Mustafa Kemal ATATÜRK ( Anıları , bilinmeyen yönleri )

crazyquake

.::®crazy™::.
1. Devlet ve siyaset adamlığı ile ülke çıkarları üzerine olanlar

O memleket batar

Bundan kaç yıl önceydi bilmiyorum, bir aksam Mustafa kemal pasa ile beraber gül cemal vapurunda verilen bir baloda bulunuyorduk. Ekselans’ın bana karşı büyük bir ilgisi vardı.
Bir aralık dalmış, yere bakıyordum, birdenbire:
- madam, dedi; aşka tutulmuş bir kadın gibi ne düşünüyorsunuz öyle derin derin?
Ben o zaman,nereden hatırıma esti bilmiyorum, anlaşılan dilimin ucuna gelmiş olacak ki, düşünmeden hemen cevabini verdim:
- paşam, dedim; başbakanınızın dudaklarından eksik olmayan su neşeli, sempatik gülüşlerine hayranım. O kadar güzel erkek gülüşü ile gülüyor ki...
- başbakanımın gülüşlerine hayran olmuşsunuz, benim de belki dansımdan hoşlanırsınız. Madam, müsaade ederseniz bu valsı beraber yapalım.
Kalktık ve dönmeye başladık. Ben o zaman gençtim, belki, birazda şımartılmış bir kadındım. Nereden içime o heves doğdu bilmiyorum, başladım dansta paşa’yı ben idare etmeye... Bir kez baktı, ses çıkarmadı. Bir daha baktı, yine ses çıkarmadı. Nihayet üçüncüsünde birdenbire durdu. Hiddetli değil, fakat gözlerini ciddiyetle bana çevirdi:
- madam, dedi bir erkekle bir kadın yan yana durdukları zaman, yönetmeyi erkeğe bırakmak en doğru davranıştır.
Çocukluk iste. Ben büyük bir cesaretle söyle bir karşılık verdim:
- müsaade edin de paşam, ne olur, bir kez de ben sizi idare edeyim, dedim.
Kızmadı, aksine gülmeğe başladı:
- bir memleket idare edeni, bir kadın idare etmeğe kalkarsa o memleket batar, gelin biz yerimize oturalım sizinle.
Beni elimden tutup getirdi ve yanındaki koltuğa oturttu.
Madam hanses.

Bunlara kendimizi tanıtacağız

Ankara’ya son gidişimde bir aksam gazi, beni Ankara palas’a götürmüştü. Sofrada bir kaç kişi daha vardı. Yedik, içtik, eğlendik, gece yarısına doğru Fransız büyükelçisi pavyona geldi. Pasa bu elçiden hoşlanıyordu. Sofraya çağırdı, bir kaç kadeh de onunla birlikte içildi. Büyük şehirlerden, Paris’ten söz açılmıştı. Bu arada büyükelçi, gazi’ye:
- ekselans, Paris’i bir daha görmek istemez misiniz? Dedi. Mustafa kemal pasa:
- “nasıl görmek istemem? Gençlik hatıralarımı tazelerim,” diye cevap verdi. Bu karşılığa çok sevinen büyükelçi:
- “böyle bir seyahat Fransa’yı çok sevindirir. Ben de refakatinizde bulunmaktan şeref duyarım. En büyük Fransız zırhlısı bizi İzmir’den alır. Akdeniz donanması emrimize verilir. Marsilya’ya çıktığınızda Fransız ordusu kumandanız altına girer. Hükümdarlara yapılmayan bir törenle karşılanırsınız.”
Bu sözleri dikkatle dinleyen gazi:
- “bu daveti siz kendiliğinizden mi yapıyorsunuz, yoksa hükümetiniz adına mi konuşuyorsunuz?” Diye sordu. Bu soru karsısında büyükelçi hemen kendisini topladı:
-”muvaffakiyetinizi hükümetime bildirirsem, hükümetim de bunu büyük bir şeref sayar,” dedi.
Gazi’nin yüzü değişti. Çok kesin bir dille:
-”ekselans, Paris’i çok görmek istiyorum, ama büyük törenle karşılanacağım Paris’i değil. Ben Paris’e, dünyanın bu güzel şehrine, operalarını, tiyatrolarını, revülerini, zarif kadınlarını bir daha görmek için gitmek isterim. Dedim ya gençlik hatıralarımı tazelemek için... Böyle olunca da belli olmadan gitmek isterim. Yoksa törenlerle karşılanmak için değil.”
Büyükelçi gaf yaptığını anlamıştı, biraz sonra bir is uydurarak sofradan kalktı. Gazi’nin de neşesi kaçmıştı.
- “kalkalım çocuklar, sofraya Çankaya’da devam ederiz,” dedi. Sofradakilerin çoğunu pavyonda bıraktı yalnız iki-üç yakın arkadaşını yanına aldı. Yolda kendisine :
- “elçi çok fena bozuldu ama, söylediğine de söyleyeceğine de pişman ettiniz” dedim. Artık kızgınlığı geçmişti:
- “bana bak kemal, sen de basıma kırk yıllık diplomat kesilme. Adamın zihniyetini anlamadın mi? Bu Avrupalılar bizi bir türlü kavrayamıyorlar. Adam beni bir sark emiri sanıyor. Hangi donanmayı kimin emrine, hangi orduyu kimin kumandası altına veriyor? Bunlara kendimizi tanıtacağız, kim olduğumuzu öğrenecekler. Yoksa ben kaba bir adam değilim çocuğum” dedi.
Atatürk, çok ince bir adamdı.
Kemaalettin sami pasa’dan
Cevat dursunoglu

On yıl sonra

Samsun’dan havza’ya gidiyorduk. Altımızda, birinci dünya harbi’nden kalan benz marka bir otomobil vardı. Şoför de Türk değildi. Yola çıktık, biraz sonra motorda bozukluk oldu ve araba durdu. Otuz altı yasında zaferler kazanan kumandan Mustafa kemal paşa’nın ne demek olgunu arkadaşları bilirler. Kızdı ve asabileşti. Şoförü azarladı ve kendisi makineyi harekete geçirmeğe uğraştı. Tabi muvaffak olamadı.
Ben, doktor refik saydam ve kazım dirik bir kösede duruyorduk. Doğrusu, içimizden neden ise karıştığına hem üzülüyor, hem sinirleniyorduk. İçimizden geçeni anlamış gibi bize baktı ve dedi ki:
- on sene sonra sizinle, kendi yaptığımız yollarda, Türk Şoförleri bizi istediğimiz yerlere götürecekler!
Biz sustuk. İçimizden geçenlerin ne olduğunu bilmem anlatmak lazım mi? Aradan tam on yıl geçti. Ben birinci umumi müfettiş idim. Diyarbakır’a gelmişti. Bir yolda giderken gene otomobil bozuldu. Kafile durdu. Beni yanına çağırdı ve Türk şoförle islemeye başlayan makineyi işaret etti:
- vaadimi yerine getirdim!
Dr. İbrahim tali öngören

Bu milletvekilliği ayrıcalığını hiç beğenmedim

Atatürk bir sabah Florya’dan dolma bahçe sarayına dönüyor. Yeşilköy istasyonunun önünden geçerken birdenbire otomobili durduruyor ve başyaver’e:
- sorunuz, tren var mi? Diye emir veriyor.
O sırada tren hemen hareket etmek üzeredir, hep birlikte otomobilden inip yanındakilerle trene biniyor. Karar ani verildiği ve tatbik edildiği için bu trene biniş hemen kimsenin nazari dikkatini çekmiyor. Bir müddet sonra, her şeyden habersiz olan kondüktör ata’nın bulunduğu kompartımana geliyor. Kafileyi görünce çekilmek istiyor. Ata hemen sesleniyor;
- vazifeni yap! (yanındakileri göstererek) bu efendilere niçin bilet sormuyorsun?
Yanındakiler cevap verirler.
- paşam biz mebusuz. Tren bileti almayız. Parasız seyahat ederiz.
Ata hayretle:
- bu imtiyazı hiç beğenmedim, der. Çok ayıp ve acayip bir kaide. Çok güzel halkçılık!
Ali kılıç

Devlet imkanlarını amacına uygun kullanma :

Sivas kongresi sonrası, heyeti temsil iye’nin Ankara’ya gelmesi kararlaştırıldıktan sonra Mustafa kemal ve Hüseyin Rauf beraberlerindekilerle Ankara’ya geldiklerinde keçi ören yolu üzerindeki ziraat mektebi’ne misafir edilmişlerdi. Daha sonra Mustafa kemal Ankara istasyonundaki gar müdürlüğü binasına yerleşti. Burası hem evi, hem çalışma yeriydi.
O tarihlerde Ankara vilayetinin şehir merkezi kale ve onun hemen çevresi idi. Keçi ören, etlik, dikmen, ayrancı’da bağ evleri vardı. Bunlar arasında çan kayada papazin bağı olarak adlandırılan iki katli ev Mustafa kemal’e armağan edildi ve o da evi ordu’ya devrederek evin adi ordu köşkü oldu. İki katli binaya 1924’de ilaveler yapıldı fakat bina ısıtılamıyor idi. Zafer, inkılaplar, cumhuriyet, dünyanın üzerimizde toplanan gözleri, Mustafa kemal’in müstesna şahsiyeti, mütevazı de olsa yeni bir devlet başkanlığı konutunu zorunlu kılıyordu.
Mustafa kemal yeri kendi seçti, kayalar düzenlendi, diş cephe pembe rengin hakimiyetinde, içerde yeşilin her tonu ile ve planın esasi Mustafa kemal’in olan yapı 1932’de tamamlandı ve ayni yılın haziran ayında da taşınıldı.
Pembe köşkün döşenmesi için bütçede pek mütevazı para vardı. Gazi, gerekli olanı şahsi imkanları ile karşılama kararı aldı ve kendisine tavsiye edilen o günlerde Beyoğlu istiklal caddesinde bir Türk’ün açtığı dekorasyon mağazası sahibi sefahattin refik beyi Ankara’ya davet etti. Binayı gezdirdi, arzularını açıkladı ve kendisinden teklif istedi.
Kısa süre sonra kendisine sunulan tasarıyı inceledi, muhatabı konuyu gerçekten biliyordu ve anladı ki, kendisini tanıyanlarca da uyarılmıştı. Buna rağmen teklifleri hazırlayanları kırmadan ülkenin mütevazı imkanlarını izah edebilmiş olmanın rahatlığı içinde feragatler istedi. O sırada ata’nın yanında olan Ankara belediye başkanı asaf ilbay bey ata’nın su açıklamasını kaydeder.
“biliyorsunuz burası cumhurbaşkanlığı köşkü... Mülkiyeti devletin... Benden sonra buraya meclisin veya belki milletin doğrudan seçeceği zatlar gelecek. Bu eşyaların parasını benim şahsen verdiğimi sizler biliyorsunuz ama, yarin bunu bilmeyenler içinde yanlış hükümler veren olmaz mi? Memlekete en zaruri hizmetlerin yapılamadığı bütçe darlığı içinde israf yapıldığını düşünenler bulunmaz mi? Bir endişem de karar meşkinde olanların şahsi arzularını devlete yükleme mevzuunda beni emsal göstermelidir. Bunu hiç istemem.”
Sonra sefahattin refik bey’e döner:
“şahsi imkanların olsa bile, böyle mekânlara asgari masraflarla rahat ve zevkli tefrişi tercih etme tercihindeyim. Beni anlıyorsunuz zannederim.” Der.
Cemal kutay, Atatürk olmasaydı

Şef asker mi sivil mi olmalı?

Çankaya aksamlarından biri. Bazen Atatürk soruyor, bazen de Atatürk’ e soruyorlar. O’ na diyorlar ki:
- şef asker mi, sivil mi olmalı? Cevap veriyor:
-şef, şef olmalı. İster sivil, ister asker.
Bu cevabi ile “şef” ligin rütbede ve elbisede değil, ruhta ve kafa yapısında olduğu hakikatini veciz surette belirtmiş oluyor.
Nükte ve fıkralarla Atatürk
Niyazi Ahmet banoglu

Bayrağa saygı

Atatürk bu engin insanlık duygusu ile milletlerin istiklali prensibine olan gönülden saygı ve bağlılığını İzmir’e girdiği sırada da göstermişti... O’na İzmir’de Karşıyaka’da bir ev hazırlanmıştı ki, bu evde işgal esnasında yunan kralı konstantin’de kalmıştı... Evin sahibinin oğlu ile hazırlıkta çalışanların bazı yakın akrabası Yunanistan’da esir bulunuyorlardı; işgal esnasında, bütün Türkler gibi çok izdi rap çekmişlerdi; içlerinden yaralıydılar ve yunanlılardan öç almak ateşiyle yanıp tutuşuyorlardı. Bu duyguların etkisi altında evin diş merdiveninin üzerine, muzaffer başkomutan’ının basıp gedmesi için, ipek bir düşman bayrağı sermişlerdi...
Atatürk yere serili bayrağın önünde durmuştu; etrafında bulunan kadın-erkek İzmirliler, kendisini içeriye girmeye davet ediyor, gözleri yaslarla dolu:
“buyurunuz, geçiniz, bizim öcümüzü yerine getiriniz. Yabancı kral bu evden içeri, bizim bayrağımıza basarak girmişti; siz lütfedin, bu karşılıkla o lekeyi silin. Burası bizim şehrimizdir, bu ev sizin evinizdir, bu hak sizindir” diye yalvarıyorlardı.
Hiçbir durumda benliğini ve sağduyusunu kaybetmeyen civanmert insan; kendilerine en tatlı bakış ve sesi ile:
“o, geçmişte hata etmiş; bir milletin istikbalinin timsali olan bayrak çiğnenmez, ben onun hatasını tekrar edemem,” cevabini vermişti ve ancak bayrağı yerden kaldırttıktan sonra beyaz mermerlere basarak içeri girmişti...
Soyak, hasan riza; Atatürk’ten hatıralar, s. 136

Cumhuriyet

Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa’ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kitlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kağıtla Atatürk’e yaklaştığı görüldü. İhtiyar, zayıf bir kadındı. Ata’nın yolunu keserek titrek bir sesle:
- beni tanıdın mi oğul? Dedi. Ben sizin Selanik’te komşunuzdum. Bir oğlum var; devlet demiryollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oğlumu yine ise almamış..ne olur bir kere de siz söyleseniz.
Atatürk’ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı... Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle :
- oğlunu almadılar mi? Dedi. Ben tavsiye ettiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İste cumhuriyet böyle anlaşılacak...
Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta vecd (çoşku) dolu bir sesle:
- iste cumhuriyetten beklediğimiz netice... Diyordu.
Koyman, hulusi; Atatürk’ü anmak kitabından, s. 260

Bayrağa saygı

30 ağustos sabahı, Mustafa kemal muharebe sahasında dolaşıyordu. Etraf binlerce düşman cesetleri ve birbiri üzerine yığılmış yüzlerce topçu hayvani, terk edilmis silah, top ve cephane dolu idi...
Atatürk söyle söylendi:
- “bu manzara insanlığı utandırabilir ! Fakat meşru müdafaamız için buna mecbur olduk. Türkler, başka milletlerin vatanında böyle bir harekete teşebbüs etmezler."
Ganimetlerin arasında yırtılmış ve terk edilmis bir de yunan bayrağı gören başkumandan eli ile kaldırılmasını işaret ederek;
- “bir milletin istiklal alametidir, düşman da olsa hürmet etmek lazımdır, kaldırıp topun üzerine koyunuz."
Sait arif terzioglu
İnsancıl Atatürk

Vatan islerinde korkmak olmaz

Sivas'ta vatan bütünlüğü ve bütün millet adına bir kongre toplamaya karsı olanlar çoktu.
İşgal kuvvetleri ile İstanbul hükümeti de kongreyi toplatmamak için el birliği etmişlerdi. Binbaşı rütbesinde bir Fransız jandarma subayı, yanına bir tercüman alarak Sivas valisine geldi.
"eğer burada kongre toplanırsa Fransızlar Sivas’ı işgal edecekler" dedi.
Vali, Mustafa kemal'e ikinci bir kongreden vazgeçilmesini yahut Erzincan’da toplanmasını söyledi. Kuva-i milliyeci bir genç sonradan Sivas milletvekili kasım da valiyi desteklemekteydiler. Mustafa kemal, İngilizlerin samsun'u topa tutmak, on güne kadar yeni işgaller yapmak şantajı ile kendi çalışmalarına engel olmak istediklerini hatırlatarak bu blöflere kulak asmamaları cevabini verdi.
Hiç bir vaka olmadan 2 eylül aksamı Sivas’a varılmıştır. Şehirde ne kadar fayton ve yaylı araba varsa hepsini karşılayıcılar tutmuşlardı. Yalnız hürriyet ve itilaf partisinden kimse yoktu. Kalabalık arasında Fransız subayın tehdidi üzerine telaşlanan genç rasim’i gören Mustafa kemal:
- "gençler için vatan islerinde ölmek olabilir, korkmak asla !
Kurtuluş savası’nda Sakarya zaferi nasıl bir kader dönümü olmuşsa, Anadolu’da yeni devletin kurulusunda Sivas kongresi’nin o kadar büyük önemi vardır.
F. Rifki atay, Çankaya

Atatürk'ün yargıç kararına saygısı


Ölümünden iki yıl önce Atatürk 'ün canına kıymak için kurulan bir düzen meydana çıkarılmıştı. Hem bu düzeni kurmakla suçlanan kimse "milli mücadele"den beri ata’nın yolunda çalışmış, sevgi ve güvenini kazanmış, birçok iyiliklerini de görmüş biri idi.
Haber yurtta şaşkınlık ve tiksinme yaratmıştı. Herkes bunu konuşuyor, "nasıl olur, nasıl olur!" diyor, bir türlü herhangi bir nedene bağlayamıyordu.
Sanık tutuldu, adalete teslim edildi. Fakat Atatürk, olaydan haberi yokmuş gibi, bu konuda ne düşündüğünü açıklamak için ağzını açmadı, adalet son sözünü söyleyinceye dek sustu. Atatürk'ün bu suskunluğu çeşitli yorumlara uğramıştı, kimi "bu üzüntülü olayı anmak istemiyor", dedi; kimi de "bunun doğru olduğuna inanmıyor" diye düşündü.
Sanığa yükletilen suç yargı yerinde ispat edilemediği için adam aklandı.
İste, yargıç kararını bu yolda verdikten sonradır ki Atatürk bu konuda ağzını ilk ve son kez olarak açtı ve yalnız sunu dedi :
- suça yeltenilmistir, ancak yargıç buna kanacak ölçüde kanıt bulmuş değildir.
Mehmet ali agakay,
Atatürk'ten 20 ani

Samsun gezisi

Serbest fırka’nın kurulusu ve kaldırılışı :
Gazi, 1930 yılının kasım’ında kayseri yönünde trenle yurt gezisine çıkmıştı. Yol arkadaşlarına ilk sorduğu soru;
"serbest fırka’yı kapatmakla iyi mi ettik?" idi. Tabii herkes "iyi oldu" diyordu. Ama bu soru bütün gezi boyunca sürecekti. Sonunda 22 kasım 1930'da gazi samsun'a varmıştı. Samsun'da olağanüstü önlemler alınmıştır. Halk asker kordonlarının arkasına sinmiştir. Aksam ziyafet verilir. Ama masada kenti temsil eden hiç kimse yoktur. (bosnakzade ahmet bey).
"belediye başkanı nerede? Nasıl olur? Kentlerine konuk geldik" diye sorar belediye başkanı serbest fırka’lı olduğu için vali tarafından davet edilmemiştir. Hemen belediye başkanı’nı bulup masaya getirirler. Söz serbest fırka’dan açılır. Gazi serbest fırka’nın kendinden beklenen isleri göremeyeceği, memlekette gericiliğin ve inkılap dişi akımların bundan yararlanacağı düşüncesi ile serbest fırka’nın kapatıldığını anlatır ve sonunda belediye başkanı’na dönerek der ki;
"simdi başkan bey, siz de artık kaldırılmış olan bir partinin belediye başkanı olarak görevinizi sürdürmek istemezsiniz, değil mi? İstifa ediniz" ama belediye başkanı’nın yanıtı başkadır.
"paşam, ben serbest fırka’yı temsil etmiyorum. Bu seçim halkın bana karsı bir güveni seklinde ortaya çıkmıştır. Eğer bu görevden istifa edersem, halkın gösterdiği yakınlığa ve güvenine karsı gelmiş olurum."
Gazi sakin bir sesle :
"düşündüğünüz doğru. Dilediğiniz gibi olsun." yanıtını verir.
12 eylül 1929 tarihinde Ankara’da Paris büyükelçisi fethi okyar’a cumhurbaşkanlığı genel sekreteri tevfik biyiklioglun’dan bir telgraf gider:
“reisicumhur hazretleri Fransız hukuk fakültelerinde okutulan derslere ait kitaplarla en mufassal ve yüksek bir umumi tarihi zat-i alilerinden rica etmektedir.”
Fethi bey, üç gün içinde kitapları gönderir, arkadan yeni siparişler gelir, Ernest lavisse ve alfret rambaud’un 12 ciltlik “histoire generale des peoples et des civilisations” kitabi istenir, fethi okyar bunlari da gönderir.
18 kasım 1929’da büyükelçi’ye, Çankaya’dan bir mektup gelir:
“dün Ernest lavisse’in on iki ciltlik tarih-i umumisi geldi. Yalnız tarih-i kadim’e ait kısmi yok, yani milattan sonra başlıyor. Bunu ikmal edecek kişinin de lütuf buyurulmasını reisicumhur hazretleri rica ediyorlar.(...) Yalnız bunların bedeli bir hayli tutsa gerektir. Tasfiye edilmek üzere bedelinin is’arini istirham ederim. Pasa hazretleri, sonra bir daha kitap istemeye yüzümüz olmaz, diyorlar. Reisicumhur hazretleri muhabbetle gözlerinden öpüyorlar efendim.”
Fethi bey, Atatürk’ün çok yakın arkadaşıdır, kitapların bedelini seve seve ödeyebilir, ama Atatürk bunu istemez, fatura gelir, kitapların bedeli Paris’e gönderilir.
1930’da fethi okyar, merkeze döner, Paris büyükelçiliği’ne Münir ertegün atanır, Atatürk’ün kitap siparişleri devam eder, genel sekreter, rene grousset’nin iki ciltlik “historie de i’ektreme orient” adli kitabini ister.
Kitap hemen gönderilir.....
Devamını bilal simsir söyle anlatır:
“münir bey, hemen kitabi postalar. Kitabin 571 frank, 80 santim tutarındaki faturasını da dışişleri bakanlığı’na yollar. Büyük bir hukukçu olan münir bey, büyükelçilik ve bakanlık bütçesinden cumhurbaşkanı için harcama yapılamayacağını herhalde bilir. Ama, belki, gazi için bir kerecik çiğnesek ne çıkar, diye düşünmüştür. Bu yüzden dışişleri bakanlığı ve Sayıştay kendisinden hesap soracak değildi ya. Gazi denince akan sular dururdu.”
Ama büyükelçi yanılmaktadır, Çankaya’nın böyle şeylere tahammülü yoktur.
Hatta büyükelçi, dışişleri’nin kitap, broşür tahsisatı vardır, fatura bakanlığa gönderilmiş, bedeli o tahsisattan ödenmiştir, dese bile...
Çankaya faturaları dışişleri bakanlığı’ndan alır, 571 frank, 80 santim is bankası aracılığıyla Paris’e gönderilir.

Atatürk Sovyet elçisine:
“asla Bolşevik olmayacağız” dedi.


Ankara’nın şubat ayına tesadüf eden oldukça soğuk ve karlı bir gecesi idi. Ankara kulübünde bir balo tertip edilmiştir. O zamanın bütün mümtaz simaları orada idiler. Saat henüz 12‘ye gelmemişti. Herkesin kalbinde ani bir heyecan uyandıran mesut bir haber baloya yayıldı:
- gazi pasa baloya geliyorlar !.
Rus sefarethanesinde imişler, oradan baloya geliyorlar. O zamanki Rus sefiri de baloya gelmişti.
Bir aralık sefir, salonunun ortasına doğru ilerlemekte olan gaziye yaklaşarak Fransızca:
Ekselans dedi, sizi çok seviyorum, hürmetim sonsuzdur; çünkü müşterek bir gaye uğrunda varlığını kurtarmağa çalışan milletleriz. Türkiye’nin en büyük halaskarı ve banisi olan sizi müsaade ederseniz bir kere öpmek şerefini kazanabilir miyim?...
Atatürk evvela gülerek elini uzattı, sonra o da elçiyi öptü. Büyük ve kıymetli atamız bu çeşit eğlence yerlerinde dahi memleketin menfaat ve siyasetini göz önünden bir an uzak tutmazdı. Onun için bütün yabancı gazete muhabirlerinin huzurunda su cümlelerle sefirin sözlerini cevaplandırdı:
- ekselans, gösterdiğiniz sevgi hareketinden ve sözlerinizden çok mütehassis oldum. Teşekkür ederim. Bu iki millet ilelebet dost kalmalıdır. Yalnız suna dikkat ediniz, her zaman dost olmak arzumuza rağmen asla Bolşevik olmayacağız !
Atatürk’ün nükteleri, hilmi yücebas

Atatürk’ün eşitlik anlayışı

Atatürk bir gün dolma bahçe’den gizlice çıkar topkapı sarayı müzesine gelir. Müzeyi gezmek ister. Kendisini kapıcıya tanıtır, fakat kapıcı henüz saat 9 olmadı, memurlar da gelmedi Atatürk değil, kim olursan ol, bekleyeceksin der.
Hiç şüphe yok ki , kapıcı Atatürk 'ü tanımamış ve birden fazla bu sözlere muhatap bulunduğu için gelenin Atatürk olabileceğine inanmamıştır. Fakat bu anekdotta mühim olan nokta Atatürk 'ün kapıcının sert cevabi karsısında ısrar etmeyerek ,bir kenara çekilip, saatin 9 olmasını ve memurların gelmesini beklemesidir.
Yazılmayan yönleriyle Atatürk, s. Arif terzioglu sayfa 4

Satı kadın

Ankara'da yakıcı bir yaz günü idi Atatürk beraberinde arkadaşları ve yaverleri olduğu halde Kızılcahamam’a giderken kazan köyü yakınlarında durmuş ve otomobilinden inmişti. Köyün kadını, genci, yaslısı, ihtiyari köylerin içinden geçen, şosede duran bu yabancı konukları görünce hep koşuştular. Kimi su seğirtti, kimi ayran , bunlardan biri, güğümünden aktardığı soğuk ayranı ata'ya uzattı:
- bir soğuk ayran içermişiniz,dedi.
Bu çorak iklimin kavurduğu yüzünde bronzlaşmış Türk kadının en bariz ifadelerini taşıyan, bir Türk anası idi. Böğrüne sıkıştırdığı kundağı biraz daha bastırdıktan sonra, sağ elindeki ayran bardağını uzattı, bekledi. Ata’sı, ayranı kana kana içmiş ve biran durakladıktan sonra ona :
- senin kocan kim ? Diye sormuştu
Köylü kadını,yüzü tunçlaşmış, elleri nasırlı bir Türk anası Ankara’nın kendine has şivesi ile kocasının Sakarya harbinde boğazından yaralanmış bir cengaver olduğunu söyledi. Ata bir soru daha sordu :
- ne zaman doğdun?
- 1919'da Atatürk samsun'a çıktığı zaman doğdum.
Ata, bir an düşündü. Yıl 1934 idi. Kadının bu ifadesine göre 15 yasında olması lazım gelirdi. Halbuki karsısındaki kadın 25 yaslarında görünüyordu tekrar sordu :
- nasıl olur
- evet , nasıl olurdu .bu satı kadın hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedan haliyle ve memleketin işgal altında geçirdiği acı yılları ima ederek:
- evet paşam,ondan evvel yasamıyordum ki !
Bu espri ata’yı bir hayli düşündürdü. Ayrılırken yaverine kadının ismini ve adresini not ettirdi.daha sonra biz satı kadını büyük millet meclisine giren ilk kadın milletvekili olarak görmekteyiz.
Yazılmayan yönleriyle Atatürk, s.arif terzioglu sayfa 22-23

Diş politika

1938 yazında bir sabah, dolma bahçe sarayına gitmiştim.Atatürk, iki aydan beri savarına yatında bulunuyordu.bir gün önce, beni görmek istediğini bildirmiş, fakat bir saat belirtmemişti.bunun için, erkenden dolma bahçe’ye giderek emirlerini orada beklemeyi doğru bulmuştum.saat ona doğru, nöbetçi yaver bey oturduğum salona gelerek :
- efendim, dedi.savarona’dan sizin için gönderilen motor simdi rıhtıma yanaştı.
Servisimi aldım, acele salonları geçip taslığa çıktım.geniş mermer merdivenleri inerken, arkamdan koşarak gelen, ayni nöbetçi yaver beyin sesini duydum :
- efendim, bir krallık yatı gelmiş.
- hangi kralın yatı? Ne zaman gelmiş? Nerede?
- Romanya kral carol’un yatı.simdi.. İste savarona’nin az ötesinde demirliyor.
- acaba kralda gelmiş mi?
- boğaz komutanlığı gönderinde krallık bandırası olduğunu haber veriyor.
Bir an düşündüm, sonra :
- öyleyse dedim.motoru kullananlara söyleyiniz, beni önce Romen yatına götürsünler.
Bir devlet başkanının gelmesi, elbette her zaman en ön planda önemli olan bir siyasi olaydır.
Romen yatına gitmeden savarona’ya gitmiş olsam, Atatürk’ün ilk isi, tabii benden bu gezi hakkında fikir almak olacaktı.halbuki carol’un-eğer gelmişse- niçin geldiğini bilmiyorum.ne Bükreş’te elçimiz, ne memleketimizdeki Romen temsilcileri bize bir haber salmış değillerdir.
Üç dakika sonra motor, Romen yatına yaklaşırken, kralın küpeşteye yaslanmış, bana gülümsemekte olduğunu gördüm.
Yanında, kızıl saçları rüzgarla dağılan, kadın arkadaşı, dillere destan olan sevgilisi madam lupesku duruyordu.
Hemen güverteye çıkıp kendini selamladım ve Türkiye adına “hoş geldiniz” dedim.
Carl, ince ve bir centilmen olarak tanınırdı.fakat beni hayal kırıklığına uğrattı.madam lupesku’ya saygılarımı bildirmek olanağını bana vermesi gerekmez miydi? Halbuki madam, sanki yanımızda değilmiş gibi davrandı ve koluma geçenek beni yatın salonuna götürdü.sabah sabah, koca bir kadeh Romen şarabi içmeğe zorladı ve sonunda :
- cumhurbaşkanı hazretleri ile konuşmak istiyorum.ekselans, dedi. Ne kadar mümkün olursa o kadar çabuk.
- isteğinizi hemen cumhurbaşkanı hazretlerine bildirmek, bana şeref veren görev olacaktır.majeste, dedim.cumhurbaşkanı hazretlerinin rahatsız bulunduklarını biliyorsunuz. Bununla beraber kendilerine hemen arz edeceğim.
Ve sordum :
- su anda İstanbul’da bulunan Romanya elçisice size eslik edecekler midir?
- hayır hayır... Atatürk’le bas basa iki dost gibi konuşmak istiyorum.tabii, ekselans sizde hazır bulunacaksınız...
Savarona’ya gidince Atatürk’ü her zaman kinden daha rahatsız buldum. Uğursuz hastalık o kutsal varlığı kemirdikçe kemiriyordu.kestirdiğim gibi, ilk sözü su oldu :
- yatta carol’da var mi? Kaptan dürbünle bakmış... Güvertede kadınlar varmış...
Gördüklerimi ve konuştuklarımı Atatürk’e bildirdim.bir an gözlerini yumdu, sonra hafif bir sesle :
- pek takatsizim be, doktor; dedi. Ama.. Peki, bir gayret edelim.kendisini kabul edelim.madem ki, buraya kadar gelmiş; olmaz demek olmaz. Herhalde bir derdi vardır.sakin südetler için gelmiş olmasın?
Atatürk, o gün öğleden sonra saat dört buçukta kral carol’u kabul etti.kral yalnız gelmişti.savarona’nin merdiveni basında başyaver(üner) bey tarafından karşılandı ve yattaki cumhurbaşkanlığı yazı odasına götürüldü. Atatürk, açık bir kostüm giymiş, beyaz ipekli gömleğine düz yeşil bir kravat takmıştı.carol ona dikkatle bakıyordu. İlk sözü:
- sizi pek sağlıklı gördüm, ekselans.. Demek oldu.
Sonra hiçbir başlangıça gerek görmek sizin :
- uluslararası durum pek nazik, dedi.durumun en kritik noktası da südetler...
Bu sırada kutsal bardaklarla şerbetler gelmişti. Dudaklarını değirmeden büro üzerine bırakarak devem etti:
- Çekoslovakya çok inatçı bir taktik kullanıyor.bu konuya ivedilikle bir hal çaresi bulmak doğru olacaktır.halbuki benes çok zorluk çıkartıyor. Balkan antanti’nin çıkarları çekoslovakya’nin biraz uysal hareket etmesini emreder, sanırım...
Ve tekrar etti:
- m. Benes pek inatçı... Çok güçlük çıkartıyor.
Atatürk Fransızca bilirdi. Fakat devlet başkanı olarak yabancılarla konuşurken yalnız Türkçe konuşmuştur.
- hasmetmeaba söyleyiniz, dedi.çekoslovakya bizim dostumuzdur. Fakat kendilerinin müttefikidir. Her devlet gibi Çekoslovakya da böyle bir durumda dostlarından yardim umduğu gibi müttefiklerinden de daha sağlam bir yardim arar.kral hazretleri benes’in güçlük çıkarttığından söz ediyorlar. Bir devlet başkanın ilk görevi, memleketinin her noktasını herkesten önce savunmaktır.
Ve sonra o hasta halinde hiç umulmayacak bir sertlikle iki elini oturduğu koltuğun iki kenarına vurarak kükremiş bir kaplan gibi gövdesini ileri fırlattı :
- ne istiyorlar kral hazretleri? Çekoslovakya’dan büyük bir parça koparmak isterken cumhurbaşkanı benes’in kolaylıklar göstermesini mi?
Örneğin siz bunu yapabilir misiniz?
Carol şaşırıverdi :
Ekselans, biz bu durumu anlamıyor değiliz, diye kekeledi.”Ama Almanya’nın gözdağı vermesi karsısında kuşku duyuyoruz.”
Sözü hemen başka bir yola götürerek eğlenceli şeyler anlatmaya başladı.siyasi konuşma bitmiş, monden görüşmeler başlamıştı.
Sonra kalktı, yatına gitti.
Ariburnu, age, s:318-321

Devlet ve bürokrasi

“- cumhuriyetin ilanından sonra idi. Karadeniz’de bir gezintiye çıkmıştı. Kendisine eslik edenler arasında bulunuyordum. Rize’ye geldik.yolların düzgünlüğü ilgisini çekmişti.vali’ye :
- yollarınızı nasıl bu hale getirebildiniz?diye sordu.
Vali de anlattı.bu yakın köylüleri jandarmalarla toplattırmış ve yol onarımında çalıştırmış.
Ata’nın kasları çatıldı.oldukça sert bir dille :
- vali bey, dedi. “corvee” nedir bilir misin? Öyle ise ben söyleyeyim : angarya demektir.ve su anda bilmeniz lazım ki, kanunsuz hiçbir vatandaşı isten alıkoyamaz, onu çalışmaya zorlayamazsınız.cumhuriyette angarya diye bir şey yoktur.
Ariburnu, age, s:321

Devletin bağımsızlığı

Hastalığın ilerlemiş zamanında :
- “o zaman ki dışişleri bakanı dr. Tevfik rüştü aras’da, iyice aklımdadır, bir defa söyle bir anısından söz etmiştir:
Zamanın Romanya kralı ii. Carol, Atatürk’le görüşmek için yatına binmiş;
İstanbul’a gelmiş. Atatürk rahatsız ve istirahatlı bulunduğundan kral carol o’nu savarona’da ziyarete gitmiş... Konuşmasında o zaman ki genel durumdan söz etmiş, “bugün Avrupa’da en ön sırada isin südet meselesi olduğunu” açıklamış... Çekoslovakya cumhurbaşkanı doktor benes’in ısrarlı hareket atmasının bu isi kolaylaştırmadığını, bu yüzden avrupa2da savaş tehlikesi belirdiğini” ifade etmiş... Doktor Tevfik rüştü’nün anlattığına göre, Atatürk oturduğu koltuktan bir direnme hareketi göstermiş; adeta tüyleri ürpermiş.doktora demiş ki :
- “Tevfik rüştü! Hasmetmeaba söyleyiniz :devletin bağımsızlığından ve bütünlüğünden en basta sorumlu olan devlet başkanından ne bekliyorlar? Müttefikleri, doktor benes’in memleketinin parçalanmasını mi istiyorlar ?...
Atatürk’ün bu uyarısı üzerine kral adeta sararmış...
Ariburbu, age s:321

Atatürk ve diktatörlük


Yine gece sofralarından birinde de totaliter devlet şeflerinden birinin parlamento ilişkilerinden söz ediliyordu.konunun sonunda biraz düşündükten sonra:
- “ben ne yaptım, onlar ne yaptılar” dedi ve sustu.
Ariburnu, age s:321

Diş politika ve sorumluluk

“bir aksam, daha sofraya henüz oturmuştu.Tevfik rüştü aras ile bilardo oynuyorlardı.aras’ telefondan çağırdılar.içeriye dönerken :
- “Atatürk, dedi,size caninizi sıkacak bir haber vereceğim : Yugoslavya kralını öldürmüşler.
Üzüntülerini daima içinde saklamayı bilen ebedi şef kıpkırmızı olmuştu, ayakta duramadı.gelin, sofrada konusalım dedi.o gece, sabahın yedisinden aksamın tam yedisine kadar büyüklerimizi çağırtarak onlarla ne kadar titiz bir dikkatle konuştuğunu, onlara direktifler verdiğini görerek hayret içinde kalmıştım.o gece alınması kendilerince gerekli görülen tedbirler ne kadar derin bir görüş eseri olduğunu sonradan çıkan olaylar bize pek iyi anlatmıştı.o aksam bu tedbirleri alnının çizgileriyle; erken ve anlaşılmaz bir sakınma gibi karşılayanlardan değerli bir kişi yine bir gün bunun bir keramet olduğunu huzurlarında açıklamıştı.
Ancak sabah olmuş, gün yayılmıştı.sofrada dört beş kişi kalmıştık :
- acıktınız galiba, dedi.
Harp okulundan beri çok sevdiğini söylediği fasulyeli pilavla muhallebi ve kavun geldi.sabahın tam yedisinde böyle tatlı ikinci bir aksam yemeğinden sonra :
- uykunuz, geldi, artık size müsaade. Ben, çakmak’in, (sayın mareşalimiz o gece İstanbul’da yavuz zırhlısında bulunuyorlarmış) izlerlerini almadan yatmayacağım, demişlerdi.
Ariburnu, age s:322-323

Gerçekçilik

Bir gün Çankaya’daki eski köşkün alt katında, o zaman, içinde bir de havuzu bulunan holde oturuyordum. Atatürk, yandaki yeşil salonda, birkaç konuğu ile görüşüyordu.
Zamanın hatırı sayılır adamlarından olan konuklar bir aralık sözü zafere ce Yunanistan’ın zayıf durumuna getirdiler; biri diğerin görüsünü tamamlıya tamamliya özetle söyle konuştular :
- “karsımızda kuvvet diye bir şey kalmamıştır.büyük devletlerin artık bizim islerimizle fazla uğraşamaya niyetleri olamadığı görülüyor.bundan ötürü elverişli durumlardan faydalanarak bati Trakya’ya girelim ve Selanik’e kadar yürüyelim.”
Belli ki, ifadelerini kuvvetlendirmek için Atatürk’ün Selanik’le olmasından da faydalanmak istiyorlardı. Atatürk, bütün bunları sessizce dinledikten sonra oturduğu koltuktan kalktı ve yüksek sesle su karşılığı verdi :
- “ arkadaşlar! Zafere ulaşmak için insan güç ve dayanıklılığının son aşamasına geldiğimizi dünya bilmese bile bizim her zaman unutmamamız gerekir. Bilirsiniz ki, baslarken davamızı < milli misak> namı altında toplamış ve dünyaya ilan etmiştik.bu ilan, dünyaya karsı bir üstlenme durumundadır.daha ilk adımda verdiğimiz sözü tutmamış bir kurul durumuna giremeyiz.asla hatırdan çıkarmamalısınız; bizim en büyük kuvvetimiz, bugün de yarin da dürüst, açık bir siyaset ve sözlerimize içten bağlılık teşkil edecektir.bununla beraber arkadaşlar, sizden “ricayı mahsusla rica ederim” bir daha böyle bir konuyu ağza almayalım.”
Ariburnu, age, s:323-324

İleri görüşlülük

21.06.1935’deki görüşmelerinde :
- savaş çıktığı taktirde Amerika tarifsizlik siyasetini koruyabilecek mi?
- olanak yok,dedi, olanak yok. Eğer savaş çıkarsa, Amerika’nın milletler topluluğunda işgal ettiği yüksek durumu herhalde etkili olacaktır.coğrafi durumları ne olursa olsun, milletler birbirlerine bir çok bağlarla bağlıdır.
Atatürk, dünyadaki milletleri, bir apartmanda oturanlar gibi görüyor.
- birleşik Amerika cumhuriyetleri bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır.
Eğer apartman, oturanlarının bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin etkisinden kurtulması olanak yoktur.savaş için de ayni şey olabilir.birleşik Amerika cumhuriyetinin bundan uzak kalması olanaksızdır.
Atatürk su sözleri ilave etti :
- bundan başka, Amerika büyük ve kuvvetli ve dünyanın her yerinde ilişiği olan bir devlet olduğundan kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden ikinci basamaktaki bir duruma düşmesine hiçbir zaman izin veremez.
Glayds bakker
Ariburnu, age, s:328

İnsan idare etme

Çiftlik, Marmara havuzu:balkan antlaşmasından yaklaşık olarak yedi sekiz yıl evvel:
Huzurunu bozmaktan korkarak ayaklarımın ucuna bas basa
Kendisine doğru ilerledim.ancak iyice yaklaştıktan sonra benim kendisine doğru gelmekte olduğumu gördü ve her zamanki inceliğiyle yanına çağırdı.
- burada kendi kendime biraz düşünceye dalmıştım.dedikten ve bir kaç havai soru ve cevaptan sonra kendisi:
- biliyor musun, deminden beri neler düşündüm?düşündüm ki, ben cumhurbaşkanlığından çekileyim, veyahut yeni seçimde arkadaşların beni tekrar cumhurbaşkanı yapmamalarını rica edeyim.bu durumda hükümete geçmekligim söz konusu olabilir ama onuda yapmayayım.
Hareketlerinde hürriyet ve bağımsızlığına sahip, sadece bir vatandaş olarak. Bu takdirde yalnız bir şeyi bırakamam: partinin şefliğini.başkanı bulunduğum cumhuriyet halk partisi,Türk milletinin bon sahsına (sağduyu) dayanan bir kuruluştur ki herhangi bir koşul altında ondan ayrılamam.beni,bütün külfeti resmi sınıflardan ayıracak olan bu durum sunun için istiyorum:
Yanıma çok değil, bir iki arkadaş alarak gösterişsiz, tantanasız,hatta özellikle sessiz sedasız bir balkan gezisi yapmaya çıksam, bundan ancak büyük sonuçlar alınabileceğini kesin olarak görüyorum. Bu gezide kimseye haber vermeksizin Atina’ya uğrarız;belgrada fatiyle yok olacaktır.herhangi bir şahsin, yasadıkça kıvançlı ve mutlu olması için lazım gelen şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Akilli bir adam, ancak bu suretle hareket edebilir. Hayatta tam zevk ve mutluluk, ancak gelecek kuşakların şerefi, varlığı, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir.
Bir insan böyle hareket ederken, “benden sonra gelecekler acaba böyle bir ruhla çalıştığımı fark edecekler mi?” Diye bile düşünmemelidir. Hatta en mutlu olanlar,çalışmalarının bütün kuşakların bilmemesini isteyen karakterde bulunanlardır.
Herkesin kendine göre bir zevki var. Kimi bahçe ile uğraşmak, güzel çiçekler yetiştirmek ister.bazı insanlarda adam yetiştirmekten hoşlanır.
Bahçesinde çiçek yetiştiren adam çiçekten bir şey bekler mi? Adam yetiştiren adam da, çiçek yetiştiren adamın duyguları gibi hareket edebilmelidir. Ancak bu biçimde düşünen ve çalışan adamlardır ki, memleketlerine ve milletlerine ve bunların geleceğine faydalı olabilirler. Bir adam ki, memleketin ve milletinin mutluluğunu düşünmekten ziyade kendisini düşünür. O adamın değeri ikinci derecedir. Temelde geri kendine veren ve bağlı olduğu millet ve memleketi ancak kişiliği ile sanan adamlar, milletlerinin mutluluğuna emek vermiş sayılmaz.ancak kendisinden sonrakini düşünebilenler, milletlerini yasamak ve ilerlemek olanağına eriştirebilirler.kendi gidince ilerleme ve hareket durur sanmak bir gaflettir.
Şimdiye kadar sözünü ettiğim noktalar ayrı ayrı toplumlara aittir. Fakat bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuslardir ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan bağlı olduğu milletin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin dirlik ve göneçligini düşünmeli ve kendi milletinin mutluluğuna ne kadar değer veriyorsa bütün dünya milletlerinin mutluluğuna yararlı olmağa elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akilli adamlar taktir ederler ki, bu alanda çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin mutluluğuna çalışmak, diğer bir yoldan kendi milletinin dirlik ve mutluluğunu temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında anlaşma, açıklık, ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendi kendisi için ne yaparsa yapsın, dirlikten yoksundur.onun için ben sevdiklerime sun öğütlerim:
Milletleri yöneten adamlar, tabiidir ki hersey den evvel kendi milletlerinin varlığının ve mutluluğunun faktörü olmak isterler. Fakat ayni zamanda bütün milletler için ayni şeyi istemek lazımdır.
Bütün dünya olayları bize bunu açıktan açığa kanıtlar. En uzakta zannettiğimiz bir olayın bize bir gün islemeyeceğini bilemeyiz.
Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir uzvu addetmek icab eder.bir vücudun parmağının uçundaki acıdan diğer bütün üye etkilenmiş olur.
Türkiye, Romanya ve diğer dostları kuvvetlidirler. Hiçbir taraftan bize gelecek bir şey beklemem. Beklemeğe de gerek yoktur.
İste bu sessizlik içinde bütün dünyayı düşünmek bizdedir. “dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne?” Dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa benzeri kendi aranda olmuş gibi onunla ilgilenmeliyiz.olay ne kadar uzak olursa olsun, bu temelden şaşmamak lazımdır. İste bu düşünüş, insanları, milletleri ve hükümetleri bencilikten kurtarır. Bencillik kişisel olsun, milli olsun daima fena anlaşılmamalıdır.
O halde konuştuklarımızdan su sonucu çıkardığım:
Tabii olarak kendimiz için bütün lazım gelen şeyleri düşüneceğiz ve gereğini yapacağız. Fakat bundan sonra bütün dünya ile ilgileneceğiz. Kısa bir örnek:
Ben askerim. Birinci dünya savasında bir ordunun başında idim. Türkiye’de diğer ordular ve onların komutanları vardı. Ben yalnız kendi ordumla değil, öteki ordularla da uğraşıyordum. Bir gün Erzurum cephesindeki hareketlere ait bir sorun üzerinde durduğum sırada yaverim dedi ki :
- niçin sizinle ilgili olmayan sorunlarla da uğraşıyorsunuz?
Cevap verdim :
- ben bütün orduların durumunu iyice bilmezsem kendi ordumu nasıl yürütebilirim ve yönetebileceğimi belgeleyemem.
Bir devlet ve milleti yönetir durumda bulunanların daima göz önünde tutmaları lazım gebrelen sorun budur.
Bu nedenle sayın konuklarımıza şunu diyeceğim :
Ben düşündüklerimi sevdiklerime olduğu gibi söylerim. Ayni zamanda gerekli olmayan bir sırrı kalbimde taşımak gücünde olmayan bir adamım. Çünkü ben bir halk adamıyım. Ben düşündüklerimi daima halkın huzurunda söylemeliyi. Yalnışım varsa halk beni yalanlar. Fakat şimdiye kadar bu açık konuşmam da halkın beni yalanladığını görmedim.
Ariburnu, age, s:331-334

Halka değer verme

Acı işgal günlerinde, önemli devlet adamlarının da hazır bulundukları toplantıda herkes, Türkiye’nin düştüğü acıklı duruma bir çare arıyor. Amerikan, İngiliz koruyuculuğundan söz ediliyor. Bir aralık, Mustafa kemal paşa’ya da ne düşündüğünü sordular. Atatürk, su kısa cevabi verdi:
- “efendiler, hepiniz konuştunuz, isteklerinizi beyan ettiniz ve birbirinize sordunuz, hepinizi dinledik. Fakat... Anadolu;’ya bir şey sordunuz mu?Anadolu’yu dinlediniz mi?
Ona da soralım, birde onu dinleyelim efendiler!”
Ariburnu, age, s:334

Dava adamı olmak

Yıl 1918, Selanik’te bir konferanstan sonra arkadaşlarıyla konuşması:
- devrimi tamamlamak lazımdır. Biz bunu yapabiliriz. Ben, bunu yapacağım. O zaman için düşündüklerimi size kısaca anlatayım: bu günkü Osmanlı imparatorluğu’nun yüksek sayılan komutanları, benim için yoktur. Ordu kumanda sicilleri içinde ben, son limit olarak, binbaşıyı kabul ediyorum. Geleceğin büyük komutanı bunlar olması gerekir. Sicil defterlerini binbaşıya kadar olanları saklayacağım, üst tarafını yaktıracağım.
Arkadaşlardan biri, bu söz üzerine bana karsı duruyor ve bu büyük ayıklama isinin nasıl yapılabileceğini anlamak istiyor. Mustafa kemal su cevabi veriyor :
- evet, binbaşından yüksek olanlar aybaşında, benim kuracağım bürolara gelip maaşlarını istedikleri zaman, büro şefleri defterleri dikkatle inceledikten sonra : “efendim, defterlerde sizin adiniz yoktur, sizi tanımıyorum” diyeceklerdir.
Ariburnu, age, s:337-338

Atatürk ve ismet İnönü

Yıl : 1957
İsmet İnönü aleyhine söylenmiş bir söz nedeniyle :
İsmet pasa (İnönü) hakkında söz söylenmesine katlanamayan barutçu söz etmişse de söz hakki verilmeyince meclisi terk etmis, yazıhaneye gelmişti. Üzerinde hırsını yenememiş bir insanin hali vardı. Sık sık dudaklarını ısırıyor ve emiyordu.
- bugün eğer bana söz verselerdi, aga oğluna su aniyi anlatacak ve ismet pasa (İnönü) nasıl bir insan olduğunu kendisine öğretecektim. Aninin gözlemcisi refik koraltan idi ve barutçu’ya o anlatmıştı.
Serbest fırka’nın kurulduğu günlerde imiş. Fırka reisi fethi bey, vapurla İstanbul’dan İzmir’e doğru geliyormuş. Gemi ayvalık açıklarında iken, İzmir valisi kazım pasa (dirik) Atatürk’e gönderdiği telgraflarda fethi bey’in İzmir’e ayak basmamasını, zira İzmir’de önemli olaylar çıkabileceğini ve belki de fethi bey’in (okyar) hayatına dahi kastedilebileceğini, İzmirlilerin kendisine karsı büyük bir antipati duyduklarını, belirtiyormuş. Atatürk:
- telgrafı fethi bey’e (okyar) gönderiniz, hareketini tayinde serbesttir, emir buyurmuşlardır.
Vapur İzmir açıklarına geldiği zaman bir de bakılıyor ki, olaylar hiç de kazım paşa’nın anlattığı gibi geçmiyor. Onbinlerce kalabalık kordon boyu’nu doldurmuş ve fethi bey’i karşılamaya hazırlanıyorlar. Fethi bey İzmir’e ayak basınca yapılan büyük gösteriler arasında İzmir kemeralti bölgesindeki kahvelerde asili bulunan Atatürk’ün ve ismet İnönü’nün resimleri ayaklar altına atılıyor, yırtılıyor ve çiğneniyor.
Bütün bu olaylar, vaktinde Atatürk’e iletiliyor ve pek tabii ki, Atatürk üzülüyor. O günün aksamı milletvekillerinden oluşan bir kurul Atatürk’ü yatıştırmak için Çankaya’ya çıkıyorlar. Atatürk’ün bu olay nedeniyle söylediği söz su oluyor:
- benim resimlerimin yırtılmasına, çiğnenmesine üzülmedim desem yalan söylemiş olurum. Fakat asil beni üzen nokta nedir bilir misiniz? O İzmir’ kurtarmak için canini dişine takmış bati cephesi komutanı ismet paşa’nın resimlerinin yırtılıp çiğnenmesidir. Bari bu davranış ona uygulanmasaydı.
Ariburnu, age, s: 338-339

İleri görüşlülük

Bulgar türoglu ivan manolf, meşrutiye’ten (1908) bir iki yıl önce Selanik’te Atatürk’ten o’nun Türk devrimine ait düşüncelerini dinlemişti. Yarın ki Türkiye’yi heyecanla anlatan Atatürk, manolof’a demişti ki:
- “bir gün gelecek, ben hayal zannettiğiniz bütün bu devrimleri başaracağım. Bağlı olduğum millet, bana inanacaktır. Düşüncelerim hiçbir demagoji ürünü değildir. Bu millet, gerçeği görünce, arkasında duraksamaksızın yürür. Dava uğrunda ölmesini bilir. Saltanat yıkılmalıdır. Din ve devlet isleri birbirinden ayrılmalı, doğu uygarlığından benliğimizi sıyırarak bati uygarlığına aktarılmalıyız. Kadın ve erkek arasındaki ayrımlar silinerek yeni bir sosyal düzen kurmalıyız. Bati uygarlığına girmemize engel olan yazıyı yazarak Latin kökünden bir alfabe seçmeli, kılık kıyafetimize kadar, herseyimizle batılılara uymalıyız. Emin olunuz ki, bunların hepsi, bir gün olacaktır.”
Ariburnu, age, s:339-340

Genel değerlendirme

Meslekten yetişmiş yüksek değerli bir diplomatın, Ankara’da görev almış eski İtalyan elçilerinden baron popea aloisi’nin bir bölük anıları geçenlerde yayınlandı. Bunlar arasında Atatürk’ün bu kudretli kişiliğini belirten bir olayda dikkatle kaydedilmiş bulunuyor. Mussolini’nin “ küçük dağları ben yarattım” dediği günlerde, Habeşistan’ı aldığı, bizim Atatürk’ümüzün nasıl çalıştığını, Mussolini’ye üstünlüğünü nasıl anlattığını anılarından aldığım su satırlar açıkça gösteriyor:
12 nisan- Mussolini dörtlü antlaşma üzerinde (Almanya, İtalya, İngiltere, Fransa) çok dikkatli duruyor. Küçük antant (Yugoslavya, çekoslavakya, Romanya) dadır. Mussolini bu fikri sert bir makale ile karşıladı : “besinci büyük devlet mi? Ne palavra! Küçük antant devletleri elele tutuşup yeşil çuha örtülü bir masa üstüne çıkmışlar, büyük devlet olduk sanıyorlar!.. “bu makale, Yugoslavları, çekleri ve Romenleri fena halde sinirlendirdi.”
Bu sırada Türkiye’nin Romanya büyükelçisi vasıf çınar İtalya dışişleri genel sekreterini ziyaret ederek, Mussolini’nin dörtlü antlaşma girişimi hakkında bilgi istiyor. Genel sekreter bunu rapor edince Mussolini alaylı alaylı gülüyor:
- “dünya politikamızı Ankara’dan direktif alarak mi göreceğiz?”
nisan- saat 11:50’de Tevfik rüştü aras beni görmeğe geldi. Ankara’nın dörtlü antlaşmaya karsı çıkmasının doğru olmadığını, olayın Ankara’ya herhalde yanlış yansımış olduğunu söyledim. Bana su karşılığı verdi:
- “bizi bir oldu bitti karsısında bıraktığınız için, bize hiç bir bilgi vermediğiniz için biz de yalnız kendi yeteneklerimizle bu isi incelemeğe mecbur olduk.”
21 nisan- Türk hükümetinin, kan’da bulunan Romen dışişleri bakanı titulesko’yu telgrafla Ankara’ya davet ettiğini haber aldık. Türk hükümeti İtalya’nın dörtlü bir antlaşma girişimine karsı küçük antantı destekleyeceğini üstü kapalı anlatıyor. Su halde Türkiye bize karsı cephe almak üzere... Bütün bunlar, hiç şüphesiz, gazi’nin büyük devletler sırasında bulundurmak ve Türkiye’sin hiçbir siyasi tasavvura olanak bırakmamak arzusundan doğmaktır.
5 mayıs- Cenevre’deyim. Fransız delegesi masaigli’ye dedim ki:
- “eğer dörtlü antlaşma yapmazsam silahsızlanma konferansı bir adim dahi ileri gidemez. Elli üç devletle birlikte bir hedefe ulaşmak kolay mi?”
6 mayıs- benes’in gelmeyeceği anlaşılıyor. Silahsızlanma konferansında Tevfik rüştü (aras) ile titulesku durmadan manevralar çeviriyorlar. Durum güçleşiyor.
7 mayıs- sabah on bir buçukta Tevfik rüştü aras’ı bizzat ziyaret ederek Mussolini adına kendisine su teklifi yaptım: “ekselans; bundan sonra İtalya, bütün siyasi girişimlerini tam zamanında Türk hükümetinin bilgisine arz edecektir.”
Türkiye disişleri bakanı bildiriden memnun kaldığını söyledi. Bunu üzerine kendisine su ricada bulundum : “hükümetimiz, herhangi bir biçim ve surette, büyük millet meclisinde Türkiye ve İtalya arasındaki siyasi ilişkilerin her zamandan daha iyi bir durumda bulunduğunu beyan edebilir mi?...” Tevfik rüştü aras uygun cevap verdi. Bunun üzerine ikinci bir arzumuzu bildirdim: “Arnavutluk’taki elçini de kral zogo’ya Türk-İtalyan ilişkilerinin iyi olduğuna dair bilgi vermesini lütfen telgraflar misiniz?...” Bundan amacımız Arnavutluk kralının Roma’ya karsı manevralara girişmesini önlemekti.
Tevfik rüştü aras buna da uygunluğunu belirtince hemen Roma’ya hareket ettim (saat: 12.50)
Mussolini’nin bu ise ne kadar kaygılı bir suretle önem verdiğini açıklamaya artık gerek var mi?
Niçin zogu’ya haber verecek Türk elçisi? Çünkü Arnavutluk kralı’da Ankara’ya bağlı.
Bizim büyük adam, Ankara’da oturuyor ama Adriyatik politikası avucunun içindedir.
Tevfik rüştü’ nün yanından çıkınca, aloisi’nin soluğu hava alanında alışı bundan.
Dörtlü antlaşma suya düşmüştü. Çünkü büyük Atatürk, zamanında kendisinden izin alınmadığı için Mussolini’nin girişimine müsaade etmemişti ve o’nun devrinde o’nun istemediği şey... Eh yapılmazdı be!
Ariburnu, age, s:340-342
 

crazyquake

.::®crazy™::.
2. Kararlılık üzerine olanlar

Ölmeyi tercih ederiz.

General pershing'in kurmay başkanı olan general harbord Sivas’ta Mustafa kemal'le görüşürken der ki;
- Türk tarihini okudum. Milletiniz büyük komutanlar yetiştirmiş, büyük ordular hazırlamıştır. Bunları yapan bir millet elbette bir medeniyet sahibi olmalıdır. Takdir ederim. Ama bugünkü duruma bakalım. Basta Almanya müttefikinizle dört yıl har bettiniz, yenildiniz, dördünüz bir arada yapamadığınız şeyi, bu durumda tek basınıza yapmayı nasıl düşünebiliyorsunuz? Fertlerin intihar ettikleri vakit vakit görülür. Bir milletin intihar ettiğini mi göreceğiz?
Mustafa kemal generale " teşekkür ederim dedi. Tarihimizi okumuş, bizi öğrenmişsiniz. Fakat, sunu bilmenizi isterdim ki biz emperyalist pençesine düsen bir kus gibi yavaş yavaş aşağılık bir ölüme mahkum olmaktansa babalarımızın oğulları olarak vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz."
General ve arkadaşları sessizce ayağa kalktılar.
- bizde olsa böyle yapardık!
F.rifki atay,çankaya

Efkari yoklamak.

Birgün sohbetin ilerlediği bir zamanda, Atatürk bir ara su suali sordu:
- "ben artık cumhurbaşkanlığından çekilmek, parti başkanı olarak çalışmak istiyorum.
Siz ne dersiniz?"
Ata bu soruyu sorarken etrafında bulunanların teker teker yüzüne bakıyordu. Herkes sorunun kendisine yöneltildiğini sanmış; şaşkınlık içine düşmüştü, rahmetli rifat bey'de böyle sanarak cevabin akıbetini hiç düşünmeden;
- "muvafık efendim" deyi verdi.
Birden yüzündeki yumuşak ifade silinen Atatürk sert bir şekilde ona doğru baktı ve sonra merhum ziya bey'e döndü onun cevabini bekledi. Fakat ziya bey;
- "efendimiz bilir!" diyerek isin içinden sıyrıldı. İmtihan sırası bana gelmişti.
- "henüz göreviniz bitmemiştir. İnkılaplar tamam olmamıştır. Tamam olunca biz size (artık çekil, istirahat et) deriz, inkılap yarim bırakılmaz!" cevabini verdim. Gülümsedi.
- "zaten ben de bunun için henüz bırakmak istemiyorum" dedi. Maksadı efkarı yoklamaktı.
Said arif terzioglu, insancıl Atatürk

Ben muhakkak erkanı harp olacağım.

Üçüncü sınıf kalabalıktı. Bunlardan ancak, pek az bir kısmi harp akademisi'ne girebilecekti. Geri kalanlar tayin edildikleri kıtalara dağıtılacaklardı.
Mustafa kemal, muhakkak kurmay subay olacağına inanıyordu. Bir gün;
- ye erkanı harp olamazsan, ne yaparsın?
Diye yari ciddi, yari saka takılan sınıf arkadaşımız arif'i derhal susturmuştu:
- seni bilmiyorum, fakat ben muhakkak, erkanı harp olacağım.
Mustafa kemal kurmay oldu. Arif, mümtaz yüzbaşı olarak okuldan çıktı.
Ali fuat cebesoy, sınıf arkadaşım Atatürk

Zafere inanıyordu

Yaşanılan şartlar ne olursa olsun, istiklal ve hürriyet için açıkça ifadesi şart gayeleri, devlet literatürüne o soktu. Sakarya zaferi öncesinde düşman toplarının Polatlı’dan duyulduğu ve devlet merkezinin Ankara’dan Kayseri’ye taşınması hazırlıklarının yapıldığı buhran günlerinde tekalif-i milliye adi altında vatandasın nesi var nesi yoksa yüzde kırkına el koyarken verilen seneklere;
"zaferden sonra aynen iade" tabirini maliye vekili hasan bey "zaferin elde edilmesi halinde" seklinde değiştirmek isteyince, yerinden fırlamış;
- "ne demek zaferin elde edilmesi halinde... Zafer elbette elde edilecek, şüphe mi ediyorsun? " diye bağırmıştı.
Cemal kutan, Atatürk olmasaydı

Geçmiş olsun

Karsısında kim olursa olsun, milleti ve devletinin haysiyet ve itibarini alakadar eden mevzularda seremoniyi asarak hakikatleri ders verir gibi konuşmak yiğitliği Atatürk’le devlet literatürüne girmiştir. 4 ekim 1933’de dolma bahçe sarayı’nda, İstanbul’a gelen Yugoslavya kralı ii.aleksandr ile kraliçe mary’yi kabul etmiş, ayni aksam şereflerine ziyafet vermişti. Bas basa kaldıklarında Yugoslav kralı:
-” size bir hakikati anlatmak isterim. 1919’da İngilizler, Ege sahillerinizin işgali için yunanlılardan evvel bana müracaat ettiler. Çok cazip teklifler de yaptılar. Fakat ben reddettim. Ekselansınızı tanıdıktan sonra bu kararımın doğruluğunu bir daha anladım.” Dedi.
Başkası olsa ne yapardı? Teşekkür ederdi değil mi?
Hayır!.. Yugoslav kralı cümlesini tamamlayıp cevap bekler gibi tavır alınca, Atatürk ayağa kalktı, bunun üzerine kral da kalkmıştı. Ona bir iki adim attı ve dudaklarında kendisine çok yakışan anlamlı tebessümü ile elini uzattı:
- “geçmiş olsun majeste...” Dedi.
Çünkü Mustafa kemal’in, kendisine İstanbul Rumları şivesi ile Kosta dediği yunan kralı konstantin, ordusu denize döküldükten sonra taç ve tahtını kaybetmişti.
Atatürk ile devlet hayatımızda yaşanılan günü düşünme ve nabza göre şerbet verme illetinden kurtulunmustur.
Cemalkutay, Atatürk olmasaydı

Bu millet o kadar zengin değil

Bir tarih’te Atatürk Ege vapuru ile mersin’e gitmiş. Dönüşte vapur Fethiye’de durmuş. Kasabada halk senlik yaparken, gemilerden de havai fişekler atılıyormuş. Kendisine refakat eden zafer torpidosu’nda bulunan Atatürk, donanmanın senliklerini seyrederken, zafer torpidosu komutanına kumandanlardan biri,bir torpil atmasını söylemiş. Torpido kumandanı:
- hayhay efendim, yalnız bir torpilin kıymeti elli bin liradır demiş.
Bunun üzerine Atatürk:
- vazgeçin torpil atmaktan, bu millet o kadar zengin değildir.
Ve torpido kumandanına dönerek:
- sizi tebrik ederim, diye iltifatta bulunmuş.
Anekdotlarla Atatürk
Em.tüme.muzaffer erendik

Atatürk’ün bir hediyesi

Bir gün Konya’da behiç bey’in evinde Mustafa kemal general tawsend şerefine büyük bir ziyafet verdi. Ziyafette behiç bey, muhtar bey, Salih bozuk bulunuyorlardı. Yemek çok güzel bir hava içinde geçti. Yemeğin sonunda Mustafa kemal misafirine dedi ki:
-” biz Türklerde bir adet vardır. Misafirimize mutlaka bir hediye veririz. Ben asil bir milletin mütevazı bir başkumandanıyım. Size ancak bu teşbihi verebiliyorum” diyerek elindeki kırmızı mercan teşbihi hediye etti ve sofradan kalkılacağı sırada kolundaki saati çıkararak general’e dedi ki :
-”bu saati bana anafartalarda bir Türk askeri, ölen bir İngiliz zabitinin kolundan çıkardığını söyleyerek verdi. Saatin arkasında subayın künyesi yazılıdır.bu subay’ın ailesini arattımsa da bulamadım. Ingiltereye döndüğünüzde, ailesini bulur ve saati verirseniz çok memnun olurum” diyerek generale teslim etti.
Anekdotlarla Atatürk em.tüme.muzaffer erendik

Geleneksel dostluk

28 haziran 1933 tarihinde Ankara erkek lisesinde imtihana giren çocuklardan biri sorulan bir suale söyle cevap vermişti :
- Fransa ile olan ananevi dostluğumuz icabı ...
Atatürk, derhal öğrencinin sözünü keserek sormuştu :
- hangi ananevi dostluk, bu da nereden çıktı, kim söyledi bunu ?
O zaman coğrafya öğretmeni ayağa kalkarak “ben söyledim paşam” diye onun hiddetini azaltmaya çalışmıştı. Bana dönünce ve “sen söyle tarih hocası” deyince, hemen ayağa kalkarak cevap vermiştim.
- paşam, ortada ananevi bir dostluk yoktur. Yalnız müşterek hareketlere Fransız muharrirleri ananevi dostluk vasfını vermişlerdir. Mesela kirim harbinde olduğu gibi ...
-aferin bu hakikaten böyledir. Maalesef Türk’ün ananevi dostu yoktur. Menfaatler müşterek olunca Avrupalılar hemen (ananevi dostluk) ismini vermişlerdir, buyurmuşlardı.
Dr. Semih nafiz Tansu

Atatürk kendini tanımlıyor

Etrafını çeviren halktan bir genç, ata’ya sordu :
- pasa hazretleri, bir İtalyan gazetecisi olan kont sfortza bir eserinde sizden (diktatör) diye bahsediyor. Gençlik olarak ne cevap verelim?
Atatürk hiç tereddüt etmeden cevap veriyor :
- ben bir diktatörüm.
Meclistekilerin hepsi şaşırıyor, ata izah ediyor :
- fakat benim hayatimi tetkik edenler görürler ki ben mısır firavunları gibi sahsıma mezar yaptırmak için kırbaçlar altında insanları sürmedim. Ben, memlekete tatbik etmek istediğim herhangi bir fikri evvela kongreler toplayarak, onlara danışarak bunları onlardan aldığım salahiyete dayanarak tatbik ettim. İste Erzurum, Sivas kongreleri, iste büyük millet meclisi bunun en canlı ifadeleridir. Onlar ne derlerse desinler biz yolumuza devam edelim.
Muammer yüzbasioglu

Atatürk’ü anmak

O, dediklerinin hepsini yaptı . Yapamayacağı şeyi asla vaat etmedi. Bir devlet şefinin kendisini millete sevdirebilmesi için belki ilk şart bu değil midir?
Banotlu, age, s: 87

Kendine güven

Yıl : 1921, bati cephesinde : Mustafa kemal’le görüşmede;
Yunan ordusu kocaman bir canavar gibi Ankara’ya yaklaşmış gözüküyordu. Buna paralel olarak Sakarya’nın doğusunda Türk ordusuca kıvrılarak bu canavarın Ankara’yı yutmasına engel olmaya çalışıyordu. Siyah canavar o kadar kocamandı ki, insana umutsuzluk veriyordu.
- eğer Ankara’ya gider de bizi geride bırakırsa, ne yaparız? Diye sordum.
Korkunç bir kaplan gibi güldü .
- arkalarından vurarak onları yok ederim.
Ari burnu, age, s:198-199

Söylediğini yapardı!..

Kurtuluş savasına başladığı sırada Atatürk’e dediler ki :
- nasıl mümkün olur? Ordu yok!
Atatürk hemen cevap verdi:
- yapılır!
- iyi ama, bunun için para lazım... O da yok ?
- bulunur!..
- diyelim ki bulduk, düşmanlarımız hem büyük, hem de çok!
- olsun, yenilir!..
O, dediklerinin hepsini yaptı . Yapamayacağı şeyi asla vaat etmedi. Bir devlet şefinin kendisini millete sevdirebilmesi için belki ilk şart bu değil midir?
Banotlu, age, s: 87

Bulunur!..

Kurtuluş savası henüz başlıyordu. Ordu yoktu ve her taraftan vatanin bağrına giren düşmanlara karsı ancak gönüllü çetelerle savaş yapılıyordu . Mebuslar arasında bile, dövüşü göze alan, fakat ümitsizlikten kurtulamayanlar vardı.
Bir gün büyük millet meclisinde vatanin kurtulması için neler yapılması lazım geldiği hakkında heyecanlı konuşmalar oluyordu. Mebuslardan biri, sözleri büyük vatan sairi Namık kemal’in su beciti ile bitirdi: “vatanin bağrına düşman dayamış hançerini yokçudur kurtaracak bahtı kara medarını?..”
En büyük ve korkunç düşmanın ümitsizlik olduğunu pek iyi bilen Atatürk bu becitin iki kelimesini değiştirerek, fakat veznini de bozmaksızın sert ve sarsılmayan bir sesle su cevabi verdi:
“ vatanin bağrına düşman dayasın hançerini, bulunur kurtaracak medarını ! .. “
“ siz Ankara’ dan giderseniz, ben Elmadağı’ ne çıkar, kursunum bitinceye kadar vatani tek basıma müdafaa ederim !.. “
23 nisan 1920... Ankara’da büyük millet meclisi açılmıştır. Memleketin her tarafından birçok milletvekilleri gelmiştir. Bu yeni meclise gelenlerin bir kısmi Ankara’ da hiçbir şeyin olmadığını görünce, ümitsizliğe düşmüşlerdi. Bahsedilen ne yesilordu, ne hazine, ne yatacak otel, hiçbir şey yoktu. Sadece, Mustafa kemal...
... Bazılarına bu dava çürük gelmiş olacak ki, memleketlerine dönmeye karar verdiler. Bunlar geri dönerlerse mecliste huzursuzluk olacağını anlayan Mustafa kemal, kürsüye çıktı. O gün pek heyecanlıydı. Atatürk’ ün hayatında belki de böyle canlı bir tablo doğmamıştı. Milletvekillerine hitaben :
- işittim ki, bazı arkadaşlar yoksulluğumuzu bahane ederek memleketlerine dönmek istiyorlarmış. Ben kimseyi zorla milli meclise davet etmedim. Herkes kararında özgürdür, bunlara başkaları da katılabilirler. Ben bu mukaddes davaya inanmış bir insan sıfatı ile buradan bir yere gitmemeye karar verdim. Hatta, hepiniz gidebilirsiniz. Asker Mustafa kemal mavzerini eline alır, fişeklerini göğsüne dizer, bir eline de bayrağını alır, bu şekilde elmadağı’ na çıkar, orada tek kursunum kalana kadar vatani savunurum. Kurşunlarım bitince de bu aciz vücudumu bayrağıma sarar, düşman kurşunları ile yaralanır, temiz kanımı, mukaddes bayrağıma içire tek basıma can veririm. Ben buna ana içtim !.. Diye feryat edince, herkesi bir heyecan dalgası sardı. Hiç biri gözyaşlarını tutamıyordu. - falih rifki atay
Banoglu, age, s. 497

“ben eğilmem”

Mustafa kemal’in çocukluk arkadaşı asaf ilbay, okula devam ettiği günlere ait iki anisini söyle anlatır :
“evimizin bahçesi büyüktü. Sık sık mahalle arkadaşları toplanır ve o zamanlar Selanik’çe pek moda olan “mencik” oyunu oynardık. Bu bir çeşit “birdirbir” oyunu idi. Bir kişi eğiliyor, diğerleri sıra ile üzerinden atlıyorlardı. O, oyuna katılmazdı, ama seyrine de bayılırdı. Hele içimizde düsenler filan olursa, keyfine son olmazdı. Bir gün kararlaştırdık. Yaka paça zorla oyuna soktuk. Sıra ile hepimizin üzerinden atladı ve sıra kendisine gelince, eğilmeden dimdik durdu ve:
- haydi atlayın! Dedi.
Biz basını yere doğru eğmesi için ısrar ettikçe o:
- ben eğilmem” böyle atlarsanız atlayın, diyordu.
Bir türlü razı edemedik.
N.a.banoglu, yayınlanmış belgelerle Atatürk, siyasi ve özel hayati-ilkeleri, 2. Baskı, İst.,198,s.22
 

crazyquake

.::®crazy™::.
3. Vatan millet sevgisi ile milletine güveni üzerine olanlar

Vatanimin toprağı temizdir

Kral Edward İstanbul’a geldiği zaman, yatından bir motora binerek dolma bahçe sarayı’na yanaştı. Atatürk de rıhtımda o’nu bekliyordu. Deniz dalgalı idi ve kralın bindiği motor inip çıkıyordu. Kral rıhtıma çıkmak istediği bir sırada eli yere değdi ve tozlandı. O sırada Atatürk de kral’ı rıhtıma almak üzere elini uzatmış bulunuyordu. Bunu gören kral bir mendille elini silmek istediği bir anda Atatürk :
-vatanimin toprağı temizdir, o, elinizi kirletmez ! Diyerek, kral’ı elinden tutup rıhtıma çıkarıverdi.
Enver behnan sapolyo

Ankara’yı neden başkent yaptım ?

Sıcak bir günün aksamında yanında bazı ileri gelenler ile köşkü’nün bahçesinde dolaşıyordu. Ben de o sıralar eski köşk’ün tavan dekorlarıyla meşguldüm. Tozlu ve sisli bir aksam Ankara’nın üzerine çökmüştü. Yer yer toz hortumları semaya doğru yükseliyor ve manzaraya daha boğucu bir hava ekliyordu. Bize:
- Ankara’yı hükümet merkezi yapmakla iyi mi ettim? Diye sordu.
Tabii herkes müspet cevap verdi. Arkasından :
- neden ? Suali gelince, kimi stratejiden, kimi siyasetten bahsetti. Hatta birimiz “kayalık güzeldir” gibi bir estetik nazariye de ortaya attı. Atatürk :
-” simdi dalkavukluğu bırakın” diye münakasayı kapattı. Ankara’nın hükümet merkezi olmak için saydığınız meziyetleri beni ikna etmeye yetmez. Ben Ankara’yı hükümet merkezi yapmakla büsbütün başka bir hedef güttüm. Türk’ün imkansızı imkan haline getiren kudretini dünyaya bir kere daha tekrar etmek istedim. Bir gün gelecek su çorak tarlalar, yeşil ağaçların çevirdiği villaların arasından uzanan yeşil sahalar asfaltlarla bezenecek. Hem bunu hepimiz göreceğiz. O kadar yakında olacak.
Anekdotlarla Atatürk em.tümg.muzaffer erendil

Türk milletine olan hayranlığı

Zamanının ünlü biyografi üstadı alman emil ludwig 1934’de Atatürk’ün hayatini yazmak için Ankara’ya gelmişti. Eserleri arasında geçmişin ve yaşanılan devrin iz bırakmış nice şahsiyeti vardı.
O günlerde Polonya cumhurbaşkanı, çok ünlü bir piyanist, bir virtüöz olan ignas jan paderavsky’nin hayatini yazıyordu. Mustafa kemal kendisini kabul ettiğinde, önce bedeni hususiyetlerini uzun uzun tetkik etmesi genel sekreteri hikmet bayur’un dikkatini çekmişti. Nitekim soysopu üzerinde bilgiler edindikten sonra hikmet bayurAta’nın musiki ve bilhassa keman-piyano ile meşgul olup olmadığını sormuş bayur’un bu soru üzerine şaşkınlığını görünce su açıklamayı yapmıştı:
“- izah edeyim. Atatürk’ün parmakları daha çok bu müzik aletleriyle meşgul olanların bariz hususiyetleridir. Mesela paderavsky’ninki böyledir. Size rica edeceğim. Bana bir elinin parmaklarını bir kağıda çizer, verir misiniz? “
Atatürk, bu isteğe tebessüm etmiş, daima nazik ev sahibi olarak arzuyu yerine getirmiş, fakat tarihçinin yanlış hüküm vermemesi için su açıklamayı yapmıştı:
“- bana ailemde zafer kazanmış büyük kumandanlar olup olmadığını sormuştunuz. Size yoktur cevabini vermiştim. Simdi parmaklarımı ömrü savaş meydanlarında geçmiş bir askerde yadırgadığınızı seziyor gibiyim. Size kestirmeden bir açıklama yapacağım. Eğer, bende bazı fevkaladelikler görüyor ve buluyorsanız bunları sadece ve yalnız Türk olmama, Türklüğüme bağlayınız. Bu ülkenin bütün insanları temelde benzer yapı içindedir. Hatta kusurlarımızda bile... Biz bu ayni kaynağın kök sağlamlığı ile milliyet ve devlet yapısını muhafaza edebilmiş müstesna milletiz. Sadece ben değil, tarihte bu büyük millete sahalarında hizmet edebilmişler varsa, hepsinin ilham kaynağı aynidir”.
Cemal kutay, Atatürk olmasaydı

Milletine güven

Toplantıda kendisinden evvel söz söyleyenlerden biri ona: “nereden ilham ve kuvvet” aldığını sormuştu; büyük adam bu soruya millet hizmetinde bulunan insanların ilham kaynakları hakkında, uzunca bir tahlil yaparak cevap verdi... Sonunda kısaca demişti ki :
“efendiler... İlham ve kuvvet kaynağı milletin kendisidir; milletin müşterek arzusu, gerçek temayülüdür. Varlığımızı, istiklalimizi kurtaran bütün teşebbüs ve hareketler; milletin müşterek fikrinin, arzusunun azminin yüksek tecellisinden başka birsek değildir.”
(Atatürk’ün bu nutku, seyahatini temsilcisi ile takip eden Anadolu ajansı tarafından çıkarılan bir broşürde mevcuttur.)
Soyak, hasan riza, Atatürk’ten hatıralar, s.50

Silahın, ordun, paran var mi?

Birinci dünya harbi yenilgisinden sonra öz yurdun kurtuluşu için mücadeleye atıldığı zaman o’na, “silahın, ordun, paran var mi?” Diye soranlar olmuştu. Essiz kahraman; bu zayıf iradeli ve kısa görüşlülere su cevabi vermişti:
“paramız olacak, silahımız olacak, ordumuz olacak, savaşacağız ve muzaffer olacağız.”
Bu sefer de, “devletin bünyesini yaşatmak için, harice bas vurmaksızın, memleketin gelir kaynakları ile idaresini sağlamak çare ve tedbirlerini bulmak lazım ve mümkündür, ” diyordu.

Vatan için

Ölümünden otuzalti gün önce, birinci komutan, sonra başvekil celal Bayar, hastalığı süresince yaptığı hafta sonu ziyaretinde, beraberinde hazırlığı tamamlanmış üçüncü beş yıllık plan dosyasıyla gelir. Hekimler, zaman alan ciddi konularla meşgul olmasını yasaklamışlardı. Başvekil, bir-iki temel konuda fikrini öğrenme ihtiyacındadır. En çok beş dakika için evet derler.
Bundan sonrasını celal Bayar söyle anlatır :
- "sanki hasta değil, rahat bir uykudan yeni kalkmış gibiydi.
Elimdeki dosyanın ne olduğunu sordu :
- "üçüncü beş yıllık planın son sekli Atatürk " dedim.
Eliyle işaret etti.
- "söyle, yanıma otur anlat"
Şezlongunu yükseltmelerini ve arkasına bir yastık konulmasını istedi. Göreceği yakınlıkta oturdum. Dinledikçe alakası artıyordu. Verilen beş dakika geçmişti. Genel sekreteri hasan rıza’nın bana bunu hatırlatmak için içeri girdiğini hissetti;
- "gel Soyak, sen de dinle, başbakan çok güzel şeyler anlatıyor" dedi.
Sadece baslıkları okuyor, birkaç cümle ile o bahsi tamamlıyordum. Öğrenmek istediklerimi de öğrenmiştim. Yakın gelecekleri okurcasına :
- "ufukta yeni bir dünya harbinin bulutları var. Acele edin. Bunların çoğu ordu ve halk ihtiyaçları için şart olan tesisler, Allah muvaffak etsin acele edin" dedi.
Bunları söyleyen insan birkaç gün önce komadan çıkmıştı.
Sağlığı ile ilgili bir tek kelime etmedi.
Cemal kutay, Atatürk olmasaydı

Millete güveni

Bir gün Müslüman memleketlerden birinde (mısır’da) bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa kemal'i görmeye gelmişti, kendisine ;
- bizim hareketin de basına geçsek istemez misiniz ? Diye sordu.
Olabilecek birsek değildi ama, insan yoklamalarını pek seven Mustafa kemal;
- yarim milyonun bu uğurda ölür mü ? Diye sordu.
Adamcağız yüzüme baka kaldı:
- fakat pasa hasretleri yarim milyonun ölmesine ne lüzum var ? Basımızda siz olacaksınız ya... Dedi.
- benimle olmaz, beyefendi hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne zaman halkınızın yarim milyonu ölmeye karar verirse o vakit gelip beni ararsınız.
Rifki atay, Çankaya

Bir Türk dünyaya bedeldir


Ata Kastamonu’yu ziyaret etmişti. Kışlaya da uğramıştı. Koğuşları geziyordu. Her koğuşta birçok vecizeler vardı. Güzel sözlerdi bunlar. Bir koğuşta büyük bir levha yazılmış :
- bir Türk on düşmana bedeldi.
Atatürk bunu görünce birdenbire durdu, yüzü değişti, gözleri daldı. Sonra sert bir sesle:
- hayır, hayır... Dedi. Bir Türk dünyaya bedeldir.
Zeki cemal bakiçelebioglu

İngiliz kralı’na verilen ziyafet

İngiliz kralı viii. Edward İstanbul’a Atatürk 'ü ziyarete geldiği zaman, Atatürk kendisine bir aksam ziyafeti vermişti. Ziyafetten önce :
- ”bana İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen birisini yahut bir asçı bulunuz !... Dedi.
Ve nihayet bu sofra merasimini bilen bir zattan öğrenerek sofrayı o şekilde düzene koydular... Aksam kral sofraya oturunca kendisini kral sarayında zannederek memnun oldu. Atatürk'e dönerek :
- ”sizi tebrik eder ve teşekkür ederim. Kendimi İngiltere’de zannettim" diyerek memnuniyetini bildirdi.
Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı. Yemekler de halılara dağıldı. Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat Atatürk kral'a eğilerek :
- ”bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim!" dedi. Bütün sofradakiler Atatürk 'ün zekasına hayran oldular. Atatürk garsona da "vazifene devam et" emrini verdi.
Enver behrem sapolyo

Mustafa kemal hakiki bir Türk milliyetçisi idi.

Mustafa kemal 5. Orduda Arap ırkından olan askerlere daha özel muamele yapıldığını ve Anadolu çocuklarından daha üstün tutulduklarını gördükçe müteessir oluyordu.
- Osmanlılığın telkin ettiği bu aşağılık duygudan ne zaman kurtulacağız?
Diyordu. Ayni ıstırabı bende duyuyordum. Yafa'da Mustafa kemal'in bölüğünde alaydan yetişmiş Makedonya Türklerinden yaslı bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı Anadolu’mu kıt’a çavuşlarına karsı şiddetli davranıyor, yeni erlere karsı ise lüzumundan fazla müsamaha gösteriyordu. Onların azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmuyordu.
Mustafa kemal, basından geçen bir olayı söyle anlattı:
- "bir gün Makedonyalı yüzbaşı, kıt’a çavuşlarından birini bölük kumandanlığı odasına çağırdı. Müfit'le ben de orada idik. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk delikanlısı idi. Yüzbaşı gencin onurunu kıracak şekilde azarlamaya başladı. Daha ziyade mensup olduğu ırka hücum ediyordu.
- sen, diyordu, nasıl olurda necip Arap kavmine mensup peygamber efendimizin mübarek soyundan gelen bu çocuklara sert davranır, ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil, sen onların ayağına su bile dökemezsin.

Gibi gittikçe manasızlaşan sözlerle hakaret ediyordu. Sesi yükseldikçe yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki ifadeye baktım. Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen bir isyanın ateşleri gözlerinden okunmaya başladı, fakat gerçek itaatin sembolü olan Türk askeri gibi iç duygularını gemlemeye çalıştı. Göz pınarlarından tanelenen yaslar yanaklarından döküldü.

Dayanamadım.

- yüzbaşı efendi susunuz!

Diye bağırdım, birden sasırdı, sözlerin bizden onay görmesini beklediği anlaşılıyordu.

- yoksa fena birsek mi söyledim?

- evet, çok fena hareket ettiniz, buna hakkiniz yok, bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi birçok bakımdan necip olabilir, fakat senin de benim de, müfit’in de ve çavuşun da mensup olduğumuz kavmin de büyük ve asil bir millet olduğu asla inkar edilemez bir gerçektir.

Yüzbaşı basını önüne eğdi, utanmıştı.

Çok yıllar sonra, bir gün Ankara’da banide şahit göstererek anlattığı bu hakiki olay karsısında görüsü su idi:

Bu ve buna benzer hadiseler, Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde su veya bu sebeple üstünlük olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır. Bu yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak şarttır.

Mustafa kemal'in, Türk tarih kurumu'nu kurmasının en büyük nedeni bu asil düşüncede aranmalıdır. Türk milleti'nin asaletine, büyüklüğüne bütün Türklerin inanmasını ve bunu iftiharla savunmasını hayati boyunca amaç edinmiştir. Milletine:

- "ne mutlu türküm diyene!"
Hitabıyla seslendiği zaman, buna bütün mevcudiyeti ve samimiyeti ile inanmıştı.

Ali Fuat Cebesoy, sınıf arkadaşım Atatürk

Efelerin aksamı

Atatürk'ün Ankara’ya ayak basısının yıldönümü halkevinde ilk defa kutlanıyordu. Ankaralıların gönülden kopan kadirşinaslığı ile gündüzden beri heyecan içinde olan Atatürk efelerin oyunundan sonra yanına gelmelerini istedi. Efeleri yakınına konmuş iki sandalyeye oturmağa davet etti.
- simdi size soframdakileri tanıtayım. Bu büyük bir alimdir, tarih yazar ve okutur. Bu büyük bir yazıcıdır, olanı ve olacağı dile getirir.
Sofradakilerin hepsi için mahsus iltifat ve mübalağa dolu vasıflar buluyor, keskin, kesin, özlü methiyeler sıralıyordu. Sıra saymanlara geldi onlara döndü ve masadakilere tanıttı :
- bunlar da, bu dünyanın en kahraman milletinin en yiğit insanlarından. Bana gelince, eğer bundan daha iyi tarihimizi bilmesem, bundan daha iyi dertlerimizi dile getiremeseydim, bundan daha iyi asker, bundan daha iyi hatip ve sizden biraz daha yiğit olmasam basınız olmazdım!
Biran basını önüne eğdi, biran yüzünde koyu bir pembelik dolaştı gülümseyerek saymanın birine hitap etti:
- bırak sunu bunu; ne Mustafa kemal, ne reisicumhur ... İkimizde Türk, ikimizde efe ... Sen beni bilmiyorsun , ben seni... Dağda karsılaştık;benden korkar mısın, korkmaz misin?
- sayende düşmandan korkmadık ki, senden korkalım.
Cevap Atatürk 'ün hoşuna gitmemişti : düşmandan tabii korkmayacaksın, düşman bir başka, Türk değil ki korkasın gel bakalım, tam efe misin?
Basını dizine doğru çekti, gel bana desteklik et bakalım , dedi. Ve onun boynuna namlusunu dayadı; duvarın bir yerine nisan almağa başladı kursun boynunun tüylerini yalayarak geçen seğmende hiçbir kımıldama yoktu, oradakiler seğmenin korkudan bayıldığını sanıyordu, kursunlar bitmişti.
Seğmen doğruldu, yüzünde ne bir pembelik, ne bir sarilik vardı, hiç titremeyen, belki biran gürleyen ve gülen bir sesle;
- kursunlar bitti mi , paşam? Diye sordu :
Bu yüzdeki huzuru bir anlık bakışla sezen Atatürk seğmenin ata kursunu insana zarar vermez inancı ile öyle dimdik ve sakin kalabildiğini anlamıştı. Birden tabancayı yere attı, gözlerinden iri yaslar damlıyordu. Hıçkırıklı bir sesle dediği
- demin söylediklerim yalandı, yanlıştı. Ben hersey değilim, ben hiçim. Ben hiç olurdum, eğer bu millet bana böyle inanmasaydı. Bu millet kili kıpırdamadan benim uğruma canini vermeye hazır olmasaydı, ben hiçbir şey yapamazdım.

Atatürk denizinden damlalar, Behçet kemal çağlar, sayfa 141-143

Bu milletle neler yapılmaz!..

Atatürk, milletin ruhundaki o sönmez meşaleyi tutuşturmak için Anadolu’yu adım adım dolaştığı 1919 yılıydı.büyük asker, Erzurum yolundadır.ılıca’da tunç yüzlü bir ihtiyarla yaptığı enteresan bir görüşmeyi cevap dursun oğlu söyle anlatmaktadır:

"20-30 kişilik bir göçmen kafilesi basında bulunan bu ihtiyar, omuzlarına kartal kanadı attığı paltosu ve elindeki asası ile bir yolcudan çok doğu mitolojisindeki yari tanrı kabile reislerine benziyordu. Misafirlerin önemli kimseler olduğunu anlayan ihtiyarin zeki gözleri parladı.iri ve ak tüylerle örtülü elini geniş göğsünün üstüne koyarak onları selamladı.

Mustafa kemal, ta yani basına kadar geldiği halde heybetliliğinin azametini kaybetmeyen bu ihtiyarin hatırını soruyor, oda gövdesine yarasan derin ve gür sesiyle teşekkür ediyordu.bu kısa hös-besten sonra pasa ihtiyara:

-ağa, dedi.böyle nereden geliyorsun?

-paşam Rus gelirken göçmen olmuştuk. Çukurova' daydım.simdi köyüme dönüyorum.buralara dönmenin pek yerinde olmadığını, kisin sıkıntı çekileceğini anlatmak istedi.sonra da ekledi.

-ağa, yoksa oralarda geçinemedin mi?

-hayır paşam, Çukurova cennet gibi bir yer.bir eken yüz alıyor. Son günlerde işittim ki, İstanbul’daki "ırz kırıkları" bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki ne göreyim, bu namertler kimin malini kimlere veriyorlar?..

Tunç çehreli, beyaz sakallı, gün görmüş ihtiyarin iman dolu göğsünden gelen bu ses, yine onun gibi tunç yüzlü askerin gözlerini yaşarttı.

- bu eski Türk kalesine millet isi için milletle beraber
Çalışmaya gelen büyük devlet adamı, yaslı gözlerle arkadaşlarına döndü:

-bu milletle neler yapılmaz!..dedi ve sonra ihtiyarla
Vedalaştı.
(banoglu, Niyazi, Ahmet, nükte ve fıkralarla Atatürk, İstanbul, inkılap kitapevi, 1981, sh.371-372)

Ben, cumhuriyeti böyle kazandım!...

Ankara, 10.cumhuriyet yılının büyük ve ölçüsüz sevinci içindedir.şehir, baştanbaşa ışıklarla donatılmıştır. Eğlence yerlerinde her Türk, tam bir şuurla devrimin nimetlerini idrak ederek neşe içinde eğlenmektedir.

Atatürk, resmi baloların verildiği yerlere uğradıktan sonra halkevi'ne de teşrif ediyor.orada, milli ve mahalli giysileriyle coşan ve coşturan Türk köylüleriyle karsılaşıyor.

Bir gün bu milleti ve bu memleketi kurtarmak için atıldığı mücadelede kendisine yegane kudret ve kuvvet membaı olan bu temiz yürekli vatan evlatlarının neşelerinden son derece duygulanıyor.onları bir süre seyrettikten sonra, doğru Çankaya’ya teşrif ediyorlar ve:

-efeleri buraya getiriniz!..emrini buyuruyorlar.

Efelerin Çankaya’da, Atatürk 'ün sofrasında nasıl coştuklarını ve nasıl coşturduklarını anlatmaya imkan yoktur. Büyük ata, sahnenin en heyecanlı bir anında, Ankara efelerinden birine soruyor:

-efe, sen benim için ne yapabilirsin?
Efe tereddüt etmeden cevap verir:
-her şey...
-mesela?..
-ölürüm...

Simdi bütün dikkat Atatürk 'e çevrilmişti.kimse konuşmuyor, onları dinliyordu. Atatürk, gözlerini etrafındakiler üzerinde bir kez gezdiriyor.sonra:

-efe, diyor, sözünde samimi misin?
-emir sizindir, ata'm.
Atatürk, elini dizinin üstüne vuruyor:
-koy basını buraya!...

Efe derhal basını atanın dizlerine koydu ve basını koyar koymaz sakağında bir soğuk temas hissetti.bu, Atatürk 'ün sakağına dayadığı tabanca namlusunun soğukluğuydu.efe, bu soğuklukla beraber sakağına dayanmış bir tabanca olduğunu görmüş, fakat en küçük bir harekette bulunmamıştı.

Efe, ata’sı için ölümü seve seve kabul edebilirdi.fakat
Atatürk, ona kıyacak miydi?

Bütün yüzlerin rengi bir anda solmuş, heyecan son haddini bulmuştu.nefes almaktan korkuyorlardı ve gözler Atatürk 'ün elindeydi.tabanca, efenin sakağına dayanmıştı. Fişek sürülmüş ve emniyet açılmıştı. Atatürk, bir saniye bile sürmeyen bu an içinde ve gözle fark edilemeyecek bir hızla tabancanın namlusunu sakağın yanından, belki bir santim kadar kaydırarak tetiği çekiyor.

Derin sükutu yırtan korkunç tabanca sesi...
Kalpler, sanki yerinden kopacak.

Hazır bulunanların hepsinin beti benzi kül rengini almıştır.

Fakat, efenin bası hala ata’nın dizindedir ve efede en küçük bir kımıldanma yoktur.

Atatürk, efenin basını dizlerinden kaldırıyor, temiz alnını dudaklarına doğru çekiyor ve öpüyor.

Hala biraz önceki havanın tesirinden kurtulamamış olanlara:

-iste, ben Anadolu savasını bunlarla ve böyle canlarını esirgemeyenlerle kazandım, diyor.

(nükte ve fıkralarla Atatürk, sh.11-12-13)

Herkesin millete inanmasını isterdi

Zaferi müteakip yaptığı seyahatte samsun'a da uğramış, orada öğretmenlerle görüşüyordu.

Öğretmenler adini konuşanların, kendisi hakkında çok sitayiskarane sözler söyleyişlerini, sükunetle dinledikten sonra , onlara su cevabi vermişti:

-vatandasınız olan herhangi bir şahsı, istediğiniz gibi sevebilirsiniz.kardeşiniz gibi, arkadasınız gibi, babanız gibi, evladınız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz! Fakat bu sevgi, sizi milli varlığınızı, bütün muhabbetlerinize rağmen herhangi bir sahsa, herhangi bir sevdiğinize vermenize sebep olmamalıdır. Bunun aksine hareket kadar büyük hata olmaz.ben ancak vazifemi yaptım.bana, bu ilhamı ve kudreti nereden aldığımı soruyorsunuz.cevap olarak diyebilirim ki, bu günkü uyanıklığı, düne, geçmişe borçluyuz. Geçmişte bu milletin çektiklerinden büyük bir ilham ve kudret kaynağı olamaz!.
(nükte ve diktalarla Atatürk, sh.74)

Halk isterse beni de kovar !

1935 senesinde idi. Atatürk 'ün Çanakkale’ye geleceği rivayetleri dolaşıyordu.

O zamanlar dünyanın bazı yerlerinde olduğu gibi, memleketimizin de bazı bölgelerinde Yahudiler aleyhinde bir hareket ve ayaklanma bas göstermişti.bu hal karsısında bütün Museviler mallarını, mülklerini satarak yolculuğa hazırlanıyorlardı. Bunlar, o zaman rivayet olunduğuna göre Filistin’e gitmek istiyorlardı.

İste bu sıralarda " Atatürk Çanakkale’ye geliyor" dediler.çok sevindim.çünkü Atatürk 'ü hiç görmemiştim.heyecanla Atatürk 'ün geleceği Balıkesir caddesine dikildim. Bu esnada yanımda bulunan birkaç Yahudicin fısıltı ile pek hararetli olarak konuştuklarını gördüm. Alakadar olmağa vakit kalmadan karsıdan birkaç otomobil göründü." Atatürk geliyor" sözü yeniden ağızdan ağıza dolaştı. Halkın" yasa, varol!"nidaları arasında Atatürk otomobilinden indi.alkışlar devam ediyor, o da halkın arasında ilerliyordu.garip bir tesadüf ve talih eseri olarak Atatürk bizim önümüze gelince hafif bir duraklama yaptı.halka bakıyor ve kalabalığı selamlıyordu. Tam bu esnada yanımda bulunan ve biraz evvel fısıltı halinde, fakat hareketli konuşan Yahudilerden biri, ileriye doğru yürüdü ve ata’nın önüne atıldı.muhafızlar mani olmak istedi. Atatürk:

-bırakın gelsin!dedi.

Bu Musevi vatandaş, Atatürk 'ün önünde ellerini açtı, omuzlarını yukarıya kaldırarak:

-paşam bizi kovuyorlar.biz ne yapacağız?dedi.
Atatürk bu şekilde önüne atılan bu adamın ne demek istediğini ve kim olduğunu derhal anlamıştı.buna rağmen sordu:

-sen kimsin?
-ben paşam, Çanakkale Musevilerinden avram palto.

-sizi kim kovuyor?hükümet mi?kanun mu?polis mi? Jandarma mi?bana söyle?dedi.

Bu Musevi vatandaş durakladı, şaşaladı.biraz sonra kendini toparlayarak cevap verdi:

-hayır paşam, halk kovuyor.

Atatürk, bu adamın yüzüne dikkatle baktı, gülümsedi ve:

-halk isterse beni de kovar, dedi ve yürüdü.

(Atatürk 'ün nükteleri, fıkraları, hatıraları, sh.68)

Millet adamıydı

Milli mücadelenin buhranlı günlerinde, Ankara civarında yaptığı bir gezintiden dönerken, yolda sarıklı bir hocaya rast gelmişti. Konuşurken, üstlerinden geçen uçağı göstererek, sordu :

- hocam, bu uçak nasıl uçuyor ?

- ne bileyim ben ?... Ögretmediler ki bize ?

- peki, sen ne bilirsin ?"

- ne mi bilirim ? Bu uçağı bin dersin, binerim, oradan kendini aşağı at, dersin atarım... İste ben bunu bilirim ama, bunu da senden öğrendim, paşam !

Mustafa kemal, bu söz üzerine,

- var ol hocam !... Ama, sunuda bil ki, bende senin gibiyim... Bende, milletin hiç bir arzusunu, hiç bir isteğini, hayatim pahasına da olsa, yapmamazlık edemem !..."
Nükte ve fıkralarla Atatürk sh 73-74

Türkün dostu var mi?

28 haziran, 1933 Ankara erkek lisesi’nde:

Sınava giren çocuklardan biri sorulan bir soruya söyle karşılık vermişti :

- Fransa ile olan geleneksel dostluğumuz gereği...
Atatürk, derhal sözü keserek sormuştu :
- hangi geleneksel dostluk, bu nereden çıktı, kim söyledi bunu?
O zaman coğrafya öğretmeni ayaga kalkarak “ben söyledim paşam” diye onun hiddetini azaltmaya çalışmıştı. Bana dönerek ve “sen söyle tarih hocası” deyince, hemen ayağa kalkarak cevap vermiştim.
- paşam ortada geleneksel dostluk diye bir şey yoktur. Yalnız ortak hareketlere Fransız yazarları geleneksel dostluk niteliği vermişlerdir. Örneğin kirim savasında olduğu gibi...
- aferin, bu gerçekten böyledir. Acınarak söylüyorum Türk’ün geleneksel dostu yoktur. Çıkarlar ortak olunca Avrupalılar buna hemen (geleneksel dostluk ) ismini vermişlerdir” buyurmuşlardı.

Ariburnu, age, s:199

Millete güven

Erzurum : 3 temmuz, 1919...

Ilıca’da Mustafa kemal’in ilk karşılamasında konukların önemli kimseler olduğunu anlayan ihtiyarin zeki gözleri parladı. İri ve ak tüylere örtülü elini geniş göğsünün üstüne koyarak oturanları selamladı. Mustafa kemal pasa, ta yanı başına kadar geldiği halden heykelliğinin büyüklüğünü kaybetmeyen bu ihtiyarin hatırını soruyor, o da gövdesine yarasan derin gür sesiyle teşekkür ediyordu.

Bu kısa hoşbeşten sonra, pasa ihtiyara :

- ağa, böyle nereden geliyorsun ? Dedi.

İhtiyar :

- paşam, Rus gelirken göçmen olmuştum. Çukurova’da idim. Simdi köyüme dönüyorum, diye karşılık verdi.

Pasa, zamanın nezaketini, emniyetsizliğini ileri sürerek böyle zamanda buralara dönmesini pek yerinde olmadığını, kisin sıkıntı cekeceğini anlatmak istedi. Sonunda da:

Ağa, yoksa oralarda geçinmedin mi? Dedi.
Ağa derhal karşılık verdi :

- hayır paşam, Çukurova cennet gibi bir yer. Bir eken yüz biçiyor. Allah millete düşkünlük vermesin. Bize tarla da verdiler, çayır da... Ham dolsun uşaklarda çalışkandırlar. Değil Çukurova gibi bir yerden, tastan bile ekmeklerini çıkartırlar. Geçimimizi padişahta bile yoktu. Çok rahattık. Yalnız son günlerde işittim ki, İstanbul’daki “ırzı kırıklar” bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu “namertler” kimin malini kime veriyorlar?

Tunç çehreli, ak sakallı, gün görmüş ihtiyarin iman dolu göğsünden gelen bu ses, yine o’nun gibi tunç çehreli kahraman askerin gözlerini yaşarttı. Bu eski Türk kalesine millet isi için milletle beraber çalışmağa gelen büyük devlet adamı yaslı gözlerle arkadaşlarına döndü ve “bu milletle neler yapılmaz!” Dedikten sonra ihtiyarla vedalaştı.
Ariburnu, age, s:199-200

Halk ve yönetici

1923 martı’nın 17. Cumartesi günü mersin’e gidiyoruz. İstasyonda yaya olarak topluluk halinde ilerlerken, yolun ortasında, aynen Adana’ya giderken olduğu gibi, büyük bir levha taşıyan bir kaç kız şef’in karsısına çıktı. Levhada su cümle yazılı idi : “Suriye hemşirenizi de kurtarınız.”

İki gün evvel Adana’da Antalya ve İskenderun için yapılan o levhalı gösteri, Antalyalı kızın o herkesi ağlatıp sızlatan hıçkırıklı söylevi ve şef’in ona verdiği tarihi cevapla, yüce bir nitelik almıştı. Şef simdi bu Suriye levhasına ne diyecekti?

- “her millet layık olduğu mutluluğa erişir!” Dedi ve yürüdü.

Ariburnu, age, s:201

Kompleks

20 haziran, 1933, Ankara erkek lisesi’nde :

Büyük Mustafa kemal, önce öğrenci ile öğretmenini karsı karsıya bırakmayı uygun görmüş ve sorunların o zamanki yöntemle öğretmenler tarafından sorulmasını istemişti. Simdi güzel soru bulmak ve güzel soru çıkartmak ne güçtü. Nitekim coğrafyacı arkadaşlarımızdan birinin su sorusunu derhal kesmiş ve değiştirmişti.

Öğretmen öğrenciye söyle sormuştu :

- İtalya’nın memleketimiz hakkında istekleri nedir? Bize siyasetini anlatır misin?

Atatürk kaslarını çatmış ve öğretmene sormuştu :

- bundan ne amaçlıyorsunuz? İtalya’nın memleketimiz hakkında ne gibi istekleri vardır, bunu devlet başkanı olarak ben bilmiyorum siz açıklar misiniz?

Öğretmen sasırmış, sıkılmış ve karşılık vermişti:

- paşam, İtalyanlar Antalya’yı almak istiyorlar, memleketimizde gözleri var da onları sormak istedim.

- bu öğrenci dışarı çıkıp ta biz bize kaldığımız zaman, hepimize dönerek söyle demişti :
- çocuklar başka memleketleri umacı olarak göstermeye hakkimiz yoktur. Türk çocuğu, kendisine hiç bir milletin saldırmağa cesaret edemeyeceğini bir ruh güvenliği ile beslemelidir. Bilmelidir ki Türk milletine kimse ilişemez!
Ariburnu, age, s:201-202

Adam kayırma

“Fuat pasa (Cebesoy) bana, söyle bir soru yöneltti:

- senin simdi. (aport) ladin kimlerdir; bunu anlayabilir miyiz?
Ben, bu sorudan birsek anlayamadığımı söyledim. Pasa, amacını açıkladı. O zaman, ben de, su demeçte bulundum:

- benim, (aport) lirim yoktur. Memleket ve millete kimler hizmet eder ve görev, yararlık ve gücünü gösterir ise, (aport) onlardır!

Ariburnu, age, s:202

Bis, bis!...

Atatürk’le musollini ’ nin arası malum!... İkinci dünya savası’nın “sinir harbi” dediğimiz söz hücumları mussoli ’ nin bas silahı.

İtalyan diktatörü, o sırada yine bir nutuk söyleyerek, aklınca sinirlerimizi bozmak istemişti. Atatürk, buna fiili bile cevap mahiyetinde, Antalya’ya bir seyahat hazırladı.

Yolda otomobiller, güzel bir yerde mola verdiler. Atatürk, kulağına akseden bir türküyle ilgilendi.etrafı aradılar.bunu bir çoban söylüyordu.

Çobanı getirdiler. Atatürk:

-- türküyü sen ne söylüyorsun? Diye sordu.çoban, ”evet” deyince:
-- sesin güzel, okumanda fena değil, burada da söyle de dinleyelim!...
Çoban bir şey anlamamıştı. Ata izah etti:
-- bis demek, beğendik, bir daha söyle, tekrarla demektir. Çoban türküyü tekrarladı. O zaman Atatürk, cebinden bir “elli liralık ” çıkardı, çobana uzattı. Çoban paraya baktı, aldı, memnun bir tavırla kuşağının arasına koyduktan sonra, ellerini çırptı ve yüksek sesle haykırdı:
-- bis, bis!..

Atatürk, bu zeki hareket ve cevap karsısında o kadar memnun olmuştu ki, yanındakilere döndü:

-- imkan olsaydı da Mussolini su sahneyi görseydi ve su cevabi işitseydi,
Dedi, hangi millete nutuk söylediğini anlardı!..

Banoglu, age, s: 62-63

Türkiye’ye kin yakışmaz!..

İstanbul’un işgali yıllarında bir Türk okulunu gezen Fransız generallerinden m.bramon, bir kızımızın yaptığı elişini beğenmişti.general bunu almak arzusu göstermesi üzerine elişinin sahibine öğretmen armağan edilmesi için teklifte bulunmuş ve öğrenci buna son derece sinirli:
- hayır, bir çöp bile vermem!..demek suretiyle şiddetle reddetmişti.
Aradan yıllar geçtikten sonra ayni okula Atatürk gelmiş, ayni öğrenci bu kez düşman generaline vermediği ayni elişini Atatürk’e armağan etmek üzere uzatmış ve heyecanla söyle demişti:
- büyük atam, bu değersiz hediyenin kabulünü rica ediyorum.bu isimi bir zamanlar hocam, memleketimin işgali zamanında Fransız generali mösyö bramon’a armağan olarak vermemi rica etmişti.halbuki ben bu arzuyu reddetmekle düşman ellerinde ir çöpümü bile görmek istemediğimi söylemiştim.su dakikada içimden gelen bir istek ve sevgiyle armağanımı kabul etmenizi rica ediyorum.

Ata’nın bu sözler üzerine kasları çatılmış ve sert bir sesle şu cevabı verdiği duyulmuştur:

- kızım, Türkiye’ ye kin yakışmaz!..biz herkesle dostuz.çektiklerimiz, basımızda bulunan saltanat devrinin büyük hatalarının neticesidir.Avrupalıların, Türk kızlarının eserlerini hayranlıkla seyretmeleriyle fikirlerini değiştirebilir miyiz?sen onu o zaman verseydin, simdi sanlı Türk kızlarını temsil eden bir eser Avrupa duvarlarını süslerdi.
Banoglu, age, s:63-64

Doğusundaki fevkaladelik

Atatürk kendisini insan üstü bir varlık olduğunu söylemelerini hiç hoş karşılamazdı. Çocukluk arkadaşı Nuri conkerin sert şakalarını büyük bir neşeyle dinler ve hepimizin önünde tekrarlattırırdı.

Bir gün sofrada ismini zikretmek istediğim bir zat :

- paşam, demişti, kim bilir çocukluğunuzda ne müstesna bir insandınız. Kim bilir, ne harikulade hatıralarınız vardır. Atatürk güldü ve Nuri conkere döndü:

- Nuri, anlatsana!.. Dedi.

Nuri bey her vakit ki şakacı diliyle:

- bakla tarlasında karga çobanlığı ededi, cevabini verdi. Deminki suali soran zat, lafın bu yolu almasından fena halde ürktü. Suali ortaya attığına bin kere pişman oldu:

-aman efendimiz... Diyecek oldu. Atatürk hemen sözünü kesti:
Bana insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye kalkışmayınız.doğuşumdaki tek fevkaladelik, Türk olarak dünyaya gelmemdir.
-eski bir Atatürk çük.
Banoglu, age, s. 220

Türk iftihar etmek için yaratılmıştır

Saray burnundaki büyük eğlentide, 9 ağustos 1928 aksamı, etrafını saran halka hitaben, ilk defa harf devrimini açıklayarak yeni harflerin kabul edilmesi lazım geldiğini belirttikten sonra:

- bir milletin yüzde onu, yirmisi okuma yazma bilir de, yüzde seksen, doksanı bilmezse, ayıptır. Bu millet utanmalıdır. Ama Türk milleti utanmak için yaratılmış bir millet değildir. İftihar etmek için yaratılmış, sanlı şerefli bir millettir. Tarihi bastan basa iftiharla dolu bir millettir. Okuma yazma bilmeyenlerin çokluğu, onun hatası değildir. Hata Türk’ün karakterini anlamayarak kafasını bir takım zincirlerle saranlardadır. Artık geçmişin bu hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları düzelteceğiz. Bu hususta bütün vatandaşların gayretini isterim. En nihayet bir, yıl içinde, bütün Türk toplumu yeni harfleri öğrenmelidir, öğrenecektir. Milletim, kafasıyla olduğu gibi yazısıyla de uygar dünyanın yanında bulunduğunu gösterecektir! Deyince, halk, kendini kucaklamak, bağrına basmak isteyen bir coşkunlukla alkışlarken, heyecandan ağlaşanlar bile görülmüştür.

Oradan Büyükada’ya gitmişlerdi, yat kulübünde pırıl pırıl ışıklar içinde, kırıta kırıta sırıtan franklı, smokinli, tuvaletli bay, bayanlarla karsılaşınca, bir an durmuş, yanındakilere:

- hani Sarayburnu ‘ nda yaptığımız yok mu? Onu burada yapamayız ki!.. Demişti.
Bir gün - devrimin ilk günlerinde idi - söyle demişti:

- daha çocukken, dersler, kitaplar arasında yuvarlanırken hissedildim ki bu dilin bir şeye ihtiyacı var. O ihtiyacın ne olduğunu, nasıl elde edileceğini bilmezdim. Fakat mutlaka bir şey hazım olduğunu duyardım.

N.a.banoglu, yayınlanmış belgelerle Atatürk,
Siyasi ve özel hayati-ilkeleri, 2. Baskı, İst., 198, s.263
 

crazyquake

.::®crazy™::.
4. İnkılaplar üzerine olanlar

Yarin cumhuriyeti ilan edeceğiz

Seçim yapılmış, yeni meclis kurulmuş, sonuç Mustafa kemal'in beklentisine en yakın biçimde alınmıştı. 26 ekim 1923 aksamı gazi kabineyi Çankaya köşkü’nde toplantıya çağırdı. Bu toplantıda başvekil fethi okyar’ın istifası karara bağlandı, ertesi sabah haber gazete manşetlerinde yer alacaktı.
28 ekim gecesi Çankaya’daki aksam yemeğine latife hanim da katildi. Son derece heyecanlıydı. İçi içine sığmıyordu. Çünkü o aksam yemeğinin gündemini biliyordu. Sevgili paşa’sı niyetlerini önce esine heyecan ve içtenlikle anlatmıştı. Latife hanim bu sebeple birkaç kez mutfağa inmiş, yemeklerin o aksam yaşanacak olayların sanına yakışır olmasına özen göstermişti.
Mustafa kemal arkadaşlarına, yemekten sonra anayasa’nın bazı maddeleri üzerinde çalışacağını bildirmiş yeni başbakan adayı olduğu söylenen ismet paşa’yı da bu çalışmaya davet etmişti. İsmet pasa bu daveti bekliyordu. Sofrada seçim heyecanı, seçim dedikoduları, yeni seçilenler, bu kez meclise giremeyenler hakkında konuşmalar sürüp giderken Mustafa kemal bıçağını eline aldı, doğruldu, derin bir nefes aldıktan sonra hafifçe tabağına vurarak :
- beyler! Dedi.
O da heyecanlı, kasları çatılmış ama gözlerinde güleç bir ifade ile arkadaşlarına bakıyordu. Çıt çıkmıyordu simdi yemek salonunda:
- beyler, yarin cumhuriyeti ilan edeceğiz!

Tek tek herkesin yüzüne bakarak durumu kontrol ediyordu. Simdi sofradakiler yıldırım çarpmış gibi kalakalmıştı. Neden sonra, beyinlerde sok yaratan bu haberi alkışlamak birilerinin aklına geldi ve yemek odası bir anda sanki patladı. Mustafa kemal uygun bir süre bekledikten sonra açıklamasını sürdürdü :

- Türkiye devletinin hükümet sekli cumhuriyettir. Bunu anayasa’mıza yarinki meclis toplantısında koyduracağız. Hazırlıklarımızı bir kere daha gözden geçirmemiz lazım.

Gerçekten de iki arkadaş bütün bir gece süren çalışmalarını sabah ezanları okunurken bitirebildiler. İsmet pasa, Mustafa kemal'in ısrarıyla Çankaya köşkü’nde kaldı, birkaç saat uyudu.

Nezihe araz
Mustafa kemal'le 1000 gün

Türk alfabesi

Atatürk, milli tarih ve dil'imizin asil gerçeğine yol açabilmek için güneş-dil teorisine uzanan, dikkatleri çekebilme yolları denedi. Bu arada asil gayesini açıklamadı. Yusuf akçura, agaoglu Ahmet, sadrı maksudi arsal, İbrahim necmi dilmen, dr. Saim dilemre ve veled çelebi izbudak gibi konunun uzmanlarından sunu istedi.
- "bana bir konuşulan Türkçe yapacaksınız ki dünyanın neresinde olursa olsun bütün Türkler, temelde bu dili anlayabilecekler. Bugün Türk anavatanı, Rus işgali altındadır. Komünizm, her yolu denemekte olan bir asimilasyon veya jenosit tatbikatı içindedir. Bir gün yıkılacaklardır. Fakat o günü bekleyemeyiz. Çünkü artlarında kalanlar dillerini kökten kaybetmişler ve biz onlara hep birlikte anlayabileceğimiz bir dili veremezsek boşluk doldurulamaz. Sizden bunu istiyorum."
Evet, Atatürk olmasaydı bizi benliğimize kavuşturan gerçek tarihimizden de, cehaleti yenmek yolunda baslıca dayancımız olan Türk alfabesinden de sona kadar mahrum kalırdık. Dilimiz, Arap-Farsça’nın yanında, salgın haline gelmesi onun aramızdan ayrılmasından sonra başlayan, her dilde yabancı kelimelerin istilasıyla eriyip giderdi.
Cemal kutay, Atatürk olmasaydı

Kadın hak ve hürriyetleri

Şeriat’ın mesela Suudi Arabistan’da olduğu gibi doğrudan hakim olduğu ülkelerde kadının nasıl dışlandığı gözler önündedir. Bu arada mesela iki yüzyıla yakın İngiltere’nin egemenliğinde kalmış resmi dilleri arasında İngilizce’nin bulunması kadar bati hayati ile ilgisi olmuş Pakistan’da, şeriat’ın dolaylı tatbik edildiği bu ülkede bir ümit halinde çıkardığı benazir butto'ya sadece ve yalnız kadın olduğu için reva görülenler gözler önündedir. İste Atatürk 'ün kendinden öncekilerden çağdaşlarından ve hatta yarinkilerden farkı buradadır. Çağa karsı olmak yapıları gereği olan görünür görünmez mihraklara doğru teşhis koyabilmesi ve onları milletin vicdanında gerçek hüviyetleri ile mühürlemesi...
İsviçre medeni kanunu'nu alırken aile hukuku, siyasi haklar, vatan kaderi üzerine etkinliklerde istediklerinin çoğunun basta İsviçre, birçok batili ülkede olmadığını söyleyen, samimiyetine inandığı bir dostuna :
- " iyi ama bizdeki karsı kök, bin yasini asmış derinliklerde... Birkaç nesil sonrasına kadar tedbir almak gerek" demiştir.

Atatürk çapındaki kişiler tesadüflerin ürünü değildir. Milletlerin çilelerinin uğradığı haksızlıkların yarattıkları hava içinden, ulusal yapılarının niteliğine göre çıkarlar. Osmanlı’nın asil unsuru olan Türklük, onaltinci yüzyılın ikinci yarısında duraksama ve ondokuzuncu yüzyılın başlangıcına kadar gerileme devrine girdi ve bunun bedelini o Osmanlı karması içinde kendisi ödedi. Siz isterseniz Atatürk 'ü tanrı ihsanı sayınız, isterseniz çekilenlerin kefareti ...
Cemal kutay, Atatürk olmasaydı

Şapka inkılâbını neden Kastamonu’da ilan etti

Hiç unutmam ağustos’un ilk günlerinde Kastamonu’dan bir heyet gelmişti. Adet yerini bulsun diye haber verdim. Gazi, hemen ilgilendi.
-" bu heyeti ben kabul edeceğim, yarin Çankaya’ya getir" dedi. Bu emre hayret etmekle beraber hususi bir mana da veremedim. Ertesi gün gazi heyeti kabul etti, olağanüstü iltifatlarda bulundu. Bir saat kadar yanında tuttu, Kastamonu hakkında çeşitli sualler sordu. Heyeti uğurlarken :
-" davetinize çok teşekkür ederim, yakında Kastamonu’ya geleceğim. Hemsehrilerime selamlarımı söyleyiniz" dedi. Halbuki heyet gazi'yi Kastamonu’ya davet etmemişti. Bu sözleri işitince hayretim büsbütün arttı. Ama gene bir mana veremedim. Heyeti uğurladıktan sonra benim kalmamı emretti. Koluma girerek beni salona götürdü, çok neşeliydi :

-" çocuğum, Kastamonu’ya gidiyorum. Şapkayı orada giyeceğim" dedi.

Epeyce zamandan beri zihninin şapka meselesiyle meşgul olduğunu biliyordum. Birkaç arkadaşı Beyoğlu’nda şapka giydirerek gezdirmiş, yapacağı akisleri inceletmişti. Sözlerine söyle devam etti :
-" niçin Kastamonu’yu seçtiğimi bilmezsin. Dur, anlatayım. Bütün vilayetler beni tanırlar. Ya üniforma ile yahut fesli, kalpaklı sivil elbise ile görmüşlerdir. Yalnız Kastamonu’ya gidemedim, ilk önce nasıl görürlerse öyle alışırlar, yadırgamazlar. Üstelik bu vilayet halkının hemen hepsi asker ocağından geçmişlerdir. İtaatlidirler, munistirler. Adları mutaassib çıkmışsa da anlayışlıdırlar. Bunun için şapkayı orada giyeceğim" dedi. Birkaç gün sonra gitti ve şapkalı olarak döndü. Dönüşte Ankara’ya yaklaşırken en çok diyanet isleri reisi Rıfat efendi üzerinde yapacağı tesiri düşünüyor, onun kırılmasını istemiyordu.
Ankara'da kendisini karşılayanları, şapkasını çıkararak selamlarken gözü hep Rıfat efendi'de idi. Rıfat efendi, büyük bir anlayış gösterdi. O da sarıklı fesini çıkararak gazi'yi çok sevindirmişti. Hoca’yı otomobiline aldı. Kendi basında şapka vardi. Rifat efendinin başı açıktı. Böylece şehre girildi.
Halk psikolojisini bu kadar iyi anlayan inkılapçı bir bas kolay kolay bulunmaz.
Saffet arikan

Laiklik

İlk meclis'te bir gün laiklik söz konusu oluyordu. Gazi Mustafa kemal pasa o gün meclise başkanlık ediyordu. Meclis'in tanınmış din alimlerinden bir vatandaş kürsüye geldi. Alaycı bir tavırla:
-arkadaşlar, bir laikliktir gidiyor. Affedersiniz, ben bu laikliğin manasını anlamıyorum.
Diye söze baslarken riyaset makamında bulunan Mustafa kemal pasa dayanamamış, oturduğu yerden eline kürsüye vurarak:
-adam olmak demektir hocam, adam olmak!
Diye hoca efendinin sualini cevaplandırmıştır.
Kılıç, ali, Atatürk 'ü anmak kitabından, s.253

Yine tepeler, yine öldürürüm

20.03.1923: Konya Türk ocağında verilen çayda:
Atatürk'ün söylevleri sırasında Türk ocağı azasından (üyesinden) operatör Eyüp Sabri’nin:
- milletimizin inkılabına muhalefet eden ve kendini din irsaliyle (yolunu gösterme ile) mükellef (yükümlü) telakki eyleyen (sayan) bir sınıf var, bu sınıfa karsı ne gibi tedbirler alınmıştır?
Sorusu üzerine Mustafa kemal ayağa kalkarak sözüne tekrar başlamış ve sonunu söyle bitirmiştir:
- benim ve benimle hem fikir (ayni görüşte) arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve mutlaka o adimi atanı tepelemektir.
Sizlere bununda ötesinde bir söz söyleyeyim. Mesela bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle menfi adımlar atanlar karsısında herkes çekilse ve ben kendi basıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.
Atatürk'ün söylev ve demeçlerden

Yunanistan 'da dil davası

Bir aksam konuklar için, başbakanlıkça bir şölen düzenlenmişti. Yemek sırasında Atina üniversitesi'nin bir yüzyıl boyunca gördüğü hizmetler övüldü, birçok söylevler söylendi. Bu arada yunanlı bir profesör, başbakan metaksas'tan bir dilekte bulunarak:

- çözülemez sanılan nice sorunları kolaylıkla çözüverdiniz; su dil isimizi de yakında mutlu bir sonuca bağlamanızı istemek hakkimizdir demişti.

Yemekten sonra grup tanışmalar, konuşmalar olurken profesörden dil davalarını bana açıklamasını rica ettim. "yazı dilini halkın anlayacağı bir dil haline koymak davası" diye açıklamış ve "ne yazık ki eskiye çok bağlı kalmış birtakım filologların direnmesi yüzünden bu hakli davamızı yürütemiyoruz" diye yakınmıştı.

Ben kendisine Türkiye’de de ayni davanın bu gibi engellerle birlikte yine de pekala yürüdüğünü söyleyince profesörün yanıtı su oldu:

- yürür; çünkü sizde Atatürk var
Mehmet ali Agakay, Atatürk 'ten 20 ani

Mısır sefiri'nin fesi

Bir kısım sefirlerin ve devlet erkaninin da bulundugu bir ziyarette misir sefiri basindaki fesle ter içinde kalmisti. Atatürk ona döndü:

- bu basinizdaki serpusun bu kadar sıkıntılı olduğunu sizde kabul edersiniz tabi... Sefir hazretlerinin başındakini alınız...

Derhal birisi fesi aliyor. Bir gümüs tepsiye konan fesi fraklı bir garson uçura uçura salondan dışarıya götürüyor. Sefir bir aralık ne yapacağını şaşırıyor. Hatta bir an salonu terk etmeyi bile tasarlıyor, fakat İngiliz sefirinin tavsiyesi üzerine harekete geçmiyor.

Mesele az kalsın bir diplomatik hadise olmak gelişmesini gösteriyor, fakat kapanıyor. Neden sonra öğrendik ki misir hükümeti sefire gönderdiği direktifte:

"gazi, bütün sark aleminin rehberidir. O'nun hareketlerine bir diplomatik hadise değil, bir mürşit ikazı aramak daha münasiptir" gibi bir cümle sarf edilmiştir

Em.tümg.muzaffer erendil,
İlginç olaylar ve
Anekdotlarla Atatürk

Atatürk ve dil reformu

"harf komisyonunun son kararlarını Ankara’dan İstanbul’a getirip dolma bahçe sarayı’nın denize karsı aydınlık çalışma odasında Atatürk 'e anlattığım günü dün gibi hatırlıyorum. Büyük güçlük osmanlıca daki yabancı kelimelerin bütün söyleniş hususiyetlerine göre harfler ve işaretler aramakta direnen arkadaşlarla, biz Türkçeciler arasında idi. Türkçe kelimelere lüzum olmayan harf ve işaretleri istemiyorduk. Böylece dilde kalacak yabancı kelimelerinde de, git gide söyleniş hususiyetlerini kaybederek türkçelesmesini sağlamak istiyorduk. Bize göre yazı, dil meselesine dahil edilecekti. Yeni yazı, yalnız Arap yazısı dediğimiz eski yazının değil, osmanlıcanın da tasfiye edilmesi demekti.

Atatürk karşı tarafın tekliflerini gözden geçirdi.

- biz bunları halka ve çocuklara nasıl öğretebiliriz? Bu da eskisi kadar güç...

Sonra:

- yeni yazının eskisi yerine gedmesi için müddet olarak ne düşündünüz diye sordu?

Müddet arkadaşlardan azına göre beş, bir haylisine göre onbeş yıl olmalıydı. İlk zamanları okullarda iki yazıyı da öğretecektik. Gazeteler birkaç fıkrayı yeni yazı ile dizdirmekten başlayarak, yavaş yavaş arttıracaklar ve mühletin sonunda bütün gazeteyi yeni yazı ile dizdireceklerdi:

- farz edelim onbesinci yılda gazetelerde yarim sütun Arapça yazı kaldı. Ne olacak biliyor musunuz? Herkes o yarim sütunu okuyacak. Bir harp, bir buhran, birsek çıktı mi bizim yazı da Enver’inkine dönecek.

Enver paşa’nın daha fazla imla inkılabı diyebileceğimiz denemesi birinci dünya harbi olur olmaz suya düşmüştü:

- ya üç ayda yapabiliriz, ya hiçbir zaman... Dedi.

Buna bende şaştım doğrusu. Üç ayda bir millete yazı değiştirtmek! Bunu da başarabilecek miydi?

Mevsim sıcaktı. Bir aksam kendisini saray burnu’nda bir halk eğlencesine, Büyükada’da bir baloya davet etmişlerdi. Saray burnu bahçesindeki büyük halk kalabalığını gördükten biraz sonra:

- bana bir defter veriniz dedi

Galiba garsonlardan birinin küçük cep defterini aldı ve bir şeyler yazmaya koyuldu. Bir aralık beni yanına çağırarak:

- bir defa gözden geçir. Bunları sana okutacağım dedi. Latin harfleri ile ilk Türkçe yazı idi.

Diktatörler halk kalabalığından korkar. Rasgelenin katıldığı kalabalık, polis için en şüpheli meçhuldür. Atatürk, halkın kendinde yalnız, kendi iyiliğini ve yükselişini isteyen bir kahraman gözüktüğüne inanan bir inkılapçı idi. Halk kalabalıklarında kendi asil kuvvetini görürdü. Araşıra:

- halka giderim demekten ne kastettiğini o aksam da anladım. Halk yazı inkılabı müjdesini çılgınca alkışlıyordu. Çünkü bu inkılabı halk için ve halk adına yaptığını halka anlatabiliyordu.

Nitekim daha sonra Büyükada’ya gitmiştik. Kıyıdan bahçeye çıkınca, orta binadan tuvaletli hanımlar, fraklı ve smokinli efendiler kendisini karşılamak üzere ilerledikleri sırada bana eğildi:

- çocuk dedi, orada yaptığımızı burada yapamazdık.

O bir saray Tanzimatçısı değildi.

Sonra Anadolu’ya köylere çıktı. Bir kara tahta üzerinde yeni yazının ilk derslerini verdi ve üç ayda yaptı.

Ne kadar hakliymiş büyük inkılapçı! Eğer onbes yıl fikri yürüseydi eski yazı hemen demokrasiye kadar sürecekti ve hiç şüphesiz Türkçe ezandan önce yeni yazı tarihe karışacaktı. Birçoklarımız yazıda eski alışkanlıklarımıza bağlı kaldık. Artık hiç eski yazı bilen kalmayıncaya kadar, dairelerde biri resmi biri hususi iki yazı yan yana devam etti. İki kişi vardi ki yeni yazı başladığı günden sonra kalemlerini eski yazıya dokundurmamışlardı:

Biri Atatürk, öteki İnönü!

Bunlar oyuncu değildiler, inkılapçıydılar!

Em.tümg.muzaffer erendil
İlginç olaylar ve
Anekdotlarla Atatürk

Hoca efendi

Atatürk bir yurt gezisi sırasında Tekirdağ’da sokağa çıkmış, cani kadar sevdiği halkın arasında yürüyordu. Eczacı Ekrem bey'in eczanesi önüne geldiğinde durmuştu. Gözü birine takılmıştı, bu sarıklı cüppeli eskicimi imamı Mevlana Mustafa özeren’di.

- hoca efendi... Hoca efendi...

Eskicimi imamı hemen koşmuş gazi'nin yanına sokulmuştu. Birlikte merkez eczanesine girilmiş, bir masanın etrafına geçilmişti.
- hoca efendi! Yaz bakalım vettini vezzeytuni ve turi sinin ve hazel-beledil emin...

Hoca efendi, tabi Arap harfleri ile itina ederek kur'an'dan bu ayeti yazmıştı. Mustafa kemal pasa gözlerini hocanın gözlerine dikerek "hocam ben bu yazdıklarını (valtin vaiziton) okuyorum ne dersin" demiş eskicimi imamı da "efendim bunun üstünü var, esresi var, şeddesi var, meddi var. Bakiniz bunları koyduğumuz zaman asli gibi okunur" diye cevap vermişti. Gazi, Arap harfleri ile ayeti etrafındakilere okutmuş her biri başka türlü birsek söylemişti. Bunun üzerine gazi kalemi hocanın elinden alıp ayni ayeti yeni harflerle yazıp ve demişti ki :

- görüyorsun hoca efendi, bu harflerin seddesi meddesi yok. Hem bak bu harflerle ne kadar kolay ve yanlışsız okunuyor. Biz iste bunu düşünerek ve bati eserlerini de kolayca öğrenebilmek için, bütün cihana lisanımızı kolaylıkla öğretebilmek için Latin harflerini kabul ediyoruz. Buna ne dersiniz?

- çok güzel efendim, çok güzel diyecek bir şey yok, Allah muvaffak etsin...

Gazi ayrılırken gene eskicimi imamına "sizden Türk yazısını öğrenmenizi isterim" demişti. İnkılaplara inanmış olan bu ihtiyar din adamı birkaç ay zarfında bu harfleri öğrenecek, gazi'nin kendisine hediye ettiği el yazısının bulundugu küçük kağıdı hayatinin en kıymetli hatırası olarak saklayacaktı.
Prof. dr.zeyneb korkmaz, belgelerle Türk dili.

Yine yak!.. Laiklik

Atatürk, Florya’dan çekmece'ye doğru bir yaya yürüyüşünde, bir ağaç altında dinlenen ihtiyar bir adama rastladı. Adam hürmetle ayağa kalktı, ata’yı selamladı.

Atatürk sordu:
-- beni tanır misin?
-- tanımaz olur muyum,evimde resmin bile var!..
Atatürk memnun olmuştu. Konuşmaya başladılar.ihtiyar:
--bir isine aklim ermedi, dedi. Cumhuriyetçili, inkılapçılığı, milliyetçiliği, halkçılığı, hatta devletçiliği anlıyorum ama, su "laikliği" pek kavrayamadım. Neden her şeyi birden bozdun?

Ata:
--bunu sana bir hikaye ile anlatayım, dedi. Amr- ibnl- as, mısır’ı fethettigi zaman, halife ömer'e bir mektup yazmış: "burada birçok kütüphaneler, içlerinde de bir sürü kitaplar var. Bunları yakayım mi, yoksa bırakayım mi?.." Ömer cevap vermiş: "kitapları tetkik et, eğer faydasız şeyler ise, yak! Yok,eğer faydalı şeyler ise yine yak! Çünkü halk, o kitapları okudukça, onlara uymaktan vazgeçmeyecekler, eskiyi unutmayacaklar ve bize --yani, yeniye ve yeniliğe -- daima düşman olacaklardır!.."

Hikayeyi anlatan ata, ihtiyara sordu:

-- simdi sana laikliğin ne olduğunu izah edeyim mi?..

İhtiyar, derin bir sezgi ve sağduyu ile cevap verdi:

-- istemez paşam, dedi hepsini anladım! --
Banoglu,age, s: 66-67

Cumhuriyete sahip çıkma

Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa’ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kütlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kağıtla Atatürk ' yaklaştığı görüldü.zayıf bir kadındı.ata’nın yolunu keserek titrek bir sesle :

Beni tanıdın miogul? Dedi... Ben sizin Selanik’te komsunuzdum bir oğlum var; devlet demir yollarına girmek istiyor.siz onu alsınlar dediniz.fakat müdür dinlemedi.oğlumu yine ise almamış...ne olur bir kerede siz söyleyiniz.

Atatürk'ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı.elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle :

- oğlunu almadılar mi, dedi. Ben salık verdiğim haddemi almadılar?ne kadar iyi olmuş...çok iyi yapmışlar...iste cumhuriyet böyle anlaşılacak...

Kadın kalabalığın arasında kaybolmuştu.ve Atatürk kendinden geçercesine dolu bir sesle :

- iste cumhuriyet'ten beklediğimiz sonuç... Diyordu.
Ariburnu, age, s:314
Milliyetçiliği

Yıl 1920 : Ankara
"Rafet (bele) ve kurmay binbaşı Salih (omurtak) ile beraber olmak üzere, Konya’dan gelen bütün heyet, aksam treni ile hareket ediyoruz. Öğleden sonra millet bahçesinde oturmakta olan Mustafa kemal'e allahaısmarladık demeye gittim; yanına oturdu ve görevimden çekilmemi iyi karşılamadığını, bu şuralarda Konya’da bulunmak ligimin faydalı olacağını, ismet (İnönü), çevreyi tanıyınca kadar orada kalarak kendisine yardim etmek ligimi söyledi. Öyle yapacağımı, vatani görevimden ayrılmayacağımı karşılık olarak söyledim, memnun oldular.

Sonra kendilerinden bir şey sormaya izinlerini rica ettim.

- buydun, dediler

- İngilizler, yeni bir kuvvet gönderir, her taraftan bizi sıkıştırırlarsa hareket durumumuz ne olacaktır? Dedim. Gülerek :

- karsı koymakta sona kalanlarımız, bir tepede hayatlarına son verirler. Gelecekte, burada yatanlar vatanlarını kurtarmağa çalışanlardır, diye yazılı bir tasa sahip olabilirlerse, ödülleri o olur, buyurdular.

İçim sızladı. Konya'da miss kushamann'in yukarıda yazdığım sözleri söyleyerek dönüşte bu soruyu sorduğumu aflarını dileyerek arz ettim.

- "gafiller!" diyerek elimi sıktı ve hayırlı yolculuklar diledi.
Ariburnu, age, s:196-197


 

crazyquake

.::®crazy™::.
5. Dini konular üzerine olanlar

Atatürk ve din adamları.

Milli mücadelenin en buhranlı günleriydi. İstanbul ile Ankara arasında fetva kavgası tüm şiddetiyle devam ediyordu. Birinci Türkiye büyük millet meclisi, kendi bünyesi içindeki din adamlarından seçtiği irsad (aydınlatma) heyetleri'ni vatanin köyüne-kentine göndermek ve gerçekleri vatandaşa anlatmakla görevlendirildi. Milli eğitim bakanı Türk ocakları genel başkanı olan rahmetli Hamdullah Suphi tanriöver'di. Mustafa kemal'e geldi.
- paşam... Bunlar çoğunlukla Arapça konuşacaklar. Halk ne anlayacak?

Atatürk gülümsedi.
- sen üzülme Hamdullah... Onlar Arapça konuşsalar bile Türkçe düşünürler dedi.
Cemal kutay, Atatürk olmasaydı

Sakarya savası’ndan dönüş.

Sakarya meydan savası Türk ordularının zaferi ile sona ermiş, gazi Ankara’ya dönüyormuş. Yirmi gün geceli gündüzlü büyük bir endişe ve karamsarlık içinde yasayan Ankaralılar, düşmanı yenen ordunun başkomutanına törenli bir karşılama düzenlemişler. Ankara garından başlayarak sedire doğru yolun iki yakasında sıra ile dizilen hükümet ve meclis üyeleri, memurlar, öğrenciler, esnaf ve halk, gazi geçtikse alkış tutuyorlar ve arkasına katılarak büyük bir alay halinde ilerliyorlarmış.

Meclis binasının önüne gelinmiş, gazi bakmış ki alayın basında bulunanlar yukarıya doğru yol almakta. Meğer bu tören söyle düzenlenmiş: "cemaat" halinde hacı bayram veli' nin türbesine gidilecek, onun "yüksek maneviyatının yardımıyla" kazanılan bu büyük zafer için orada dua edilecek, sonra meclis'e dönülerek nutuklar okunacak.

Gazi.

- öyle şey olmaz, yurt toprağını karış karış kanını akıtarak ve canini vererek savunan Mehmetçiğin hakkini ben evliyalara kaptırmam! Deyip doğruca meclis binasına sapmış.

Ata bu olayı anlatırken sözüne sunu da kattı idi:

- kimileri benim bu davranışıma kamunun inancını inciten yersiz ve davranış gözüyle bakmış olabilirler; ama ben, hele yurdun savunmasında, güvenilecek gücün evliyaların, yatırların "maneviyatı" olmayacağını hatırlatmayı artık zorunlu bulmuştum.

Mevlana büyük adamdır.

Mevlevihane'de aksam yemeğine davetliyiz. Yemekten sonra semaa gidildi. Bindir sanat eseriyle dolu Mevlevihane’nin billur avizeli ışıkları altında gözde olmaktan çıkmış gibi görünen dervişler, ayin yerinin değirmi sahasında kollarını kanatlanmışlar gibi açıp, basları kollarından omuz küreklerine doğru düşük, çıplak ayakların sessiz çevikliğiyle hem mihveri, hem mahreki yapılan hareketler neticesi entarilerinin bel kayısından aşağı kısımlarını beyaz bir semsiye gibi şişirerek hülyalı hülyalı dönerken, üst mahfildeki kudümlerin tempoları içinden yükselen ney nağmeleri, bütün kubbeyi doldurduktan sonra aşağıya, fakat yalnız kulaklara değil, ruhları yıkayan manevi bir şelale halinde içimize dökülüyor.

Gazi de memnundu. Mevlevihane'den ayrıldıktan sonra, beni imtihan etmek isteyen tarafını saklayarak, sanki kendisi öğrenmek istermiş gibi bir eda ile sordu:

- bu Mevlana nasıl adamdır?

- pek iyi bilmiyorum amma dedim, herhalde çok büyük bir adam olacak ki, musiki, raks, şiir gibi dincilerin hoş görmedikleri şeyleri tarikatına ayin ve esas yapmış. Bana yeşil kubbesinin sivriliği ile göklerden bir şey tırmalıyor gibi geliyor!

Neşeli neşeli gülüyor.

Ve neden sonra, zihinden geçen düşünce silsilesinin bize son halkasını gösterir gibi söyleniyor:

- Mevlana büyük adamdı, büyük adamdı.
İsmail habip sevük

Mekke'ye şapkayla gireceksin

Atatürk sağ iken, büyük İslam kongrelerinden birine bizde çağrılmıştık. Kongre Mekke’de toplanacaktı. Atatürk'ün bir delege göndermeye razı olup olmayacağını merak ediyorduk.
Hiç tereddütsüz karar verdi. Türklüğünden kibir denecek kadar gurur duyan büyük adam, milleti ile ayni dinden olanları da gerilik ve kölelikten kurtulmuş görmek için elinden geleni yapmak istemiştir. Müslümanlık yeniden şereflendikçe nasıl Türklerin bundan manevi bir hissesi olacaksa, on milyonlarca Müslüman ya geri, ya köle kaldıkça bundan Türklere de bir utanç payı düşmemek ihtimali var miydi?
Biliyordu ki Mekke’ye şapka ile gidilemez. Fakat daha iyi biliyordu ki baslık ve kıyafet değiştirmekle din değiştireceğini zanneden bir cemiyette ne gerilik, ne de kölelikten sıyrılabilir. Milletvekillerinden edip servet tör’ü çağırdı:
- Mekke’ye gidip beni temsil edeceksin, dedi. Türksün ve Müslümansın Türklük, Müslümanlığın öncüsü ve kılavuzudur. Müslüman milletleri medenileşmekten alıkoyan batıl itikatları yıkmak için Mekke’ye şapka ile gireceksin. Kara taassup seni parçalamağa bile kalksa, basını vereceksin, fakat eğilmeyeceksin
Edip servet tör , Mekke’ye şapka ile girdi. Müslüman delegelerinin en fazla itibarlısı o idi. Kongrenin sonuna kadar, Mustafa kemal mucizesine hayranlık duyan heyetler arasında, Kemalist Türkiye’yi efendice temsil etti.
Atatürk denizinden damlalar, Behçet kemal çağlar, sayfa 245

Gericiliğe yağma yok

Kız ve erkek çocukların bir arada okumaya başladıkları sırada, Karadeniz kıyılarında bir inceleme gezisine çıkan Atatürk, 19 eylül 1924 cuma günü Rize’de bulunurken Rize ve pazar müftüleri kendisine bir dilekçe verirler. Atatürk, sunulan dilekçeye göz gezdirdikten sonra biraz sinirli müftülere döner:
- yaa? ... Demek medreselerin tekrar açılmasını istiyorsunuz? Bu millet, çocuklarını istediği gibi okutmayacak mi? Şimdiye kadar geri kalmamızda, en büyük amilin ne olduğunu hala bilmiyor musunuz? Hayır ... Medreseler açılmayacak! .. Der ve birdenbire kopan alkış sağanağı içinde sözlerine devam eder.
- geçiminizi mi düşünüyorsunuz? Rahat olun, ibadetinizle meşgul olun bırakın bu milleti! .. Bu kararı veren meclis’te, sizden büyük alimler yok mu sanıyorsunuz? Millet, bildiği gibi yapacak ... Anladınız mi?
Bu sözleri de sürekli alkışlarla karşılanırken yani basindaki vali’ye dönerek :
- bu adamlar, burasını ahundalar (İranlı din adamı) İran’ı gibi mi yapmak istiyorlar? ..
Fasih Rifki atay

Vahdaniyet (tek tanrı) inancı

Ata’nın tarih-dil mevzularıyla yakından meşgul olduğu devreydi. Zaman zaman Çankaya’daki toplantılarında davetli olarak bulunuyordum ve arzusu üzerine dil kurumunda aktif vazife almıştım. Din ve tasavvuf mevzuları üzerindeki hizmetlerim de malumu idi. Böyle bir araştırma toplantısında birden bana hitap ederek :
- sizden bir ricam olacak, bir ülkeye ve millete Allah katından bir peygamber neden gönderilir?
Su cevabi verdim :
- o ülke ve millet veya kavim bilinen ve benimsenen ilahi emirler, ahlak nizami ve iman şartlarını külliyen inkar ve dünya için menfi misal olursa, onları doğru yola sevk için cenab-ı hak tarafından vazifelendirilir. Bütün semavi kitapların birleştiği hakikat budur.
Nasıl derinden bir nefes aldığı, yüzündeki memnuniyet hatları, basıyla tasvip kar hareketleri hala gözlerim önündedir. Dedi ki:
- evet ... Çok haklisiniz. İste bu sebepledir ki yüce tanrı Türk ülkelerine ve milletine, bir peygamber göndermek ihtiyacını duymamıştır. Çünkü Türk milleti, İslamiyetken çok çok zaman önce vahdaniyet (tek tanrı) inancına sahipti ve ahlak yapısını bir peygambere muhtaç olacak kadar hiç bir devirde kaybetmedi. İnsanoğlunun yaptığı putlara da tapmadı.
Sonra da su açıklamada bulundu :
- geçenlerde Ürdün emiri Abdullah memleketimizde idi. Sohbet sırasında mevzu İslam alemi için mukaddes sayılan beldelere intikal etmişti. Biliyorsunuz, bu zatin babası Mekke emiri şerif Hüseyin pasa, i. Dünya harbinin en buhranlı devrinde, devlet-i Osmanlı hakanlığına, İngilizlerle işbirliği yaparak isyan etmiş ve hicaz-Filistin cephesinin düşmesine asil sebep olmuştu. Emir Abdullah, üç peygamber, Hz. Musa, Hz. Isa ve Hz. Muhammed (S.A.V.) ’in ayni mıntıkada ve ayni kavimler, yani sami akvam, Museviler ve Araplara gönderildiğini bu sebeple bu beldelerin Musevilik-İsevilik-Muhammedilik için mukaddes olduğunu, bu kutsiyetin de devam ettiğini hatırlattı.
Biliyorsunuz biz Türkler, İslamiyetçi vahdaniyet (tek tanrı) inancını getirdiği için kabul ettik ve onun cihan hareketi olabilmesini kafa ve kılıcımızla biz temin ettik. Eğer Türkler Müslüman olmasaydı, İslamiyet Musevilik gibi mevzii bir din olarak kalırdı. İslam alemine bu hakikati anlatmak lazımdır. Araplar topraklarında üç semavi din peygamberinin gelmesiyle iftihar ederler ve üstünlük iddia ederler. Bizi de böyle bir nasipten mahrum olduğumuz için küçümserler. Aslında bu bizim ahlak ve insanlık benliğimizi, hiç bir devirde bir peygambere muhtaç olacak kadar kaybetmemiş olmamızın ilahi taktir ve tasdikidir.. Çünkü hangi peygamberin nerede irsad vazifesi ifa edecegi, tanri’nin taktiridir.

Bu hakikatleri idrak edebilmis din adamlarimizin milletimize bu gerçekleri anlatarak o topraklarda aradiklarinin asil ilham ve kudret kaynaginin kendi vatani oldugunu, karsidakilerin cedlerinin ayibini kapatmak için uydurduklarina inanmalarini temin etmeleri asli vazifedir.
Velet izbudak çelebi

Zekeriya sofrasi

Çankaya köskü’ nün biraz ilerisinde, agabeyi Atatürk’ün yaptirdigi evde oturan makbule hanimefendi, bir gün köske geldiginde ata kendisine:
- “canim çig börek istedi. Hazirlarsan sana aksam yemeğine gelirim” der.
O aksam makbule hanımefendiye arkadaşları Zekeriya sofrasına davetlidirler. Durumu ata’ya anlatır ve ertesi gün gelmesini rica eder. Atatürk merakla sorar:
-” nedir bu Zekeriya sofrasi?” Aldığı cevap üzerine “peki” der ama, beraberine Salih bozok, cevad abbas, nuri conker, fuat bulca gibi hemşiresinin Selanik’ten tanıdığı eski arkadaşlarına, prof. Dr. Neset ömer irdelp’le, ilahiyatçı dinler tarihi prof. Şemsettin günaltayi da katarak hemşiresinin evine gider.
Orada, mareşal Fevzi çakmak’ın esi fitnat hanimefendi, ismet İnönü’nün esi mevhibe hanimefendi, celal bayar’in esi reşide hanimefendi ve çevrede oturan şahsiyetlerin esleri vardır. Ata’yı görünce şaşıran hemşiresi, önce karsı çıkar.
- “bu sofraya oturmak için iki rekat namaz kılmak niyet tutmak gerekir” der. Ata gülerek:
-“namazımıza sen karışamazsın. O, Allah’la kulları arasındaki mevzu. Niyete gelince: merak etme, hepimizin ülkesi ve şahsı için niyetleri vardır” der ve arkadaşlarıyla yemek salonuna girer, hepsini selamlar kendilerine ayrılan yerlere otururlar.
Sofrada sadece ve yalnızca çig sebzeler vardır. Yenebileceklerin tümü böyledir. Atatürk, onlardan iştahla yerken, üniversitede dinler tarihi hocası olan semseldin günaltay’a sorar:
-” acaba bu zekeriya sofrasinin asil sebebi nedir?”
- aldığı cevabi dinler, sorusunu bu kez tip profesörü neset ömer bey’e sorar, onu da dinler. Sonunda der ki:
-” ben biraz farklı düşünüyorum. Dinlerin adet-geleneklerinin daha reel, gerçekçi sebepleri olmak lazım. Bu zekeriya sofrasi, adından da anlaşılacağı üzere sanırım Musevilik’ ten kalmış. Onlarda da oruç var bilirsiniz. Bizde ramazan ayında sahur ve iftarda bol yağlı, sekerli, unlu maddeler ile bol et yenilir, bunlar da mide rahatsızlıklarına yol açabilir. En iyisi, şifalısı da sebze ve tercihen çig sebze yenilmesidir. Bu kuru tavsiye olarak telkin edilse kimse aldırmaz, ama bir niyet ve o niyetlerin gerçekleşeceği söylenirse cazip gelir. İste bizim hemşirenin su sofrasi gibi
Bence dinleri ve dinlerin tavsiyelerinin bu istikamette ele alınması onların geçen zamana rağmen değerlerini kaybetmemiş olanlarını ötekilerden ayırmaya yarar. Su zekeriya sofrasında olduğu gibi”

Cami ve Atatürk

Mustafa kemal Edirne’yi ziyaretinde Mimar sinan’ın o muhteşem camiine bir müddet hayran baktıktan sonra fikrini ve ihtisaslarını su sözlerle belirtti:
- camiler, birbirimizin yüzüne bakmak için yapılmamıştır. Camiler, itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için, neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmışlardır.
Türkmen, faik, nükte ve fıkralarla Atatürk kitabından,s.6

İslam dini

Gene bir toplantıda din konusu tartışılıyordu:
Atatürk:
- din insanların gıdasıdır. Dinsiz adam bos bir eve benzer. İnsana hüzün verir. Mutlaka birsele inanacağız. Bu dinlerin en sonuncusu elbette en mükemmelidir. İslam dini hepsinden üstündür.
Banoglu, Niyazi ahmet, nükte ve fikralarla Atatürk, s.196

Ölülerden yardim istenmez

Atatürk Kastamonu cumhuriyet halk partisi binasında yaptığı konuşma sırasında hurafelere ait birçok misaller verdikten sonra türbelerden ve yalancı evliyalardan bahsederek:
“ölülerden, yardim istemek medeni bir topluluk için sindir,” dedi ve söyle devam etti:
“mevcut tarikatların gayesi kendilerine tabi olan kimseleri dünyada ve manevi hayatta saadete ulaştırmaktan başka ne olabilir?..bugün ilmin ve fennin bütün şümulü ile medeniyetin parlak ışıkları karsısında filan ve filan şeyhin irsatinda maddi ve manevi saadet arayacak kadar iptidai insanların, Türk medeni topluluğunda mevcut oldugunu asla kabul etmiyorum. (şiddetli alkışlar).
Arkadaşlar, efendiler ve ey millet! İyi bilinizdi Türkiye cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz; en doğru, en gerçek tarikat medeniyet tarikidir. (sürekli alkışlar)...medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için kafidir; tarikat reisleri bu dediğim hakikati bütün açıklığı ile idrak edecek, kendiliklerinden derhal tekkelerini kapatacak ve müritlerin artık olgunluğa kavuştuklarını elbette kabul edeceklerdir.”
Soyak, hasan riza, Atatürk’ten hatıralar,s.268

Atatürk'ün dindarlığı

Atatürk'ün dindarlığı öteden beri tartışma konusudur ve hala da sürüp gitmektedir.
Atatürk'ün büyük bir isabetle tekkeleri, medreseleri kapattırması, gericilere aman vermemesi bu söylentilerin çıkmasına sebebe olmaktadır.
Halbuki Atatürk dinine son derece bağlı bir insandı. İste bunun tipik bir misalini sabaha gökçen söyle naklediyor:
- 10-11 yasında idim. Bursa'daki evimiz Atatürk 'ün köşküne çok yakındı. Bir gün Atatürk Bursa’yı şereflendirmiş, köşkün bahçesinde dolaşıyordu, bende onu yakından görmek arzusu ile kıvranıyordum. Yine bir gün bahçede dolaştığı sırada yerimden fırladım , ona doğru koştum.beni yolumdan çevirenlere ağlamakla karsı koymaya çalışıyordum, birden bir ses işittim: "bırakın onu diyordu, bırakın gelsin." koşarak ata’nın yanına gittim, ellerine sarıldım. Atatürk sordu :
- çocuk, sen okula gidiyor musun ?
- harpler sebebiyle okulumu yarıda bırakmıştım ve bir yatılı okula alınmamı istedim.
- ben seni yanıma alayım gelir misin? Diye Atatürk sordu.
- abıma sorayım dedim. Kabul ettiler, derhal çağırtarak onunla konuştu, anlaştılar.böylece Ankara’ya, Çankaya’ya geldim.
Uzun zaman ayrı kaldığım okuluma yeniden başlamanın sevinci içinde memnundum. Çankaya köskü bahçeleri içindeki eski bir seyis evi düzeltilerek okul haline getirilmiştir. Köşkte çalışanların, yaverlerin ve diğer hizmetlilerin çocukları ile birlikte bende bu okula gitmeye başladım. Bir sabah, ata’nın elini öpmek üzere yanına girdim. İsleri ile meşguldü.bir süre ayakta bekledim birden, derin bir iç geçirdi ve Allah ! Dedi (o, bunu sık sık tekrarlardı.)
Atatürk hakkında evvelce çok şeyler duymuştum, bu tesirle olacak bir hayli sasırdım .onun ağzından Allah kelimesini duymak beni şaşırtmış ve heyecanlandırmıştı.
Ata’nın yüzüne şaşkın bir şekilde bakmış olacağım ki :
- sen dindar misin? Diye sordu.
- ben de ailemden aldığım din terbiyesi ile;
- evet dindarım, dedim ve bu cevabimi nasıl karşılayacağını anlamak için ürkek yüzüne baktım. Cevabim hoşuna gitmişti.
- çok iyi... Allah, büyük bir kuvvettir. Ona daima inanmak lazımdır, dedi ve bu konuda uzun izahat verdi. Ben de o zaman anladım ki; Atatürk 'ün dinsizliği hakkında söylenenlerin asli yoktur ve ata, bütün söylenenlerin hilafına dindar bir insandı.
Yazılmayan yönleriyle Atatürk s.arif terzioglu sayfa 88_89

Kimse onun kadar güzel ALLAH diyemez

Din konusunda Atatürk 'ün tam anlamıyla laik olduğu söylenebilir. Kimsenin inancına karışmaz, dindar kişilere saygı gösterir, yobazlara, softalara çok kızar, din kavramının sömürülmesine izin vermezdi. Allah ve peygamber konuları, Atatürk 'ün yanında tartışma konusu yapılamazdı. Bir gece sofrada peygamberi küçültür şekilde konuşmalar yapılıyordu. Atatürk, bu konuşmalardan sıkıldığını belli etti. Elini masaya indirerek:
- bu bahsi kapatın... Peygamberleri küçültmek isterseniz, kendiniz küçülürsünüz dedi.
Atatürk Harbiye’de okurken, öğrenciler abdestsiz olarak namaza giderlermiş.çünkü okuldaki muslukların şayisi çok azmış .
Onun yanında bulundugum süre içinde kadir geceleri sofra kurdurmazdı. Bazen mevlit dinlediği de olurdu.hafız yasar bey'in mevlidini saygı ile dinlerdi. Mevlidin miraç bölümünde, göklere çıktın Mustafa denince ,gözleri yaşarırdı. O zaman hemen kolonya götürürdük, inanışı samimi idi.
Öyle Allah derdi ki yalnız kalınca, onun gibi kimse diyemez. Herkes çekilip yapayalnız kalınca gökyüzüne bakar, kendi kendine Allah derdi.
Bir gün sofrada çevresindekilere :
- bana Allah’ın büyüklüğünü anlatır mısınız? Diye sordu
Konuklar birer birer Allah’ı nasıl anlayabildiklerini anlattılar. Çoğu ipe sapa gelmez şeylerdi. Hepsini dikkatle dinleyen Atatürk :
- hepiniz Allah’ı ayrı ayrı görüyor ve büyütüyorsunuz. Anlaşılan Allah herkesin kafası kadar büyüktür, dedi.
Bir yaz aksamı dolma bahçe sarayı’nda kadınlı erkekli bir yemek vardi. 8-9 saat süren yemek sona ererken salonun büyük kapısının parmaklıkları arasından güneş doğuyordu Atatürk 'ün bir işaretiyle manevi kızlarından nebile hanim, sandalyesinin üzerine çıktı. İnce endamı ile bir heykeli andırıyordu. Sabah ezani okumaya başladı. Ahenkli bir ses geniş salonda yankılandı.
Atatürk basını yukarı doğru kaldırmış, kendinden geçmiş bir halde ezani dinliyordu.biran geldi yanaklarından yaslar süzülmeye başladı.
Atatürk'ün uşağı idim, cemal grende, sayfa 252-254

Atatürk’ün hayran olduğu isim: Hz.Muhammed (S.A.V.)

Atatürk, tarihin büyük simaları içinde en çok kimleri beğenirdi? 1924 martı’nın 3’üncü günü meclis kürsüsünde hilafet nutkunu söyleyerek mecliste yavuz selimden hep “hazreti yavuz” diye bahsetti. En çok takdir ettiği kumandan Timur’du. “o sizin yerinizde olsa yaptıklarınızı yapabilir miydi?” Diyene “bunu bilmem, fakat ben onun yerinde olsaydım yaptıklarını yapamazdım” dedi. Fakat yeryüzünde kendisinin en hayran olduğu kimse şüphesiz ki Hz.Muhammed’dir. O’nun devlet kurmaktaki şefliğine hayrandı. Hiç yoktan devlet kurmak.. Kendi yaptığı is de bu bakımdan ona benzemiyor mu?
İsmail habip sevük

Softalar ve Atatürk

1922 ikinci teşrinin (kasım) on yedinci günü Ankara öğretmenler birliği genel bir toplantı yaptı; Ankara devlet merkezi olduğuna göre oradaki öğretmenler birliğinin de genel merkez olmasına karar verildi.

Kadın inkılabı henüz yapılmamıştı ve kadınların toplantılara geldikleri pek az görülürdü.

O gün toplantıya kadın öğretmenlerden üç kişi gelmiş, ön sıraya oturmuşlardı; geride olan erkeklerle onlar arasındaki sıralardan birkaçı bos bırakılmıştı.

Ertesi gün meclisteki sarıklı mebuslar köpürdüler; bu hareketi dinsizlik, ahlaksızlık, küstahlık saydılar; Atatürk’e şikayet ettiler.

Atatürk onları dikkatle dinledi; sonra fena halde kızmış göründü. Yanındakilere sordu:

- öğretmenler birliği reisi kimdir?

- mahzar müfit...

- çağırın onu...

Hocalar pek memnun görünüyorlardı. Bir kaç dakika sonra mazhar müfit gelince Atatürk ona çıkıştı:

- siz öğretmenler toplantısında ne yapmışsınız? Bu ne ayıp şey!...

Atatürk gayet ileri düşünüşlü adam olduğu, hocaların şikayetlerini de öğrendiği için mazhar müfit sasırdı; bir şeyler söylemek istedi:

- efendim, yemin ederim ki...

Sözlerini bitirmeğe vakit kalmadı. Atatürk gürledi:

- bırak, bırak hepsini biliyorum. Toplantıya kadın öğretmenleri de çağırmışsınız.

Hocalar medeniyete karsı zafer kazandıklarını zannederek gurur duyuyorlardı. Diğerleri Atatürk’ün böyle konuşacağına ihtimal vermediklerinden hayretle dona kalmışlardı.

Atatürk devam etti:

- fakat onları niçin ayrı sıralara oturttunuz? Siz kendinize mi güvenemiyorsunuz, yoksa Türk kadınının faziletine mi? Bir daha öyle ayrılık görmeyim! Anlaşıldı mi?

Hocaların baslarından aşağıya buzlu sular dökülmüştü; süklüm, püklüm çıktılar.
Niyazi ahmet banoglu

Allah bizimle beraberdir

İstanbul’daki itilaf devletleri mümessilleri, Mustafa kemal’in bulundugu bandırma vapurunu yakalatıp, geri çevirtmek için bir torpido göndermişler. Fakat, bu torpido ayni rotayı takip etmediği için, bizi bulamamıştı.

- bunu öğrenince, ne demişti?

- hiç unutmam: (bu da alla hin bir inayeti... Allah da bizimle... Görüyorsunuz)
N.a.b.

Atatürk’ün “ALLAH” hakkındaki fikri

Ankara’da yüksek öğretim talebelerinin tertiplediği bir çayda Atatürk gençlere hitabeler söyletiyordu. Heyecanla konuşan bir genç sözü Atatürk’e getirerek:

- atam, dedi, sen bir Allah’sın.

Atatürk hiddetlendi, ayağa kalktı:

- arkadaşlar, Allah mefhumu insan beyninin çok küçük kavrayabileceği metafizik bir meseledir.
Kemal yurtsever

Namaz kılan memurlar

Atatürk devrinde namaz kılan memurların islerinden atıldığı kesin olarak yalandır. Ordunun bası olan rahmetli Fevzi çakmak yardımcısı orgeneral asim gündüz namaz kılarlardı. Atatürk devrinde Türkiye büyük millet meclisi başkanı olan abdülhalik renda, cuma namazlarını hacı bayram camii’nde kılardı. Yazılarımızın doğruluğunu ispat için canlı şahit de gösterebiliriz. Çok şükür asim gündüz paşamız hayattadır. Kendilerinden sorabilirsiniz.

Yıl 1930, Atatürk Fevzi çakmak’la birlikte yurt gezisine çıkıyorlar, yolculuk trenle yapılıyor. Vagonda Atatürk, Fevzi çakmak’la basmasa vermiş memleket islerini görüşüyorlar. Dalkavukluğu ile tanınan bir milletvekili içeri giriyor. Ata’nın kulağına gizli bir şeyler söylüyor. Atatürk birden kaslarını çatıyor ve Fevzi paşa’ya dönerek “paşam; lütfen beni takip ediniz, arkadaş bir haber getirdi birlikte inceleyelim” diyor.

Atatürk ile çakmak cumhurbaşkanlığı maiyet erkanına ait vagona gediyorlar. Atatürk vagonun kapısını hafifçe açıyor ve Fevzi paşa’ya gösteriyor. Yüksek rütbeli bir subay vagonda kanepe üzerinde namaz kılmaktadır. Atatürk vagonun kapısını kapadıktan sonra millet vekilinin yüzüne tükürüyor ve maresal’a diyor ki: “paşam, bu adamın biraz evvel kulağıma gizli bir şeyler söylediğini gördünüz. Bu adam, muhafız kıtasına mensup yüksek rütbeli bir subayın vagonda namaz kıldığını gammazladı. Bu adam, namaz kılmayı kendi aklınca suç görüyor. Durumu size göstermek için buraya kadar zahmet ettirdim.”

Atatürk ilk istasyonda milletvekilini trenden indiriyor ve gelen devrede milletvekili seçtirmiyor. Peygamberimiz “ölülerin kötülüklerini açıklamayınız” buyurmuşlardı. Sözünü ettiğimiz milletvekili ölmüş olduğundan ismini açıklamadık.

Bu satırların aciz yazarı Atatürk devrinde hem devlet memuru, hem de din görevlisi idi. Camilerde minberde hutbe okur, kürsülerde dua yapardık. Neden bize baskı yapılmadı? İsimizden atılmadık? Atatürk devrinde general kerameddin kocaman, resmi general elbisesi ile Teşvikiye camii’nde kur’an okurdu. Neden emekliye sevk edilmedi?

Cumhuriyetin ilk diyanet isleri başkanı rahmetli Rifat börekçi’den defalarca dinledik. Rifat börekçi bize söyle söylemişti: “ata’nın huzura girdiğimde beni ayakta karşılarlardı. Utanır, ezilir, büzülür, paşam beni mahcup ediyorsunuz dediğim zaman din adamlarına saygı göstermek Müslümanlığın icaplarındandır buyururlardı. Atatürk, şahsi çıkarları için kutsal dinimizi siyasete alet eden cahil din adamlarını sevmezdi.”

Atatürk devrinde vaizlerin konuşturulmadığı sözleri bir iftiradır. Geçen yıl tanrının rahmetine tevdi ettiğimiz Beşiktaşlı hacı cemal hoca hakkında bir defa olsun tagibat yapılmamıştır.

Tekkeler Atatürk’ün emriyle değil, kanun hükümleri gereğince kapatılmıştır. Son zamanlarda bu kutsal çatılar zikir meclisinden ayrılmış, bazı tekkeler, işret, zina ve livata gibi İslam dininin kesin olarak haram eylediği kötü şeylere sahne olmuşlardı. Tekkeler kapatıldığı gibi, arif-i billah, gerçek mürsid kenan rafai hazretleri aynen söyle buyurmuşlardı:

“tekkelerin kapatılması çok isabetli oldu. Tekke şeyhlerinin bir çokları cahildi, şeyh demek mürsid demektir, cahil bir insan mürsid olamaz, gerçek mürsid sadece tekkede değil her yerde halkı irsad edebilir”

İftira ve yalan en büyük günahlardandır. Kur’an “iftiraya cüret edenler yalan söyleyenler mümin değildir” buyuruyor. Atatürk’e dinsiz diye iftira edenler kur’anın ayetlerini inkar etmiş olurlar.

Ayıptır efendiler; Atatürk’e dil uzatmayınız, Atatürk devrini kötülemeyiniz. Türk ulusu Atatürk’ü tanır ve sever. Atatürk’ün gerçek bir Müslüman oldugunu vesikalarla ispat ettik sanıyoruz.

Ercüment demiler (bakış, aralık 1969)

Atatürk'ün din telakkisi

Atatürk'ün din telakkisini kati olarak pek az kimse öğrenebilmiştir. Orman çiftliğinde basmasa kaldığımız bir gün, din hakkında ne düşündüğünü sordum. Bana dedi ki:

"din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi, fakat bina, uzun asırlardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe, yeni harç yapıp binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak, bir çok yabancı unsur, (tefsirler, hurafeler) binayı daha fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunamaz, tamir de edilmez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üstünde yeni bir bina kurmak lüzumu hasıl olacaktır.
Din bir vicdan meselesidir. Herkes, vicdanin emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz, düşünüşe ve tefekküre muhalif değiliz. Biz sadece, din islerini millet ve devlet isleriyle karşılaştırmamaya çalışıyoruz; kaste ve fiile dayanan taassup kar hareketlerden sakınıyoruz. Mürtecilere asla fırsat vermeyeceğiz".

Olaylar ve Atatürk sh 55
 

crazyquake

.::®crazy™::.
6. Diğer konular üzerine olanlar

Büyük adam ölünce

Sene 1938, on kasım...

İstanbul üniversite'sinde saat 9'u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş... Bir alman profesör var, hukuk fakültesinde, o da duymuş, sasırmış. Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremiyor. O sırada aklına rektöre müracaat etmek gelir. Kalkar, yanına gider. Aralarında su konuşma geçer:

-efendim, mütereddidim. Acaba ne yapsam?

-sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa, onu yapın.

İste o zaman alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak:

-bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki... Der.

(yüce bas, Hilmi, Atatürk 'ün nükteleri-fıkraları,
Hatıraları, İstanbul, kültür kitapevi, 1963, sh. 39)

Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçim hikayesi

Mustafa kemal pasa Sivas’ta heyet-i temsiliye(temsilciler kurulu ) karargahı’nda, samsun'a gidisini kılıç ali'ye söyle anlatmıştır. (ekim 1919):
"-ben tasarladığım programımı Şişli’deki evimin bir kösesinde oturarak ve birtakım pestenkerani anasırla görüşerek tatbik edebileceğime kani olmadığım içindir ki doğrudan doğruya milletle temasa gelmek istedim. Cevherini çok ala bildiğim ve çok sevdiğim milletimizin içinde ve onunla birlikte hareket etmeyi daha faydalı, hatta çok lüzumlu gördüm. Senelerden beri ıstırap içinde bulunan Anadolu’nun derhal varlığına karışmak elbette ki daha salim bir düşünce idi. Bundan dolayı 3. ncü ordu müfettişliğine tayinimi temin ettim ve seyrisefainin küçük bir vapuruna binerek karargahımla birlikte alelacele yola çıktım. Bazı dostlarım bana İngilizlerin yolda gemiyi batırması ihtimali oldugunu söyledikleri halde kulak asmadım, kıymet vermedim.

Hareketimiz gecesini, Karadeniz’de büyük bir fırtına içinde geçirdik. Korkunç bir fırtına!küçük vapur bazen mukavemetini kaybediyor, sulara dalip gidecekmis tesirini veriyordu. Bir aralik kaptan köprüsüne çiktim. Kaptana "nasil bir rota takip ediyorsunuz" diye sordum.

Kaptan bana:
"-muntazam bir rota takip etmek imkani yok. Allah'a sığındık, gidiyoruz !" deyince:
-niçin böyle gidiyoruz diye sordum. Kaptan:
"-paşam, hareket için iki gün evvel emir verdiler. Gemiyi gözden geçirdim. Birçok noksanları vardır. Kalkamam dedim. Fakat kimseye dinletemedim. Pusulası yok, paraketesi bozuk, bu vaziyette rota mevzubahis olabilir mi? Cevabini verdi. "

Pasa bize bunları anlattıktan sonra şunları ilave etti:

"-bizi böyle bir gemi ile yola çıkarmak bir cinayetti ve muhakkak bir ölüme göndermekti. İstanbul’daki temaslarımdan, gizli faaliyetlerimden ürken, endişeye düsen Ferit pasa hiç şüphesiz ki bu cinayeti bilerek intibak etmiştir. "

Hakikaten pasa bu görüsünde yerden göğe hakliydi. Nitekim samsun'a ayak basar basmaz kendisine verilen telgraflarda bazı talimat olarak tekrar dönmek üzere İstanbul’a bir an evvel avdeti isteniyordu. Hatta bir bakımdan geminin rota takip etmeyişi, pusulasız olusu hayırlı olmuştu. Çünkü geminin ya yedeğe alınıp getirilmesine, yahut batırılmasına memur edilen bir İngiliz torpidosu sırf muntazam bir rota takip edilmemesi yüzünden gemi ile karsılaşamamış, izini kaybederek vazifesini yapamamıştı.

Mustafa kemal pasa İstanbul’dan Anadolu’ya geççisini bize anlatırken gözleri parlayarak bütün heybetiyle memleket için yegane kurtuluş çaresinin milli birliğin muhafazası oldugunu ve içinde yaşanılan felaketlere bu birlikte mukavemet edilerek milletin ancak bu sayede kurtulabileceğini, milletle beraber behemehal ve mutlaka bu gayeye varacağı kanaatini izhar ediyordu. "

(erendil, muzaffer, ilginç olaylar ve anektodlarla
Atatürk, Ankara, gn. Kur. Basımevi, 1988, sh. 9-10)

Mustafa Kemal'ce bir yanıt

İstanbul’un işgal günleri;basta general harrington olmak üzere bir kişim işgal kumandanları pera palas salonunun bir kösesinde otururlar. Mustafa kemal nedense dikkatlerini çeker. Kim oldugunu soruşturdular. Mustafa kemal denir. Onlar için Mustafa kemal birinci dünya savasının en ünlü şahsiyetlerinden biridir. Yabancı dillerde Çanakkale harplerinden bahseden ve daima Mustafa kemal'in isminde düğümlenen kitaplar, yazılar, o zaman bile bir kitaplığı doldururdu.

Kendisine haber göndererek masalarına davet ederler. Ama Mustafa kemal'in cevabi hem nazik, hem kesindir:

-burada ev sahibi olan biziz. Kendileri misafirdirler. Onların bu masaya gelmeleri gerekir.
(olaylar ve Atatürk, Ankara, t. S. K. Mehmetçik vakfı
Yayını, gn. Kur. Basımevi, 1984, sh. 68-69)

Sen kimsin ?

Dumlupınar savası kazanılmıştır. Düşman askerleri geri çekilmektedir. Afyonkarahisar hatları çözülünce birkaç yunan esiri geceleyin Mustafa kemal'in çadırına getirilmişti. Bunlardan biri zafer kazanmış kumandanın doğup büyümüş olduğu Selanik’ten gelmişti. Yüzü kendisine yabancı gelmemişti. Üniformasında hiç bir işaret yoktu. Mustafa kemal'e sordu:

-binbaşımısınız?
-hayır.
-kaymakam mi?
-hayır.
-miralay mi?
-hayır.
-ferik mi?
-hayır.
-peki nesiniz o halde?
-ben mareşal ve Türk orduları başkumandanı'yım. Şaşkınlıktan ağzı açık kalan yunan, kekeler:
-ben başkumandanın savaş hattına bu kadar yakın bir yerde dolaşmasını işitmiş değilim de...

(olaylar ve Atatürk, sh. 67-68)

Zülüflü İsmail pasa

Antalya'ya gidiş Yozgat’tan dönüş, kar, kıs...

Çankaya köşkünün rahat ve sıcak salonlarına dönüşte Mustafa kemal çevresindekilere su hikayeyi anlatır:

"biz Harbiye’de öğrenci iken, okul'un sobaları yanmazdı. Bütün kıs, titreşir dururduk. Nihayet bir gün arkadaşlar beni müdür'e çıkmak için seçtiler. Müdür zülüflü İsmail pasa adında bir saray adamı idi. Müsaade aldık, huzura çıktık; önce padişah’a sonra müdür'e dualarımızı arz ettik. Nihayet, maksada geldik, isi anlatmak istedik. Ama müdür, daha ilk cümlelerde kükredi:ne soğuğu be nankörler! Padişah nimeti gözünüze dizinize dursun . Görmüyor mu sunuz? Sobalar nasil gürül gürül yanıyor. Defolun buradan! Gerçekten, müdür'ün sobası gürül gürül yanıyordu. Müdür, buram buram terliyordu, sıcaktan, göğsünü bağrını açmıştı ve zannediyordu ki, bütün okulun sobalarda böyle yanar... Çocuklar, biz bu Çankaya köşkünde, bazen, galiba bu zülüflü İsmail pasa gibi kendimizi anlatıyoruz... "

İste Mustafa kemal sadece gerçekçi değil, öz eleştiriden çekinmeyen açık sözlü bir gerçekçi idi.

Zaman zaman gerçekten, kendini çevresinde esen havaya kaptırmayan lider yoktur. Bütün liderlerin yaşamlarında bir an gelir ki, liderle gerçeklerin arasına, her liderin bilinç altında yasayan beşeri iç güdülerinin hatta beşeri zaaflarının perdesi girebilir. Ama gerçek lider odur ki, yapay olan, igrelti olan perdenin arkasında kalmaz ve eriyip gitmez. (olaylar ve Atatürk, sh. 39)

Doğrunun asığıydı

Dil kurultayı toplanmak üzereydi. Kurultayı hazırlayanların ricası üzerine, Hüseyin Cahit de dil davasına dair fikirlerini, mütalaalarını yazmış göndermişti. Fakat bu fikirler aşırı kurultaycıların düşüncelerine uymuyordu. Hüseyin Cahit, öteden beri olduğu gibi Türkçeci sadeleştirmek ve konuşma diline yaklaştırmak gibi, özelleştirme zorlamalarına, hele konuşma dili kelimelerine dokunulmasına taraftar değildi.

Hüseyin Cahit’in bu yazısını Atatürk 'e de okuyan kurultaycılar zaten bir takım siyasi sebeplerle aralarının açık oldugunu fırsat bilerek

"-iste dil davasını baltalıyor. Dil meselesine askerlerin karışmaya hakki yoktur!... " diyor, seklinde kışkırtıcı telkinlerde bulunmuşlardı.

Bunun üzerine Atatürk, kurultaycılarla, Hüseyin Cahit’in karsılaştırılmalarını ve büyük toplantıda, iki tarafında, davalarını savunmalarını istemişti.

Ve Ogün, kurultaycıların, Hüseyin Cahit karsısında bocaladıklarını gören Atatürk, bizzat kendisinindi benimsediği davanın sarsılır gibi oldugunu görünce, dolma bahçe sarayının bir odasında hasta yatmakta olan en kuvvetli taraftarlarından, meşhur dilci samih rifat'i çağırtarak: "bütün kuvvetini toplayıp, cevap vermesini" rica etmiştir.

Samih Rifat da, kendine has kuvvetli belagatı ve olanca kuvvetiyle davayı müdafaa etmiş, kurultaycılarda, mütemadiyen alkışlayarak, isin sonunu getirdiklerini kanaat ederek toplantı sonunda da Atatürk 'e:
"-pasam, Hüseyin Cahit iste bu gün bitti. Artık öldü. Davayı kaybetti!... " diye sevinçlerini izhar etmişlersede, Atatürk 'ün hiç bir sesi çıkmamıştı.

Ancak, biraz sonra, kendi aralarında toplandıkları zaman, Atatürk, duvardaki karatahtayı göstererek kurultaycılara hitapla söyle demişti:

-Hüseyin Cahit bey ne yaptı, biliyormuşsunuz?nasil sınıfta hoca karatahta üzerine bir şeyler yazar, sonra onları silgiyle siler... İste, hepimizi böyle silgiden geçirdi!...

Atatürk yenilmeyi hiç sevmeyen bir insandı. Fakat, doğru karsısında, eğrinin yenilmeye mahkum oldugunu kabul ederdi. Hatta yenen hasmı olsa bile...

(nükte ve fikralarla Atatürk, sh. 75-76)

Nazır biraz beklesin

Atatürk ana fartalar ve Ariburnu zaferlerinden sonra İstanbul’a gelmişti. Ata, hariciye nazırını (dışişleri bakanı) ziyaret ederek son durum hakkında konuşmak, mütelalarini bildirmek istiyordu. Nezaret binasına gelerek nazır beye haber gönderdi.
-beklesinler... Buyrulmus

Atatürk bir hayli beklemiş. Bir aralik kendisinden sonra gelenlerin de kabul edildiklerini fark edince müsteşar muavinine:

-beyefendi hazretleri galiba beni unuttular, demiş. Müsteşar muavini tekrar içeri girerek Mustafa kemal'i hatırlatmış ve yine:

-beklesinler, cevabini almış.

Atatürk ikinci "beklesinler" üzerine dayanamamış ve muavine:

-sizin nazırınız bütün zamanlarını hep böyle manasız ziyaretler kabul ederek mi geçirir?

Muavin tabii buna bir cevap verememiş, biraz sonra başka bir mevzu açılmış ve konuşmaya başlamışlar. Mevzunun en hareketli anında salon kapısı açılarak bir hademe:

-Mustafa kemal bey buyursunlar deyince, Atatürk:

Nedir o? Diye sormuş. Nazır beyefendinin kabul edecegini söylemiş. Mustafa kemal hademeye:

-beklesinler... Diyerek dönmüş. Muavin ile olan muhaveresine devam etmiş.

(ilginç olaylar ve anekdotlarla Atatürk, sh. 122)

İste Türk askeri budur!

Bir gün, Atatürk 'ten Türk askeri hakkında ne düşündüğünü sormuşlar:

-durun size bir hikaye anlatayım, dedi. Orduları kumandanı idim. Liman Van san ders pasa da o sırada kıt'alarımızı teftişe gelmişti. Hastaneden yeni çıkmış bazı asker-eri de her nasılsa bölüklerin arasına karıştırmışlar van sanders:

-canim böyle adamları ne diye buraya gönderiyorlar?

Diye söylenerek hasta ve cılız neferi göğsünden itti. Mehmetçik derhal yere yuvarlandı.
Alman generali davasını ispat etmiş olmanın gururu içinde:

-iste gördünüz ya, dedi düşmek için bahane arıyormuş! Oracıkta van sanders'e bir azizlik yapmak aklıma geldi neferin yanına sokularak;

-ne kof şeymişsin sen... Dedim. Dikkat etsene seni yere yuvarlayan adam bizden değildi. Ne diye karsı durmadın? Simdi tekrar yanına gelirse, siki dur. Gücün yetiyorsa bir kakma da sen ona vur.

Sonra van sanders'e dönerek:

-sizin takatsiz sandığınız nefer bos bulundugu için yere yıkılmış. Türk askeri amir karsısında, dünyanın en uysal insani olur. Kendisine söyleyin:"hele gelsin bak bir daha beni yere yıkabilir mi?" diyor.

Van sanders askerlerle sakalaşmasını severdi. Gülerek ayni askerin yanına geldi. Fakat eliyle dokunur dokunmaz o mecalsiz Mehmet’ten öyle bir kakma yediği, derhal sırt üstü yuvarlandı. Van sanders, Mehmetçik’in bu mukabelelerine hiddet etmemiş bilakis Türk neferine karsı olan hayranlığı artmıştı. O kadar ki yerden kalkınca ilk isi gidip hasta Türk neferinin elini sıkmak oldu.

Atatürk:

-iste Türk askeri budur!diyerek sözlerini bitirmişti.
(olaylar ve Atatürk, sh. 70-71)

Kırk asırlık Türk yurdu

1923 senesinin martinin onbesinci pazar günüydü. Atatürk, adana istasyonunda trenden inmiş;sağı solu dolduran halkın coşkun alkışları:"yasa, varol!"sesleri arasında yaya olarak şehre gidiyordu.

Yari yolda karalar giymiş bir kadın, kalabalığı göze çarptı;sonra onların arasından ikişer levha taşıyan dört genç kız çıktı; Atatürk 'ün önünde durdular, arkalarında bir kız daha göründü ve önüne geçti. Hıçkırıklar, iniltiler ve yalvarışlarla dolu bir nutuk söylemeye başladı. Bu genç kızın şahsin da henüz esir bulunan İskenderun’la Antakya’nın Türk olan bütün halkı;"bizi de kurtar!"diye yalvarıyordu.

Herkesin gözleri yaşarmıştı; hıçkırıklarını tutamayanlar vardi.

Atatürk'ün de gözleri nemliydi ve bası eğilmiş gibiydi. Genç kızın nutku bitince, anlı yükseldi;mavi gözlerinde ve pembe yüzünden bir çelik parıltısı görüldü. Her kelimesi üzerinde kuvvetle durarak:

-kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz! Dedi.

On altı yıl sonra Hatay davasının en heyecanlı günlerinde hasta ve bitkin olmasına, mutlak istirahat tavsiyesine rağmen, Hatay’a yakın olmak için tekrar Adana’ya gitti. Dört saat ayakta durmak ve çalışmak gibi olağanüstü metanet gösterdi. Hatay kurtuldu, fakat Atatürk 'ü kaybettik.

İsmail habib bu bahsi söyle bitirir:

"Hatay, Hatay!... Seni kurtaran ayni zamanda senin şehidin oldu. "
(nükte ve fikralarla Atatürk, sh. 97-98)

Neye layıksın!...

Atatürk'ün Adana’da Hatay için:

-asirlikasırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz!

Demesinden iki gün sonraydı. Mersin'de istasyondan şehrin içine doğru yavaş gidiyordu. Yolun üstüne siyahlat giyinmiş ve ellerinde büyük bir levha tutan bir kaç genç kız çıktı. Levhada su yazı vardi:"Suriye hemsehrinizi de kurtarın!"

Suriye, ancak din kardeşi olan bir milletin vataniydi. Türkiye artık dinci değil, milliyetçi bre devletti. Suriye içinde, bütün esir yurtlar için olduğu gibi, kurtuluş dilerdi. Lakin kurtarmaya kalkmak fuzuli olurdu.
Etrafta hıçkırıklar ve göz yasları yoktu; Atatürk 'ün de gözleri ıslanmış değildi. Suriyelilerin 1. Dünya savasında Türk düşmanlarıyla birleştiklerini, Türk ordusunu arkadan vurmaya çabaladıklarını, belki ihanet ettikleri için ihanete uğradıklarını düşünüyordu.

-her millet, layık olduğu yasayışa erer!.. Dedi ve yürüyüp gitti.
(nükte ve fikralarla Atatürk, sh. 98)

Babasının tarlası

Bir gün bir köylü Atatürk 'ün orman çiftliği hudutları içindeki bir tarlayı, kendi tarlasıymış gibi sürüyordu. Onu gördüler. İhtar ettiler, dinletemediler. Bunun üzerine Atatürk 'e söylediler.

Atatürk teftişe çıktığı zaman o tarafa gitti. Yanındakiler toprağı sürmekte olan köylüyü göstererek:

-iste budur! Dediler.

Atatürk yavaş yavaş ona doğru yürüdü. Yaklaşınca sordu:

-burada ne yapıyorsun?

Köylü gülümsüyordu. Son derece sevip saydığımız, fakat asla korkmadığımız bir insan karsısında nasil durursak köylü de öyle duruyordu. Sakin bir sesle cevap verdi:

-tarlayı sürüyorum.
-iyi ama, bu tarla senin midir?
-değildir.
-kimindir?
- Atatürk 'ündür!.

Köylü bu cevabi vermekle suçu kabul etmiş oluyordu. Bu itibarla dava kaybolmuş demekti. Atatürk, kendi toprağına tecavüz edildiği için değil, haksizlik yapıldığı için sertlendi ve sordu:
-iyi ama, sen başkasının toprağını ona sormadan ve izin alınmadan sürülüp ekilmeyeceğini bilmiyormuşsun?
Köylü hiç telaş etmiyordu. Ayni sükunetle dedi ki:

-biliyorum, fakat benim bu tarlayı sürüp ekmeye hakkim vardır!

Atatürk'ün kasları çatıldı ve büyük bir merak ve hayretle ona sordu:

-bu hakki nereden aliyorsun?

-çok basit... Atatürk bizim babamız değil mi?insan babasının tarlasını sürüp ekerse kabahat mi islemiş olur?

Atatürk'ün yüzünde takdir ve sevgi duygularının en coşkununu anlatan engin bir gülümseme oldu, köylünün sırtını okşadı ve;

-haklisin!.. Diyerek uzaklaştı.

(nükte ve fikralarla Atatürk, sh. 99-100)


İtalyan sefirine verilen ders

Atatürk'e ihanet edenler, o'nun birçok konuları içki sofrasında hallettiğini iddia ederler. Yalnız aşağıda nakledeceğim olay bile bu düşüncenin ne kadar yanlış oldugunu ispata yeter:

"Habeşistan savasının başlamasından önce, İtalya’nın Rodos’a askeri yığınakta bulundugu günlerdeydi. Bir aksam yine Atatürk 'ün sofrasına çağrılanlar onu ayakta ve balkonda gezinmekte buldular.

-Tevfik rüştü nerede?
-Ankara palas'ta, bazı sefirlere bir ziyafet veriyor.
-biz de oraya gitsek olmaz mi?

Etrafındakiler beyhude Atatürk 'ü buna protokolün müsait olmadığına inandırmaya gayret ediyorlar. Fakat, o'nun kesin karar verdiği bir konudan geriye çevirmek kimsenin haddi değildir.
Otomobiller, Ankara palas'a vardığı zaman Atatürk 'ün otelin merdivenlerini sallana ve yanındakilerin yardımı ile çıktığını görenler hayret ettiler. Çünkü Çankaya’da Atatürk 'ün bir yudum bile içmediğini herkes biliyordu.

Sefire ziyafet verilen salona giren Atatürk, Arnavutluk sefiri, asaf beyin yakınında ve giriş çıkış kapısını iyi görebilecek bir yere oturuyor. O dakikadan itibaren salondan içeri ve dışarı kimsenin gedmesi mümkün değildir. Simdi konuşulanları takip edelim:

Atatürk:

-asaf bey, gazetelerde bir takım resimler görüyorum, Arnavutlukla operet mi oynanıyor?diyor.

Bu sözleriyle o zamanlar yeni kral olan zogo'nun sorguçlu resimlerini kastettiğini anlamakta gecikme yen sefir ne söyleyeceğini şaşırıyor. Atatürk devam ediyor:

-cumhuriyetten ne zarar görüldü ki, Arnavutluk’ta krallık ilan edildi?hem, takip edilen politika da tehlikelidir. İtalya’nın Arnavutluğu balkanlarda bir basamak yapması ihtimalden uzak değildir.

Bunu duyan İtalyan sefiri, mücadeleye kalkınca ata:

-haber aldığıma göre, Roma’da bazı öğrenciler sefaretimizin önünde mümayis yapmışlar. Antalya’yı istemişler. Antalya sigara paketimidir ki, sefir cebinden çıkarıp atsın. Antalya buradadır. Buyurun alin!... Hem benim bir teklifim var. Eğer hakikaten böyle bir şey düşünülüyorsa Mussolini cenaplarına müsaade edelim. Antalya'ya asker çıkarsınlar. Bütün çıkarma tamam olunca savaşırız. Mağlup olan hakkına razı olur.

Sefir atılıyor:

-ekselans bu bir savaş ilanımıdır?

Ata:

-hayır, diyor. Ben burada bir fert olarak konuşuyorum. Türkiye savaş ilanı ancak büyük millet meclisi dahilindedir. Fakat unutmayınız ki, gerektiği zaman büyük meclis Türk milletinin hissiyatını tercüman olmakta gecikmez.

Konuşmasının bu hali olması üzerine, ismet paşa’ya telefon edilir ve Ankara palas'a çağrılır.

Atatürk de bunu haber alınca etrafındakilere:

-hükümet geliyor, biz gidelim!diyerek Ankara palas’ı terk eder.

-Çankaya’ya dönüldüğü zaman herkes Atatürk 'ün gayet normal oldugunu hayretler içinde seyrederken ata:

-artık İtalya ile savaş tehlikesi yok. Rodos'a yapılan yığınak Habeşistan’a dönecektir!

Hakikaten kısa bir süre sonra Habeşistan savası başladı.
(nükte ve fikralarla Atatürk, sh. 308-309-310 )

Atatürk ve liman von sanders

Mustafa kemal Ariburnu kumandanıdır. İngilizler anafartalar'a çıkmışlardı. Vaziyet buhranlı ve çok teali-keli idi. Mustafa kemal, başkumandan vekili Enver paşa’ya doğrudan doğruya müracaata mecbur kalıyor. Kendisini tatmin eden cevap alamıyor. O sırada karargahı Yalova' da bulunan liman von sanders pasa telefonla Mustafa kemal'i arıyor. Muhavereye delalet eden erkan-i harbiye reisi kazım beydir. Liman von sanders'in sorduğu sual sudur.

-vaziyeti nasil görüyorsunuz, nasil bir tedbir-i tasarruf ediyorsunuz?

-vaziyeti nasil gördüğünüzü çoktan size iblağ etmiştim. Tedbire gelince:bu dakikaya kadar çok müsait tedbirler vardi. Fakat bu dakikada bir tek tedbir kalmıştır.

Liman von sanders pasa soruyor:

-o tedbir nedir?

Cevap katidir:

-bütün kumanda ettiğimiz kuvvetleri tahtı emrine veriniz. Tedbir budur.

Cevap müstehzidir:
-çok gelmez mi?
-az gelir,
Ve telefon kapanıyor.

Pek kısa bir zaman sonra hadiseler, liman von sanders paşa’yı kumanda ettiği kuvvetleri Mustafa kemal'in emri altında vermeye mecbur etmiştir.
(ilginç olaylar ve anektodlarla Atatürk, sh. 162)

Mustafa kemal pasa ve yunan kuvvetleri komutan triko pis

Bütün bu tearuz esnasında gazi'nin yanında bulunan arkadaşlar, yunan kuvvetleri komutanı general triko pis’in başkumandan çadırına nasil getirildiğini söyle anlattılar.

Triko pis, diğer esir kolordu ve fırka (tümen) kumandanları ile birlikte gazi'nin huzuruna çıkarıldıkları vakit, hepsi çok heyecanlı ve bitkin halde imişler. Gazi, bunları oturtmuş, kendilerini teselli için bu gibi malubiyetlerin tarihte misalleri oldugunu, sevk ve idarede vazifesini bi hakkin yapmış iseler vicdanen müsterih olabileceklerini söylediği zaman triko pis:

"-askeri vazifemi tamamen yaptığıma eminim. Fakat asil vazifemi maalesef yapamadım. "diye intihar edemediğini anlatmak isterken gazi:

"-o size ait bir düşüncedir. "diye sözünü kesmiş ve harita üzerinde:

"-sur ada bir fırkanız vardi. Niçin onu şuraya almadınız. Filan yerdeki kuvvetlerinizi falan yere süreydiniz daha iyi olmaz miydi?" gibi bazı tenkitler yapmış , trikopis:

" -ben öyle hareket etmek için emir verdim. Fakat (yanındaki kolordu komutanını gösterirken) bu yapamadı!" demiş.
Bu görüşmeler olurken esir fırka kumandanı yavaşça yanında bulunan zabitlerimizden birine :

" -bizim ile konuşan bu general kimdir?" diye sormuş zabit:

"-başkumandan Mustafa kemal”deyince adam hayrete düşmüş:

"-simdi anladım biz niçin mağlup olduk! Bizim başkumandan İzmir’de vapurda oturuyordu!" diyerek derdini dökmüş.
(ilginç olaylar ve anektodlarla Atatürk sh. 43)

Atatürk ve köylü

Atatürk, sık sık memleketi dolasan bir liderdi. Çiftçi ile konuşur; isçi, sanatkar, esnaf ile konuşur. Memleketin derdini arar bulur. Meclise getirir, milletvekillerinden, bakanlardan hesap sorardı.
İste böyle yurt gezilerinden birinde orta Anadolu’da tarlasında çift süren bir çiftçi ile karsılaşmıştır.
- kolay gele, bereketli ola ağa.
- Allah razı olsun bey.
- hayrola ağa, öküzün teki ne oldu?
- devlete borcumuz vardi bey, icra kapımızı çalınca çaresiz kaldık, koca öküzü satıp borcumuzu ödedik.
- "sağlık olsun ağa" diyerek konuşmasını kısa kesmiştir.

Çiftçinin adi Halil ağa idi. Atatürk'ün yanındakiler, içişleri bakanı şükrü kaya, Salih bozok, kılıç ali, husrev gerede, emir subayı resuhi bey, daha bir kaç yakını vardi. Yürüyorlardı. Atatürk düşünceli idi. Salih bozok'u yanına çağırdı. Salih, yarin sabah git Halil ağayı bul, bana getir. Benim kim olduğumu sorarsa, bizim bey seni bir kahve içmeye çağırıyor de.

Ertesi gün; Salih bozok Halil ağayı bulmuş, yanına getirmiştir. Atatürk ayağa kalkarak; buyur Halil ağa deyip bir sandalye göstermiştir. Zamanın başbakanı ismet İnönü de salonda bulunuyordu ve olanlardan habersizdi. Atatürk Halil ağaya dönerek; "Halil ağa, anlat su vergi isini bir daha" demişti.

Halil ağa, vergi borcunu, icrayı, satılan öküzünü tekrar anlattı. Atatürk kaslarını çatarak ismet pasa ve şükrü kaya'ya dönerek; "arkadaşlar, biz istiklal savasını Halil ağanın öküzünü icra yoluyla satalım diye yapmadık. Bu memlekette adaleti, vatandaşı böyle mi koruyacağız. Gerekirse vergi borcu ertelenebilir. Köylünün çift sürdüğü öküzü elinden alınmaz. "

Halil ağa "sen Atatürk pasamsın galiba, beni bağışla, kusur ettim" diye yalvaracak oldu.
"sana güle güle Halil ağa, sen bizim gözümüzü açtın" diye Halil ağayı ayakta uğurlamıştı. Atatürk Türk köylüsünün borcu konusunda çok titiz davranmıştır.
Olaylar ve Atatürk sh 41-42

Yavuklum gönderdi

Bir aksam, uzun müddet didişen, uğrasan iki erden birisinin yüzünü sildiği mendil gözüne ilişmişti. Bu islemeli ve göz alici yağlığı isteyerek sordu.

- bunu nereden aldın ?

Bu ani soru karsısında şaşıran kahraman Türk çocuğu, sıkılarak cevap verdi :

- yavuklum gönderdi, atam !

Büyük kayıplar karsısında bile ağladığı görülmeyen, acı duygularını içinde gizleyen büyük şef, bilmem neden, o anda sarsılmıştı; dolan mavi gözlerinden iri damlalı yasar dökülüyordu. Erin, demin yüzünden akan terleri sildiği bu mendile o da göz yaslarını silmiştir.

Olaylar ve Atatürk sh 56

Hacer nine

Hacer nine yine bunalmıştı. İçi içine sığmıyordu. Beş gözlü evinin içi yine birkaç gündür zindan kesilmişti. Düşündükçe yüreği yerinden kopuyordu. Yetmiş yasındaki bu kimsesizlik ona büsbütün koymuştu.
Kocasını Yemen’de kaybetmişti. Bir oğlu balkanlarda, ikisi de çöllerde kalmisti. Bir gelini ile üç torunu vardi. Gelini hastalıktan öldü, torunlarının biri de büyük muharebede şehit düştü. Birisi ikinci İnönü’den dönmedi.
En son torununu da Sakarya’ya gönderdi. Bir gün haber aldık ki en son delikanlısı da dua tepe muharebesinde öteki ağalarının yanına göçüp gitmişti.
Çok ağladı. Fakat Sakarya kazanıldı haberi gelince ağlaması durdu, gülmeye başladı.

Ondan sonra vakit vakit böyle bunalırdı. Ve her bunalışında çarıklarını çeker, değneğini alır, Ankara’nın yolunu tutardı. Bu sefer de öyle yaptı. Saatlerce yürüdükten sonra ikindide Ankara’ya geldi, doğruca gitti, büyük millet meclisinin kapısı önünde durup çömeldi.

Aradan biraz vakit geçti, sordular:"
- nine ne istiyorsun?
- hiç, hiç bir şey. "
- ya neden burada duruyorsun?
- onun gözlerini görmek için çıkmasını bekliyorum.
- o dediğin kim?
- gazi pasa.
Sonunda hikayesini anlattı, sonunda dedi ki;
- iste böyle, ara sıra çok bunaldıkça buraya gelirim. O millet meclisinden çıkarken gözlerine bakarım. Mavi bebeklerinde bütün ölenlerimin gözlerini görür gibi olurum. Sonra içime bir ferahlık dolar, kalkar köyüme giderim.

İste siperlerde evlat, torun gömmüş Türk ninesi buna derler.

Atatürk'ün nükteleri-fıkraları-hatiralariSh 29-30

Dinlemekten zevk alırım

Neşeli bulundugu bir zamanı seçerek:

- pasam... Demiştim, su danıştıklarının içinde bazen öyleleri var ki, şaşırıyorum. Bunların mütalalarina nasil olsa sonunda iştirak etmeyeceksin. Kararını önceden vermiş olduğun da malum... O hal de, ne diye onları birer birer çağırıp karsısında söyletirsin ?

Atatürk, yüzüne alaycı bir eda ile bakıp su cevabi vermişti :

- bazen hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler öğrenmişimdir; hiç bi kanaati hakir (değersiz) görmemek lazımdır. Neticede, kendi fikrimi bile edecek olsam, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım.

Olaylar ve Atatürk sh 58

İkimiz de "gazi"yiz...

Bir tarihte Eskişehir’i ziyaretinde; yakın köylerde gezinti yaparken, asırlık çınarların gölgesine sığınmış bir köy kahvesi önünde otomobili durdurdu. Salih bozok'a;

- bu çınarları hatırlıyorum... Dedi; zaferden sonra bir gün yolum düşmüştü!... Eski hatıraları bir an tekrar yaşatmak için; araba dan inip, büyük bir tevuzuyla köy kahvesinin harap iskemlesine oturdu.

Biraz sonra kahveci ona, köyünün yegane ikramı olan ayranı temiz bardaklar içinde getirince gazi pek memnun oldu. Yaslı kahveciye sordu:

- adin ne?...
- Yusuf!...
- buralarda geçmiş harbi hatırlar misin?...
- nasil hatırlamam, pasam?... Maiyetinde çavuştum!...
- maiyetimde mi...
Bütün kuvvetlerin bas kumandanı değil miydin, pasam!... Hep emrinde savaştık.

Büyük kurtarıcı zeki köylüyü takdir etmişti. Aferin; gazi Yusuf çavuş!... Deyince, eski asker el bugladi:

- estağfurullah, pasam!... Gazi sizsiniz!...
- rütbe başka... Fakat harpten dönmüş iki asker olmamız sıfatıyla ikimiz de "gazi"yiz!...

Ve tepside duran ayran bardaklarından birini bizzat eliyle çavuşa vermek lütfünü göstererek, ilave etti:

- şerefine gazi Yusuf çavuş!...
- şerefte daim ol pasam!...

Ağlamaktan ayranı içemeyen kahveciye, o zamanın çok parası olan bir yüzlük verip gülümsedi:

- allahaısmarladık, silah arkadaşım!...

Atatürkçün nükteleri-fıkraları-hatıraları Sh 50-51

Konya isyanında

Konya isyanını müteakip Konya’ya gelen Atatürk sinirli ve üzgündü. Şehrin ileri gelenleriyle belediye salonunda konuşurken elindeki yanar sigarayı bir aralik iki parmağı arasına almış ve ateşi parmakları arasında ezerek söndürmüş ve söyle demişti:

Ateş nerede çıkarsa çıksın, iki parmağımın arasında böyle ezeceğim !...
Nükte ve fikralarla Atatürk sh 41

Atatürk ve spor

Bir gece Atatürk ada'da yat kulübünde konuşurken, yanındakilerden birinin sportmen oldugunu anladı. Ona su suali sordu:

- spor nedir?

Muhatabı, sporu herkesin bildiği gibi tarif etti. "

Gazi dedi ki:

- bana daha açık, bariz bir tarif bulabilir misiniz?"

Belki en güzel cevabi bulabilmek için düşünen sportmenin ufak bir tevakkufu üzerine gazi su hatırasını anlattı:

"Ariburnu kumandanı idim, iki tarafın ateş hatları arasında elli altmış metre mesafe vardi. Birbirine en yakın hatlar arasında dolasan Türk ve İngiliz kessaflarindan ikisi gecenin kara kesafeti içinde ellerindeki uzun silahları istimal edemeyecek kadar burun buruna temas etmişler. Her iki cesur kessaf, silahlarını atmışlar doğrudan doğruya birbirini boğazlamak için ellerini kullanmak zaruretini hissetmişler.

İngiliz kessaf yumruklarını sıkmış, boks denilen idmanı, Türk neferinin vücut ve kalbi üzerinde tatbik etmeye başlamış. Bu mahirine yumruk idmanını bilmeyen Türk neferi kalbine maddeten; vicdanına manen vurulan darbelerin tesiri altında iki elinin ötekinin boğazına uzatmış, var kuvvetiyle düşmanın gırtlağını yakalamış. Düşman neferinin boğazı iki demir pençesinin mengenesinde sıkısınca bizim nefer, boks darbelerinin iptida hafiflediğini biraz sonra zail oldugunu görmüş.

Nefer, esirini sürükleyerek benim yanıma getirdi. Gece yarısından sonra idi. Evvela düşman neferini isticap ettim.

- ne oldu? Sen niçin buralara kadar geldin?

- spor, cevabini verdi. "

Bizimkine sordum:

- nasil oldu?

Nefer, esirin verdiği ilmi cevabi anlamamış olmaktan korkarak:

- bilmiyorum, dedi. Ben birinci ilmi ve fenni değil, ikincinin cehilden ziyade edep ve terbiyesi üzerinde fazla durmadım.

- sen sportmen misin?

- evet, çok iyi... "
- bizim neferi nasil buldun?

- bilmiyor dedi.

Türk neferine döndüm:

- işitiyor musun, senin için bilmiyor, cahildir, dedi. "

Kısaca;

- huzurumuza getirdim efendim, cevabini verdi. "

Gazi devam etti:

- ben spor nedir, diye sorulursa vereceğim cevap sudur:"

"spor; vatanin, milletin ali menfaatlerine tecavüz edenleri gırtlağından yakalayıp memleket ve millet hadimlerinin huzuruna getirebilmek kabiliyeti maddiye ve maneviye sidir. "

Atatürk'ün nükteleri-fıkraları-hatıraları
Sh 51-52

Atatürk ve alemdar

Atatürk, Osmanlı padişahları arasında yıldırım ve beyaz id, fatih, yavuz, iv. Murat’ı beğenirdi. Sadrazamlar arasında da alemdar Mustafa paşa’ya kızardı :

- biraz kültürü olsaydı cumhuriyeti ilan ederi !.. Derdi.

- büyük reşit paşa’nın kültürü, alemdar Mustafa paşa’nın kültürü birleşebilseydi, ben tarihe başka bir görevle girerdim, demişti.

Nükte ve fikralarla Atatürk Sh 321-322

Olur şey değil

Muallimler Ankara’da bir içtima yapmışlar, içtimaa iki üç muallim hanim da iştirak ederek salonda ayrı bir yere oturmuşlardı.

Muallim hanımların içtimaa gitmelerini hoş görmeyen meclis'in sarıklıları gaziye şikayete gidiyorlar.

Gazi kızarak :
- "kimmiş muallimler cemiyeti reisi ? Çağırın onu !"

Ve mazhar müfit birkaç dakika sonra içeri girince gürleyen bir sesle çıkışıyor :
-"siz muallimler içtimaımda ne yapmışsınız ? Ne ayıp şey bu ?"

Mazhar müfit şaşakalır. Gaziden bu hareket mi beklenirdi ? Sarıklılar muzaffer bir beşaretle gülüyor. Sarıklılar neş’e içinde gazinin sesi hep ayni tonda devam ediyor.

- "olur şey değil olur şey değil !"

Mazhar müfit hala ayakta ve hala ne diyeceğini sasırmış bir halde cevap vermeye çalışıyor :
-"efendim vallahi... "

- "bırak bırak ben hepsini biliyorum; içtimaa muallime hanımları da çağırdınız. Fakat onları niye ayrı sıralara oturttunuz ? Sizin kendinize mi itimadınız yok, Türk hanımının faziletine mi ? Bir daha öyle ayrılık gayrilik görmeyeyim, anladınız mi ?

Atatürk'ün nükteleri-fıkraları-hatıraları sh 59

Peynir, zeytin, soğan ve kuru ekmek

Mustafa kemal pasa, Erzurum ve Sivas kongrelerine katılan arkadaşlarıyla birlikte ciddi para sıkıntısındaydı. Erzurum'dan Sivas’a intikal sırasında, yoldaki durumlarını mazhar müfit söyle anlatır:

"önümüzde ve paşa’nın üstün iradesi ve dahi ışığı altında yeni ve engin bir savaş ufku açılmıştı. Erzurum'dan sonra yeni bir irade, yeni bir madde ve mana hamlesi ile büyük vatan savasına atılacak, Erzurum’da kurulan büyük temele bina edilecek eserin ikinci safhasındaki çalışmalara katılacaktır.

Sesimi biraz yükseltmiş olacağım ki, öndeki arabadan Mustafa kemal pasa arkaya bakarak eli ile;

- daha yüksek sesle!... Diyerek işaret veriyordu. Ve. . Bu işaret üzerinedir ki, yine gayri iradi, gayri ihtiyari olarak dilimin ucuna:

" ey gaziler yol göründük tarihi şarkisi geldi ve ben bu şarkıya başlayınca insiyaki bir sirayetle hemen bütün otomobillerdeki arkadaşlar da bana katıldılar ve hep bir ağızdan bu şarkiyi okuduk ve söyledik. Arızasız öğle vaktini bulduk. Her kilometreyi arızasız kastettikçe adeta sevinç duyuyor ve:

- otomobillerimiz bu vaziyette bizi Sivas’a selametle ulaştıra bilecekler ümidini muhafaza ediyorduk. Bir pınar basında mola verdik. Pasa:

- hemen yemeğimizi yiyelim, vakit kaybetmeksizin yine yola devam edelim dedi.

Çünkü 04 eylül'de kongrenin açılması kararlaştırılmış olduğuna nazaran, yolculuğumuz muayyen bir programla tayin ve tespit edilmiştir.

Hareket ve molalarda o programa uymak zorundaydık. Ancak paşanın;

- yemeğimizi yiyelim deyisinde sonraki vaziyetimizin biraz acıklı oldugunu da tebarüz ettirmeyelim. Yemek deyince, bilhassa Anadolu’daki kara yolculuklarında gün görmüş insanlar için yemek; tavuk, hindi, soğuk et, su böreği, köfte vesaire gibi şeylerden düzülen nevaledir.

Hepimiz de bu çeşit nevalelerle yolculuk etmiş insanlardık. Fakat, bu defa nevalemiz; peynir, zeytin ve kuru ekmekten ibaret bir azıktı. Su basında rastladığımız köylüler de torbalarından birkaç bas kuru soğan ikram ettiler. Fakat, pasa basta olmak üzere hepimiz en büyük bir lokantada pişirilmiş veya ziyafette tertiplenmiş yemeklerden ve İstanbul tabiri ile üet'ime-i nefise-i lezize (en güzel yemekler) den daha mükemmel ve daha iştahlı olarak zevkle kuru soğanı, peyniri, zeytini, ekmeğimize katık ederek ve pınarın buz gibi suyunu içerek karnimizi doyurduk.

İlginç olaylar ve anekdotlarla Atatürk,sh 21-22

Atatürk'e bir köylünün cevabi

Tarihimiz şayisiz savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan başkaldırıp ne memleketi imar edebilmisiz, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuzda olduğu kadar düşmanlarımızdadır da. Çünkü basta Moskoflar olmak üzere düşmanlarımız hep söyle düşünürlerdi :

- Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler...

Bunun için de sık sık basımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, balkan milletlerini istiklal diye kışkırtırlardı.

Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayri Müslimler durmadan zenginleşirlerdi.

Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk 'e verdiği kısa bir cevap ile gayet veciz olarak izah etmiştir.

Atatürk, mersin'e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş :

- bu köşk kimin ?
- kirkor'un...
- ya su koca bina ?
- yargo'nun
- ya su ?
- salomon'un...
Atatürk biraz sinirlenerek sormuş :

- onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz ? Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur :

- biz mi nerede idik ? Biz Yemen’de, tuna boylarında, balkanlarda Arnavutluk dağlarında, Kafkaslarda, Çanakkale’de, Sakarya’da savaşıyorduk pasam...

Atatürk bu hatırasını naklederken :

- hayatımda cevap veremediğim yegane insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur, der dururdu.

Atatürk'ün nükteleri-fıkraları-hatıraları, sh 18


Atatürk'ün ağzından Türk köylüsü

Bir gün Akşehir civarında bir köye gittim. Çok yağmur yağıyordu ve soğuk vardi. Kendimi belli etmeyerek, bir evin önünde duran kadına: bacı yağmur var, soğuk var. Beni çatın altına kabul edercisin dedim ?ü hiç tereddüt etmeyerek buyrun dedi ve beni bir odaya aldı odada ateş olmadığı ve yeni bir ateşin yakılması uzun zamana bağlı olduğu için:

"isterseniz bizim odaya gidelim. Orada hazır ateş var" dedi. Gittik. Müteakiben komşulardan birkaç kadın ve birkaç erkek geldi. Beraberce konuşmaya başladık. Konuşurken bana en mühim sualleri soranlar kadınlar oldu. Askerin vaziyetini, düşmanın halini, en mühim düşmanın hangisi oldugunu sordular ve bunları sorarken hiç bir telaş ve tekayyüde lüzum görmediler. İnsanca konuştular. Fakat, biraz sonra, benim kim olduğumu anlayınca telaş gösterdiler ve söyledikleri, sordukları şeylerden kendilerine bir zarar geleceğini zannederek korktular

 

SıpA

уαşℓıℓαя νє ιнтιуαяℓαя
kaydettim sonra okucam saat olmuş gecenin 3ü okunurmu şimdi bu:)
 

HTML

Üst