenmesi için bütçede pek mütevazı para vardı. Gazi, gerekli olanı şahsi imkanları ile karşılama kararı aldı ve kendisine tavsiye edilen o günlerde Beyoğlu istiklal caddesinde bir Türk’ün açtığı dekorasyon mağazası sahibi sefahattin refik beyi Ankara’ya davet etti. Binayı gezdirdi, arzularını açıkladı ve kendisinden teklif istedi.
Kısa süre sonra kendisine sunulan tasarıyı inceledi, muhatabı konuyu gerçekten biliyordu ve anladı ki, kendisini tanıyanlarca da uyarılmıştı. Buna rağmen teklifleri hazırlayanları kırmadan ülkenin mütevazı imkanlarını izah edebilmiş olmanın rahatlığı içinde feragatler istedi. O sırada ata’nın yanında olan Ankara belediye başkanı asaf ilbay bey ata’nın su açıklamasını kaydeder.
“biliyorsunuz burası cumhurbaşkanlığı köşkü... Mülkiyeti devletin... Benden sonra buraya meclisin veya belki milletin doğrudan seçeceği zatlar gelecek. Bu eşyaların parasını benim şahsen verdiğimi sizler biliyorsunuz ama, yarin bunu bilmeyenler içinde yanlış hükümler veren olmaz mi? Memlekete en zaruri hizmetlerin yapılamadığı bütçe darlığı içinde israf yapıldığını düşünenler bulunmaz mi? Bir endişem de karar meşkinde olanların şahsi arzularını devlete yükleme mevzuunda beni emsal göstermelidir. Bunu hiç istemem.”
Sonra sefahattin refik bey’e döner:
“şahsi imkanların olsa bile, böyle mekânlara asgari masraflarla rahat ve zevkli tefrişi tercih etme tercihindeyim. Beni anlıyorsunuz zannederim.” Der.
Cemal kutay, Atatürk olmasaydı
Şef asker mi sivil mi olmalı?
Çankaya aksamlarından biri. Bazen Atatürk soruyor, bazen de Atatürk’ e soruyorlar. O’ na diyorlar ki:
- şef asker mi, sivil mi olmalı? Cevap veriyor:
-şef, şef olmalı. İster sivil, ister asker.
Bu cevabi ile “şef” ligin rütbede ve elbisede değil, ruhta ve kafa yapısında olduğu hakikatini veciz surette belirtmiş oluyor.
Nükte ve fıkralarla Atatürk
Niyazi Ahmet banoglu
Bayrağa saygı
Atatürk bu engin insanlık duygusu ile milletlerin istiklali prensibine olan gönülden saygı ve bağlılığını İzmir’e girdiği sırada da göstermişti... O’na İzmir’de Karşıyaka’da bir ev hazırlanmıştı ki, bu evde işgal esnasında yunan kralı konstantin’de kalmıştı... Evin sahibinin oğlu ile hazırlıkta çalışanların bazı yakın akrabası Yunanistan’da esir bulunuyorlardı; işgal esnasında, bütün Türkler gibi çok izdi rap çekmişlerdi; içlerinden yaralıydılar ve yunanlılardan öç almak ateşiyle yanıp tutuşuyorlardı. Bu duyguların etkisi altında evin diş merdiveninin üzerine, muzaffer başkomutan’ının basıp gedmesi için, ipek bir düşman bayrağı sermişlerdi...
Atatürk yere serili bayrağın önünde durmuştu; etrafında bulunan kadın-erkek İzmirliler, kendisini içeriye girmeye davet ediyor, gözleri yaslarla dolu:
“buyurunuz, geçiniz, bizim öcümüzü yerine getiriniz. Yabancı kral bu evden içeri, bizim bayrağımıza basarak girmişti; siz lütfedin, bu karşılıkla o lekeyi silin. Burası bizim şehrimizdir, bu ev sizin evinizdir, bu hak sizindir” diye yalvarıyorlardı.
Hiçbir durumda benliğini ve sağduyusunu kaybetmeyen civanmert insan; kendilerine en tatlı bakış ve sesi ile:
“o, geçmişte hata etmiş; bir milletin istikbalinin timsali olan bayrak çiğnenmez, ben onun hatasını tekrar edemem,” cevabini vermişti ve ancak bayrağı yerden kaldırttıktan sonra beyaz mermerlere basarak içeri girmişti...
Soyak, hasan riza; Atatürk’ten hatıralar, s. 136
Cumhuriyet
Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa’ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kitlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kağıtla Atatürk’e yaklaştığı görüldü. İhtiyar, zayıf bir kadındı. Ata’nın yolunu keserek titrek bir sesle:
- beni tanıdın mi oğul? Dedi. Ben sizin Selanik’te komşunuzdum. Bir oğlum var; devlet demiryollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oğlumu yine ise almamış..ne olur bir kere de siz söyleseniz.
Atatürk’ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı... Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle :
- oğlunu almadılar mi? Dedi. Ben tavsiye ettiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İste cumhuriyet böyle anlaşılacak...
Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta vecd (çoşku) dolu bir sesle:
- iste cumhuriyetten beklediğimiz netice... Diyordu.
Koyman, hulusi; Atatürk’ü anmak kitabından, s. 260
Bayrağa saygı
30 ağustos sabahı, Mustafa kemal muharebe sahasında dolaşıyordu. Etraf binlerce düşman cesetleri ve birbiri üzerine yığılmış yüzlerce topçu hayvani, terk edilmis silah, top ve cephane dolu idi...
Atatürk söyle söylendi:
- “bu manzara insanlığı utandırabilir ! Fakat meşru müdafaamız için buna mecbur olduk. Türkler, başka milletlerin vatanında böyle bir harekete teşebbüs etmezler."
Ganimetlerin arasında yırtılmış ve terk edilmis bir de yunan bayrağı gören başkumandan eli ile kaldırılmasını işaret ederek;
- “bir milletin istiklal alametidir, düşman da olsa hürmet etmek lazımdır, kaldırıp topun üzerine koyunuz."
Sait arif terzioglu
İnsancıl Atatürk
Vatan islerinde korkmak olmaz
Sivas'ta vatan bütünlüğü ve bütün millet adına bir kongre toplamaya karsı olanlar çoktu.
İşgal kuvvetleri ile İstanbul hükümeti de kongreyi toplatmamak için el birliği etmişlerdi. Binbaşı rütbesinde bir Fransız jandarma subayı, yanına bir tercüman alarak Sivas valisine geldi.
"eğer burada kongre toplanırsa Fransızlar Sivas’ı işgal edecekler" dedi.
Vali, Mustafa kemal'e ikinci bir kongreden vazgeçilmesini yahut Erzincan’da toplanmasını söyledi. Kuva-i milliyeci bir genç sonradan Sivas milletvekili kasım da valiyi desteklemekteydiler. Mustafa kemal, İngilizlerin samsun'u topa tutmak, on güne kadar yeni işgaller yapmak şantajı ile kendi çalışmalarına engel olmak istediklerini hatırlatarak bu blöflere kulak asmamaları cevabini verdi.
Hiç bir vaka olmadan 2 eylül aksamı Sivas’a varılmıştır. Şehirde ne kadar fayton ve yaylı araba varsa hepsini karşılayıcılar tutmuşlardı. Yalnız hürriyet ve itilaf partisinden kimse yoktu. Kalabalık arasında Fransız subayın tehdidi üzerine telaşlanan genç rasim’i gören Mustafa kemal:
- "gençler için vatan islerinde ölmek olabilir, korkmak asla !
Kurtuluş savası’nda Sakarya zaferi nasıl bir kader dönümü olmuşsa, Anadolu’da yeni devletin kurulusunda Sivas kongresi’nin o kadar büyük önemi vardır.
F. Rifki atay, Çankaya
Atatürk'ün yargıç kararına saygısı
Ölümünden iki yıl önce Atatürk 'ün canına kıymak için kurulan bir düzen meydana çıkarılmıştı. Hem bu düzeni kurmakla suçlanan kimse "milli mücadele"den beri ata’nın yolunda çalışmış, sevgi ve güvenini kazanmış, birçok iyiliklerini de görmüş biri idi.
Haber yurtta şaşkınlık ve tiksinme yaratmıştı. Herkes bunu konuşuyor, "nasıl olur, nasıl olur!" diyor, bir türlü herhangi bir nedene bağlayamıyordu.
Sanık tutuldu, adalete teslim edildi. Fakat Atatürk, olaydan haberi yokmuş gibi, bu konuda ne düşündüğünü açıklamak için ağzını açmadı, adalet son sözünü söyleyinceye dek sustu. Atatürk'ün bu suskunluğu çeşitli yorumlara uğramıştı, kimi "bu üzüntülü olayı anmak istemiyor", dedi; kimi de "bunun doğru olduğuna inanmıyor" diye düşündü.
Sanığa yükletilen suç yargı yerinde ispat edilemediği için adam aklandı.
İste, yargıç kararını bu yolda verdikten sonradır ki Atatürk bu konuda ağzını ilk ve son kez olarak açtı ve yalnız sunu dedi :
- suça yeltenilmistir, ancak yargıç buna kanacak ölçüde kanıt bulmuş değildir.
Mehmet ali agakay,
Atatürk'ten 20 ani
Samsun gezisi
Serbest fırka’nın kurulusu ve kaldırılışı :
Gazi, 1930 yılının kasım’ında kayseri yönünde trenle yurt gezisine çıkmıştı. Yol arkadaşlarına ilk sorduğu soru;
"serbest fırka’yı kapatmakla iyi mi ettik?" idi. Tabii herkes "iyi oldu" diyordu. Ama bu soru bütün gezi boyunca sürecekti. Sonunda 22 kasım 1930'da gazi samsun'a varmıştı. Samsun'da olağanüstü önlemler alınmıştır. Halk asker kordonlarının arkasına sinmiştir. Aksam ziyafet verilir. Ama masada kenti temsil eden hiç kimse yoktur. (bosnakzade ahmet bey).
"belediye başkanı nerede? Nasıl olur? Kentlerine konuk geldik" diye sorar belediye başkanı serbest fırka’lı olduğu için vali tarafından davet edilmemiştir. Hemen belediye başkanı’nı bulup masaya getirirler. Söz serbest fırka’dan açılır. Gazi serbest fırka’nın kendinden beklenen isleri göremeyeceği, memlekette gericiliğin ve inkılap dişi akımların bundan yararlanacağı düşüncesi ile serbest fırka’nın kapatıldığını anlatır ve sonunda belediye başkanı’na dönerek der ki;
"simdi başkan bey, siz de artık kaldırılmış olan bir partinin belediye başkanı olarak görevinizi sürdürmek istemezsiniz, değil mi? İstifa ediniz" ama belediye başkanı’nın yanıtı başkadır.
"paşam, ben serbest fırka’yı temsil etmiyorum. Bu seçim halkın bana karsı bir güveni seklinde ortaya çıkmıştır. Eğer bu görevden istifa edersem, halkın gösterdiği yakınlığa ve güvenine karsı gelmiş olurum."
Gazi sakin bir sesle :
"düşündüğünüz doğru. Dilediğiniz gibi olsun." yanıtını verir.
12 eylül 1929 tarihinde Ankara’da Paris büyükelçisi fethi okyar’a cumhurbaşkanlığı genel sekreteri tevfik biyiklioglun’dan bir telgraf gider:
“reisicumhur hazretleri Fransız hukuk fakültelerinde okutulan derslere ait kitaplarla en mufassal ve yüksek bir umumi tarihi zat-i alilerinden rica etmektedir.”
Fethi bey, üç gün içinde kitapları gönderir, arkadan yeni siparişler gelir, Ernest lavisse ve alfret rambaud’un 12 ciltlik “histoire generale des peoples et des civilisations” kitabi istenir, fethi okyar bunlari da gönderir.
18 kasım 1929’da büyükelçi’ye, Çankaya’dan bir mektup gelir:
“dün Ernest lavisse’in on iki ciltlik tarih-i umumisi geldi. Yalnız tarih-i kadim’e ait kısmi yok, yani milattan sonra başlıyor. Bunu ikmal edecek kişinin de lütuf buyurulmasını reisicumhur hazretleri rica ediyorlar.(...) Yalnız bunların bedeli bir hayli tutsa gerektir. Tasfiye edilmek üzere bedelinin is’arini istirham ederim. Pasa hazretleri, sonra bir daha kitap istemeye yüzümüz olmaz, diyorlar. Reisicumhur hazretleri muhabbetle gözlerinden öpüyorlar efendim.”
Fethi bey, Atatürk’ün çok yakın arkadaşıdır, kitapların bedelini seve seve ödeyebilir, ama Atatürk bunu istemez, fatura gelir, kitapların bedeli Paris’e gönderilir.
1930’da fethi okyar, merkeze döner, Paris büyükelçiliği’ne Münir ertegün atanır, Atatürk’ün kitap siparişleri devam eder, genel sekreter, rene grousset’nin iki ciltlik “historie de i’ektreme orient” adli kitabini ister.
Kitap hemen gönderilir.....
Devamını bilal simsir söyle anlatır:
“münir bey, hemen kitabi postalar. Kitabin 571 frank, 80 santim tutarındaki faturasını da dışişleri bakanlığı’na yollar. Büyük bir hukukçu olan münir bey, büyükelçilik ve bakanlık bütçesinden cumhurbaşkanı için harcama yapılamayacağını herhalde bilir. Ama, belki, gazi için bir kerecik çiğnesek ne çıkar, diye düşünmüştür. Bu yüzden dışişleri bakanlığı ve Sayıştay kendisinden hesap soracak değildi ya. Gazi denince akan sular dururdu.”
Ama büyükelçi yanılmaktadır, Çankaya’nın böyle şeylere tahammülü yoktur.
Hatta büyükelçi, dışişleri’nin kitap, broşür tahsisatı vardır, fatura bakanlığa gönderilmiş, bedeli o tahsisattan ödenmiştir, dese bile...
Çankaya faturaları dışişleri bakanlığı’ndan alır, 571 frank, 80 santim is bankası aracılığıyla Paris’e gönderilir.
Atatürk Sovyet elçisine:
“asla Bolşevik olmayacağız” dedi.
Ankara’nın şubat ayına tesadüf eden oldukça soğuk ve karlı bir gecesi idi. Ankara kulübünde bir balo tertip edilmiştir. O zamanın bütün mümtaz simaları orada idiler. Saat henüz 12‘ye gelmemişti. Herkesin kalbinde ani bir heyecan uyandıran mesut bir haber baloya yayıldı:
- gazi pasa baloya geliyorlar !.
Rus sefarethanesinde imişler, oradan baloya geliyorlar. O zamanki Rus sefiri de baloya gelmişti.
Bir aralık sefir, salonunun ortasına doğru ilerlemekte olan gaziye yaklaşarak Fransızca:
Ekselans dedi, sizi çok seviyorum, hürmetim sonsuzdur; çünkü müşterek bir gaye uğrunda varlığını kurtarmağa çalışan milletleriz. Türkiye’nin en büyük halaskarı ve banisi olan sizi müsaade ederseniz bir kere öpmek şerefini kazanabilir miyim?...
Atatürk evvela gülerek elini uzattı, sonra o da elçiyi öptü. Büyük ve kıymetli atamız bu çeşit eğlence yerlerinde dahi memleketin menfaat ve siyasetini göz önünden bir an uzak tutmazdı. Onun için bütün yabancı gazete muhabirlerinin huzurunda su cümlelerle sefirin sözlerini cevaplandırdı:
- ekselans, gösterdiğiniz sevgi hareketinden ve sözlerinizden çok mütehassis oldum. Teşekkür ederim. Bu iki millet ilelebet dost kalmalıdır. Yalnız suna dikkat ediniz, her zaman dost olmak arzumuza rağmen asla Bolşevik olmayacağız !
Atatürk’ün nükteleri, hilmi yücebas
Atatürk’ün eşitlik anlayışı
Atatürk bir gün dolma bahçe’den gizlice çıkar topkapı sarayı müzesine gelir. Müzeyi gezmek ister. Kendisini kapıcıya tanıtır, fakat kapıcı henüz saat 9 olmadı, memurlar da gelmedi Atatürk değil, kim olursan ol, bekleyeceksin der.
Hiç şüphe yok ki , kapıcı Atatürk 'ü tanımamış ve birden fazla bu sözlere muhatap bulunduğu için gelenin Atatürk olabileceğine inanmamıştır. Fakat bu anekdotta mühim olan nokta Atatürk 'ün kapıcının sert cevabi karsısında ısrar etmeyerek ,bir kenara çekilip, saatin 9 olmasını ve memurların gelmesini beklemesidir.
Yazılmayan yönleriyle Atatürk, s. Arif terzioglu sayfa 4
Satı kadın
Ankara'da yakıcı bir yaz günü idi Atatürk beraberinde arkadaşları ve yaverleri olduğu halde Kızılcahamam’a giderken kazan köyü yakınlarında durmuş ve otomobilinden inmişti. Köyün kadını, genci, yaslısı, ihtiyari köylerin içinden geçen, şosede duran bu yabancı konukları görünce hep koşuştular. Kimi su seğirtti, kimi ayran , bunlardan biri, güğümünden aktardığı soğuk ayranı ata'ya uzattı:
- bir soğuk ayran içermişiniz,dedi.
Bu çorak iklimin kavurduğu yüzünde bronzlaşmış Türk kadının en bariz ifadelerini taşıyan, bir Türk anası idi. Böğrüne sıkıştırdığı kundağı biraz daha bastırdıktan sonra, sağ elindeki ayran bardağını uzattı, bekledi. Ata’sı, ayranı kana kana içmiş ve biran durakladıktan sonra ona :
- senin kocan kim ? Diye sormuştu
Köylü kadını,yüzü tunçlaşmış, elleri nasırlı bir Türk anası Ankara’nın kendine has şivesi ile kocasının Sakarya harbinde boğazından yaralanmış bir cengaver olduğunu söyledi. Ata bir soru daha sordu :
- ne zaman doğdun?
- 1919'da Atatürk samsun'a çıktığı zaman doğdum.
Ata, bir an düşündü. Yıl 1934 idi. Kadının bu ifadesine göre 15 yasında olması lazım gelirdi. Halbuki karsısındaki kadın 25 yaslarında görünüyordu tekrar sordu :
- nasıl olur
- evet , nasıl olurdu .bu satı kadın hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedan haliyle ve memleketin işgal altında geçirdiği acı yılları ima ederek:
- evet paşam,ondan evvel yasamıyordum ki !
Bu espri ata’yı bir hayli düşündürdü. Ayrılırken yaverine kadının ismini ve adresini not ettirdi.daha sonra biz satı kadını büyük millet meclisine giren ilk kadın milletvekili olarak görmekteyiz.
Yazılmayan yönleriyle Atatürk, s.arif terzioglu sayfa 22-23
Diş politika
1938 yazında bir sabah, dolma bahçe sarayına gitmiştim.Atatürk, iki aydan beri savarına yatında bulunuyordu.bir gün önce, beni görmek istediğini bildirmiş, fakat bir saat belirtmemişti.bunun için, erkenden dolma bahçe’ye giderek emirlerini orada beklemeyi doğru bulmuştum.saat ona doğru, nöbetçi yaver bey oturduğum salona gelerek :
- efendim, dedi.savarona’dan sizin için gönderilen motor simdi rıhtıma yanaştı.
Servisimi aldım, acele salonları geçip taslığa çıktım.geniş mermer merdivenleri inerken, arkamdan koşarak gelen, ayni nöbetçi yaver beyin sesini duydum :
- efendim, bir krallık yatı gelmiş.
- hangi kralın yatı? Ne zaman gelmiş? Nerede?
- Romanya kral carol’un yatı.simdi.. İste savarona’nin az ötesinde demirliyor.
- acaba kralda gelmiş mi?
- boğaz komutanlığı gönderinde krallık bandırası olduğunu haber veriyor.
Bir an düşündüm, sonra :
- öyleyse dedim.motoru kullananlara söyleyiniz, beni önce Romen yatına götürsünler.
Bir devlet başkanının gelmesi, elbette her zaman en ön planda önemli olan bir siyasi olaydır.
Romen yatına gitmeden savarona’ya gitmiş olsam, Atatürk’ün ilk isi, tabii benden bu gezi hakkında fikir almak olacaktı.halbuki carol’un-eğer gelmişse- niçin geldiğini bilmiyorum.ne Bükreş’te elçimiz, ne memleketimizdeki Romen temsilcileri bize bir haber salmış değillerdir.
Üç dakika sonra motor, Romen yatına yaklaşırken, kralın küpeşteye yaslanmış, bana gülümsemekte olduğunu gördüm.
Yanında, kızıl saçları rüzgarla dağılan, kadın arkadaşı, dillere destan olan sevgilisi madam lupesku duruyordu.
Hemen güverteye çıkıp kendini selamladım ve Türkiye adına “hoş geldiniz” dedim.
Carl, ince ve bir centilmen olarak tanınırdı.fakat beni hayal kırıklığına uğrattı.madam lupesku’ya saygılarımı bildirmek olanağını bana vermesi gerekmez miydi? Halbuki madam, sanki yanımızda değilmiş gibi davrandı ve koluma geçenek beni yatın salonuna götürdü.sabah sabah, koca bir kadeh Romen şarabi içmeğe zorladı ve sonunda :
- cumhurbaşkanı hazretleri ile konuşmak istiyorum.ekselans, dedi. Ne kadar mümkün olursa o kadar çabuk.
- isteğinizi hemen cumhurbaşkanı hazretlerine bildirmek, bana şeref veren görev olacaktır.majeste, dedim.cumhurbaşkanı hazretlerinin rahatsız bulunduklarını biliyorsunuz. Bununla beraber kendilerine hemen arz edeceğim.
Ve sordum :
- su anda İstanbul’da bulunan Romanya elçisice size eslik edecekler midir?
- hayır hayır... Atatürk’le bas basa iki dost gibi konuşmak istiyorum.tabii, ekselans sizde hazır bulunacaksınız...
Savarona’ya gidince Atatürk’ü her zaman kinden daha rahatsız buldum. Uğursuz hastalık o kutsal varlığı kemirdikçe kemiriyordu.kestirdiğim gibi, ilk sözü su oldu :
- yatta carol’da var mi? Kaptan dürbünle bakmış... Güvertede kadınlar varmış...
Gördüklerimi ve konuştuklarımı Atatürk’e bildirdim.bir an gözlerini yumdu, sonra hafif bir sesle :
- pek takatsizim be, doktor; dedi. Ama.. Peki, bir gayret edelim.kendisini kabul edelim.madem ki, buraya kadar gelmiş; olmaz demek olmaz. Herhalde bir derdi vardır.sakin südetler için gelmiş olmasın?
Atatürk, o gün öğleden sonra saat dört buçukta kral carol’u kabul etti.kral yalnız gelmişti.savarona’nin merdiveni basında başyaver(üner) bey tarafından karşılandı ve yattaki cumhurbaşkanlığı yazı odasına götürüldü. Atatürk, açık bir kostüm giymiş, beyaz ipekli gömleğine düz yeşil bir kravat takmıştı.carol ona dikkatle bakıyordu. İlk sözü:
- sizi pek sağlıklı gördüm, ekselans.. Demek oldu.
Sonra hiçbir başlangıça gerek görmek sizin :
- uluslararası durum pek nazik, dedi.durumun en kritik noktası da südetler...
Bu sırada kutsal bardaklarla şerbetler gelmişti. Dudaklarını değirmeden büro üzerine bırakarak devem etti:
- Çekoslovakya çok inatçı bir taktik kullanıyor.bu konuya ivedilikle bir hal çaresi bulmak doğru olacaktır.halbuki benes çok zorluk çıkartıyor. Balkan antanti’nin çıkarları çekoslovakya’nin biraz uysal hareket etmesini emreder, sanırım...
Ve tekrar etti:
- m. Benes pek inatçı... Çok güçlük çıkartıyor.
Atatürk Fransızca bilirdi. Fakat devlet başkanı olarak yabancılarla konuşurken yalnız Türkçe konuşmuştur.
- hasmetmeaba söyleyiniz, dedi.çekoslovakya bizim dostumuzdur. Fakat kendilerinin müttefikidir. Her devlet gibi Çekoslovakya da böyle bir durumda dostlarından yardim umduğu gibi müttefiklerinden de daha sağlam bir yardim arar.kral hazretleri benes’in güçlük çıkarttığından söz ediyorlar. Bir devlet başkanın ilk görevi, memleketinin her noktasını herkesten önce savunmaktır.
Ve sonra o hasta halinde hiç umulmayacak bir sertlikle iki elini oturduğu koltuğun iki kenarına vurarak kükremiş bir kaplan gibi gövdesini ileri fırlattı :
- ne istiyorlar kral hazretleri? Çekoslovakya’dan büyük bir parça koparmak isterken cumhurbaşkanı benes’in kolaylıklar göstermesini mi?
Örneğin siz bunu yapabilir misiniz?
Carol şaşırıverdi :
Ekselans, biz bu durumu anlamıyor değiliz, diye kekeledi.”Ama Almanya’nın gözdağı vermesi karsısında kuşku duyuyoruz.”
Sözü hemen başka bir yola götürerek eğlenceli şeyler anlatmaya başladı.siyasi konuşma bitmiş, monden görüşmeler başlamıştı.
Sonra kalktı, yatına gitti.
Ariburnu, age, s:318-321
Devlet ve bürokrasi
“- cumhuriyetin ilanından sonra idi. Karadeniz’de bir gezintiye çıkmıştı. Kendisine eslik edenler arasında bulunuyordum. Rize’ye geldik.yolların düzgünlüğü ilgisini çekmişti.vali’ye :
- yollarınızı nasıl bu hale getirebildiniz?diye sordu.
Vali de anlattı.bu yakın köylüleri jandarmalarla toplattırmış ve yol onarımında çalıştırmış.
Ata’nın kasları çatıldı.oldukça sert bir dille :
- vali bey, dedi. “corvee” nedir bilir misin? Öyle ise ben söyleyeyim : angarya demektir.ve su anda bilmeniz lazım ki, kanunsuz hiçbir vatandaşı isten alıkoyamaz, onu çalışmaya zorlayamazsınız.cumhuriyette angarya diye bir şey yoktur.
Ariburnu, age, s:321
Devletin bağımsızlığı
Hastalığın ilerlemiş zamanında :
- “o zaman ki dışişleri bakanı dr. Tevfik rüştü aras’da, iyice aklımdadır, bir defa söyle bir anısından söz etmiştir:
Zamanın Romanya kralı ii. Carol, Atatürk’le görüşmek için yatına binmiş;
İstanbul’a gelmiş. Atatürk rahatsız ve istirahatlı bulunduğundan kral carol o’nu savarona’da ziyarete gitmiş... Konuşmasında o zaman ki genel durumdan söz etmiş, “bugün Avrupa’da en ön sırada isin südet meselesi olduğunu” açıklamış... Çekoslovakya cumhurbaşkanı doktor benes’in ısrarlı hareket atmasının bu isi kolaylaştırmadığını, bu yüzden avrupa2da savaş tehlikesi belirdiğini” ifade etmiş... Doktor Tevfik rüştü’nün anlattığına göre, Atatürk oturduğu koltuktan bir direnme hareketi göstermiş; adeta tüyleri ürpermiş.doktora demiş ki :
- “Tevfik rüştü! Hasmetmeaba söyleyiniz :devletin bağımsızlığından ve bütünlüğünden en basta sorumlu olan devlet başkanından ne bekliyorlar? Müttefikleri, doktor benes’in memleketinin parçalanmasını mi istiyorlar ?...
Atatürk’ün bu uyarısı üzerine kral adeta sararmış...
Ariburbu, age s:321
Atatürk ve diktatörlük
Yine gece sofralarından birinde de totaliter devlet şeflerinden birinin parlamento ilişkilerinden söz ediliyordu.konunun sonunda biraz düşündükten sonra:
- “ben ne yaptım, onlar ne yaptılar” dedi ve sustu.
Ariburnu, age s:321
Diş politika ve sorumluluk
“bir aksam, daha sofraya henüz oturmuştu.Tevfik rüştü aras ile bilardo oynuyorlardı.aras’ telefondan çağırdılar.içeriye dönerken :
- “Atatürk, dedi,size caninizi sıkacak bir haber vereceğim : Yugoslavya kralını öldürmüşler.
Üzüntülerini daima içinde saklamayı bilen ebedi şef kıpkırmızı olmuştu, ayakta duramadı.gelin, sofrada konusalım dedi.o gece, sabahın yedisinden aksamın tam yedisine kadar büyüklerimizi çağırtarak onlarla ne kadar titiz bir dikkatle konuştuğunu, onlara direktifler verdiğini görerek hayret içinde kalmıştım.o gece alınması kendilerince gerekli görülen tedbirler ne kadar derin bir görüş eseri olduğunu sonradan çıkan olaylar bize pek iyi anlatmıştı.o aksam bu tedbirleri alnının çizgileriyle; erken ve anlaşılmaz bir sakınma gibi karşılayanlardan değerli bir kişi yine bir gün bunun bir keramet olduğunu huzurlarında açıklamıştı.
Ancak sabah olmuş, gün yayılmıştı.sofrada dört beş kişi kalmıştık :
- acıktınız galiba, dedi.
Harp okulundan beri çok sevdiğini söylediği fasulyeli pilavla muhallebi ve kavun geldi.sabahın tam yedisinde böyle tatlı ikinci bir aksam yemeğinden sonra :
- uykunuz, geldi, artık size müsaade. Ben, çakmak’in, (sayın mareşalimiz o gece İstanbul’da yavuz zırhlısında bulunuyorlarmış) izlerlerini almadan yatmayacağım, demişlerdi.
Ariburnu, age s:322-323
Gerçekçilik
Bir gün Çankaya’daki eski köşkün alt katında, o zaman, içinde bir de havuzu bulunan holde oturuyordum. Atatürk, yandaki yeşil salonda, birkaç konuğu ile görüşüyordu.
Zamanın hatırı sayılır adamlarından olan konuklar bir aralık sözü zafere ce Yunanistan’ın zayıf durumuna getirdiler; biri diğerin görüsünü tamamlıya tamamliya özetle söyle konuştular :
- “karsımızda kuvvet diye bir şey kalmamıştır.büyük devletlerin artık bizim islerimizle fazla uğraşamaya niyetleri olamadığı görülüyor.bundan ötürü elverişli durumlardan faydalanarak bati Trakya’ya girelim ve Selanik’e kadar yürüyelim.”
Belli ki, ifadelerini kuvvetlendirmek için Atatürk’ün Selanik’le olmasından da faydalanmak istiyorlardı. Atatürk, bütün bunları sessizce dinledikten sonra oturduğu koltuktan kalktı ve yüksek sesle su karşılığı verdi :
- “ arkadaşlar! Zafere ulaşmak için insan güç ve dayanıklılığının son aşamasına geldiğimizi dünya bilmese bile bizim her zaman unutmamamız gerekir. Bilirsiniz ki, baslarken davamızı < milli misak> namı altında toplamış ve dünyaya ilan etmiştik.bu ilan, dünyaya karsı bir üstlenme durumundadır.daha ilk adımda verdiğimiz sözü tutmamış bir kurul durumuna giremeyiz.asla hatırdan çıkarmamalısınız; bizim en büyük kuvvetimiz, bugün de yarin da dürüst, açık bir siyaset ve sözlerimize içten bağlılık teşkil edecektir.bununla beraber arkadaşlar, sizden “ricayı mahsusla rica ederim” bir daha böyle bir konuyu ağza almayalım.”
Ariburnu, age, s:323-324
İleri görüşlülük
21.06.1935’deki görüşmelerinde :
- savaş çıktığı taktirde Amerika tarifsizlik siyasetini koruyabilecek mi?
- olanak yok,dedi, olanak yok. Eğer savaş çıkarsa, Amerika’nın milletler topluluğunda işgal ettiği yüksek durumu herhalde etkili olacaktır.coğrafi durumları ne olursa olsun, milletler birbirlerine bir çok bağlarla bağlıdır.
Atatürk, dünyadaki milletleri, bir apartmanda oturanlar gibi görüyor.
- birleşik Amerika cumhuriyetleri bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır.
Eğer apartman, oturanlarının bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin etkisinden kurtulması olanak yoktur.savaş için de ayni şey olabilir.birleşik Amerika cumhuriyetinin bundan uzak kalması olanaksızdır.
Atatürk su sözleri ilave etti :
- bundan başka, Amerika büyük ve kuvvetli ve dünyanın her yerinde ilişiği olan bir devlet olduğundan kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden ikinci basamaktaki bir duruma düşmesine hiçbir zaman izin veremez.
Glayds bakker
Ariburnu, age, s:328
İnsan idare etme
Çiftlik, Marmara havuzu:balkan antlaşmasından yaklaşık olarak yedi sekiz yıl evvel:
Huzurunu bozmaktan korkarak ayaklarımın ucuna bas basa
Kendisine doğru ilerledim.ancak iyice yaklaştıktan sonra benim kendisine doğru gelmekte olduğumu gördü ve her zamanki inceliğiyle yanına çağırdı.
- burada kendi kendime biraz düşünceye dalmıştım.dedikten ve bir kaç havai soru ve cevaptan sonra kendisi:
- biliyor musun, deminden beri neler düşündüm?düşündüm ki, ben cumhurbaşkanlığından çekileyim, veyahut yeni seçimde arkadaşların beni tekrar cumhurbaşkanı yapmamalarını rica edeyim.bu durumda hükümete geçmekligim söz konusu olabilir ama onuda yapmayayım.
Hareketlerinde hürriyet ve bağımsızlığına sahip, sadece bir vatandaş olarak. Bu takdirde yalnız bir şeyi bırakamam: partinin şefliğini.başkanı bulunduğum cumhuriyet halk partisi,Türk milletinin bon sahsına (sağduyu) dayanan bir kuruluştur ki herhangi bir koşul altında ondan ayrılamam.beni,bütün külfeti resmi sınıflardan ayıracak olan bu durum sunun için istiyorum:
Yanıma çok değil, bir iki arkadaş alarak gösterişsiz, tantanasız,hatta özellikle sessiz sedasız bir balkan gezisi yapmaya çıksam, bundan ancak büyük sonuçlar alınabileceğini kesin olarak görüyorum. Bu gezide kimseye haber vermeksizin Atina’ya uğrarız;belgrada fatiyle yok olacaktır.herhangi bir şahsin, yasadıkça kıvançlı ve mutlu olması için lazım gelen şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Akilli bir adam, ancak bu suretle hareket edebilir. Hayatta tam zevk ve mutluluk, ancak gelecek kuşakların şerefi, varlığı, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir.
Bir insan böyle hareket ederken, “benden sonra gelecekler acaba böyle bir ruhla çalıştığımı fark edecekler mi?” Diye bile düşünmemelidir. Hatta en mutlu olanlar,çalışmalarının bütün kuşakların bilmemesini isteyen karakterde bulunanlardır.
Herkesin kendine göre bir zevki var. Kimi bahçe ile uğraşmak, güzel çiçekler yetiştirmek ister.bazı insanlarda adam yetiştirmekten hoşlanır.
Bahçesinde çiçek yetiştiren adam çiçekten bir şey bekler mi? Adam yetiştiren adam da, çiçek yetiştiren adamın duyguları gibi hareket edebilmelidir. Ancak bu biçimde düşünen ve çalışan adamlardır ki, memleketlerine ve milletlerine ve bunların geleceğine faydalı olabilirler. Bir adam ki, memleketin ve milletinin mutluluğunu düşünmekten ziyade kendisini düşünür. O adamın değeri ikinci derecedir. Temelde geri kendine veren ve bağlı olduğu millet ve memleketi ancak kişiliği ile sanan adamlar, milletlerinin mutluluğuna emek vermiş sayılmaz.ancak kendisinden sonrakini düşünebilenler, milletlerini yasamak ve ilerlemek olanağına eriştirebilirler.kendi gidince ilerleme ve hareket durur sanmak bir gaflettir.
Şimdiye kadar sözünü ettiğim noktalar ayrı ayrı toplumlara aittir. Fakat bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuslardir ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan bağlı olduğu milletin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin dirlik ve göneçligini düşünmeli ve kendi milletinin mutluluğuna ne kadar değer veriyorsa bütün dünya milletlerinin mutluluğuna yararlı olmağa elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akilli adamlar taktir ederler ki, bu alanda çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin mutluluğuna çalışmak, diğer bir yoldan kendi milletinin dirlik ve mutluluğunu temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında anlaşma, açıklık, ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendi kendisi için ne yaparsa yapsın, dirlikten yoksundur.onun için ben sevdiklerime sun öğütlerim:
Milletleri yöneten adamlar, tabiidir ki hersey den evvel kendi milletlerinin varlığının ve mutluluğunun faktörü olmak isterler. Fakat ayni zamanda bütün milletler için ayni şeyi istemek lazımdır.
Bütün dünya olayları bize bunu açıktan açığa kanıtlar. En uzakta zannettiğimiz bir olayın bize bir gün islemeyeceğini bilemeyiz.
Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir uzvu addetmek icab eder.bir vücudun parmağının uçundaki acıdan diğer bütün üye etkilenmiş olur.
Türkiye, Romanya ve diğer dostları kuvvetlidirler. Hiçbir taraftan bize gelecek bir şey beklemem. Beklemeğe de gerek yoktur.
İste bu sessizlik içinde bütün dünyayı düşünmek bizdedir. “dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne?” Dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa benzeri kendi aranda olmuş gibi onunla ilgilenmeliyiz.olay ne kadar uzak olursa olsun, bu temelden şaşmamak lazımdır. İste bu düşünüş, insanları, milletleri ve hükümetleri bencilikten kurtarır. Bencillik kişisel olsun, milli olsun daima fena anlaşılmamalıdır.
O halde konuştuklarımızdan su sonucu çıkardığım:
Tabii olarak kendimiz için bütün lazım gelen şeyleri düşüneceğiz ve gereğini yapacağız. Fakat bundan sonra bütün dünya ile ilgileneceğiz. Kısa bir örnek:
Ben askerim. Birinci dünya savasında bir ordunun başında idim. Türkiye’de diğer ordular ve onların komutanları vardı. Ben yalnız kendi ordumla değil, öteki ordularla da uğraşıyordum. Bir gün Erzurum cephesindeki hareketlere ait bir sorun üzerinde durduğum sırada yaverim dedi ki :
- niçin sizinle ilgili olmayan sorunlarla da uğraşıyorsunuz?
Cevap verdim :
- ben bütün orduların durumunu iyice bilmezsem kendi ordumu nasıl yürütebilirim ve yönetebileceğimi belgeleyemem.
Bir devlet ve milleti yönetir durumda bulunanların daima göz önünde tutmaları lazım gebrelen sorun budur.
Bu nedenle sayın konuklarımıza şunu diyeceğim :
Ben düşündüklerimi sevdiklerime olduğu gibi söylerim. Ayni zamanda gerekli olmayan bir sırrı kalbimde taşımak gücünde olmayan bir adamım. Çünkü ben bir halk adamıyım. Ben düşündüklerimi daima halkın huzurunda söylemeliyi. Yalnışım varsa halk beni yalanlar. Fakat şimdiye kadar bu açık konuşmam da halkın beni yalanladığını görmedim.
Ariburnu, age, s:331-334
Halka değer verme
Acı işgal günlerinde, önemli devlet adamlarının da hazır bulundukları toplantıda herkes, Türkiye’nin düştüğü acıklı duruma bir çare arıyor. Amerikan, İngiliz koruyuculuğundan söz ediliyor. Bir aralık, Mustafa kemal paşa’ya da ne düşündüğünü sordular. Atatürk, su kısa cevabi verdi:
- “efendiler, hepiniz konuştunuz, isteklerinizi beyan ettiniz ve birbirinize sordunuz, hepinizi dinledik. Fakat... Anadolu;’ya bir şey sordunuz mu?Anadolu’yu dinlediniz mi?
Ona da soralım, birde onu dinleyelim efendiler!”
Ariburnu, age, s:334
Dava adamı olmak
Yıl 1918, Selanik’te bir konferanstan sonra arkadaşlarıyla konuşması:
- devrimi tamamlamak lazımdır. Biz bunu yapabiliriz. Ben, bunu yapacağım. O zaman için düşündüklerimi size kısaca anlatayım: bu günkü Osmanlı imparatorluğu’nun yüksek sayılan komutanları, benim için yoktur. Ordu kumanda sicilleri içinde ben, son limit olarak, binbaşıyı kabul ediyorum. Geleceğin büyük komutanı bunlar olması gerekir. Sicil defterlerini binbaşıya kadar olanları saklayacağım, üst tarafını yaktıracağım.
Arkadaşlardan biri, bu söz üzerine bana karsı duruyor ve bu büyük ayıklama isinin nasıl yapılabileceğini anlamak istiyor. Mustafa kemal su cevabi veriyor :
- evet, binbaşından yüksek olanlar aybaşında, benim kuracağım bürolara gelip maaşlarını istedikleri zaman, büro şefleri defterleri dikkatle inceledikten sonra : “efendim, defterlerde sizin adiniz yoktur, sizi tanımıyorum” diyeceklerdir.
Ariburnu, age, s:337-338
Atatürk ve ismet İnönü
Yıl : 1957
İsmet İnönü aleyhine söylenmiş bir söz nedeniyle :
İsmet pasa (İnönü) hakkında söz söylenmesine katlanamayan barutçu söz etmişse de söz hakki verilmeyince meclisi terk etmis, yazıhaneye gelmişti. Üzerinde hırsını yenememiş bir insanin hali vardı. Sık sık dudaklarını ısırıyor ve emiyordu.
- bugün eğer bana söz verselerdi, aga oğluna su aniyi anlatacak ve ismet pasa (İnönü) nasıl bir insan olduğunu kendisine öğretecektim. Aninin gözlemcisi refik koraltan idi ve barutçu’ya o anlatmıştı.
Serbest fırka’nın kurulduğu günlerde imiş. Fırka reisi fethi bey, vapurla İstanbul’dan İzmir’e doğru geliyormuş. Gemi ayvalık açıklarında iken, İzmir valisi kazım pasa (dirik) Atatürk’e gönderdiği telgraflarda fethi bey’in İzmir’e ayak basmamasını, zira İzmir’de önemli olaylar çıkabileceğini ve belki de fethi bey’in (okyar) hayatına dahi kastedilebileceğini, İzmirlilerin kendisine karsı büyük bir antipati duyduklarını, belirtiyormuş. Atatürk:
- telgrafı fethi bey’e (okyar) gönderiniz, hareketini tayinde serbesttir, emir buyurmuşlardır.
Vapur İzmir açıklarına geldiği zaman bir de bakılıyor ki, olaylar hiç de kazım paşa’nın anlattığı gibi geçmiyor. Onbinlerce kalabalık kordon boyu’nu doldurmuş ve fethi bey’i karşılamaya hazırlanıyorlar. Fethi bey İzmir’e ayak basınca yapılan büyük gösteriler arasında İzmir kemeralti bölgesindeki kahvelerde asili bulunan Atatürk’ün ve ismet İnönü’nün resimleri ayaklar altına atılıyor, yırtılıyor ve çiğneniyor.
Bütün bu olaylar, vaktinde Atatürk’e iletiliyor ve pek tabii ki, Atatürk üzülüyor. O günün aksamı milletvekillerinden oluşan bir kurul Atatürk’ü yatıştırmak için Çankaya’ya çıkıyorlar. Atatürk’ün bu olay nedeniyle söylediği söz su oluyor:
- benim resimlerimin yırtılmasına, çiğnenmesine üzülmedim desem yalan söylemiş olurum. Fakat asil beni üzen nokta nedir bilir misiniz? O İzmir’ kurtarmak için canini dişine takmış bati cephesi komutanı ismet paşa’nın resimlerinin yırtılıp çiğnenmesidir. Bari bu davranış ona uygulanmasaydı.
Ariburnu, age, s: 338-339
İleri görüşlülük
Bulgar türoglu ivan manolf, meşrutiye’ten (1908) bir iki yıl önce Selanik’te Atatürk’ten o’nun Türk devrimine ait düşüncelerini dinlemişti. Yarın ki Türkiye’yi heyecanla anlatan Atatürk, manolof’a demişti ki:
- “bir gün gelecek, ben hayal zannettiğiniz bütün bu devrimleri başaracağım. Bağlı olduğum millet, bana inanacaktır. Düşüncelerim hiçbir demagoji ürünü değildir. Bu millet, gerçeği görünce, arkasında duraksamaksızın yürür. Dava uğrunda ölmesini bilir. Saltanat yıkılmalıdır. Din ve devlet isleri birbirinden ayrılmalı, doğu uygarlığından benliğimizi sıyırarak bati uygarlığına aktarılmalıyız. Kadın ve erkek arasındaki ayrımlar silinerek yeni bir sosyal düzen kurmalıyız. Bati uygarlığına girmemize engel olan yazıyı yazarak Latin kökünden bir alfabe seçmeli, kılık kıyafetimize kadar, herseyimizle batılılara uymalıyız. Emin olunuz ki, bunların hepsi, bir gün olacaktır.”
Ariburnu, age, s:339-340
Genel değerlendirme
Meslekten yetişmiş yüksek değerli bir diplomatın, Ankara’da görev almış eski İtalyan elçilerinden baron popea aloisi’nin bir bölük anıları geçenlerde yayınlandı. Bunlar arasında Atatürk’ün bu kudretli kişiliğini belirten bir olayda dikkatle kaydedilmiş bulunuyor. Mussolini’nin “ küçük dağları ben yarattım” dediği günlerde, Habeşistan’ı aldığı, bizim Atatürk’ümüzün nasıl çalıştığını, Mussolini’ye üstünlüğünü nasıl anlattığını anılarından aldığım su satırlar açıkça gösteriyor:
12 nisan- Mussolini dörtlü antlaşma üzerinde (Almanya, İtalya, İngiltere, Fransa) çok dikkatli duruyor. Küçük antant (Yugoslavya, çekoslavakya, Romanya) dadır. Mussolini bu fikri sert bir makale ile karşıladı : “besinci büyük devlet mi? Ne palavra! Küçük antant devletleri elele tutuşup yeşil çuha örtülü bir masa üstüne çıkmışlar, büyük devlet olduk sanıyorlar!.. “bu makale, Yugoslavları, çekleri ve Romenleri fena halde sinirlendirdi.”
Bu sırada Türkiye’nin Romanya büyükelçisi vasıf çınar İtalya dışişleri genel sekreterini ziyaret ederek, Mussolini’nin dörtlü antlaşma girişimi hakkında bilgi istiyor. Genel sekreter bunu rapor edince Mussolini alaylı alaylı gülüyor:
- “dünya politikamızı Ankara’dan direktif alarak mi göreceğiz?”
nisan- saat 11:50’de Tevfik rüştü aras beni görmeğe geldi. Ankara’nın dörtlü antlaşmaya karsı çıkmasının doğru olmadığını, olayın Ankara’ya herhalde yanlış yansımış olduğunu söyledim. Bana su karşılığı verdi:
- “bizi bir oldu bitti karsısında bıraktığınız için, bize hiç bir bilgi vermediğiniz için biz de yalnız kendi yeteneklerimizle bu isi incelemeğe mecbur olduk.”
21 nisan- Türk hükümetinin, kan’da bulunan Romen dışişleri bakanı titulesko’yu telgrafla Ankara’ya davet ettiğini haber aldık. Türk hükümeti İtalya’nın dörtlü bir antlaşma girişimine karsı küçük antantı destekleyeceğini üstü kapalı anlatıyor. Su halde Türkiye bize karsı cephe almak üzere... Bütün bunlar, hiç şüphesiz, gazi’nin büyük devletler sırasında bulundurmak ve Türkiye’sin hiçbir siyasi tasavvura olanak bırakmamak arzusundan doğmaktır.
5 mayıs- Cenevre’deyim. Fransız delegesi masaigli’ye dedim ki:
- “eğer dörtlü antlaşma yapmazsam silahsızlanma konferansı bir adim dahi ileri gidemez. Elli üç devletle birlikte bir hedefe ulaşmak kolay mi?”
6 mayıs- benes’in gelmeyeceği anlaşılıyor. Silahsızlanma konferansında Tevfik rüştü (aras) ile titulesku durmadan manevralar çeviriyorlar. Durum güçleşiyor.
7 mayıs- sabah on bir buçukta Tevfik rüştü aras’ı bizzat ziyaret ederek Mussolini adına kendisine su teklifi yaptım: “ekselans; bundan sonra İtalya, bütün siyasi girişimlerini tam zamanında Türk hükümetinin bilgisine arz edecektir.”
Türkiye disişleri bakanı bildiriden memnun kaldığını söyledi. Bunu üzerine kendisine su ricada bulundum : “hükümetimiz, herhangi bir biçim ve surette, büyük millet meclisinde Türkiye ve İtalya arasındaki siyasi ilişkilerin her zamandan daha iyi bir durumda bulunduğunu beyan edebilir mi?...” Tevfik rüştü aras uygun cevap verdi. Bunun üzerine ikinci bir arzumuzu bildirdim: “Arnavutluk’taki elçini de kral zogo’ya Türk-İtalyan ilişkilerinin iyi olduğuna dair bilgi vermesini lütfen telgraflar misiniz?...” Bundan amacımız Arnavutluk kralının Roma’ya karsı manevralara girişmesini önlemekti.
Tevfik rüştü aras buna da uygunluğunu belirtince hemen Roma’ya hareket ettim (saat: 12.50)
Mussolini’nin bu ise ne kadar kaygılı bir suretle önem verdiğini açıklamaya artık gerek var mi?
Niçin zogu’ya haber verecek Türk elçisi? Çünkü Arnavutluk kralı’da Ankara’ya bağlı.
Bizim büyük adam, Ankara’da oturuyor ama Adriyatik politikası avucunun içindedir.
Tevfik rüştü’ nün yanından çıkınca, aloisi’nin soluğu hava alanında alışı bundan.
Dörtlü antlaşma suya düşmüştü. Çünkü büyük Atatürk, zamanında kendisinden izin alınmadığı için Mussolini’nin girişimine müsaade etmemişti ve o’nun devrinde o’nun istemediği şey... Eh yapılmazdı be!
Ariburnu, age, s:340-342
O memleket batar
Bundan kaç yıl önceydi bilmiyorum, bir aksam Mustafa kemal pasa ile beraber gül cemal vapurunda verilen bir baloda bulunuyorduk. Ekselans’ın bana karşı büyük bir ilgisi vardı.
Bir aralık dalmış, yere bakıyordum, birdenbire:
- madam, dedi; aşka tutulmuş bir kadın gibi ne düşünüyorsunuz öyle derin derin?
Ben o zaman,nereden hatırıma esti bilmiyorum, anlaşılan dilimin ucuna gelmiş olacak ki, düşünmeden hemen cevabini verdim:
- paşam, dedim; başbakanınızın dudaklarından eksik olmayan su neşeli, sempatik gülüşlerine hayranım. O kadar güzel erkek gülüşü ile gülüyor ki...
- başbakanımın gülüşlerine hayran olmuşsunuz, benim de belki dansımdan hoşlanırsınız. Madam, müsaade ederseniz bu valsı beraber yapalım.
Kalktık ve dönmeye başladık. Ben o zaman gençtim, belki, birazda şımartılmış bir kadındım. Nereden içime o heves doğdu bilmiyorum, başladım dansta paşa’yı ben idare etmeye... Bir kez baktı, ses çıkarmadı. Bir daha baktı, yine ses çıkarmadı. Nihayet üçüncüsünde birdenbire durdu. Hiddetli değil, fakat gözlerini ciddiyetle bana çevirdi:
- madam, dedi bir erkekle bir kadın yan yana durdukları zaman, yönetmeyi erkeğe bırakmak en doğru davranıştır.
Çocukluk iste. Ben büyük bir cesaretle söyle bir karşılık verdim:
- müsaade edin de paşam, ne olur, bir kez de ben sizi idare edeyim, dedim.
Kızmadı, aksine gülmeğe başladı:
- bir memleket idare edeni, bir kadın idare etmeğe kalkarsa o memleket batar, gelin biz yerimize oturalım sizinle.
Beni elimden tutup getirdi ve yanındaki koltuğa oturttu.
Madam hanses.
Bunlara kendimizi tanıtacağız
Ankara’ya son gidişimde bir aksam gazi, beni Ankara palas’a götürmüştü. Sofrada bir kaç kişi daha vardı. Yedik, içtik, eğlendik, gece yarısına doğru Fransız büyükelçisi pavyona geldi. Pasa bu elçiden hoşlanıyordu. Sofraya çağırdı, bir kaç kadeh de onunla birlikte içildi. Büyük şehirlerden, Paris’ten söz açılmıştı. Bu arada büyükelçi, gazi’ye:
- ekselans, Paris’i bir daha görmek istemez misiniz? Dedi. Mustafa kemal pasa:
- “nasıl görmek istemem? Gençlik hatıralarımı tazelerim,” diye cevap verdi. Bu karşılığa çok sevinen büyükelçi:
- “böyle bir seyahat Fransa’yı çok sevindirir. Ben de refakatinizde bulunmaktan şeref duyarım. En büyük Fransız zırhlısı bizi İzmir’den alır. Akdeniz donanması emrimize verilir. Marsilya’ya çıktığınızda Fransız ordusu kumandanız altına girer. Hükümdarlara yapılmayan bir törenle karşılanırsınız.”
Bu sözleri dikkatle dinleyen gazi:
- “bu daveti siz kendiliğinizden mi yapıyorsunuz, yoksa hükümetiniz adına mi konuşuyorsunuz?” Diye sordu. Bu soru karsısında büyükelçi hemen kendisini topladı:
-”muvaffakiyetinizi hükümetime bildirirsem, hükümetim de bunu büyük bir şeref sayar,” dedi.
Gazi’nin yüzü değişti. Çok kesin bir dille:
-”ekselans, Paris’i çok görmek istiyorum, ama büyük törenle karşılanacağım Paris’i değil. Ben Paris’e, dünyanın bu güzel şehrine, operalarını, tiyatrolarını, revülerini, zarif kadınlarını bir daha görmek için gitmek isterim. Dedim ya gençlik hatıralarımı tazelemek için... Böyle olunca da belli olmadan gitmek isterim. Yoksa törenlerle karşılanmak için değil.”
Büyükelçi gaf yaptığını anlamıştı, biraz sonra bir is uydurarak sofradan kalktı. Gazi’nin de neşesi kaçmıştı.
- “kalkalım çocuklar, sofraya Çankaya’da devam ederiz,” dedi. Sofradakilerin çoğunu pavyonda bıraktı yalnız iki-üç yakın arkadaşını yanına aldı. Yolda kendisine :
- “elçi çok fena bozuldu ama, söylediğine de söyleyeceğine de pişman ettiniz” dedim. Artık kızgınlığı geçmişti:
- “bana bak kemal, sen de basıma kırk yıllık diplomat kesilme. Adamın zihniyetini anlamadın mi? Bu Avrupalılar bizi bir türlü kavrayamıyorlar. Adam beni bir sark emiri sanıyor. Hangi donanmayı kimin emrine, hangi orduyu kimin kumandası altına veriyor? Bunlara kendimizi tanıtacağız, kim olduğumuzu öğrenecekler. Yoksa ben kaba bir adam değilim çocuğum” dedi.
Atatürk, çok ince bir adamdı.
Kemaalettin sami pasa’dan
Cevat dursunoglu
On yıl sonra
Samsun’dan havza’ya gidiyorduk. Altımızda, birinci dünya harbi’nden kalan benz marka bir otomobil vardı. Şoför de Türk değildi. Yola çıktık, biraz sonra motorda bozukluk oldu ve araba durdu. Otuz altı yasında zaferler kazanan kumandan Mustafa kemal paşa’nın ne demek olgunu arkadaşları bilirler. Kızdı ve asabileşti. Şoförü azarladı ve kendisi makineyi harekete geçirmeğe uğraştı. Tabi muvaffak olamadı.
Ben, doktor refik saydam ve kazım dirik bir kösede duruyorduk. Doğrusu, içimizden neden ise karıştığına hem üzülüyor, hem sinirleniyorduk. İçimizden geçeni anlamış gibi bize baktı ve dedi ki:
- on sene sonra sizinle, kendi yaptığımız yollarda, Türk Şoförleri bizi istediğimiz yerlere götürecekler!
Biz sustuk. İçimizden geçenlerin ne olduğunu bilmem anlatmak lazım mi? Aradan tam on yıl geçti. Ben birinci umumi müfettiş idim. Diyarbakır’a gelmişti. Bir yolda giderken gene otomobil bozuldu. Kafile durdu. Beni yanına çağırdı ve Türk şoförle islemeye başlayan makineyi işaret etti:
- vaadimi yerine getirdim!
Dr. İbrahim tali öngören
Bu milletvekilliği ayrıcalığını hiç beğenmedim
Atatürk bir sabah Florya’dan dolma bahçe sarayına dönüyor. Yeşilköy istasyonunun önünden geçerken birdenbire otomobili durduruyor ve başyaver’e:
- sorunuz, tren var mi? Diye emir veriyor.
O sırada tren hemen hareket etmek üzeredir, hep birlikte otomobilden inip yanındakilerle trene biniyor. Karar ani verildiği ve tatbik edildiği için bu trene biniş hemen kimsenin nazari dikkatini çekmiyor. Bir müddet sonra, her şeyden habersiz olan kondüktör ata’nın bulunduğu kompartımana geliyor. Kafileyi görünce çekilmek istiyor. Ata hemen sesleniyor;
- vazifeni yap! (yanındakileri göstererek) bu efendilere niçin bilet sormuyorsun?
Yanındakiler cevap verirler.
- paşam biz mebusuz. Tren bileti almayız. Parasız seyahat ederiz.
Ata hayretle:
- bu imtiyazı hiç beğenmedim, der. Çok ayıp ve acayip bir kaide. Çok güzel halkçılık!
Ali kılıç
Devlet imkanlarını amacına uygun kullanma :
Sivas kongresi sonrası, heyeti temsil iye’nin Ankara’ya gelmesi kararlaştırıldıktan sonra Mustafa kemal ve Hüseyin Rauf beraberlerindekilerle Ankara’ya geldiklerinde keçi ören yolu üzerindeki ziraat mektebi’ne misafir edilmişlerdi. Daha sonra Mustafa kemal Ankara istasyonundaki gar müdürlüğü binasına yerleşti. Burası hem evi, hem çalışma yeriydi.
O tarihlerde Ankara vilayetinin şehir merkezi kale ve onun hemen çevresi idi. Keçi ören, etlik, dikmen, ayrancı’da bağ evleri vardı. Bunlar arasında çan kayada papazin bağı olarak adlandırılan iki katli ev Mustafa kemal’e armağan edildi ve o da evi ordu’ya devrederek evin adi ordu köşkü oldu. İki katli binaya 1924’de ilaveler yapıldı fakat bina ısıtılamıyor idi. Zafer, inkılaplar, cumhuriyet, dünyanın üzerimizde toplanan gözleri, Mustafa kemal’in müstesna şahsiyeti, mütevazı de olsa yeni bir devlet başkanlığı konutunu zorunlu kılıyordu.
Mustafa kemal yeri kendi seçti, kayalar düzenlendi, diş cephe pembe rengin hakimiyetinde, içerde yeşilin her tonu ile ve planın esasi Mustafa kemal’in olan yapı 1932’de tamamlandı ve ayni yılın haziran ayında da taşınıldı.
Pembe köşkün döşenmesi için bütçede pek mütevazı para vardı. Gazi, gerekli olanı şahsi imkanları ile karşılama kararı aldı ve kendisine tavsiye edilen o günlerde Beyoğlu istiklal caddesinde bir Türk’ün açtığı dekorasyon mağazası sahibi sefahattin refik beyi Ankara’ya davet etti. Binayı gezdirdi, arzularını açıkladı ve kendisinden teklif istedi.
Kısa süre sonra kendisine sunulan tasarıyı inceledi, muhatabı konuyu gerçekten biliyordu ve anladı ki, kendisini tanıyanlarca da uyarılmıştı. Buna rağmen teklifleri hazırlayanları kırmadan ülkenin mütevazı imkanlarını izah edebilmiş olmanın rahatlığı içinde feragatler istedi. O sırada ata’nın yanında olan Ankara belediye başkanı asaf ilbay bey ata’nın su açıklamasını kaydeder.
“biliyorsunuz burası cumhurbaşkanlığı köşkü... Mülkiyeti devletin... Benden sonra buraya meclisin veya belki milletin doğrudan seçeceği zatlar gelecek. Bu eşyaların parasını benim şahsen verdiğimi sizler biliyorsunuz ama, yarin bunu bilmeyenler içinde yanlış hükümler veren olmaz mi? Memlekete en zaruri hizmetlerin yapılamadığı bütçe darlığı içinde israf yapıldığını düşünenler bulunmaz mi? Bir endişem de karar meşkinde olanların şahsi arzularını devlete yükleme mevzuunda beni emsal göstermelidir. Bunu hiç istemem.”
Sonra sefahattin refik bey’e döner:
“şahsi imkanların olsa bile, böyle mekânlara asgari masraflarla rahat ve zevkli tefrişi tercih etme tercihindeyim. Beni anlıyorsunuz zannederim.” Der.
Cemal kutay, Atatürk olmasaydı
Şef asker mi sivil mi olmalı?
Çankaya aksamlarından biri. Bazen Atatürk soruyor, bazen de Atatürk’ e soruyorlar. O’ na diyorlar ki:
- şef asker mi, sivil mi olmalı? Cevap veriyor:
-şef, şef olmalı. İster sivil, ister asker.
Bu cevabi ile “şef” ligin rütbede ve elbisede değil, ruhta ve kafa yapısında olduğu hakikatini veciz surette belirtmiş oluyor.
Nükte ve fıkralarla Atatürk
Niyazi Ahmet banoglu
Bayrağa saygı
Atatürk bu engin insanlık duygusu ile milletlerin istiklali prensibine olan gönülden saygı ve bağlılığını İzmir’e girdiği sırada da göstermişti... O’na İzmir’de Karşıyaka’da bir ev hazırlanmıştı ki, bu evde işgal esnasında yunan kralı konstantin’de kalmıştı... Evin sahibinin oğlu ile hazırlıkta çalışanların bazı yakın akrabası Yunanistan’da esir bulunuyorlardı; işgal esnasında, bütün Türkler gibi çok izdi rap çekmişlerdi; içlerinden yaralıydılar ve yunanlılardan öç almak ateşiyle yanıp tutuşuyorlardı. Bu duyguların etkisi altında evin diş merdiveninin üzerine, muzaffer başkomutan’ının basıp gedmesi için, ipek bir düşman bayrağı sermişlerdi...
Atatürk yere serili bayrağın önünde durmuştu; etrafında bulunan kadın-erkek İzmirliler, kendisini içeriye girmeye davet ediyor, gözleri yaslarla dolu:
“buyurunuz, geçiniz, bizim öcümüzü yerine getiriniz. Yabancı kral bu evden içeri, bizim bayrağımıza basarak girmişti; siz lütfedin, bu karşılıkla o lekeyi silin. Burası bizim şehrimizdir, bu ev sizin evinizdir, bu hak sizindir” diye yalvarıyorlardı.
Hiçbir durumda benliğini ve sağduyusunu kaybetmeyen civanmert insan; kendilerine en tatlı bakış ve sesi ile:
“o, geçmişte hata etmiş; bir milletin istikbalinin timsali olan bayrak çiğnenmez, ben onun hatasını tekrar edemem,” cevabini vermişti ve ancak bayrağı yerden kaldırttıktan sonra beyaz mermerlere basarak içeri girmişti...
Soyak, hasan riza; Atatürk’ten hatıralar, s. 136
Cumhuriyet
Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa’ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kitlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kağıtla Atatürk’e yaklaştığı görüldü. İhtiyar, zayıf bir kadındı. Ata’nın yolunu keserek titrek bir sesle:
- beni tanıdın mi oğul? Dedi. Ben sizin Selanik’te komşunuzdum. Bir oğlum var; devlet demiryollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oğlumu yine ise almamış..ne olur bir kere de siz söyleseniz.
Atatürk’ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı... Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle :
- oğlunu almadılar mi? Dedi. Ben tavsiye ettiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İste cumhuriyet böyle anlaşılacak...
Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta vecd (çoşku) dolu bir sesle:
- iste cumhuriyetten beklediğimiz netice... Diyordu.
Koyman, hulusi; Atatürk’ü anmak kitabından, s. 260
Bayrağa saygı
30 ağustos sabahı, Mustafa kemal muharebe sahasında dolaşıyordu. Etraf binlerce düşman cesetleri ve birbiri üzerine yığılmış yüzlerce topçu hayvani, terk edilmis silah, top ve cephane dolu idi...
Atatürk söyle söylendi:
- “bu manzara insanlığı utandırabilir ! Fakat meşru müdafaamız için buna mecbur olduk. Türkler, başka milletlerin vatanında böyle bir harekete teşebbüs etmezler."
Ganimetlerin arasında yırtılmış ve terk edilmis bir de yunan bayrağı gören başkumandan eli ile kaldırılmasını işaret ederek;
- “bir milletin istiklal alametidir, düşman da olsa hürmet etmek lazımdır, kaldırıp topun üzerine koyunuz."
Sait arif terzioglu
İnsancıl Atatürk
Vatan islerinde korkmak olmaz
Sivas'ta vatan bütünlüğü ve bütün millet adına bir kongre toplamaya karsı olanlar çoktu.
İşgal kuvvetleri ile İstanbul hükümeti de kongreyi toplatmamak için el birliği etmişlerdi. Binbaşı rütbesinde bir Fransız jandarma subayı, yanına bir tercüman alarak Sivas valisine geldi.
"eğer burada kongre toplanırsa Fransızlar Sivas’ı işgal edecekler" dedi.
Vali, Mustafa kemal'e ikinci bir kongreden vazgeçilmesini yahut Erzincan’da toplanmasını söyledi. Kuva-i milliyeci bir genç sonradan Sivas milletvekili kasım da valiyi desteklemekteydiler. Mustafa kemal, İngilizlerin samsun'u topa tutmak, on güne kadar yeni işgaller yapmak şantajı ile kendi çalışmalarına engel olmak istediklerini hatırlatarak bu blöflere kulak asmamaları cevabini verdi.
Hiç bir vaka olmadan 2 eylül aksamı Sivas’a varılmıştır. Şehirde ne kadar fayton ve yaylı araba varsa hepsini karşılayıcılar tutmuşlardı. Yalnız hürriyet ve itilaf partisinden kimse yoktu. Kalabalık arasında Fransız subayın tehdidi üzerine telaşlanan genç rasim’i gören Mustafa kemal:
- "gençler için vatan islerinde ölmek olabilir, korkmak asla !
Kurtuluş savası’nda Sakarya zaferi nasıl bir kader dönümü olmuşsa, Anadolu’da yeni devletin kurulusunda Sivas kongresi’nin o kadar büyük önemi vardır.
F. Rifki atay, Çankaya
Atatürk'ün yargıç kararına saygısı
Ölümünden iki yıl önce Atatürk 'ün canına kıymak için kurulan bir düzen meydana çıkarılmıştı. Hem bu düzeni kurmakla suçlanan kimse "milli mücadele"den beri ata’nın yolunda çalışmış, sevgi ve güvenini kazanmış, birçok iyiliklerini de görmüş biri idi.
Haber yurtta şaşkınlık ve tiksinme yaratmıştı. Herkes bunu konuşuyor, "nasıl olur, nasıl olur!" diyor, bir türlü herhangi bir nedene bağlayamıyordu.
Sanık tutuldu, adalete teslim edildi. Fakat Atatürk, olaydan haberi yokmuş gibi, bu konuda ne düşündüğünü açıklamak için ağzını açmadı, adalet son sözünü söyleyinceye dek sustu. Atatürk'ün bu suskunluğu çeşitli yorumlara uğramıştı, kimi "bu üzüntülü olayı anmak istemiyor", dedi; kimi de "bunun doğru olduğuna inanmıyor" diye düşündü.
Sanığa yükletilen suç yargı yerinde ispat edilemediği için adam aklandı.
İste, yargıç kararını bu yolda verdikten sonradır ki Atatürk bu konuda ağzını ilk ve son kez olarak açtı ve yalnız sunu dedi :
- suça yeltenilmistir, ancak yargıç buna kanacak ölçüde kanıt bulmuş değildir.
Mehmet ali agakay,
Atatürk'ten 20 ani
Samsun gezisi
Serbest fırka’nın kurulusu ve kaldırılışı :
Gazi, 1930 yılının kasım’ında kayseri yönünde trenle yurt gezisine çıkmıştı. Yol arkadaşlarına ilk sorduğu soru;
"serbest fırka’yı kapatmakla iyi mi ettik?" idi. Tabii herkes "iyi oldu" diyordu. Ama bu soru bütün gezi boyunca sürecekti. Sonunda 22 kasım 1930'da gazi samsun'a varmıştı. Samsun'da olağanüstü önlemler alınmıştır. Halk asker kordonlarının arkasına sinmiştir. Aksam ziyafet verilir. Ama masada kenti temsil eden hiç kimse yoktur. (bosnakzade ahmet bey).
"belediye başkanı nerede? Nasıl olur? Kentlerine konuk geldik" diye sorar belediye başkanı serbest fırka’lı olduğu için vali tarafından davet edilmemiştir. Hemen belediye başkanı’nı bulup masaya getirirler. Söz serbest fırka’dan açılır. Gazi serbest fırka’nın kendinden beklenen isleri göremeyeceği, memlekette gericiliğin ve inkılap dişi akımların bundan yararlanacağı düşüncesi ile serbest fırka’nın kapatıldığını anlatır ve sonunda belediye başkanı’na dönerek der ki;
"simdi başkan bey, siz de artık kaldırılmış olan bir partinin belediye başkanı olarak görevinizi sürdürmek istemezsiniz, değil mi? İstifa ediniz" ama belediye başkanı’nın yanıtı başkadır.
"paşam, ben serbest fırka’yı temsil etmiyorum. Bu seçim halkın bana karsı bir güveni seklinde ortaya çıkmıştır. Eğer bu görevden istifa edersem, halkın gösterdiği yakınlığa ve güvenine karsı gelmiş olurum."
Gazi sakin bir sesle :
"düşündüğünüz doğru. Dilediğiniz gibi olsun." yanıtını verir.
12 eylül 1929 tarihinde Ankara’da Paris büyükelçisi fethi okyar’a cumhurbaşkanlığı genel sekreteri tevfik biyiklioglun’dan bir telgraf gider:
“reisicumhur hazretleri Fransız hukuk fakültelerinde okutulan derslere ait kitaplarla en mufassal ve yüksek bir umumi tarihi zat-i alilerinden rica etmektedir.”
Fethi bey, üç gün içinde kitapları gönderir, arkadan yeni siparişler gelir, Ernest lavisse ve alfret rambaud’un 12 ciltlik “histoire generale des peoples et des civilisations” kitabi istenir, fethi okyar bunlari da gönderir.
18 kasım 1929’da büyükelçi’ye, Çankaya’dan bir mektup gelir:
“dün Ernest lavisse’in on iki ciltlik tarih-i umumisi geldi. Yalnız tarih-i kadim’e ait kısmi yok, yani milattan sonra başlıyor. Bunu ikmal edecek kişinin de lütuf buyurulmasını reisicumhur hazretleri rica ediyorlar.(...) Yalnız bunların bedeli bir hayli tutsa gerektir. Tasfiye edilmek üzere bedelinin is’arini istirham ederim. Pasa hazretleri, sonra bir daha kitap istemeye yüzümüz olmaz, diyorlar. Reisicumhur hazretleri muhabbetle gözlerinden öpüyorlar efendim.”
Fethi bey, Atatürk’ün çok yakın arkadaşıdır, kitapların bedelini seve seve ödeyebilir, ama Atatürk bunu istemez, fatura gelir, kitapların bedeli Paris’e gönderilir.
1930’da fethi okyar, merkeze döner, Paris büyükelçiliği’ne Münir ertegün atanır, Atatürk’ün kitap siparişleri devam eder, genel sekreter, rene grousset’nin iki ciltlik “historie de i’ektreme orient” adli kitabini ister.
Kitap hemen gönderilir.....
Devamını bilal simsir söyle anlatır:
“münir bey, hemen kitabi postalar. Kitabin 571 frank, 80 santim tutarındaki faturasını da dışişleri bakanlığı’na yollar. Büyük bir hukukçu olan münir bey, büyükelçilik ve bakanlık bütçesinden cumhurbaşkanı için harcama yapılamayacağını herhalde bilir. Ama, belki, gazi için bir kerecik çiğnesek ne çıkar, diye düşünmüştür. Bu yüzden dışişleri bakanlığı ve Sayıştay kendisinden hesap soracak değildi ya. Gazi denince akan sular dururdu.”
Ama büyükelçi yanılmaktadır, Çankaya’nın böyle şeylere tahammülü yoktur.
Hatta büyükelçi, dışişleri’nin kitap, broşür tahsisatı vardır, fatura bakanlığa gönderilmiş, bedeli o tahsisattan ödenmiştir, dese bile...
Çankaya faturaları dışişleri bakanlığı’ndan alır, 571 frank, 80 santim is bankası aracılığıyla Paris’e gönderilir.
Atatürk Sovyet elçisine:
“asla Bolşevik olmayacağız” dedi.
Ankara’nın şubat ayına tesadüf eden oldukça soğuk ve karlı bir gecesi idi. Ankara kulübünde bir balo tertip edilmiştir. O zamanın bütün mümtaz simaları orada idiler. Saat henüz 12‘ye gelmemişti. Herkesin kalbinde ani bir heyecan uyandıran mesut bir haber baloya yayıldı:
- gazi pasa baloya geliyorlar !.
Rus sefarethanesinde imişler, oradan baloya geliyorlar. O zamanki Rus sefiri de baloya gelmişti.
Bir aralık sefir, salonunun ortasına doğru ilerlemekte olan gaziye yaklaşarak Fransızca:
Ekselans dedi, sizi çok seviyorum, hürmetim sonsuzdur; çünkü müşterek bir gaye uğrunda varlığını kurtarmağa çalışan milletleriz. Türkiye’nin en büyük halaskarı ve banisi olan sizi müsaade ederseniz bir kere öpmek şerefini kazanabilir miyim?...
Atatürk evvela gülerek elini uzattı, sonra o da elçiyi öptü. Büyük ve kıymetli atamız bu çeşit eğlence yerlerinde dahi memleketin menfaat ve siyasetini göz önünden bir an uzak tutmazdı. Onun için bütün yabancı gazete muhabirlerinin huzurunda su cümlelerle sefirin sözlerini cevaplandırdı:
- ekselans, gösterdiğiniz sevgi hareketinden ve sözlerinizden çok mütehassis oldum. Teşekkür ederim. Bu iki millet ilelebet dost kalmalıdır. Yalnız suna dikkat ediniz, her zaman dost olmak arzumuza rağmen asla Bolşevik olmayacağız !
Atatürk’ün nükteleri, hilmi yücebas
Atatürk’ün eşitlik anlayışı
Atatürk bir gün dolma bahçe’den gizlice çıkar topkapı sarayı müzesine gelir. Müzeyi gezmek ister. Kendisini kapıcıya tanıtır, fakat kapıcı henüz saat 9 olmadı, memurlar da gelmedi Atatürk değil, kim olursan ol, bekleyeceksin der.
Hiç şüphe yok ki , kapıcı Atatürk 'ü tanımamış ve birden fazla bu sözlere muhatap bulunduğu için gelenin Atatürk olabileceğine inanmamıştır. Fakat bu anekdotta mühim olan nokta Atatürk 'ün kapıcının sert cevabi karsısında ısrar etmeyerek ,bir kenara çekilip, saatin 9 olmasını ve memurların gelmesini beklemesidir.
Yazılmayan yönleriyle Atatürk, s. Arif terzioglu sayfa 4
Satı kadın
Ankara'da yakıcı bir yaz günü idi Atatürk beraberinde arkadaşları ve yaverleri olduğu halde Kızılcahamam’a giderken kazan köyü yakınlarında durmuş ve otomobilinden inmişti. Köyün kadını, genci, yaslısı, ihtiyari köylerin içinden geçen, şosede duran bu yabancı konukları görünce hep koşuştular. Kimi su seğirtti, kimi ayran , bunlardan biri, güğümünden aktardığı soğuk ayranı ata'ya uzattı:
- bir soğuk ayran içermişiniz,dedi.
Bu çorak iklimin kavurduğu yüzünde bronzlaşmış Türk kadının en bariz ifadelerini taşıyan, bir Türk anası idi. Böğrüne sıkıştırdığı kundağı biraz daha bastırdıktan sonra, sağ elindeki ayran bardağını uzattı, bekledi. Ata’sı, ayranı kana kana içmiş ve biran durakladıktan sonra ona :
- senin kocan kim ? Diye sormuştu
Köylü kadını,yüzü tunçlaşmış, elleri nasırlı bir Türk anası Ankara’nın kendine has şivesi ile kocasının Sakarya harbinde boğazından yaralanmış bir cengaver olduğunu söyledi. Ata bir soru daha sordu :
- ne zaman doğdun?
- 1919'da Atatürk samsun'a çıktığı zaman doğdum.
Ata, bir an düşündü. Yıl 1934 idi. Kadının bu ifadesine göre 15 yasında olması lazım gelirdi. Halbuki karsısındaki kadın 25 yaslarında görünüyordu tekrar sordu :
- nasıl olur
- evet , nasıl olurdu .bu satı kadın hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedan haliyle ve memleketin işgal altında geçirdiği acı yılları ima ederek:
- evet paşam,ondan evvel yasamıyordum ki !
Bu espri ata’yı bir hayli düşündürdü. Ayrılırken yaverine kadının ismini ve adresini not ettirdi.daha sonra biz satı kadını büyük millet meclisine giren ilk kadın milletvekili olarak görmekteyiz.
Yazılmayan yönleriyle Atatürk, s.arif terzioglu sayfa 22-23
Diş politika
1938 yazında bir sabah, dolma bahçe sarayına gitmiştim.Atatürk, iki aydan beri savarına yatında bulunuyordu.bir gün önce, beni görmek istediğini bildirmiş, fakat bir saat belirtmemişti.bunun için, erkenden dolma bahçe’ye giderek emirlerini orada beklemeyi doğru bulmuştum.saat ona doğru, nöbetçi yaver bey oturduğum salona gelerek :
- efendim, dedi.savarona’dan sizin için gönderilen motor simdi rıhtıma yanaştı.
Servisimi aldım, acele salonları geçip taslığa çıktım.geniş mermer merdivenleri inerken, arkamdan koşarak gelen, ayni nöbetçi yaver beyin sesini duydum :
- efendim, bir krallık yatı gelmiş.
- hangi kralın yatı? Ne zaman gelmiş? Nerede?
- Romanya kral carol’un yatı.simdi.. İste savarona’nin az ötesinde demirliyor.
- acaba kralda gelmiş mi?
- boğaz komutanlığı gönderinde krallık bandırası olduğunu haber veriyor.
Bir an düşündüm, sonra :
- öyleyse dedim.motoru kullananlara söyleyiniz, beni önce Romen yatına götürsünler.
Bir devlet başkanının gelmesi, elbette her zaman en ön planda önemli olan bir siyasi olaydır.
Romen yatına gitmeden savarona’ya gitmiş olsam, Atatürk’ün ilk isi, tabii benden bu gezi hakkında fikir almak olacaktı.halbuki carol’un-eğer gelmişse- niçin geldiğini bilmiyorum.ne Bükreş’te elçimiz, ne memleketimizdeki Romen temsilcileri bize bir haber salmış değillerdir.
Üç dakika sonra motor, Romen yatına yaklaşırken, kralın küpeşteye yaslanmış, bana gülümsemekte olduğunu gördüm.
Yanında, kızıl saçları rüzgarla dağılan, kadın arkadaşı, dillere destan olan sevgilisi madam lupesku duruyordu.
Hemen güverteye çıkıp kendini selamladım ve Türkiye adına “hoş geldiniz” dedim.
Carl, ince ve bir centilmen olarak tanınırdı.fakat beni hayal kırıklığına uğrattı.madam lupesku’ya saygılarımı bildirmek olanağını bana vermesi gerekmez miydi? Halbuki madam, sanki yanımızda değilmiş gibi davrandı ve koluma geçenek beni yatın salonuna götürdü.sabah sabah, koca bir kadeh Romen şarabi içmeğe zorladı ve sonunda :
- cumhurbaşkanı hazretleri ile konuşmak istiyorum.ekselans, dedi. Ne kadar mümkün olursa o kadar çabuk.
- isteğinizi hemen cumhurbaşkanı hazretlerine bildirmek, bana şeref veren görev olacaktır.majeste, dedim.cumhurbaşkanı hazretlerinin rahatsız bulunduklarını biliyorsunuz. Bununla beraber kendilerine hemen arz edeceğim.
Ve sordum :
- su anda İstanbul’da bulunan Romanya elçisice size eslik edecekler midir?
- hayır hayır... Atatürk’le bas basa iki dost gibi konuşmak istiyorum.tabii, ekselans sizde hazır bulunacaksınız...
Savarona’ya gidince Atatürk’ü her zaman kinden daha rahatsız buldum. Uğursuz hastalık o kutsal varlığı kemirdikçe kemiriyordu.kestirdiğim gibi, ilk sözü su oldu :
- yatta carol’da var mi? Kaptan dürbünle bakmış... Güvertede kadınlar varmış...
Gördüklerimi ve konuştuklarımı Atatürk’e bildirdim.bir an gözlerini yumdu, sonra hafif bir sesle :
- pek takatsizim be, doktor; dedi. Ama.. Peki, bir gayret edelim.kendisini kabul edelim.madem ki, buraya kadar gelmiş; olmaz demek olmaz. Herhalde bir derdi vardır.sakin südetler için gelmiş olmasın?
Atatürk, o gün öğleden sonra saat dört buçukta kral carol’u kabul etti.kral yalnız gelmişti.savarona’nin merdiveni basında başyaver(üner) bey tarafından karşılandı ve yattaki cumhurbaşkanlığı yazı odasına götürüldü. Atatürk, açık bir kostüm giymiş, beyaz ipekli gömleğine düz yeşil bir kravat takmıştı.carol ona dikkatle bakıyordu. İlk sözü:
- sizi pek sağlıklı gördüm, ekselans.. Demek oldu.
Sonra hiçbir başlangıça gerek görmek sizin :
- uluslararası durum pek nazik, dedi.durumun en kritik noktası da südetler...
Bu sırada kutsal bardaklarla şerbetler gelmişti. Dudaklarını değirmeden büro üzerine bırakarak devem etti:
- Çekoslovakya çok inatçı bir taktik kullanıyor.bu konuya ivedilikle bir hal çaresi bulmak doğru olacaktır.halbuki benes çok zorluk çıkartıyor. Balkan antanti’nin çıkarları çekoslovakya’nin biraz uysal hareket etmesini emreder, sanırım...
Ve tekrar etti:
- m. Benes pek inatçı... Çok güçlük çıkartıyor.
Atatürk Fransızca bilirdi. Fakat devlet başkanı olarak yabancılarla konuşurken yalnız Türkçe konuşmuştur.
- hasmetmeaba söyleyiniz, dedi.çekoslovakya bizim dostumuzdur. Fakat kendilerinin müttefikidir. Her devlet gibi Çekoslovakya da böyle bir durumda dostlarından yardim umduğu gibi müttefiklerinden de daha sağlam bir yardim arar.kral hazretleri benes’in güçlük çıkarttığından söz ediyorlar. Bir devlet başkanın ilk görevi, memleketinin her noktasını herkesten önce savunmaktır.
Ve sonra o hasta halinde hiç umulmayacak bir sertlikle iki elini oturduğu koltuğun iki kenarına vurarak kükremiş bir kaplan gibi gövdesini ileri fırlattı :
- ne istiyorlar kral hazretleri? Çekoslovakya’dan büyük bir parça koparmak isterken cumhurbaşkanı benes’in kolaylıklar göstermesini mi?
Örneğin siz bunu yapabilir misiniz?
Carol şaşırıverdi :
Ekselans, biz bu durumu anlamıyor değiliz, diye kekeledi.”Ama Almanya’nın gözdağı vermesi karsısında kuşku duyuyoruz.”
Sözü hemen başka bir yola götürerek eğlenceli şeyler anlatmaya başladı.siyasi konuşma bitmiş, monden görüşmeler başlamıştı.
Sonra kalktı, yatına gitti.
Ariburnu, age, s:318-321
Devlet ve bürokrasi
“- cumhuriyetin ilanından sonra idi. Karadeniz’de bir gezintiye çıkmıştı. Kendisine eslik edenler arasında bulunuyordum. Rize’ye geldik.yolların düzgünlüğü ilgisini çekmişti.vali’ye :
- yollarınızı nasıl bu hale getirebildiniz?diye sordu.
Vali de anlattı.bu yakın köylüleri jandarmalarla toplattırmış ve yol onarımında çalıştırmış.
Ata’nın kasları çatıldı.oldukça sert bir dille :
- vali bey, dedi. “corvee” nedir bilir misin? Öyle ise ben söyleyeyim : angarya demektir.ve su anda bilmeniz lazım ki, kanunsuz hiçbir vatandaşı isten alıkoyamaz, onu çalışmaya zorlayamazsınız.cumhuriyette angarya diye bir şey yoktur.
Ariburnu, age, s:321
Devletin bağımsızlığı
Hastalığın ilerlemiş zamanında :
- “o zaman ki dışişleri bakanı dr. Tevfik rüştü aras’da, iyice aklımdadır, bir defa söyle bir anısından söz etmiştir:
Zamanın Romanya kralı ii. Carol, Atatürk’le görüşmek için yatına binmiş;
İstanbul’a gelmiş. Atatürk rahatsız ve istirahatlı bulunduğundan kral carol o’nu savarona’da ziyarete gitmiş... Konuşmasında o zaman ki genel durumdan söz etmiş, “bugün Avrupa’da en ön sırada isin südet meselesi olduğunu” açıklamış... Çekoslovakya cumhurbaşkanı doktor benes’in ısrarlı hareket atmasının bu isi kolaylaştırmadığını, bu yüzden avrupa2da savaş tehlikesi belirdiğini” ifade etmiş... Doktor Tevfik rüştü’nün anlattığına göre, Atatürk oturduğu koltuktan bir direnme hareketi göstermiş; adeta tüyleri ürpermiş.doktora demiş ki :
- “Tevfik rüştü! Hasmetmeaba söyleyiniz :devletin bağımsızlığından ve bütünlüğünden en basta sorumlu olan devlet başkanından ne bekliyorlar? Müttefikleri, doktor benes’in memleketinin parçalanmasını mi istiyorlar ?...
Atatürk’ün bu uyarısı üzerine kral adeta sararmış...
Ariburbu, age s:321
Atatürk ve diktatörlük
Yine gece sofralarından birinde de totaliter devlet şeflerinden birinin parlamento ilişkilerinden söz ediliyordu.konunun sonunda biraz düşündükten sonra:
- “ben ne yaptım, onlar ne yaptılar” dedi ve sustu.
Ariburnu, age s:321
Diş politika ve sorumluluk
“bir aksam, daha sofraya henüz oturmuştu.Tevfik rüştü aras ile bilardo oynuyorlardı.aras’ telefondan çağırdılar.içeriye dönerken :
- “Atatürk, dedi,size caninizi sıkacak bir haber vereceğim : Yugoslavya kralını öldürmüşler.
Üzüntülerini daima içinde saklamayı bilen ebedi şef kıpkırmızı olmuştu, ayakta duramadı.gelin, sofrada konusalım dedi.o gece, sabahın yedisinden aksamın tam yedisine kadar büyüklerimizi çağırtarak onlarla ne kadar titiz bir dikkatle konuştuğunu, onlara direktifler verdiğini görerek hayret içinde kalmıştım.o gece alınması kendilerince gerekli görülen tedbirler ne kadar derin bir görüş eseri olduğunu sonradan çıkan olaylar bize pek iyi anlatmıştı.o aksam bu tedbirleri alnının çizgileriyle; erken ve anlaşılmaz bir sakınma gibi karşılayanlardan değerli bir kişi yine bir gün bunun bir keramet olduğunu huzurlarında açıklamıştı.
Ancak sabah olmuş, gün yayılmıştı.sofrada dört beş kişi kalmıştık :
- acıktınız galiba, dedi.
Harp okulundan beri çok sevdiğini söylediği fasulyeli pilavla muhallebi ve kavun geldi.sabahın tam yedisinde böyle tatlı ikinci bir aksam yemeğinden sonra :
- uykunuz, geldi, artık size müsaade. Ben, çakmak’in, (sayın mareşalimiz o gece İstanbul’da yavuz zırhlısında bulunuyorlarmış) izlerlerini almadan yatmayacağım, demişlerdi.
Ariburnu, age s:322-323
Gerçekçilik
Bir gün Çankaya’daki eski köşkün alt katında, o zaman, içinde bir de havuzu bulunan holde oturuyordum. Atatürk, yandaki yeşil salonda, birkaç konuğu ile görüşüyordu.
Zamanın hatırı sayılır adamlarından olan konuklar bir aralık sözü zafere ce Yunanistan’ın zayıf durumuna getirdiler; biri diğerin görüsünü tamamlıya tamamliya özetle söyle konuştular :
- “karsımızda kuvvet diye bir şey kalmamıştır.büyük devletlerin artık bizim islerimizle fazla uğraşamaya niyetleri olamadığı görülüyor.bundan ötürü elverişli durumlardan faydalanarak bati Trakya’ya girelim ve Selanik’e kadar yürüyelim.”
Belli ki, ifadelerini kuvvetlendirmek için Atatürk’ün Selanik’le olmasından da faydalanmak istiyorlardı. Atatürk, bütün bunları sessizce dinledikten sonra oturduğu koltuktan kalktı ve yüksek sesle su karşılığı verdi :
- “ arkadaşlar! Zafere ulaşmak için insan güç ve dayanıklılığının son aşamasına geldiğimizi dünya bilmese bile bizim her zaman unutmamamız gerekir. Bilirsiniz ki, baslarken davamızı < milli misak> namı altında toplamış ve dünyaya ilan etmiştik.bu ilan, dünyaya karsı bir üstlenme durumundadır.daha ilk adımda verdiğimiz sözü tutmamış bir kurul durumuna giremeyiz.asla hatırdan çıkarmamalısınız; bizim en büyük kuvvetimiz, bugün de yarin da dürüst, açık bir siyaset ve sözlerimize içten bağlılık teşkil edecektir.bununla beraber arkadaşlar, sizden “ricayı mahsusla rica ederim” bir daha böyle bir konuyu ağza almayalım.”
Ariburnu, age, s:323-324
İleri görüşlülük
21.06.1935’deki görüşmelerinde :
- savaş çıktığı taktirde Amerika tarifsizlik siyasetini koruyabilecek mi?
- olanak yok,dedi, olanak yok. Eğer savaş çıkarsa, Amerika’nın milletler topluluğunda işgal ettiği yüksek durumu herhalde etkili olacaktır.coğrafi durumları ne olursa olsun, milletler birbirlerine bir çok bağlarla bağlıdır.
Atatürk, dünyadaki milletleri, bir apartmanda oturanlar gibi görüyor.
- birleşik Amerika cumhuriyetleri bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır.
Eğer apartman, oturanlarının bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin etkisinden kurtulması olanak yoktur.savaş için de ayni şey olabilir.birleşik Amerika cumhuriyetinin bundan uzak kalması olanaksızdır.
Atatürk su sözleri ilave etti :
- bundan başka, Amerika büyük ve kuvvetli ve dünyanın her yerinde ilişiği olan bir devlet olduğundan kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden ikinci basamaktaki bir duruma düşmesine hiçbir zaman izin veremez.
Glayds bakker
Ariburnu, age, s:328
İnsan idare etme
Çiftlik, Marmara havuzu:balkan antlaşmasından yaklaşık olarak yedi sekiz yıl evvel:
Huzurunu bozmaktan korkarak ayaklarımın ucuna bas basa
Kendisine doğru ilerledim.ancak iyice yaklaştıktan sonra benim kendisine doğru gelmekte olduğumu gördü ve her zamanki inceliğiyle yanına çağırdı.
- burada kendi kendime biraz düşünceye dalmıştım.dedikten ve bir kaç havai soru ve cevaptan sonra kendisi:
- biliyor musun, deminden beri neler düşündüm?düşündüm ki, ben cumhurbaşkanlığından çekileyim, veyahut yeni seçimde arkadaşların beni tekrar cumhurbaşkanı yapmamalarını rica edeyim.bu durumda hükümete geçmekligim söz konusu olabilir ama onuda yapmayayım.
Hareketlerinde hürriyet ve bağımsızlığına sahip, sadece bir vatandaş olarak. Bu takdirde yalnız bir şeyi bırakamam: partinin şefliğini.başkanı bulunduğum cumhuriyet halk partisi,Türk milletinin bon sahsına (sağduyu) dayanan bir kuruluştur ki herhangi bir koşul altında ondan ayrılamam.beni,bütün külfeti resmi sınıflardan ayıracak olan bu durum sunun için istiyorum:
Yanıma çok değil, bir iki arkadaş alarak gösterişsiz, tantanasız,hatta özellikle sessiz sedasız bir balkan gezisi yapmaya çıksam, bundan ancak büyük sonuçlar alınabileceğini kesin olarak görüyorum. Bu gezide kimseye haber vermeksizin Atina’ya uğrarız;belgrada fatiyle yok olacaktır.herhangi bir şahsin, yasadıkça kıvançlı ve mutlu olması için lazım gelen şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Akilli bir adam, ancak bu suretle hareket edebilir. Hayatta tam zevk ve mutluluk, ancak gelecek kuşakların şerefi, varlığı, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir.
Bir insan böyle hareket ederken, “benden sonra gelecekler acaba böyle bir ruhla çalıştığımı fark edecekler mi?” Diye bile düşünmemelidir. Hatta en mutlu olanlar,çalışmalarının bütün kuşakların bilmemesini isteyen karakterde bulunanlardır.
Herkesin kendine göre bir zevki var. Kimi bahçe ile uğraşmak, güzel çiçekler yetiştirmek ister.bazı insanlarda adam yetiştirmekten hoşlanır.
Bahçesinde çiçek yetiştiren adam çiçekten bir şey bekler mi? Adam yetiştiren adam da, çiçek yetiştiren adamın duyguları gibi hareket edebilmelidir. Ancak bu biçimde düşünen ve çalışan adamlardır ki, memleketlerine ve milletlerine ve bunların geleceğine faydalı olabilirler. Bir adam ki, memleketin ve milletinin mutluluğunu düşünmekten ziyade kendisini düşünür. O adamın değeri ikinci derecedir. Temelde geri kendine veren ve bağlı olduğu millet ve memleketi ancak kişiliği ile sanan adamlar, milletlerinin mutluluğuna emek vermiş sayılmaz.ancak kendisinden sonrakini düşünebilenler, milletlerini yasamak ve ilerlemek olanağına eriştirebilirler.kendi gidince ilerleme ve hareket durur sanmak bir gaflettir.
Şimdiye kadar sözünü ettiğim noktalar ayrı ayrı toplumlara aittir. Fakat bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuslardir ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan bağlı olduğu milletin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin dirlik ve göneçligini düşünmeli ve kendi milletinin mutluluğuna ne kadar değer veriyorsa bütün dünya milletlerinin mutluluğuna yararlı olmağa elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akilli adamlar taktir ederler ki, bu alanda çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin mutluluğuna çalışmak, diğer bir yoldan kendi milletinin dirlik ve mutluluğunu temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında anlaşma, açıklık, ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendi kendisi için ne yaparsa yapsın, dirlikten yoksundur.onun için ben sevdiklerime sun öğütlerim:
Milletleri yöneten adamlar, tabiidir ki hersey den evvel kendi milletlerinin varlığının ve mutluluğunun faktörü olmak isterler. Fakat ayni zamanda bütün milletler için ayni şeyi istemek lazımdır.
Bütün dünya olayları bize bunu açıktan açığa kanıtlar. En uzakta zannettiğimiz bir olayın bize bir gün islemeyeceğini bilemeyiz.
Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir uzvu addetmek icab eder.bir vücudun parmağının uçundaki acıdan diğer bütün üye etkilenmiş olur.
Türkiye, Romanya ve diğer dostları kuvvetlidirler. Hiçbir taraftan bize gelecek bir şey beklemem. Beklemeğe de gerek yoktur.
İste bu sessizlik içinde bütün dünyayı düşünmek bizdedir. “dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne?” Dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa benzeri kendi aranda olmuş gibi onunla ilgilenmeliyiz.olay ne kadar uzak olursa olsun, bu temelden şaşmamak lazımdır. İste bu düşünüş, insanları, milletleri ve hükümetleri bencilikten kurtarır. Bencillik kişisel olsun, milli olsun daima fena anlaşılmamalıdır.
O halde konuştuklarımızdan su sonucu çıkardığım:
Tabii olarak kendimiz için bütün lazım gelen şeyleri düşüneceğiz ve gereğini yapacağız. Fakat bundan sonra bütün dünya ile ilgileneceğiz. Kısa bir örnek:
Ben askerim. Birinci dünya savasında bir ordunun başında idim. Türkiye’de diğer ordular ve onların komutanları vardı. Ben yalnız kendi ordumla değil, öteki ordularla da uğraşıyordum. Bir gün Erzurum cephesindeki hareketlere ait bir sorun üzerinde durduğum sırada yaverim dedi ki :
- niçin sizinle ilgili olmayan sorunlarla da uğraşıyorsunuz?
Cevap verdim :
- ben bütün orduların durumunu iyice bilmezsem kendi ordumu nasıl yürütebilirim ve yönetebileceğimi belgeleyemem.
Bir devlet ve milleti yönetir durumda bulunanların daima göz önünde tutmaları lazım gebrelen sorun budur.
Bu nedenle sayın konuklarımıza şunu diyeceğim :
Ben düşündüklerimi sevdiklerime olduğu gibi söylerim. Ayni zamanda gerekli olmayan bir sırrı kalbimde taşımak gücünde olmayan bir adamım. Çünkü ben bir halk adamıyım. Ben düşündüklerimi daima halkın huzurunda söylemeliyi. Yalnışım varsa halk beni yalanlar. Fakat şimdiye kadar bu açık konuşmam da halkın beni yalanladığını görmedim.
Ariburnu, age, s:331-334
Halka değer verme
Acı işgal günlerinde, önemli devlet adamlarının da hazır bulundukları toplantıda herkes, Türkiye’nin düştüğü acıklı duruma bir çare arıyor. Amerikan, İngiliz koruyuculuğundan söz ediliyor. Bir aralık, Mustafa kemal paşa’ya da ne düşündüğünü sordular. Atatürk, su kısa cevabi verdi:
- “efendiler, hepiniz konuştunuz, isteklerinizi beyan ettiniz ve birbirinize sordunuz, hepinizi dinledik. Fakat... Anadolu;’ya bir şey sordunuz mu?Anadolu’yu dinlediniz mi?
Ona da soralım, birde onu dinleyelim efendiler!”
Ariburnu, age, s:334
Dava adamı olmak
Yıl 1918, Selanik’te bir konferanstan sonra arkadaşlarıyla konuşması:
- devrimi tamamlamak lazımdır. Biz bunu yapabiliriz. Ben, bunu yapacağım. O zaman için düşündüklerimi size kısaca anlatayım: bu günkü Osmanlı imparatorluğu’nun yüksek sayılan komutanları, benim için yoktur. Ordu kumanda sicilleri içinde ben, son limit olarak, binbaşıyı kabul ediyorum. Geleceğin büyük komutanı bunlar olması gerekir. Sicil defterlerini binbaşıya kadar olanları saklayacağım, üst tarafını yaktıracağım.
Arkadaşlardan biri, bu söz üzerine bana karsı duruyor ve bu büyük ayıklama isinin nasıl yapılabileceğini anlamak istiyor. Mustafa kemal su cevabi veriyor :
- evet, binbaşından yüksek olanlar aybaşında, benim kuracağım bürolara gelip maaşlarını istedikleri zaman, büro şefleri defterleri dikkatle inceledikten sonra : “efendim, defterlerde sizin adiniz yoktur, sizi tanımıyorum” diyeceklerdir.
Ariburnu, age, s:337-338
Atatürk ve ismet İnönü
Yıl : 1957
İsmet İnönü aleyhine söylenmiş bir söz nedeniyle :
İsmet pasa (İnönü) hakkında söz söylenmesine katlanamayan barutçu söz etmişse de söz hakki verilmeyince meclisi terk etmis, yazıhaneye gelmişti. Üzerinde hırsını yenememiş bir insanin hali vardı. Sık sık dudaklarını ısırıyor ve emiyordu.
- bugün eğer bana söz verselerdi, aga oğluna su aniyi anlatacak ve ismet pasa (İnönü) nasıl bir insan olduğunu kendisine öğretecektim. Aninin gözlemcisi refik koraltan idi ve barutçu’ya o anlatmıştı.
Serbest fırka’nın kurulduğu günlerde imiş. Fırka reisi fethi bey, vapurla İstanbul’dan İzmir’e doğru geliyormuş. Gemi ayvalık açıklarında iken, İzmir valisi kazım pasa (dirik) Atatürk’e gönderdiği telgraflarda fethi bey’in İzmir’e ayak basmamasını, zira İzmir’de önemli olaylar çıkabileceğini ve belki de fethi bey’in (okyar) hayatına dahi kastedilebileceğini, İzmirlilerin kendisine karsı büyük bir antipati duyduklarını, belirtiyormuş. Atatürk:
- telgrafı fethi bey’e (okyar) gönderiniz, hareketini tayinde serbesttir, emir buyurmuşlardır.
Vapur İzmir açıklarına geldiği zaman bir de bakılıyor ki, olaylar hiç de kazım paşa’nın anlattığı gibi geçmiyor. Onbinlerce kalabalık kordon boyu’nu doldurmuş ve fethi bey’i karşılamaya hazırlanıyorlar. Fethi bey İzmir’e ayak basınca yapılan büyük gösteriler arasında İzmir kemeralti bölgesindeki kahvelerde asili bulunan Atatürk’ün ve ismet İnönü’nün resimleri ayaklar altına atılıyor, yırtılıyor ve çiğneniyor.
Bütün bu olaylar, vaktinde Atatürk’e iletiliyor ve pek tabii ki, Atatürk üzülüyor. O günün aksamı milletvekillerinden oluşan bir kurul Atatürk’ü yatıştırmak için Çankaya’ya çıkıyorlar. Atatürk’ün bu olay nedeniyle söylediği söz su oluyor:
- benim resimlerimin yırtılmasına, çiğnenmesine üzülmedim desem yalan söylemiş olurum. Fakat asil beni üzen nokta nedir bilir misiniz? O İzmir’ kurtarmak için canini dişine takmış bati cephesi komutanı ismet paşa’nın resimlerinin yırtılıp çiğnenmesidir. Bari bu davranış ona uygulanmasaydı.
Ariburnu, age, s: 338-339
İleri görüşlülük
Bulgar türoglu ivan manolf, meşrutiye’ten (1908) bir iki yıl önce Selanik’te Atatürk’ten o’nun Türk devrimine ait düşüncelerini dinlemişti. Yarın ki Türkiye’yi heyecanla anlatan Atatürk, manolof’a demişti ki:
- “bir gün gelecek, ben hayal zannettiğiniz bütün bu devrimleri başaracağım. Bağlı olduğum millet, bana inanacaktır. Düşüncelerim hiçbir demagoji ürünü değildir. Bu millet, gerçeği görünce, arkasında duraksamaksızın yürür. Dava uğrunda ölmesini bilir. Saltanat yıkılmalıdır. Din ve devlet isleri birbirinden ayrılmalı, doğu uygarlığından benliğimizi sıyırarak bati uygarlığına aktarılmalıyız. Kadın ve erkek arasındaki ayrımlar silinerek yeni bir sosyal düzen kurmalıyız. Bati uygarlığına girmemize engel olan yazıyı yazarak Latin kökünden bir alfabe seçmeli, kılık kıyafetimize kadar, herseyimizle batılılara uymalıyız. Emin olunuz ki, bunların hepsi, bir gün olacaktır.”
Ariburnu, age, s:339-340
Genel değerlendirme
Meslekten yetişmiş yüksek değerli bir diplomatın, Ankara’da görev almış eski İtalyan elçilerinden baron popea aloisi’nin bir bölük anıları geçenlerde yayınlandı. Bunlar arasında Atatürk’ün bu kudretli kişiliğini belirten bir olayda dikkatle kaydedilmiş bulunuyor. Mussolini’nin “ küçük dağları ben yarattım” dediği günlerde, Habeşistan’ı aldığı, bizim Atatürk’ümüzün nasıl çalıştığını, Mussolini’ye üstünlüğünü nasıl anlattığını anılarından aldığım su satırlar açıkça gösteriyor:
12 nisan- Mussolini dörtlü antlaşma üzerinde (Almanya, İtalya, İngiltere, Fransa) çok dikkatli duruyor. Küçük antant (Yugoslavya, çekoslavakya, Romanya) dadır. Mussolini bu fikri sert bir makale ile karşıladı : “besinci büyük devlet mi? Ne palavra! Küçük antant devletleri elele tutuşup yeşil çuha örtülü bir masa üstüne çıkmışlar, büyük devlet olduk sanıyorlar!.. “bu makale, Yugoslavları, çekleri ve Romenleri fena halde sinirlendirdi.”
Bu sırada Türkiye’nin Romanya büyükelçisi vasıf çınar İtalya dışişleri genel sekreterini ziyaret ederek, Mussolini’nin dörtlü antlaşma girişimi hakkında bilgi istiyor. Genel sekreter bunu rapor edince Mussolini alaylı alaylı gülüyor:
- “dünya politikamızı Ankara’dan direktif alarak mi göreceğiz?”
nisan- saat 11:50’de Tevfik rüştü aras beni görmeğe geldi. Ankara’nın dörtlü antlaşmaya karsı çıkmasının doğru olmadığını, olayın Ankara’ya herhalde yanlış yansımış olduğunu söyledim. Bana su karşılığı verdi:
- “bizi bir oldu bitti karsısında bıraktığınız için, bize hiç bir bilgi vermediğiniz için biz de yalnız kendi yeteneklerimizle bu isi incelemeğe mecbur olduk.”
21 nisan- Türk hükümetinin, kan’da bulunan Romen dışişleri bakanı titulesko’yu telgrafla Ankara’ya davet ettiğini haber aldık. Türk hükümeti İtalya’nın dörtlü bir antlaşma girişimine karsı küçük antantı destekleyeceğini üstü kapalı anlatıyor. Su halde Türkiye bize karsı cephe almak üzere... Bütün bunlar, hiç şüphesiz, gazi’nin büyük devletler sırasında bulundurmak ve Türkiye’sin hiçbir siyasi tasavvura olanak bırakmamak arzusundan doğmaktır.
5 mayıs- Cenevre’deyim. Fransız delegesi masaigli’ye dedim ki:
- “eğer dörtlü antlaşma yapmazsam silahsızlanma konferansı bir adim dahi ileri gidemez. Elli üç devletle birlikte bir hedefe ulaşmak kolay mi?”
6 mayıs- benes’in gelmeyeceği anlaşılıyor. Silahsızlanma konferansında Tevfik rüştü (aras) ile titulesku durmadan manevralar çeviriyorlar. Durum güçleşiyor.
7 mayıs- sabah on bir buçukta Tevfik rüştü aras’ı bizzat ziyaret ederek Mussolini adına kendisine su teklifi yaptım: “ekselans; bundan sonra İtalya, bütün siyasi girişimlerini tam zamanında Türk hükümetinin bilgisine arz edecektir.”
Türkiye disişleri bakanı bildiriden memnun kaldığını söyledi. Bunu üzerine kendisine su ricada bulundum : “hükümetimiz, herhangi bir biçim ve surette, büyük millet meclisinde Türkiye ve İtalya arasındaki siyasi ilişkilerin her zamandan daha iyi bir durumda bulunduğunu beyan edebilir mi?...” Tevfik rüştü aras uygun cevap verdi. Bunun üzerine ikinci bir arzumuzu bildirdim: “Arnavutluk’taki elçini de kral zogo’ya Türk-İtalyan ilişkilerinin iyi olduğuna dair bilgi vermesini lütfen telgraflar misiniz?...” Bundan amacımız Arnavutluk kralının Roma’ya karsı manevralara girişmesini önlemekti.
Tevfik rüştü aras buna da uygunluğunu belirtince hemen Roma’ya hareket ettim (saat: 12.50)
Mussolini’nin bu ise ne kadar kaygılı bir suretle önem verdiğini açıklamaya artık gerek var mi?
Niçin zogu’ya haber verecek Türk elçisi? Çünkü Arnavutluk kralı’da Ankara’ya bağlı.
Bizim büyük adam, Ankara’da oturuyor ama Adriyatik politikası avucunun içindedir.
Tevfik rüştü’ nün yanından çıkınca, aloisi’nin soluğu hava alanında alışı bundan.
Dörtlü antlaşma suya düşmüştü. Çünkü büyük Atatürk, zamanında kendisinden izin alınmadığı için Mussolini’nin girişimine müsaade etmemişti ve o’nun devrinde o’nun istemediği şey... Eh yapılmazdı be!
Ariburnu, age, s:340-342