Kitap Özetleri

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Koku (Patrick Suskind) Özeti, Konusu, Karakterleri, Yorumları

Bu kitaptaki kahramanımızın ismi; Jean Babtiste Granouille’dir. Yılın en sıcak günlerinden biri ve Granouille’nin annesi sancılar içinde Rue Aux Fers de bir balıkçı tezgahının yanında, öyle bir yer ki orası yanındaki mezarların kokuları bile hissedilmiyordu. Zaten o dönemde kentlerde ; caddeler; gübre,sidik, çürümüş tahta, sıçan yağı gibi pis kokular kokar. İşte öyle bir yerde Granouille’nin annesi beşinci çocuğu olan Granouille’yi diğer dört çocuğu gibi aynı yerde dünyaya getirir,1738. Ölü balıkların pis kokuları nedeniyle tezgahın yanına düşer, bayılır. Yenidoğan çocuk bağrışmalar, koşuşmalar sonucu ve değerlendirilen durumlar sonucu Granouille sütannesine verilir. Annesi de bu arada diğer dört çocuğunun bu şekilde ölmesine neden olduğundan hüküm giyer ve bir kaç hafta sonra kafası uçurulur.

Biraz zaman geçtikten sonra sütana Jeanne Bussie, elinde sepetle Saint Merri manastırının kapısına dikilmiş, kapıyı açan Papaz Terrier’ye işte deyip sepeti yere bırakıverir. Papaz bunu neden yaptığını sorar. Sütana çocuğun içine şeytan girdiğini söyleyerek onun, evinden gitmesini ister. Papaz Terrier daha fazla para vermek ister ama sütana para istemediğini, Granouille’nin diğer çocuklara göre çok farklı olduğunu ve hatta çocuğun hiç kokmadığını yani aslında onun insan olmadığını söylemektedir.

Peder, çocuğu kendisinden uzaklaştırmak istiyordu. Çünkü süt*****n söylediklerine inanmaya başlamıştı. Madam Galliard adında bir sütana tanıyordu ve kendisinden baya uzakta yaşıyordu. Madam Galliard’ın evine giderek çocuğu ona teslim etti ve bir yıllık ücreti de peşin ödedi.

Zaman geçer,Granouille Madam Galliard’ın evinde büyür. Granouille’yi Madam’ın evinde hiç sevmezler ve Granouilleden rahatsız olurlar. Halbuki Granouille o kadar nefret edilecek ya da tiksinilecek bir çocuk değildir. Tabi zekası da ahım şahım değildir.

Madam Galliard ummadığı kadar uzun yaşar ve 1975 yılında vefat eder. Granouiile de tüm insani duygulardan yoksun olarak büyür. Aşk, sevgi, başkalarını düşünmek vb duygulardan hiçbirine sahip değildir. Kendisinin bir insan gibi kokmadığını anladığı gün, dünyası yıkılır. Geri kalan hayatını dünyanın en iyi kokularını üretmeye adar ve bu arada kendisini insanlara kabul ettirmek içinde kendisine kokular ürertir ve hatta bunları gerçekleştirmek için cinayet bile işler ayrıca Granouille’nin diğer bir özelliği de çok iyi koku almasıdır.

Granouille kendi benliğinin dışında her şeyi yaratabilmiş bir dahi olduğu halde sonu çok trajik olmuştur. Granouille’yi melek gibi gören insanlar ondan bir parça almak isterler ama onu paramparça edip öldürürler.

3. KİTABIN ANAFİKRİ:

İnsanları sadece göründükleri gibi değerlendirmemek gerektiği ve görüntüleri nekadar kötü de olsa onlara bunu hissettirmememiz ve onları oldukları gibi kabul etmemiz gerektiğidir.

4. OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:

a) GRANOUILLE: Tüm insani duygulardan yoksun, aşk, sevgi, başkalarını düşünmek vb duyguların hiçbirine sahip olmayan ve salt kokulara karşı oldukça duyarlı bir insandır.

b) JEANNE BUSSIE: Granouille’nin sütannesi, para karşılığı çocuklara bakan bir kadın.

c)MADAM GALLIARD: Aldığı paraya göre bir sistem kurmuş, bazı prensipleri olan ve para karşılığı çocuklara bakan bir kadın.
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Büyük Umutlar (Charles Dickens) Özeti, Konusu, Karakterleri, Yorumları



Büyük Umutlar

Yazar : Charles Dickens
Yayınevi : Epsilon Yayınevi
SBN : 975331460-4
Basım Tarihi : Temmuz 2003
130 sayfa

İngiliz edebiyatının dev yazarı Charles Dickens'ın onuncu romanı Büyük Umutlar, onun en beğenilen, en çok okunan yapıtı. Bu romanında yazar, insanlar arasındaki sevgisizliğe, ikiyüzlülüğe karşı çıkarken, para hırsı ve ayrımcılık üzerine kurulu toplum düzenine de acımasızca saldırıyor. Büyük Umutlar, yazarın canlandırdığı çok renkli, unutulmaz kahramanlarının yer aldığı romanı: Garip bir mirasa konarak Londra'ya gidip 'Beyefendi' konumuna gelen köylü genç Pip, eski tragedyalardaki öç ve kahır tanrıçalarını andıran Bayan Havisham, onun evlatlığı ve kurbanı güzel Estella, dalkavuk ruhlu, iki yüzlü Pumblechook Amca, eli maşalı Abla, bataklıkların korkulu düşü katil Magwitch, ünlü olduğu kadar tuhaf huylu avukat Jaggers, genç köy öğretmeni Biddy, köyün demircisi Joe Gargery. Charles Dickens, bu ölümsüz romanında da çirkinliklerin karşısına çıkarken, doğa ve insan sevgisiyle dolu bir dünya yaratıyor. Gönlü karasevda ile, gözü yükselme hırsıyla perdelenmiş köy kökenli genç Pip'in, 'Büyük Umutlar'ını gerçekleştirebilmenin doğru yolunu ararken yaşadıklarının olağanüstü öyküsüdür bu roman.
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Nietzsche Ağladığında/Irvin D. Yalom...

Sahne
Psikanalizin doğumu arifesindeki 19.yüzyıl Viyana'sı. Entelektüel ortamlar. Hava soğuk.
Aktörler
Nietzche: Henüz iki kitabı yayımlanmış, kimsenin tanımadığı bir filozof. Yalnızlığı seçmiş. Acılarıyla barışmış. İhaneti tatmış. Tek sahip olduğu şey, valizi ve kafasında tasarladığı kitaplar. Karısı, toplumsal görevleri ve vatanı yok. İnzivayı seviyor. Tanrıyı öldürmüş. 'Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır,' diyor. Daha sonra 'kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz?' diyecek. Ümitsiz.
Breuer: Efsanevi bir teşhis dehası. Ümitsizlerin kapısını çaldığı doktor. Psikanalizin ilk kurucularından. Kırkında, bütün Avrupalı sanatçı ve düşünürlerin doktoru olmayı başarmış. Güzel bir karısı ve beş çocuğu var. Zengin. Saygın. Hayatı boyunca 'ama' pozisyonunda yaşamış biri.
Freud: Breuer'in arkadaşı. Henüz genç. Geleceği parlak. Şimdi yoksul.
Salomé: Erkeklerin başını döndüren kadın. Çekici. Özgür. Evliliğe inanmıyor.
Bazen aynı anda birçok erkekle beraber oluyor. Sanatçıları ve düşünürleri tercih ediyor. Kırbacı var.
Konu
Ümitsizlik.
Birgün, erkeklerin başını döndüren kadın, Salomé Nietzsche'den habersiz Breuer'e gelir. 'Avrupa'nın kültürel geleceği tehlikede, Nietzsche ümitsiz. Ona yardım edin,' der. Breuer Salomé'yi tekrar görebilmek umuduyla 'peki' der.
Ve varoluşun kader, inanç, hakikat, huzur, mutluluk, acı, özgürlük, irade... ve neden, nasıl gibi en önemli duraklarından geçen bir yolculuk başlar...
Kendisiyle ve hayatla yüz yüze gelmekten çekinmeyenlere...

*Bu roman, Nietzsche ile Breuer'in karşılaşmaları, sonra da Nietzsche'nin Breuer'in hastası olması fantezisi üzerine kurulmuş. Breuer'in, mesleğinde en başarılı olduğu yıllar. Evde zarif eşi ve tatlı çocuklarıyla, okulda da bilimsel gerçeklerin peşinde, mutlu -olması beklenecek- bir hayatı var. Öğrencisi ve arkadaşı olan genç Freud'la birlikte, yeni denemeye başladığı "konuşma terapisi" üzerine kafa yoruyor. Kırk yaşında. Bilimin ve ailesinin ısıttığı hayatı, aslında, başka bir kadına duyduğu arzuyla alak bullak. Tutkusunun peşinden gidip gitmeme konusunda kararsız. Sakınarak yaşamayı seçmiş; şimdi sıkıntısının kökeninde hayatının sterilliğini görebiliyor ama, bunun ölüm korkusuyla bağlantılı olduğunun farkında değil. İşte Nietzsche ile yolları, tam böyle bir zamanda kesişiyor. Nietzsche'nin arkadaşı, eski sevgilisi Salome, Breuer'den randevu alarak Nietzsche'nin ne kadar mutsuz olduğunu anlatıyor. Nietzsche intiharın eşiğinde, Salome yardım etmek istiyor, konuşma tedavisinden de haberdar, gerekenin bu olduğunu seziyor. Gelgelelim, Nietzsche kendisine yardım edilmesini kabul edemeyecek kadar mağrur. Hele ruhsal yardımı, hele bir de aracı Salome olmuşsa...

Breuer, Nietzsche'yi tedaviye almayı kabul ediyor. Salome'nin aracı olduğunu ondan gizlemeyi de. Tedaviyi "sezdirmeden" uygulamayı da. Breuer, başarılı olduğu kadar hırslı bir hekim.

Nietzsche'den, kendi ruhsal acıları için yardım istiyormuş gibi yapıyor, ona kafasının karışıklığını, kararsızlıklarını anlatıyor. Nietzsche, Breuer'e "felsefi danışmanlık" yapmayı kabul ediyor. Bundan sonra, birbirlerine gitgide açıldıkları karşılıklı terapi başlıyor. Yalnız, ikisinin de birer büyük sırrı var: Nietzsche, Salome'ye duyduğu tutkuyu, zaafını kolay kolay anlatamaz, Breuer de bu işe Salome'nin ricası üzerine kalkıştığını. Breuer Nietzsche'nin ağır bir migren krizini tedavi ettikten sonra, danışmanlık daha da karşılıklı oluyor. Güç dengesi, Breuer'in lehine yeniden kuruluyor. Romanın gerilimi, büyük sırların karşılıklı itirafı üzerine kurulu.

Nietzsche Ağladığında, Yalom'un daha önceki kitaplarında yazmış, öğretmiş olduğu, yukarda özetlediğim görüşlerini, kurgusal bir metinle tekrar söyleme çabası gibi. Yazara aşina olanlarda, iyi bir romandan çok, daha önce anlatmış olduklarının pekiştirilmesi, iyice öğrenilmesi için yazdığı bir metin olduğu izlenimini bırakıyor. Tabii o da iyi olabilir de, kitabı roman diye okumaya başlayınca, geride öğretmenimizin sesini sürekli işitir gibi olmak biraz sıkıcı.

Yalom, bir söyleşide, üniversiteden ayrılmasında psikiyatrinin gidişinden duyduğu hoşnutsuzluğun etkili olduğunu anlatıyor; psikiyatride, yeni çıkan ilaçlardan başka öğretecek pek bir şey kalmayacağından yakınıyor. Bu doğru ama, psikiyatrinin pozitivizme -biyolojik paradigmayı kullanarak- ayak uydurmaya çalışması pek yeni bir gelişme değil. Kaldı ki, psikoterapide ampirik araştırma yapma iddiası da zaten pozitivizmi psikoterapiye taşımak anlamına geliyordu. İşte bu nedenle, Yalom'un roman yazmaya başlamasını, yalnızca kendisindeki yazarlık cevherini keşfetmesine değil, varoluşçu terapi ile ampirik araştırma arasındaki uyumsuzlukla hesaplaşmaya başlamasına bağlamak akla yatkın görünüyor. İlaçların egemenliği bahane.

Yalom'un roman yazmaya başlamadan, üniversiteden ayrılmadan önce, yorumsamacı tarzıyla bağdaştırılması güç bir araştırmacılığı da vardı. Hemen her fırsatta, psikoterapide araştırma yapmanın güç olduğunu ama olanaksız olmadığını yazdı. Akademideki yayın listesi tamamen psikoterapi araştırmalarından oluşmuyor tabii; terapiye yönelik eleştirel bakışından vazgeçmediği, tekniği ardındaki felsefeyle değerlendiren, böylelikle uygulamacının da işine yarayan birçok değerli yazısı var. Ama, çeşitli "standart" ölçeklerin yardımıyla, örneğin "sekiz haftalık grup terapisi alkoliklerde de nörotiklerdeki kadar, yani yüzde şu kadar fayda sağlamaktadır" gibi sonuçlara vardığı araştırmaların sayısı da az değil.

Varoluşun temel çatışmalarından söz ederken özgürlüğün karşısına sorumluluğu da koyması, böyle yapmayı ihmâl eden hümanist psikolojiyi varoluşçu psikoterapiden ayrı tutması, terapide her şeyi mübah sayan Rogerian terapistleri şiddetle eleştirmesi... bütün bunlar kendi içinde tutarlı da, terapist olarak tıbbın pragmatizmini kaldıramayacak bir duruşu olduğundan, terapinin nasıl daha "verimli" olabileceği yolundaki araştırmaları beni hep şaşırtmıştır. Psikoterapide hiç araştırma yapılamayacağını herhalde iddia edemeyiz ama, ampirik araştırmanın varoluşçu terapinin bakış açısıyla (terapiyi, düzeltmekten çok onarmaya yönelik bir etkinlik olarak gören anlayışla) uyumsuz olduğunu da kabul etmek gerek. Nesne ilişkileri kuramcılarının tekniğindeki kişiliği -yeniden- düzenleme iddiası, ya da davranışçı terapinin "belirtilerden" kurtarmaya soyunmuşluğu ampirik araştırma yapmaya daha uygun alanlar açar belki. Oysa varoluşçu psikoterapinin ya da sözgelimi kendilik psikolojisinin anlama ve onarmaya dayalı tarzı araştırmadan çok anlatmaya uygundur. Tıbbın pragmatizminden uzak duruşlarıyla, babalığından çok bilgeliğiyle varolan terapistler gerektirmeleriyle... Yalom'un psikiyatri profesörlüğünden ayrılıp kendisini roman yazmaya vermesinde, belki bu çelişkiden duyduğu rahatsızlığın da payı vardır.

Romanı bu çelişkiyi -ya da kararsızlığı- da hesaba katarak okuyunca, Yalom'un aslında kendi iki parçasını yazmış olabileceği aklıma geliyor. Breuer ile Nietzsche'nin yarı kurgusal kişiliklerinde birçok çatışmayı (birçok çatışmasını) somutlaştırmış oluyor çünkü. Mutlak-bilimsel gerçeklere karşı kişinin kendi hakikati; ampirik-deneysel bilime, pozitivizme karşı yorumsama; sorumluluğa karşı özgürlük; açıklamaya karşı anlama; modernizme karşı Nietzsche.

Yalom romanın sonunda iki kahramanı da okurun gözünde eşit kılmaya özen göstermiş. İkisini de anlamamızı, sevmemizi bekliyor. Kendisi de öyle yapmak zorunda. Modern hekim-bilim adamı Yalom'la postmodern yazar-felsefeci Yalom'u nasıl ayrı tutsun? Ne de olsa o da ölümlü.

Çeviren: Aysun Babacan
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Simyacı (Paulo Coelho) Özeti, Konusu, Karakterleri ve Okur Yorumları

SİMYACI


Yazarı : Paulo COELHO
Yayınevi : Can Yayınları
Çevirmen : Özdemir İNCE
Kapak / Resimleyen : Phıl BOATWRIGHT
Basım Yeri / Tarihi : İSTANBUL / 1999 - Ocak
Sayfa Sayısı : 166​

KİTAPIN ÖZETİ
Romanın kahramanı Santiago’nun anne ve babası rahip olması için onu papaz okuluna göndermiştir. Santiago, okuldan arta kalan zamanlarında babasına ait koyun sürüsünü otlatmaya götürür, bu sayede dağ, taş, tepe demeden Endülüs’ü gezerdi. Onaltı yaşına geldiğinde rahip olmak istemediğini, okuldan ayrılmayı ve gezginci olmak istediğini babasına söyler. Bunun üzerine babası da, oğluna içinde üç adet altın İspanyol parası olan bir kese vererek oğluna “git, kendine bir sürü al ve en iyi şatonun bizim şatomuz ve en güzel kadınların bizim kadınlarımız olduğunu öğreninceye kadar dünyayı dolaş” der ve oğlunu kutsar.

Santiago’nun sırtında bir heybesi ve içinde de yatarken yastık olarak başının altına koyduğu bir kitabı ve yamçası vardı. Önce, babasının vermiş olduğu parayla bir koyun sürüsü alır ve yaşamının büyük düşünü gerçekleştirmeye başlar; artık geziyordur. Bazen “Papaz okuluna Tanrı’yı aramak için nasıl gidebilirdim? ” diye düşünüp bunun kendisini sıktığını düşleyip tekrar kendi yazıgısı doğrultusunda bir başka yolculuğa çıkıyordu. Ancak dünya çok büyüktü, sonu gelmiyordu. Kısa bir süre de olsa koyunlarının kendisine yol göstermesine izin verse de sonunda bir yığın ilginç şeyler keşfederek tekrar onların peşinde sürüklenmekteydi. Her gün yeni bir yere gittikleri otlaklar değiştiği halde bazen mevsimlerin bile birbirine benzemediğini dahi anlamıyorlardı. Koyunların yiyecek ve sudan başka bir kaygıları yoktu. Dağ, taş, köy kasaba geçip akşam hava karardığında koyunları kurtlara karşı emniyete alacak müsait bir yer bulduklarında yatıyor ve sabah hava aydınlanıncada tekrar aynı şekilde gezmeye başlıyordu.

Ancak akşam yattığında uykusunda gördüğü rüyaların da etkisinde kalarak; gördüğü bir düşün gerçekleşme olasılığının yaşamını ilginçleştireceğini düşünüyor ve o şekilde hareket ediyordu. Romanın ana konusunu teşkil eden Mısır Piramitleri’ne gitmesi ve orada hazine bulacağı ona rüyasında söylenmişti. Romanın kahramanı, rüyasını gerçekleştirmek için önce bir falcı kadına rüyasını anlatır. Falcı kadın, kendisine tatmin edici bir cevap veremez, ancak bulacağı hazinenin onda birini kendisine vermesini ister. Bunun üzerine bir daha düşlere inanmamaya karar vererek oradan ayrılır ve yine koyunlarıyla dolaşmaya devam eder. Ancak daha sonra geldiği kasabada karşılaştığı ve kendisini Salem kralı olarak tanıtan yaşlı adamla konuşur, kendi amaçlarını anlatır. Yaşlı adam, hayatın gizemleri hakkındaki bilgiye karşılık Santiago’dan sürüsünün onda birini vermesini ister. Sarayına davet eder ve çobanı bir teste tabi tutar. Bir yemek kaşığının içine sıvı yağ koyarak kaşığı ağzında tutarak sarayını gezmesini ister. Bu testin amacı, “mutluluğun gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan” der. Çoban, mesajı almıştır. Yaşlı adam, Santiago’ya biri beyaz diğeri siyah olmak üzere iki adet gizemli taş verir ve siyah olanı “evet”, beyaz olanı “hayır” anlamını taşıyan bu taşları “zora düştüğün zamanlarda kullanırsın ancak kendi kararını kendin vermeye çalış” der.

Santiago, falcı kadından ve yaşlı adamdan aldığı işaretlerden sonra Mısır’a gitmek için önce koyun sürüsünü satar ve parasını cebine koyarak yola çıkar. Afrika’nın bir liman şehri olan Tanca’da kendisinin turizm danışmanı olduğunu söyleyen bir Arap çocuğu ile tanışır, Mısıra gidebilmek için sahranın geçilmesinin gerektiği bunun içinde deve almak üzere Arap çocuk ile beraber pazara giderler. Fakat Arap paralarla birlikte kaçarak Santiago’yu bu şehirde parasız pulsuz bırakır. Bunun üzerine Santiago para kazanmak için bir billuriyeci dükkanında çalışmaya başlar. Billuriyeci ile ilişkilerini geliştirdikçe ikisinin de hayallerinin benzer olduğunu farkeder. Ancak billuriyecinin yıllardır kutsal yolculuğa (hacca) gidişini gerçekleştiremediğini öğrenir ve hayallerine ulaşmak için daha değişik yöntemlerle para kazanmalarının gerektiğini anlatır.6 ay kadar burada çalıştıktan sonra Santiago yeterli parayı kazanarak tekrar yola koyulur. Yolda bir İngiliz’le karşılaşır. İngiliz de aslında simyacıyı aramak için çölü geçmek istemektedir. Birlikte bir deve kervanıyla çölü geçmek üzere yola çıkarlar.

Santiago, çölden de daha birçok şey öğrenebileceğini düşünerek dikkatli gözlemler yapmaktadır. Fakat İngiliz arkadaşı ise elindeki kitapları okumakla meşguldür. Yolda karşılaştıkları güçlüklerde kendi kişisel menkıbelerini aramak üzere yola çıktıklarını söylüyorlardı. Kendi kişisel menkıbesini yaşayan kimse, “her şey bir ve tek şeydir” sonucuna varır ve neye ihtiyacı varsa onu elde edebileceğini bilirdi. Simyacı, evrendeki sonsuz yolculuğunda en büyük sorunun her şeyin bir ve tek olduğunu anlamak ve bu biricik şeyin kendi gerçek görevini yerine getirmesiyle her şeyin mümkün olacağını bilirdi.

Santiago, yüreğinin söylediklerini dikkatle dinleyerek çölde ilerlemesine devam etti.Karşılaştıkları güçlükler karşısında hep kendi kişisel menkıbesine güvendi ve sonunda kumullar tepesine ulaştı. Piramitler, bütün görkemiyle karşısında yükseliyordu. Dizüstü düşüp ağladı ve kişisel menkıbesine ulaşırken rastladığı insanlar için Tanrı’ya şükretti. Hazineye ulaşmak için kumulu bütün gece boyunca kazdı. Sabah gün doğarken doğruldu ve piramitlere baktı. “Gerçekte kendi kişisel menkıbesini yaşayan kimseye karşı hayat cömerttir” diye düşündü. Piramitlerin de ona gülümsediğini hissederek yüreği neşeyle dolu olarak o da piramitlere gülümsedi. Sonunda hazinesini bulmuştu.

Sonuç olarak; Romanın kahramanı Santiago babasının verdiği parayla aldığı koyun sürüsü ile birlikte geceyi geçirdiği eski, yıkık bir kilise bahçesindeki incir ağacı altındadır. Sabah uyandığında gerçekten bulunduğu yeri kazmış ve içi mücevher dolu bir sandık bularak rüyasında gördüğü ve Mısır’a piramitlere kadar gidip bulmayı arzuladığı hazineye kavuşmuştur.

Simyacı’yı okumak, herkes daha uykudayken güneşin doğuşunu izlemek için şafak vakti uyanmaya benziyor.

YAZAR HAKKINDA
Paulo Coelho, 1947 yılında Brezilya'da doğdu. Yazarlığa başlamadan önce ülkesinde tanınan bir şarkı sözü yazarıydı. Bir süre gazetecilik de yapan Paulo Coelho, 1986 yılında Hıristiyanların Batı Avrupa'dan başlayıp İspanya'da Santiago de Compostela kentinde sona eren geleneksel hac yolculuğunu yaptı. Bu deneyimini Hac adlı kitabında anlattı. 1988 yılında yayınlanan romanı Simyacı, Coelho'yu en çok okunan çağdaş yazarlardan biri yaptı. 42 ülkede yayınlanan, 26 dile çevrilen Simyacı, benzersiz bir başarıya ulaştı. Paulo Coelho'nun kurduğu Paulo Coelho Enstitüsü, ülkesindeki yoksul çocuk ve yaşlılara yardım etmektedir. Coelho, Unesco'nun Kültürlerarası Diyaloglar programında danışman olarak görev yapmaktadır. Aynı zamanda İsviçre'nin Davos kentindeki Dünya Ekonomik Forumu'nu düzenleyen Schwab Vakfı'nın yönetim kurulundadır. Yapıtlarıyla pek çok ödül ve nişan alan Paulo Coelho, Brezilya'nın Rio de Janeiro kentinde yaşamaktadır.​
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Tutunamayanlar (Oğuz Atay)



Yayınevi : İletişim

Basım Yılı : 1972

Sayfa Sayısı : 724




Tutunamayanlar hayat gerçeği bir roman. Hayatın kendisi kadar karmaşık, çoğu zaman hayatın kendisi kadar anlaşılmaz... Oğuz Atay'ın vazgeçilmez kişilik analizleri ve ayrıntılar... Aydın bunalımları ve hangi düşünceye tutunmaya çalışsa onun anlamsızlığının farkına vardığında hissettiği hayal kırıklıkları... Bir insanın kendisiyle acımasız savaşı... .

Romanda her karakterde Oğuz Atay'dan bir parça görüyoruz sanki. Kişiler farklı ama sorgulamalar aynı. Bir şekilde başkasının penceresinden hayata bakışı tam olarak beceremiyor izlenimi veriyor yazar. Kitabın adı dahi kendini başkalarından ayıran, bir şekilde sanki acı çekmeye mecbur bir grup insanı tanımlıyor. Kitabın baş karakteri Turgut, kitabın adından da sezdiğimiz üzere sorgulayamadığı anlamlara tutunmak yerine kendi boşluğunda, kendinden bir türlü söküp atamadığı kendi karanlık deliğine düşmeyi yeğliyor.

Roman içinde roman olarak başlıyor roman. Kitap hakkındaki ilk eleştiriyi yapma hakkını da kimseye kaptırmıyor böylece yazar. Başından sonuna bir kendini dışardan görme çabası seziliyor Turgut karakterinde. En yakın arkadaşının intiharının ardından beraber kurduklarını, sorguladıklarını sandığı dünyasındaki en önemli dayanağı alıveriliyor böylece elinden. Turgut işte bununla beraber yeniden Selim'i keşfetmek için yolculuklara atılıyor. Selim'in hayatına girmiş önemli kişilerle görüşürken kendi iç sesi olarak devamlı Selim'le konuşuyor. Buradan da Turgut'un Selim'i kendine ne kadar yakın gördüğü kitap boyunca devamlı vurgulanmış oluyor.

Roman, bütününde hayatın sonsuz ihtimalleri içinde oluşan anlamlar ve onlara tutunmanın yararsızlığını hisseden insanları sorguluyor. Turgut devamlı kendini Selim'in adına eleştirme yolunda. Belki biraz da ölmüş can yoldaşına saygıdan hâlâ ona kendisini içten içe beğendirmeye çalışıyor. En samimi dostuyla beraber hayata bakışlarının farklılıklarını tekrar tekrar dile getirirken "olması gereken" hayatın insanlara gösterebileceği çok da kolay kabul edilebilir bir hayat olmadığının farkına varıyor.

Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar romanından dolu dolu hayat fışkırıyor. Hayatın o rasgele tesadüfleri, yer yer eğlenceleri, karmaşıklığı, kopukluğu ama uzaktan bakıldığında da akan bir nehir gibi süreğen ve devamlı oluşu kitabın geneline uzaktan şöyle bir bakışta tadılıyor. Bütün bunlara rağmen kolay okunur bir roman değil Tutunamayanlar. Yazar zaman zaman okuyucuların anlayamayacakları özel yaşam birikintilerinde koşturuyor, oradan oraya atlıyor, bazen kendince eğleniyor ve yaptığı göndermelerin uzaklığında karakterlerinin kendi yaşam alanlarındaki özerkliğinin altını çiziyor.

Sayfalarca noktalama işareti kullanmadan yazısına devam edebiliyor yazar. Ya da bundan 50 yıl öncesinde zor anlaşılacak bir metinle karşımıza çıkıp sayfalarca bir cümlesini anlarsak kendimizi şanslı sayacağımız yazıyı bize okutturmayı başarabiliyor. Orta Asya Türklerinden tutturup göndermelerle sayfalarca birikim dökebiliyor yer yer. Yalnız başına bir kitap olabilecek ve onlarca sayfa süren bir şiir ve açıklamasına küçük bir ayrıntıymış gibi yer verip geçiştirmesini başarabiliyor. Alışılmış küçük burjuva hayatının bakış açısıyla kendi özelliklerini bir yerin dibine batırıp bir göklere çıkaran Turgut aşktan, anarşizmden, romantizmden, evlilikten, hayatta karşılaşabileceğimiz her küçük ayrıntıdan bir hayat gerçeği çıkararak bize geri sunuyor. Küçük burjuva bunalımları bir türlü bitmek bilmiyor.

Yine de bu romanın ötesinde aranacak başka cevaplar var. Bu roman hayatın karmaşıklığını bir küçük burjuvanın gözünden ve hatta aynı Oğuz Atay'ın olduğu gibi bir inşaat mühendisinin gözünden görmesini haliyle çok iyi başarıyor. Hayatın anlamsızlığına doğru koşarken, delirmelerinde bile doğulu batılı entelektüel birikimin yükünden kurtulmaktan çekiniyor. Göndermeler yapmaktan vazgeçmiyor. Hayatının en içlerine kadar sinmiş bu yaşam tarzının ve muhtemelen Oğuz Atay'ın kendi çerçevelenerek tanımlanması çok zor olan yaşam tarzının içinde Oğuz Atay'ın kendi çıkmazlarına takılmak insanı rahatsız edebiliyor. Aslında bir bakıma roman da zaten hayatın bu zor yanını ele almak için yazılmış. Tutunamayanlar uzaktan soylu bir şekilde düşünmekten vazgeçemediği için acı çekmeye mahkum fedakar yüce kişiliklerin sıfatı olma gibi yönelimini taşısa da, tutunamamak gayet yalın ve rahatsız edici bir çağrışım yapan anlamıyla bize doğru yolu göstermeye çalışan bir sıfat olarak orada durmuyor.

Oğuz Atay'ın romanını belirli çerçeveler içine sokup onun hakkında yargılamalar yapmak çok zor. Uzunlukta olduğu kadar karmaşıklıkta da iddialı bu romanda yaptığımız her yargılama bizi bir yerde bir şey kaçırmış olma korkusuna sürüklüyor. Oğuz Atay'ın kendi dalgalanımlarına seyirci kalmaktan başka bir şey yapamayıp onu ne kadar denesek de tam olarak içimizde yaşayamıyoruz. Oysa hepimiz seziyoruz ki böyle bir insanda bizim daha anlamak isteyeceğimiz çok hayat gerçeği saklı. Oğuz Atay'a tutunmak istiyoruz, oysa o dönüp bize hep Tutunamayanlar'ı gösteriyor​
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Elif Şafak-Pinhan


Sabahları haylaz, geceleri ise sıkıntı deryalarında boğulan; doğuştan iki başlı, doğuştan iki bedene ve iki ruha sahip olan bir çocuğun; elmaların güzelliğine aldanıp girdiği ve gönlün nereyi gösterirse o yöne git diyen Durribaba’nın türbesine attığı adımla çıktığı yolculuğun hikayesidir Pinhan. Türbede geçirdiği yıllardan sonra gönlünün doğrultusunda İstanbul’da kendi gibi iki başlı bir mahalle bulur. Dört kapısından dört rüzgar giren bu mahallenin eski adı Akrep Arif yeni adı ise Nakş-ı Nigardır. Fakat bu iki isim birbirlerini hiç sevmezler de. Bir bayram sabahı başlayan kavgalarını sadece ve sadece mahallenin kendileri gibi ikibaşlı olan Pinhan bitirebilirdi. Giriştiği bu savaşın sonunda Pinhan vücudunda yolculuğa çıkar; kendi içindeki insanlarla savaşır, yıllardır yakasından düşmeyen bu utancı içindeki herkese gösterir ve kendini bulur.
Benim mekânım balçıktır/gıdam ise safi aşk/korku ile beslenmez imanım/korku dediğin safi yalandır/korku ile yakaran/bir kendini sever/aşk ile yanıp tutuşan/geçer serden/her dem yeniden tutuşturur küllerini.

Yazarı tanımayan bir kişi kitabın uzun zaman önce kaleme alındığını düşünebilir. Çünkü günümüzde kullanılmayan birçok Arapça ve Farsça kelimeye bu kitapta rastlamak mümkün. Bu da kitabın daha fazla gerçekçi olmasını sağlıyor. Edebi olarak bakıldığında da kesinlikle basit cümleler içermeyen roman, her sayfasında kendini size daha da fazla sevdiriyor.
Pinhan’a dervişlik yolunda eşlik ederken, her sayfada onunla birlikte bir damla daha arındığınızı hissedebilirsiniz. O zamanların bir İstanbul mahallesinde yaşayabilir, o zamanların insanlarıyla bir arada olabilirsiniz.
Görünenle yetinirsen eğer sadece tırtılı bilirsin. Çirkindir ya tırtıl, gönlünü çelmez. Görünenin ötesine geçmek istersen eğer, aradan örtüyü kaldırıp da gönül gözü ile bakarsan, kelebeği bulursun karşında. Güzeldir ya kelebek, gönlün ona akar. Lakin gönül gözünle görürsen eğer, kelebeğe değil tırtıla sevdalanırsın.

Yazar hakkında

1971 yılında Strasbourg'da doğdu. ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümünü bitirdi, yüksek lisansını aynı üniversitede Kadın Çalışmaları Bölümünde yaptı. "Bektaşi ve Mevlevi Düşüncesinde Kadınsılık-Döngüsellik" konulu master tezi Sosyal Bilimler Derneği'nce ödüllendirildi. İlk (öykü) kitabı Kem Gözlere Anadolu 1994 yılında, ilk romanı Pinhan 1997'de (1998 Mevlânâ Büyük Ödülü), ikinci romanı Şehrin Aynaları 1999'da, Mahrem (Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülü) 2000'de, Bit Palas ise 2002 yılında yayımlandı. Yazarın İngilizce olarak kaleme aldığı, 2004 yılında yayımlanan son romanı Araf ABD'nin öndegelen yayınevlerinden Farrar, Straus & Giroux'nun 2004 yayın programında yer alıyor.
Şafak, ABD'de yaşıyor ve Michigan Üniversitesi'nde "Ortadoğu'da Marjinal Kimlikler" ve "Kadın ve Edebiyat" dersleri veriyor.

Kitabın Künyesi

Adı: Pinhan
Yazarı: Elif Şafak
Yayınevi: Metris Yayınları
1.Baskı Yılı: 1997
Sayfa Sayısı: 224
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge

Böyle Buyurdu Zerdüşt







Yazarı : Friedrich NIETZSCHE
Yayınevi : İskele Yayıncılık
Çevirmen : Mustafa BAHAR
Basım Yeri / Tarihi : İstanbul / 2005 - Temmuz
Sayfa Sayısı : 308​

KİTAP HAKKINDA
Nietzsche'nin düşüncelerinin en yüksek düzeye eriştiği olgunluk dönemi, 'Böyle Buyurdu Zerdüşt' adlı eseri ile başlar. Bu eser Nietzsche felsefesinin ana kitabıdır.

Ecce Homo'da Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eseri için şöyle der:

'Yazılarımın içinde Zerdüşt'ün ayrı bir yeri vardır. Onunla insanlığa şimdiye dek verilen en büyük armağanı sundum. Binyılları aşan sesiyle Zerdüşt yazılmış en yüce kitap, gerçekten yüksekler kitabı olduğu gibi - insan denen olguyu uçurumlar boyu aşağısında bırakmıştır - hem de kitapların en derini, doğrunun en derin hazinelerinden doğmuş olanıdır; bir tükenmez kuyudur, içine daldırılan kova ancak altın dolu, iyilik dolu olarak çıkar'

Eser dört ana bölüme ayrılır. Her bölümde değişik insan davranışlarını ve insani olguları konu edinen başlıkların toplamı seksen üçtür. Nietzsche ilk iki kısmını 1883'te, üçüncü kısmını 1884'te, dördüncü ve son bölümünü ise 1885'te kaleme almıştır.

Eserin dili şiir ile düz yazı arasındadır. Bazı bölümler şiiirden çok düzyazıya, bazı bölümler ise düz yazıdan çok şiire yaklaşır. Fakat eserin bütünlüğünde şiir niteliği ağır basar. Nietzsche düşünürken de, yazarken de hem bir filozof hem de bir sanatçıdır, şairdir.

Anlatımı ve cümle kuruluşları Alman diline uymayan farklı bir söyleyiş tarzı içerir. Nietzsche dilin kuralları, kısıtlı anlatımı, dar kalıpları ile anlatamadığı düşüncelerini bir ozan bağımsızlığı ile dil ile oynayarak anlatmaya çalışır. En sığ sanılan anlatımlarda bile insanı şaşırtacak şekilde derinleşir.

Alman dilinin gelenekçi söyleyiş kurallarının dışına çıkan Nietzsche, yazılarını bir şiir uyumu içinde yazar, aklından geçeni yazıya dökerken dil bilgisi kurallarını bir yana iter; aforizmalar şeklinde yazdığı eserlerinin büyük kısmı imalarla, düşüncelerine dair ipuçları ile doludur. Olumlu başladığı bir cümleyi yada fragmanı olumsuz bitirir yada olumsuz başlar, olumlu bitirir. Alaycı, iğneleyici bir anlatımı vardır.

Bu yazım tarzı onun felsefesi ile ilişkilendirilebilir. Nietzsche için felsefe yaşam ile içiçedir. Filozof - Nietzsche'ye dek anlaşıldığı gibi - yaşamın ötesinde, yaşama karşı ezeli - ebedi bir takım ilkeleri, öncesiz- sonrasız hakikatleri ve olguları düşünen, soyutlama yapan, cam kulelerden hayatı seyreden kişi değildir. Nietzsche'de filozof bir birey olarak, bir yaratıcı olarak, değişmeden korunan her değere karşı bir savaşçı olarak, yaşamın tam ortasında, oluşun içinde, sorunsal olanın arayışında, putların tam karşısındadır.

'Felsefe bugüne dek anladığım, yaşadığım gibisi, yüksek dağda buz içinde gönüllü yaşamaktır - varlıkta yabancı, sorunsal olanı, şimdiye dek törenin yargıladığı herşeyi arayıştır.'

Filozof, bugüne kadar değişmeden kalan herşeyi değiştiren, doğru olduğuna inanılanların yanlışlığını, yanlış olduğuna inanılanların doğruluğunu gösteren, değerlerin yazılı olduğu levhaları kıran kişidir.

'Benim filozoftan anladığım şey o yakınında ne varsa hepsinin tehlike de olduğu korkunç dinamit...'

Nietzsche, 'inanmanın' karşısındadır. Çünkü inanmak sorgulamadan kabul etmektir, oysa Nietzsche hiçbirşeyi hatta kendi düşüncelerini bile sorgulamadan, onlara saldırmadan edemez.

'İnananlar istemiyorum ben; kendi kendime inanmak için bile çokça hayınım sanıyorum'

Nietzsche yaşanım ana niteliğini oluş ve değişme olarak kabul eder. Onun aynı kalan, değişmeye direnen, putlaştırılmış herşeye saldırması bu yüzdendir. Felsefe de yaşamın içinde, yaşamla içiçe olmalı; bu yüzden de tüm kalıplardan uzak durmalıdır. Felsefeyi bu şekilde tanımlayan Nietzsche'nin eserlerinde belli bir dilin kalıpları, kuralları içine hapsolmasını beklemek mantıksızlık olur.

Fakat anlatımdaki bu belirsizlik, bu yapıtın ve genel olarak da tüm eserlerinin yanlış yorumlanmasına, çoğunluklada düşüncelerinin bilinçli olarak saptırılarak, Nietzsche'nin asla savunmayacağı hatta tam karşısında olduğu görüşlerce kullanılmasına yol açmıştır. Nietzsche yanlış anlaşılacağını,bu tarz bilinçli saptırmaların olacağını ve bunlardan duyduğu rahatsızlığı şu şekilde ortaya koyar;

'Yığınlar için konuşmuyorum. Yüreğim oynuyor yerinden günün birinde beni ermişler katına koyacaklar diye. Anlıyorsunuz değil mi, bunu önceden çıkarıyorum ki sonradan benim adıma bir takım budalalıklara girişilmesin.'

Arthur Danto, Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün 'Herkes için olan ve Hiç kimse için olmayan' şeklindeki alt başlığı tam da bu kitaba uydun düşmektedir der. Gerçekten de Zerdüşt, herkes için yazılmıştır, ama onu doğru yorumlayacak insanlar yüzyıllar boyu hiç çıkmayabilir. Ama bu durum Nietzsche için bir üzüntü kaynağı olmaktan çok uzaktır. Aksine o sadece seçilmiş insanların kendisini anlayacağını, sürünün - yığının onu anlamayacağını yada yanlış anlayacağını Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün ve diğer eserlerinin bir çok kısmında belirtir.

Anlamıyorlar beni; bu kulaklara göre ağız değilim ben.'

'Her babayiğidin harcı değildir Zerdüşt'ü duyabilmek...'

Nietzsche yaşadığı dönemde (günümüze dek doğru yorumlanıp yorumlanmadığı da tartışılması gereken bir konu) hiç kimse tarafından doğru olarak yorumlanmamıştır. Ama o bu durum karşısında, yeryüzünün anlamı olacak kişiler için yazdığını onların ise ortaya çıkışının yüzyıllar alabileceğini belirtir. İşte Nietzsche onların habercisi, yol göstericisidir.

'Bu gün oltadır yazılarımın her biri; Kim bilir belki de herkesten ustayımdır olta atmakta. Hiç birşey vurmadıysa benim değil suç. Balık yoktu...'

Böyle buyurdu Zerdüşt'te Nietzsche kendisine sözcü olarak Zerdüşt'ü seçer. Eski İran peygamberi olan Zerdüşt, yani tarihsel Zerdüşt, dünyanın birer nesnel güç olan (tinsel nitelikte) iyi ile kötü arasında sürekli bir çatışma ve savaşın hüküm sürdüğü bir yer olduğuna inanır. Nietzsche bu görüşe tabiki katılmaz. Fakat Zerdüşt'ün 'iyi ve kötü' ye nesnel bir nitelik kazandıran, böylece gerçeği yaşamın dışına çıkaran ilk kişi olduğu için bu hatayı düzeltecek kişinin de o olması gerektiğini söyler. Bu nedenle kitapta Zerdüşt'ü kendine sözcü olarak seçer.

'Tam da benim, ilk töresizcinin ağzında Zerdüşt adı ne anlama geliyor, sormadılar bana; sormalıydılar; çünkü o İranlının tarihteki korkunç benzersizliğini yapan şey, benimkinin tam tersidir.'

Son söz...

Nietzsche'nin düşüncelerini, eserlerini anlamanın ve anlatmanın en iyi yolu her zaman onun gözü ile görebilmek, onun dili ile konuşabilmektir. Bu nedenle, bence Nietzsche'nin eserlerini okuyacak olan kişilere son söz yine Nietzsche tarafından söylenmelidir;

Sağlam dişler, bir de sağlam miğde

Budur dilediğim senin için!

Sindirebildinse kitabımı,

Barıştı demektir benimle yıldızın! '

YAZAR HAKKINDA
15 Ekim 1844’te doğmuştur. Babası Karl Ludwig Protestan Kilisesinde papazdı. Doğumu Prusya Kralı 4. Friedrich Wilhelm’in doğum gününe rastladığı için adı Friedrich Wilhelm koyulmuştur. Soyadının kaynağı kesin olarak belirlenememiştir. Çocukluk yıllarının en büyük üzüntüsü babasının sağlık durumunun genelde kötü oluşudur. Baba Karl Ludwig 1849’da hemen hemen körleşmiş olarak öldü. “1888-1889 kışı süresince görenlerin şaşırdıkları olaylar meydana geldi; öyle ki Nietzsche’nin, sahibinin dövdüğü bir atı korumak için önüne geçip, daha sonra ağlayarakatın boynuna sarılıp öptüğü bile görülmüştür.” Nietzsche 1889’un ilk günlerinde zihinsel yetilerini tümüyle kaybetti. Çıldırmasının nedeni öğrencilik yıllarında yakalandığı frenginin ilerleyerek üçüncü evreye girmesine bağlandı. On bir yıl boyunca bitkisel denebilecek bir hayat sürdü. 25 Ağustos 1900 tarihinde hayata gözlerini yumdu.
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
BUDALA







Yazar: Fyodor Dostoyevski
Çevirmen: Nihal Yalaza Taluy

Yayınevi: CAN YAYINLARI / Dünya Klasikleri Dizisi
Basım Tarihi: Şubat 1994
Sayfa Sayısı: 656
Isbn: 975-510-592-1



"Niyetim bütünüyle güzel bir insani anlatmaktır."


Dostoyevski, 1868 yılı başında bitirdiği Budala adlı romanı için, romanın zengin bir konusu olmadığını, düşündüklerinin onda birini bile dile getiremediğini söylüyordu, ama Budala, bu büyük yazarın ölümsüz romanlarından biri olarak bugünlere gelmeyi başarmıştır. Romanın kahramanı Prens Mışkin, saralıdır. Tedavi gördüğü İsviçre’den döndüğünde elindeki giysi çıkınından başka hiçbir şeyi yoktur. Yaşamı kendi iç dünyasını seyre dalmakla geçmektedir. İnsanlarla her türlü alışverişten arınmıştır. Budalalık derecesinde iyi olan Prens Mışkin, tam bir ermiş kişidir, sevmekten başka bir şey gelmez elinden. Müthiş bir zekâ sahibidir. Çevresindekiler onu her zaman yadırgarlar, ama onsuz da edemezler. Kendisi de saralı olan Dostoyevski, romanın kahramanına kendi kişiliğinden pek çok şey koymuştur. Prens Mışkin’in anıları, aslında Dostoyevski’nin anılarıdır. Prens Mışkin’in romanın bir yerinde anlattığı, siyasal görüşlerinden dolayı kurşuna dizilme cezası alan bir adamın öyküsü, aslında Dostoyevski’nin başından geçmiş bir olaydır. Bir tutku romanı olan Budala, Dostoyevski’nin yazdığı ilk büyük aşk romanıdır.


Yazar Hakkında
Rus romancısı Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, 1821'de Moskova'da doğdu, 1881'de Petersburg'da öldü. Annesini küçük yaşta kaybetti; babası Dostoyevski'yi Petersburg Mühendislik okuluna yazdırdı; babası da bir süre sonra öldü. Mühendislik okulunun bilimsel ve askeri disiplini, okumak, kitaplar yazmak isteyen Dostoyevski'nin eğilimleriyle hiç bağdaşmıyordu. Bu nedenle, öğrenimini bitirdikten sonra yoksul kalma pahasına kendini kitap yazmaya verdi; geçimini sağlamak içinse, çeviriler yapıyordu. Ancak, adını yavaş yavaş duyurmaya başlamışken genç liberallere katılmasıyla yaşamının akışı önemli ölçüde değişti. I. Nikolay'ın polisi tarafından tutuklandı; 8 ay hücrede kaldıktan sonra ölüm cezasına çarptırıldı. İnfaza birkaç saniye kala cezası dört yıllık Sibirya sürgününe çevrildi. Sürgününden uzun süre sonra, yeniden Petersburg'a dönme iznini elde etti; bu koşullar altında yeniden yazmaya başladı; yazdıklarıyla Çar II. Aleksandr'ı bile etkiledi. Yapıtlarının ses getirmesine karşın, Dostoyevski paraya kavuşamamıştı. Bundan sonra özel yaşamında büyük sıkıntılar yaşadı; sürgünden sonra sara nöbetlerinden de bir türlü kurtulamamıştı; ancak bu dönem, onun Karamazov Kardeşler, Ecinniler, Suç ve Ceza gibi en ünlü yapıtlarını kaleme aldığı dönem oldu. 28 Ocak 1881'de bir kanama sonucu öldüğünde, Rusya, bu eski mahkum için, görülmemiş bir cenaze töreni düzenledi. Dostoyevski'nin yapıtlarındaki en değerli yön, kuşkusuz, olağanüstü güçteki psikolojik tahlillerdir.



 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Bin Muhteşem Güneş-Khaled Hosseini




“Vatanımızın adı bundan böyle Afganistan İslam Emirliği’dir. Bunlar da bizim koyduğumuz, sizin uyacağınız yasalar:

Bütün vatandaşlar günde beş vakit namaz kılacaktır. Namaz vakti başka bir iş yaparken yakalanan, kırbaçlanacaktır.
Bütün erkekler sakal bırakacaktır. Meşru ölçü, çenenin altında, en az bir sıkılı yumruk uzunluğundadır. Bu emre uymayanlar, kırbaçlanacaktır.
Bütün erkek çocuklar türban takacaktır. Birinciyle altıncı sınıf arasındakiler siyah, daha yukarı sınıftakiler beyaz türban takacaktır. Bütün erkek çocuklar İslami kılıklar giyecektir. Gömlek yakaları düğmelenecektir.
Şarkı söylemek yasaktır.
Dans etmek yasaktır.
İskambil oynamak, satranç oynamak, kumarın her türü ve uçurtma uçurmak yasaktır.
Kitap yazmak, film izlemek, resim yapmak yasaktır.
Evinizde kuş beslerseniz, kırbaçlanacaksınız. Kuşlarınız öldürülecek.
Çalarsanız, elleriniz bileklerinizden kesilir. Bir daha çalarsanız, ayağınız kesilir.
Müslüman değilseniz, Müslümanların görebileceği bir yerde dua etmeyin. Bunu yapanlar kırbaçlanacak ve hapse atılacaktır. Bir Müslüman’ı kendi dinine döndürmeye çalışan kişi, idam edilecektir.
Kadınların dikkatine:
Evinizden dışarı çıkmayacaksınız. Kadınların sokaklarda amaçsızca dolaşması, caiz değildir. Dışarıya çıkarsanız, yanınızda mutlaka bir mahrem, erkek akrabanız bulunacak. Sokakta tek başına yakalanan kadın dövülecek ve evine gönderilecektir.
Her ne şart altında olursa olsun, asla yüzünüzü göstermeyeceksiniz. Dışarıdayken, burka’yla örtüneceksiniz. Aksi halde şiddetle kırbaçlanacaksınız.
Makyaj malzemeleri yasaktır.
Mücevher yasaktır.
Çekici, gösterişli giysiler giymeyeceksiniz.
Sizinle konuşulmadan, konuşmayacaksınız.
Erkeklerle göz göze gelmeyeceksiniz.
Uluorta gülmeyeceksiniz. Gülenler, kırbaçlanacaktır.
Tırnaklarınızı boyamayacaksınız. Boyarsanız, bir parmağınız kesilecektir.
Kızların okula gitmeleri yasaklanmıştır. Bütün kız okulları derhal kapatılacaktır.
Kadınların çalışması yasaklanmıştır.
Zinadan suçlu bulunursanız, taşlanarak öldürüleceksiniz.
Dinleyin. İyi dinleyin. İtaat edin. Allah-ü ekber.”



Bir gün kentinizin kırmızı Toyota pikapların istilasına uğradığını düşünün. Kasalarında silahlı, sakallı, kara türbanlı erkekler. Bütün sokaklarda kol gezen bu kamyonetlerden, hoparlörlerin bangır bangır yukarıdaki duyuruyu yaptığını…

Aynı mesajların minarelere takılmış ses yükselticilerden ve artık Şeriat’ın Sesi diye bilinen radyodan da yayınlandığını, sokaklara bu mesajları içeren broşürler, el ilanları atıldığını düşünün…

Bu değişimi yaşayan ülkede bir “kadın” olduğunuzu düşünün bir de!..

Evlilik dışı doğduğu için “harami” denen bir kız çocuğusunuz. Annenizin bu kelimeyi söyleme, daha doğrusu “tükürme” biçiminden; harami’nin istenmeyen bir şey olduğunu yani; başkalarının sahip olduğu şeylerde, sevgi, aile, yuva, topluma kabul edilme gibi konularda hiçbir zaman hak iddia edemeyecek gayrı meşru bir varlık olduğunu anlıyorsunuz.

Babanız size hiç böyle hitap etmiyor ama, hep ‘küçük çiçeğim’ diyor. Her Perşembe, tebessümlerle, armağanlarla, sevgi sözcükleriyle sizi görmeye geldiğinde, yaşamın sunabileceği bütün güzellikleri, bollukları hak ettiğinizi hissettiriyor. Bu yüzden babanızı seviyorsunuz; onu üç karısı ve dokuz meşru çocuğu ile paylaşmak zorunda olsanız bile.

Kentin en varlıklı adamlarından birisi babanız. Sineması, arsaları, mağazaları, lüks bir arabası, nüfuzlu dostları, bir aşçı, bir şoför ve üç hizmetçinin çalıştığı kocaman bir evi var.

Anneniz de bir zamanlar bu hizmetçilerden biriydi. Ta ki karnı şişmeye başlayıncaya kadar. Durum anlaşıldığında, kapalı kapılar ardında, alelacele durumu kurtaracak bir pazarlık yapılmış ve ertesi gün, babanız, annenize hizmetkarlar bölümündeki odasında bulunan üç parça eşyasını toplatmış ve evden yollamıştı. Çünkü onda, annenizin deyimiyle ‘onurlu şeyi’ yapacak, yani; ailesine, karılarına ve kayınlarına karşı gelecek, hatasının sorumluluğunu üstlenecek yürek yoktu.

Anneniz size bunu anlattıktan sonra söyle eklemişti:

“Bunu öğren, kafana iyice sok kızım. Pusulanın hep kuzeyi gösteren ibresi gibi, bir erkeğin suçlayan parmağı da daima, mutlaka bir kadını gösterir. Her zaman. Bunu hiç unutma. Seninle benim gibi kadınlara hayatta yalnızca bir, tek bir marifet gereklidir, o da zaten okulda öğretilmez. O da tahammül. Sabretmek. Katlanmak. Sahip olduğumuz tek şey bu yeteneğimizdir…”

Sonra bir gün, öteki kardeşlerinizle tanışmayı, o büyük ailenin bir parçası olmayı, iyi bir hayata sahip olmayı, kısacası artık babanızla birlikte yaşamayı istediğinizde size karşı çıkan annenizin biraz alayla ve duygu sömürüsüyle söylediklerinde ne kadar haklı olduğunu, bu isteğinizin hayatınızı ne kadar değiştireceğini asla bilemeyeceğinizi düşünün:

“… Seni umursadığını, evine kabul edeceğini sanıyorsun, ha? Seni kızı gibi görüyor… evine alacak, öyle mi? Bak sana ne diyeyim. Bir erkeğin kalbi fesat, habis bir şeydir. Bir ananın rahmine hiç benzemez. Kanamaz, sana yer açmak için genişlemez. Seni tek seven, benim. Bu dünyada sahip olduğun tek insan, benim; ben öldükten sonra, hiç kimsen kalmayacak. Hiçbir şeyin olmayacak. Bir hiç olacaksın!”

Kısacası, arkanızda bırakmakta olduğunuz, pek iç açıcı olmayan çocukluğunuz gibi, önünüzde uzanan gelecek te pek ümit verici değil, bilinmezliklerle dolu.


Hayata bu kadar da kötü başlamadığınızı düşünelim şimdi de:

Anne-babanız ve ağabeylerinizle birlikte yaşıyorsunuz, evin çok sevilen küçük kızısınız. Üniversite mezunu, kültürlü, öğretmenlik yapmış ancak şartlar nedeniyle artık bir fabrikada çalışmak zorunda kalan babanızın gözbebeğisiniz. Babanızın hayatta en çok önemsediği şey, önce güvenliğinizi sağlamak, sonra da okutmak…

Size çok zeki olduğunuzu, istediğiniz her şey olabileceğinizi, evliliğin bekleyebileceğini, ancak eğitimin beklemeyeceğini söylüyor babanız. Bir toplumun, kadınları eğitimsiz olduğu sürece başarılı olma şansı olmadığını düşünüyor. Size diyor ki:

“Daha çok küçüksün, biliyorum, ama bunu şimdiden anlamanı ve iyice öğrenmeni istiyorum. Evlilik bekleyebilir, eğitim beklemez. Sen çok, çok zeki bir kızsın. Gerçekten öylesin. İstediğin her şey olabilirsin, Seni tanıyorum. Ayrıca, bu savaş bittikten sonra Afganistan’ın erkekler kadar, belki daha da çok, sizlere gereksineceğini biliyorum. Çünkü bir toplumun, kadınları eğitimsiz olduğu sürece başarıya ulaşma şansı hiç yoktur. Hiç yoktur.”

Onun gibi bir babanız olduğu için çok seviniyorsunuz, size ilişkin düşünceleri koltuklarınızı kabartıyor, zaten siz de eğitiminizi sonuna kadar, inatla sürdürmeye kararlısınız. Son iki yıldır, okulun en başarılı öğrencisisiniz. Sevdiğiniz arkadaşlarınız, yüreğinizi heyecanla çarptıran, size değer veren, koruyan, çok iyi anlaştığınız özel birisi de var. Sizi hiç hayal kırıklığına uğratmayan…

Kısacası geleceğe ümitle bakıyorsunuz, gerçekleştirmeyi planladığınız, sevdiklerinizden onay gören, desteklendiğiniz düşleriniz var.



Kendinizi yerlerine koymanızı istediğim bu iki kızın hayatlarının, durup dururken, kendilerinin hiçbir payı olmadan, nasıl değişebileceğini, nasıl kesişebileceğini merak ediyorsanız…

“Kadın” olmanın, “insan” olmakla bir tutulmadığı bir düzenin, nasıl ve neden var olabileceğini, kabul edilebileceğini, desteklenebileceğini öğrenmek istiyorsanız…

Kalbiniz okuduklarınızı kaldırmaya, tanık olacaklarınıza katlanmaya dayanacak kadar güçlü ise…

Ve en önemlisi; gözlerinizi gerçeklere açmaya hazırsanız…


“Bin Muhteşem Güneş”i okuyun.


Kitaba adını veren, Saib-e-Tabrizi’nin şiirinin etkileyici dizeleri ile son vermek istiyorum sözlerime:

“Bu kentin ne çatısını aydınlatan ayları sayabilirsin,
Ne de duvarlarının gerisinde gizlenen bin muhteşem güneşi.”


Fidel KAPLAN




Bin Muhteşem Güneş

Khaled Hosseini

Everest Yayınları

“Nereye giderseniz gidin, ülkeniz peşinizden gelir. Artık siz orada yaşamasanız da o içinizde yaşar. Afganistan'ın Khaled Hosseini'de yaşadığı gibi...

Bin Muhteşem Güneş, ilk romanı Uçurtma Avcısı'yla tüm dünyada inanılmaz bir başarı yakalayan Hosseini'nin ikinci romanı. Yazar bu romanında da yine doğduğu toprakları anlatıyor. Bu kez iki kadının kesişen yaşamları ve dostlukları üzerinden...

Küçük yaşta evlendirilen kızlar, çocuğu olmayan kadınlar, babaya ya da çocukluk arkadaşına duyulan, geçmişe gömülmüş aşklar...

Khaled Hosseini, hasreti, dostluğu, aşkı ve insanlığı en iyi anlatan yazarlardan. Başarıyla kurduğu olay örgüsüyle, çıkmaz yolların nasıl düzlüklere açılabileceğini gösteren yaratıcı bir kalem.



 

Ata Kızı

Angel Of Revenge



Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez)


Yayınevi : Can Yayınları
Yazarı : Gabriel Garcia MARQUEZ
Çevirmen : Seçkin SELVİ
Basım Yeri / Tarihi : İSTANBUL / 1998 - Ocak
Sayfa Sayısı : 416
Tür: Dünya Edebiyatı
Aldığı Ödüller : Nobel Ödülü, 1982 (Edebiyat)

Kitap Hakkında:

Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazmaya başladığında, çocukluğumdan beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli, kocaman bir evde, toprak yiyen bir kızkardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları bir örnek bir yığın akraba arasında geçen çocukluk günlerimi, sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı iki yıldan daha az bir sürede yazdım. Ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı... Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım... Bu romanı büyük bir dikkatle ve keyifle okuyan ve hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan hiçbir şey anlatmamıştım. Kitaplarımda gerçekliğe dayanmayan tek satır bulamazsınız.

Yazar Hakkında:

1928 yılında Kolombiya'da doğan García
Márquez, büyükannesiyle büyükbabasının evinde, teyzelerinin yanında büyüdü.
Boş inançlara bağlı, olağanüstü olayları doğallıkla anlatan, her söylenene inanan bu kadınların anlattıkları, García Marquez'in üslubunun biçimlenmesine yardımcı olmuştur. Roman yazmaya
başlamadan önce gazetecilik yapan García
Marquez, bu deneyimi sayesinde romanlarındaki büyülü gerçekçiliği, tuzağa düşmeden, ayaklarını yere sağlamca basarak işleyebilmiştir. García Marquez, romanlarının korsan basımlarının yüzbinleri bulması üzerine kitaplarının, anayurdu Kolombiya'da yayınlanmasını yasaklamıştır. 1967'de yayınlandığında edebiyat dünyasında büyük yankılar uyandıran Yüzyıllık Yalnızlık'tan sonra García Marquez çarpıcı bir anlatımla, büyülü gerçekçilikle işlediği pek çok roman yazmış, 1982'de de Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer bulunmuştur. García Marquez, Latin Amerika'yı ilkel güzelliği ve el değmemişliği içinde tanıtırken, düş ile belleği, olayların akışını gösterişsiz, ama şaşırtıcı bir üslupla birbirine karıştırırken, tarihsel doğruluğa ve gerçekliğe bağlı kalmaya
da özen gösteren bir yazar.
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
İnsan Ne ile Yaşar?/Lev Nikolayeviç Tolstoy...







Kitap Kahramanları

Matryona
Simon
Mihael

Kitapta bir meleğin Allah tarafından cezalandırılışı anlatılmaktadır.

----------------------------------------------------------------------------

Simon ne evi nede kendine ait toprağı olan bir kunduracı. Karısı ve çocukları ile kulübede yaşıyordu. Emek ucuz ekmek ise pahalı...

Bir gün Simon koyun postu almak için köye gidecekti. Köye gitti ve koyun postunu satın alacağı kişi evde yoktu. Simon geri dönmeye koyuldu. Geri dönerken Türbenin arkasında oturan çırıl çıplak adamı gördü. Orada oturan adam Mihael yani Allah tarafından cezalandırılan melekti. Simon önce korktu ve görmemezlikten geldi. Sonra içine bir kurt düştü geri döndü. Adamın üstünde herhangi yara,bere yoktu. Adam oracıkta yaslanmış oturuyordu. Mihael gözlerini açtı ve Simon'un yüzüne baktı. Bu bakış Simon'un adamı sevmesine yetti. Simon üstündeki birkaç parça eşyayı Mihael e verdi ve ikisi beraber evin yolunu tuttular.

Eve geldiklerinde Simon'un karısı Matryona kızgındı. Eve bir dilenci getiriyor diye sinirlenmişti. Üstelik üstünde Simon'un eşyalarını görünce siniri iki katına çıktı. Matryona Simon'u yanına çağırdı ve konuştu. Simon birden itiraz etti.
"Neden ön yargılı davranıyorsun? Önce adama sor neyin nesisin diye! " dedi. Matryona dahada öfkelendi. Ardından yemek yediler. Matryona Mihael e yemek verdi ve Mihael gülümsedi,yüzünde bir nur açığa çıktı.

Simon adam hakkında herhangi bir bilgi hala bilmiyordu. Sabah uyandığında ilk işim ona soru sormak olacak dedi ve uyudu.

Sabah olduğunda Simon kalktı Mihael hala uyuyordu. Simon un sesine birden uyandı. Simon ona ne iş bilirsin dedi. Ve o hiç bir iş bilmem dedi. Simon birden şaşırdı. Öğrenmek istiyormusun dedi ve İnsanlar çalışır, bende çalışacağım dedi. Simon sonra adını sordu ve Mihael dedi. Mihael kendi hakkında en ufak birşey bile söylemedi.

Ardından Simon Mihael'i Kundura dükkanına aldı ve çalışmaya başladılar. Mihael işi 1 ayda öğrenmesine rağmen Simon'dan daha güzel işler yapıyordu. Kaynakwh: Kaynakwh:

Bir kış günü Simon ve Mihael çalışırken kızağa koşulmuş üç atın çektiği, zilleri olan bir araba kulübelerinin önüne geldi. Merakla pencereden dışarı baktılar. Kürk paltolu biri arabadan indi. Matryona yerinden fırlayıp kapıyı hemen açtı. Simon ayağa kalktı ve beyefendi ye selam verdi. Ve şaşkın şaşkın ona baktı.

Beyefendi yardımcısından deriyi getirmesini istedi. Ve Simon'dan onun için bir çizme yapmasını istedi. Bir yıl giymek istediğini , ne şekli bozulsun ne dikişleri sökülsün isteyen bir çizme yapmasını istedi. Simon kızgın adamı görünce korkmuştu ve yavaşca Mihael e işi alıp almaması gerektiğini sordu. Mihael evet al dedi. Ve Simon beyefendinin ölçüsünü aldı. Beyefendi diz kısmını dar yapmamasını istedi. Beyefendi Mihael'e ona iyi bak dedi. Bu çizmelerin 1 yıl dayanmasını istediğini söyledi. Mihael oraya baktı ve tekrar gülümsedi yüzünde nur açığa çıktı .

Mihael ve Simon işi yapmaya koyuldu. Fakat Mihael çizme değil Terlik yapmıştı. Simon aniden bağırdı Ne yaptın diye. Aniden beyefendinin yardımcısı içeriden girdi. Beyefendinin karısı çizmeler için göndermişti. Ve artık o çizmelere ihtiyacı olmadığını, beyefendinin öldüğünü söyledi. Buradan ayrıldıktan sonra eve kadar bile yaşamadığını söyledi. Mihael ardından deriden artakalanları topladı,sardı yaptığı hafif terlikleri birbirine vurup önlüğüne sildi sonrada onları deri paketiyle birlikte uşağa verdi.

Ve birgün ikisi dükkanda durarken bir kadın ve iki çocuk geliyordu. Mihael onları görünce yine gülümsedi ve yüzünde nur açığa çıktı. Kadın içeriye girdi ve iki kız için baharlık deri ayakkabı yaptırmak istediğini söyledi. Ve ardından Simon'a hikayeyi anlattı.


...

Simon Mihael e sordu "Yüzün neden ışıldıyor neden 3 kez gülümsedin ? "
Ardından Mihael cevap verdi "Çünkü cezalandırılmıştım. şimdi Allah beni affetti. Bu yüzden ışıyorum ve üç defa gülümsedim nedenmi ? Çünkü Allah beni 3 hakikati öğrenmem için Dünyaya yolladı. ." Simon tekrar sordu. "Neden Allah seni cezalandırdı?" Ardından Mihael tekrar cevap verdi " Çünkü ona itaat etmedim. Allah beni o annenin ruhunu almak için Dünyaya göndermişti. fakat Mihael acımıştı anneye. Çünkü o çocukları emzirecek kişi yoktu. Ve ben annenin ruhunu almadım tekrar semaya erdim. Ardından Allah beni cezalandırdı."

Simon ve Matryona heyecanla onu dinliyordu. Matryona'nın içi öylesine ferahlamıştı ki... Ardından Simon sordu " Neymiş o üç hakikat?"
Mihael cevapladı " Allah'ın bana söylediği ilk soru şuydu. 'İnsanın kalbine ne hükmeder?' ve anladım ki insanın kalbine sevgi hükmeder. ikinci soru ise 'İnsana ne verilmemiştir ? ' İnsana kendi ihtiyaçlarının bilgisi verilmemiştir. ve üçüncü soru ise 'İnsan ne ile yaşar?' ve anladım ki İnsanın elinde hiçbirşey olmasa bile Allah sevgisi olsun yeter. Yani insan Allah'a inanmadan yaşayamaz...

 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Nutuk

Mustafa Kemal Atatürk


KİTABIN ÖZETİ
Nutuk yeni Türkiye devletinin yazılan ilk tarihidir. Yazarı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Yaptığı tarihi gelecekteki Türk insanına tanıtabilmek amacıyla bu kitabı kaleme almıştır.

Nutuk: Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisinin 15-20 Ekim tarihleri arasında Ankara da toplanan İkinci Kongresinde okunmuştur. Konuşma otuz altı buçuk saat sürmüştür.
Nutuk 1919’dan başlayarak 1927 ye kadar olan tarih dilimini incelemektedir. Bu dönem üç bölümde ele alınmıştır.

1) Kuva-i Milliye (Ulusal güçler) Dönemi
Nutukta yeni Türkiye Devletinin kuruluşu anlatılmaktadır. Yeni Türk devletinin kurulmasındaki maksat da şu şekilde açıklanmıştır: Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu da tam bağımsız olmakla sağlanabilir. “Ne kadar zengin olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan ileriye gidemez.” demiştir ve Mustafa Kemal Atatürk şu sözleri söylemiştir “Türkün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksektir. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir.” Diyerek kurtuluş isteyenlerin parolasının “Ya bağımsızlık ya ölüm olduğunu “ söylemiştir.
Burada devlet kurmanın zorlukları görülmektedir. Atatürk Samsun’a çıktığı anda ülkenin genel durumu; Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu topluluk savaşta yenilmiş Osmanlı Ordusu zedelenmiş, koşulları ağır bir ateşkes imzalanmış, ulus yorgun ve bitkin bir durumda, ulusu ve ülkeyi savaşa sürükleyenler yurttan kaçmış, padişah ve halife soysuzlaşmış, kendini ve tahtını koruyacak alçakça önlemler araştırmakta, hükümet yüzsüz, onursuz, korkak, ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta, yurdun dört bir yanındaki topluluklar devletin bir an önce çökmesine çaba harcıyorlardı. Bu şekilde açıkladıktan sonra ulus egemenliğine dayanan kayıtsız şartsız yeni bir devleti kurmak için izlediği politikayı, karşılaştığı güçlükleri bunalımları ve çatışmaları anlatmaktadır. Bu haliyle Nutuk, sömürgeci devletlerin altında yaşayan uluslara kurtuluş yolunu gösteren bir yapıt özelliği taşımaktadır.

2) Türkiye Büyük Millet Meclisi Dönemi
Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de açılmış ve o günden sonra tüm askeri ve sivil makamların ulusun başvuracağı en yüce katın Meclis olacağını halkına bildirmiş ve Meclis, Mustafa Kemal Atatürk’ün açık ve gizli oturumlardaki bir iki gün süren açıklamaları ve konuşmalarından sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı seçmiştir.

3) Cumhuriyet Dönemi :
Atatürk İsmet Paşa ile birlikte bir yasa tasarısı hazırladı. Bu tasarıdaki 20 Ocak 1921 tarihli anayasanın devlet biçimini saptar maddelerini değiştirerek birinci maddenin sonuna “Türkiye Devletinin Hükümet biçimi Cumhuriyettir” cümlesini ekleyerek maddeyi değiştirmiştir ve yapılan Meclis toplantısında Anayasanın Değiştirilmesi ile ilgili maddenin görüşülmesi kabul edildi. Toplantı sonunda yasa birçok milletvekilinin “Yaşasın Cumhuriyet” söylemleri ile kabul edildi ve böylece 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş oldu. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Oylamada Mustafa Kemal Atatürk toplantıya katılan yüz elli sekiz kişinin tümünün oylarını alarak Cumhurbaşkanı seçildi.
Nutuk sömürge ulusların bağımsızlıklarını kazanmaya yardımcı olacak bir program niteliğindedir. Bu eser okunduğunda Türk kurtuluş savaşının bir askeri savaş olduğu kadar bir düşünce savaşı da olduğu görülmektedir.
Nutuk, Mustafa Kemal Atatürk’ün halkına verdiği bir hesap pusulasıdır. Çünkü ulusal kurtuluş savaşı boyunca o halkıyla birlikte olmuştu ve halkına “Hayat demek savaş ve çarpışma demektir. Hayatta başarı yüzde yüz savaşta, başarı kazanmakla elde edilebilir. Bu da manevi ve maddi güce dayanır. İnsanların uğraştığı tüm sorunlar, karşılaştığı tüm tehlikeler, elde ettiği başarılar toplumca yapılan genel savaşın dalgaları içinde doğar.” Sözlerini söylemiş ve halkından can istemiş, halk seve seve vermiş, mal istemiş, halk seve seve vermiştir. Bunlar nerede, nasıl, niçin, harcanmış ? Nutuk halkın kafasındaki bu sorulara da açıklık getirmiştir.
Türk halkından alınan canın ve malın ülkenin işgalinden, ulusun kölelikten kurtularak onurlu, bağımsız, çağdaş bir devlet ve toplum olarak yaşaması için harcandığını belgeleriyle açıklamaktadır. Atatürk bu eserinde, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun bağımsızlığını nasıl kazandığını, bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalışmış ve Türk gençliğine bıraktığı kutsal armağanı şu sözlerle noktalamıştır;“ Bu uzun ve ayrıntılı sözlerim tarihe mal olmuş bir devrin öyküsüdür, burada ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtmiş isem kendimi mutlu sayacağım” demiş. Nutuk, yeni Türkiye devletinin nasıl kurulduğunu merak eden tüm insanlarımızın okuması gereken bir başucu eseridir. Bundan dolayı siyasi yaşantımızda olduğu kadar, devlet felsefesinde de kullandığımız en baş eserdir.
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Elif Şafak - Pinhan





Sabahları haylaz, geceleri ise sıkıntı deryalarında boğulan; doğuştan iki başlı, doğuştan iki bedene ve iki ruha sahip olan bir çocuğun; elmaların güzelliğine aldanıp girdiği ve gönlün nereyi gösterirse o yöne git diyen Durribaba’nın türbesine attığı adımla çıktığı yolculuğun hikayesidir Pinhan. Türbede geçirdiği yıllardan sonra gönlünün doğrultusunda İstanbul’da kendi gibi iki başlı bir mahalle bulur. Dört kapısından dört rüzgar giren bu mahallenin eski adı Akrep Arif yeni adı ise Nakş-ı Nigardır. Fakat bu iki isim birbirlerini hiç sevmezler de. Bir bayram sabahı başlayan kavgalarını sadece ve sadece mahallenin kendileri gibi ikibaşlı olan Pinhan bitirebilirdi. Giriştiği bu savaşın sonunda Pinhan vücudunda yolculuğa çıkar; kendi içindeki insanlarla savaşır, yıllardır yakasından düşmeyen bu utancı içindeki herkese gösterir ve kendini bulur.
Benim mekânım balçıktır/gıdam ise safi aşk/korku ile beslenmez imanım/korku dediğin safi yalandır/korku ile yakaran/bir kendini sever/aşk ile yanıp tutuşan/geçer serden/her dem yeniden tutuşturur küllerini.

Yazarı tanımayan bir kişi kitabın uzun zaman önce kaleme alındığını düşünebilir. Çünkü günümüzde kullanılmayan birçok Arapça ve Farsça kelimeye bu kitapta rastlamak mümkün. Bu da kitabın daha fazla gerçekçi olmasını sağlıyor. Edebi olarak bakıldığında da kesinlikle basit cümleler içermeyen roman, her sayfasında kendini size daha da fazla sevdiriyor.
Pinhan’a dervişlik yolunda eşlik ederken, her sayfada onunla birlikte bir damla daha arındığınızı hissedebilirsiniz. O zamanların bir İstanbul mahallesinde yaşayabilir, o zamanların insanlarıyla bir arada olabilirsiniz.
Görünenle yetinirsen eğer sadece tırtılı bilirsin. Çirkindir ya tırtıl, gönlünü çelmez. Görünenin ötesine geçmek istersen eğer, aradan örtüyü kaldırıp da gönül gözü ile bakarsan, kelebeği bulursun karşında. Güzeldir ya kelebek, gönlün ona akar. Lakin gönül gözünle görürsen eğer, kelebeğe değil tırtıla sevdalanırsın.

Yazar hakkında

1971 yılında Strasbourg'da doğdu. ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümünü bitirdi, yüksek lisansını aynı üniversitede Kadın Çalışmaları Bölümünde yaptı. "Bektaşi ve Mevlevi Düşüncesinde Kadınsılık-Döngüsellik" konulu master tezi Sosyal Bilimler Derneği'nce ödüllendirildi. İlk (öykü) kitabı Kem Gözlere Anadolu 1994 yılında, ilk romanı Pinhan 1997'de (1998 Mevlânâ Büyük Ödülü), ikinci romanı Şehrin Aynaları 1999'da, Mahrem (Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülü) 2000'de, Bit Palas ise 2002 yılında yayımlandı. Yazarın İngilizce olarak kaleme aldığı, 2004 yılında yayımlanan son romanı Araf ABD'nin öndegelen yayınevlerinden Farrar, Straus & Giroux'nun 2004 yayın programında yer alıyor.
Şafak, ABD'de yaşıyor ve Michigan Üniversitesi'nde "Ortadoğu'da Marjinal Kimlikler" ve "Kadın ve Edebiyat" dersleri veriyor.

Kitabın Künyesi

Adı: Pinhan
Yazarı: Elif Şafak
Yayınevi: Metris Yayınları
1.Baskı Yılı: 1997
Sayfa Sayısı: 224
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Wilhelm Reich - Dinle Küçük Adam





Sana kendi içimdeki küçük adamı anlatmakla işe başlayacağım...

"... ben ne kızıl, ne kara, ne de beyazım. ben hristiyan, yahudi, müslüman, mormon, poligam, homoseksüel, anarşist ya da boksör de değilim.
ben bir kadını/erkeği, onunla evli olduğumu kanıtlayan evlilik cüzdanına sahip olduğum ya da cinsel açlığımı doyurabilmek için değil, gerçekten sevip ona değer verdiğim için kucaklarım.
ben çocukları dövmem, balık tutmam, karaca ya da geyik avlamam. ama hedefi onikiden vururum.
ben briç oynamam ve öğretilerimi yaygınlaştırmak için partiler vermem. eğer öğretim doğruysa zaten o kendiliğinden yaygınlaşacaktır.
eğer benden daha iyi hekim değilse, çalışmalarımı bir tıp yöneticisinin eline bırakmam. ve buluşlarıma kimin hükmedeceğine ya da etmeyeceğine ben karar veririm.
ben yasal kurallara anlamlı oldukları sürece tam olarak uyarım ama aşılmışlarsa ya da anlamsızlarsa onlarla mücadele ederim. (hakime koşma hemen küçük adam, çünkü o da dürüst bir insansa aynı şeyi yapar.)
ben çocukların ve gençlerin bedensel aşklarını yaşamalarını ve rahatsız edilmeden tadını çıkarmalarını isterim.
ben insanların doğru dürüst dindar olmak için aşk yaşamlarını yıkacaklarına, bedenlerine ve ruhlarına zarar vereceklerine inanmıyorum.
ben senin 'tanrı' olarak adlandırdığın şeyin gerçekten var olduğunu ama senin düşündüğünden farklı, senin içinde ve dışında, vücudundaki sevgi olarak, dürüstlüğün olarak ve doğayı hissetmen olarak bir kozmik temel enerji olduğunu biliyorum...

... sana şunu söyleyeyim küçük adam; içindeki en iyi şeylerin anlamını yitirdin. onu boğdun başkalarında, çocuklarında, karında, kocanda, babanda, annende, nerede gördüysen orada onu öldürdün. sen küçüksün ve küçük kalmak istiyorsun küçük adam..."

******
"...dinle küçük adam!

sana "küçük adam", "sıradan insan" diyorlar; yeni bir çağ, "sıradan insan çağı" başladı diyorlar. bunu söyleyen "sen" değilsin küçük adam. onlar söylüyor bunu, büyük ulusların başbakanları, koltuklanmış işçi liderleri, kentsoylu ailelerin tövbekar evlatları, devlet adamları söylüyor, filozoflar söylüyor sana bunu. geleceğini eline veriyor, geçmişinden hiç sual etmiyorlar.

korkunç bir geçmişin mirasçısısın sen küçük adam. mirasın, avucunun içinde alev alev yanan bir elmastır. bunu sana söyleyen, benim; beni dinle.

her doktor, her ayakkabıcı, teknisyen ya da eğitimci, işini doğru dürüst yapmak ve yaşamını kazanmak için, eksikliklerini bilmek zorundadır. birkaç on yıldır, şu yeryüzünde yönetici rolü oynamaya başlamış bulunuyorsun. insanlığın geleceği, senin düşüncelerine ve senin yapacağın şeylere bağlıdır. ama öğretmenlerin ve efendilerin, aslında nasıl düşündüğünü ve gerçekte ne olduğunu söylemiyorlar sana; seni kendi geleceğine egemen olma yetisi verebilecek yönde eleştiren ve bu eleştiriyi dile getirme yürekliliğini gösteren tek kişi yok. yalnız bir anlamda "özgürlüğüne sahip"sin sen; kendi yaşamını yönetmeyi öğrenmeme ve kendini eleştirmeme özgürlüğüne sahipsin.

şöyle bir yakınmayı hiç duymadım senin ağzından: "gelecekte kendimin ve dünyamın efendisi olmak yolunda yürütüyorsunuz beni, peki ama, insanın nasıl kendi kendisinin efendisi olacağını anlatmıyorsunuz hiç, düşünce ve davranışlarımdaki yanlışları bana söylemiyorsunuz."

yönetimi elinde tutan kişilerin, "küçük adamı" yönetmelerine izin veriyorsun. ama sen, hiç sesini çıkarmıyorsun. yönetimi elinde tutan güçlülere, ya da kötü niyetli güçsüz adamlara seni temsil etme yetkisini veriyorsun. her seferinde aldatıldığını anlıyorsun, ancak bunu anladığında, iş işten geçmiş oluyor."
*****
"...yaptığın her şey eğreti, küçük adam: evini bir kum tepeciğinin üzerine kurmuşsun, yaşamın, kültürün ve uygarlığın, bilimin ve tekniğin, sevgin ve çocuklarına verdiğin eğitim, hep eğreti. bunu bilmiyorsun, bilmek de istemiyorsun; sana bunu söyleyen büyük adamı da öldürüyorsun.

büyük bir bunalım içinde, gelip gelip aynı soruları soruyorsun:

"çocuğum çok inatçı, her şeyi kırıp döküyor, geceleri karabasanlarla uyanıyor, aklını derslerine veremiyor, kabızlık çekiyor, benzi soluk, yüreği katı. ne yapmalıyım? bana yardım et!"

ya da: "karım bana karşı cinsel istek duymuyor, beni hiç sevmiyor. bana işkence ediyor, sinir nöbetlerine tutuluyor, bir yığın erkekle geziyor. ne yapmalıyım? söyle!"

ya da: "yeni ve çok daha öldürgen, korkunç bir savaş patladı; oysa biz tüm savaşları önlemek için yapmıştık son savaşı. şimdi ne yapacağız?"

ya da: "varlığıyla övündüğüm uygarlık, enflasyon nedeniyle çöküyor. milyonlarca insan yiyecekten yoksun, ölüm açlığı içindeler, birbirlerini öldürüyor, çalıp çırpıyor, insanlıktan çıkıyorlar. umutlarını yitirdiler. ne yapmalıyız?"

"ne yapmalıyım?", "ne yapabilirim?"... sonsuz geçmişten beri, yüzyıllardır aynı soruyu soruyorsun.

"hakikati güvenliğe yeğ tutan bir yaşam biçimi içinde elde edilen büyük başarı ve bulgunun yazgısı şudur: senin tarafından büyük bir açgözlülükle yalanıp yutulmak ve sonra gene senin tarafından dışkı olarak atılmak."

büyük, yürekli ve yalnız olan birçok adam, ne yapman gerektiğini çoktan söyledi sana. onların öğretilerini çarpıttın, kırıp döktün ve ortadan kaldırdın. her seferinde onları ters tarafından yakaladın; büyük hakikati değil de küçücük yanlışı yaşamının yol göstericisi olarak gördün; hristiyanlıkta, toplumbilim öğretisinde, halkın egemenliği konusunda, yani kısacası, elini değdirdiğin her konuda büyük doğruyu değil, küçük yanlışı seçtin. bunu neden yaptığını soruyorsun,ha? bu sorunun ciddi olduğunu sanmıyorum. sorunu yanıtlarsam, hakikati işittiğinde önüne geleni öldürecek denli öfkeleneceksin:

evini derme-çatma kurdun ve bütün bunları böyle yaptın, çünkü "içinde yaşamı duyma" yetisinden yoksunsun; çünkü çocuklarındaki sevgiyi daha doğmadan öldürüyorsun; hiçbir canlı ifadeye, hiçbir özgür, doğal davranışa karşı hoşgörülü davranamazsın, doğallığa dayanamazsın çünkü. dayanamadığın için de, korkuyor ve şunu soruyorsun: "bay jones ne der?", "yargıç smith ne der acaba?

*****
"...kes sesini sevgili küçük adam. yaşamın çok sefil, çok perişan, sesini çıkaracak halin yok. seni kurtarmak istiyor değilim, ama sırtında beyaz bir gecelik, suratında maske, acımasız kanlı elinde bir iple beni asmaya bile gelsen, sana söyleyeceklerimi, bu konuşmamı tamamlayacağım. kendi boynunu ipe dolamadan beni asamazsın sen küçük adam. çünkü ben, senin yaşamını, dünyayı içinde duymanı, senin insanlığını, sevgini ve yaşama sevincini temsil ediyorum. yok, hayır, beni öldüremezsin, küçük adam. bir zamanlar sana gereğinden çok inanıyordum ya hani, o vakit senden korkuyordum da. şimdi seni aştım ama; binlerce yılın bakış açısından görebiliyorum seni, binlerce yıl geçmişten ve binlerce yıl gelecekten bakıyorum sana. kendinden-korkma duygundan kurtulmanı istiyorum. daha mutlu ve daha insana yaraşır bir yaşam sürmeni istiyorum..."

* * *

"...sen hicbir sey degilsin, kucuk adam, hem de hicbir sey. bu uygarligi kuran sen degilsin. akli basinda efendilerden yalnizca birkaci kurdu bu uygarligi. bir kurma isinin icine girdiginde, neyi kurmakta oldugun konusunda hicbir fikrin yoktur. ayrica, ozgur de degilsin, kucuk adam. ozgurlugun ne oldugu konusunda hicbir fikrin yok. ozgurluk icinde yasamasini bilmezsin bile. (...) ozgurluk konusunda terbiyesizlik ediyorsun, kucuk adam. ama ozgurlugu kustahlikla karistirmak koleligin ozgun ozelliklerindendir."

*****
"... diktatörler, despotlar, kurnazlar, zehirliler ve sırtlanlara bir yaşlı bilgenin kelimeleriyle sesleniyorum:

kutsal sözler ektim yeryüzüne
kötülükler silinecek yakında
palmiyeler solduğunda
kayalar parçalandığında
anlı şanlı krallar
gazel misali
havaya savrulacak
tufandan çıkan bir gemi
benim sözlerimi taşıyacak
ve tohumlar yeşerecek dünyada
"...kendini şimdiki konumundan farklı hissedebileceğini düşünmeye cesaret bile edemiyorsun: boynu bükük olmak yerine özgür; plancı olmak yerine ise açık; bir hırsız gibi gece değil de, gündüz de sevebilen. sen aslında kendini aşağılıyorsun, küçük adam. 'ben kimim ki bir fikrim olsun, hayatımı belirleyeyim ve dünyayı sahipleneyim!' gerçek büyük adamdan tek bir farkın var: büyük adam da bir zamanlar küçük adamdı, fakat sadece tek bir özelliğini geliştirdi; nerede küçük ve kısıtlı düşünmesi ve davranması gerektiğini biliyordu. herhangi bir görevin baskısı altında, zamanla küçüklüğünün ve önemsizliğinin nasıl mutluluğunu tehdit ettiğini hissetmeyi öğrendi. demek ki büyük adam, nerede ve ne zaman küçük adam olacağını bilir. küçük adam ise küçük olduğunun farkında değildir ve bunun farkına varmaktan da korkar."

*****
"...bendeki kendini, ve kendindeki beni keşfedebilir, sonra da korkup benim içimdeki kendini öldürebilirdin. bu nedenle senin, herhangi biri ya da herkesin kölesi olma özgürlüğün uğruna ölme gönüllülüğünden vazgeçtim..."

****



Oysa ben senin führerin (lider) ya da kurbanın olmadan sana nasıl yardım edebileceğimi görmek için seninle ilişkilerimi sürdürdüm. Benim içimdeki küçük adam seni inandırmak ve kurtarmak istiyordu.


..............................


Nietzsche'nin 'Üstinsan'ı olup yükseklere çıkmakla Hitler'in 'Altinsan'ı olup aşağılara inmek arasında bir tercih hakkın vardı. Sen "Heil!" diye bağırdın (Yaşasın!) ve "Untermensch"i seçtin.


..............................


Sen Hitler'i Nietzsche'den iyi tanıyorsun! Senin için bir kral Sigmund Froud'dan daha önemli birisi!


..............................


Sana çok yakın olanları küçümsüyorsun! Senden uzak olanlar sende daha çok saygı uyandırıyor! Kendi generalini ya da feld maraşalini çok saygı değer insanlar olmasalar bile
daha çok saygı duymak için bir kaide üstüne yerleştiriyorsun!



..............................


Gerçekten büyük bir adamı tanımana izin verecek şeyler sende yok! Onun var olma biçimini acılarını dileklerini ve senin için verdiği kavgaları bilmiyorsun! Seni baskı altına almayı ve sömürmeyi düşünmeyen; özgür gerçek ve dürüst bir insan olmanı içtenlikle arzulayan kadınların ve erkeklerin olabileceğini anlamıyorsun! Onun en büyük arzusu senin binlerce yıl çektiğin acıyı artık görmemek senin binlerce yıl saçmaladıklarını artık duymamak!


..............................


Birkaç yıl içinde doğru diye inandıklarını yeniden düşün bir kez. İçtenlikle söyler misin
onların yanlış olduklarını öğrendikten sonra kaç tanesinden vazgeçtin? Hiçbirinden! Hiç mi hiç birinden küçük adam! Kendi düşüncelerin gerçekten sağlam bir temele dayanıyor mu diye hiç kendi kendine sormadın! Komşularının neler konuştuğunu dinlemeyi ya da “dürüstlüğün sana kaça mal olacağını” düşünüyorsun!



..............................


Büyük adamı yalnızlığa gönderdikten sonra ona yaptığın kötülüğü de unuttun ama aptallıklar ve küçük alçaklıklar yapmayı onun canını acıtmayı durdurmadın! Bununla birlikte büyük adamın kendisi bunları unutmadı!.. Ama intikam peşinde değil o! SENİN ALÇAKLIĞININ NEDENLERİNİ ORTAYA ÇIKARMAYA ÇALIŞIYOR! Böyle bir davranışın senin anlayışını aştığını biliyorum ama inan bana eğer sen büyük adama yüz bin milyon kez acı verdiysen onu "tedavi edilmez biçimde" yaraladıysan ve hemen ardından unutmuş olsan bile
yine de o senin için acı çekiyor! Ona büyük kötülüklerin dokunduğu için değil; yaptıkların "bayağı" olduğu için!

O seni bazı şeyleri yapmaya nelerin ittiğini öğrenmek istiyor. Örneğin: İyi bir insanı alaya almak ya da sömürmek vereceğin yerde almak ama sevgiyle istenen yerde asla vermemek düşmüş ya da düşmek üzere olan bir insana tekme atmak gerçeği söylemek gerektiği yerde yalan söylemek yalana değil gerçeğe saldırmak!


..............................


Dürüstlüğün seni ne denli iğrendirdiğini biliyorum. Senden kendi gerçek doğanı izlemelerini istedikleri zaman nasıl dehşete kapıldığını biliyorum!


..............................


Mutluluğu arıyorsun ama yaşamın pahasına da olsa güvenliği seçiyorsun!


..............................


Sen hiçbir zaman tam bir özgürlük içinde mutluluğu tadamadın! İşte bu nedenle aç bir kurt gibi kendini kemiriyorsun! Büyük bilgeler senden kaçtılar çünkü onlar kendi mutluluklarını korumaya çalışıyorlardı!


..............................


Hayır küçük adam. Sen hiçbir zaman kendi kurtarıcının yardımına koşmuyorsun! Neden biliyor musun? Çünkü onun sana "düşünceler"den başka sunacak bir şeyi yok! Sana çıkar sağlamaz senin ücretini yükseltmez! O sana kaygıdan başka bir şey sağlamaz! Oysa senin yeterince kaygın var ve kaygısızlık sana kaygı vermiyor!


..............................


Ona yardım elini uzatmayı reddederken ona uzak dursan o yine buna razı olurdu.


..............................


Neden başka türlü değil de böyle olduğunu bilmiyor musun? Bunun nedenini sana ben söyleyebilirim çünkü sen bana içindeki boşluğunu güçsüzlüğünü ve ruhsal rahatsızlığını açtığın zaman senin zalim bir hayvan olduğunu gördüm. Almayı ve sahip olmayı biliyorsun ama vermeyi ve yaratmayı bilmiyorsun! Çünkü senin bedeninin temel tutumu "tutukluk" "ret" ve "küskünlük" özelliği taşıyor. Sendeki "sevi" ya da "yeti"nin özgün devinimlerini duyduğun an paniğe kapılıyorsun. Bu nedenle vermekten korkuyorsun!


..............................


Gerçeklikten kaçıyorsun küçük adam çünkü onun sende bir aşk tepkisini harekete geçireceğinden korkuyorsun!


..............................


Aşkın vatanı yoktur ve herkes onu anlar... ama sen sevmekten sorumluluk yüklenmekten korkuyorsun! Bu nedenle başkalarının "emeğini" "aşkını" "bilgisini" sömürüyorsun! Mutluluğu bir gece hırsızı gibi çalıyorsun ve başkalarının mutluluğuna kıskanarak bakıyorsun! Eğer sen açıkça bir mutluluk hırsızı olsaydın sana saygı duyardım ama sen korkakça aşıran bir zavallısın!


..............................


Dürüstlüğü bir "duygusallık" ya da bir "burjuva (zengin sosyete) alışkanlığı" gibi görüyorsun! Başkalarının emeğine saygı göstermeye dalkavukluk diyorsun! Oysa bağımsızca düşünmen gerektiği yerde dalkavukluk ettiğinin açık sözlü olman gereken yerde nankörlük ettiğinin ayrımında değilsin!


..............................


Başını omuzlarının üstünde tutuyor ve dans ederek özgürlük ülkesine doğru ilerlediğini sanıyorsun. Bu derin düşlerden uyanacaksın küçük adam; kendini güçsüz ve yere serilmiş bulacaksın çünkü sen verilen yerde çalıyor çalınan yerdeyse kendin veriyorsun!


..............................


Cömert insana ve malını severek verene hemen yanaşıyorsun; Yoz ve enayinin teki sensin ama cömert insana bu nitelikleri yakıştırmasını biliyorsun!


..............................


Sen de dünyayı altüst eden milyonlarca kadından "belli bir tipi" temsil ediyorsun ve bundan haberin yok! Evet evet ben biliyorum: sen zayıf yüzüstü bırakılmış annesine çok bağlı yaşam karşısında silahsız kendi öfkesinden bile nefret eden kendi kendisiyle ve toplumla çatışma içinde olan umutsuz bir insansın!!! Bu nedenle kocanın da yaşamını yıktın küçük kadın! (Öngörü olarak kabul et ve önlemini al bence!)


..............................


Eğer bir erkeğe sadece bir kez "aşk" verme yeteneğine sahip olsaydın kaç tane zencinin Yahudi’nin ya da işçinin (yani ezilmiş ve dışlanmış insanın) hayatını kurtarmış olurdun! Ben sizi tanıyorum büyük parasal çevrenin kızları ve kadınları! Sizin o yozlaşmış cinsel organlarınız henüz adı bilinmeyen kötülüklere yataklık yapıyor!


..............................


Seni olduğun gibi kabul edip sana bağlandığım sürece o darkafalılığın beni her zaman sarstı. Sana yardım etmek istediğim zaman bana yaptığın binlerce kötülüğü unuttum ve sen bana bin kez kendi hastalığını anımsattın. Sonunda gözlerimi açtım ve yüzüne baktım. İlk tepkim küçümseme ve kızgınlık oldu. Bununla birlikte senin hastalığını yavaş yavaş tanıdım ve bu anlayış sana olan kızgınlığımı ve küçümsememi sildi.


..............................


Benim artık tükendiğimi düşündüğün zaman bana bir katır tekmesi savurabileceğini sanıyordun! Çünkü benim haklı olduğumu ve beni izlemeye gücünün yetmediğini biliyordun. Benim her zamankinden daha güçlü daha aydınlık ve daha kararlı bir biçimde yeniden doğduğumu beni tökezletmek ve düşürmek için kazdığın çukurların uçurumların üstünden nasıl atladığımı görüp dehşete düştün!


..............................


Sen tüm yaşamı tehdit ediyorsun ve senin olduğun yerde insan sırtına bıçak yemeden suratına bok fırlatılmadan gerçekle yanyana olamayacağı için ben senden uzak duruyorum. Bir kez daha söylüyorum ben senden uzaklaştım senin gerçeğinden değil; ben insanlığı değil senin insanlığını ve alçaklığını terkettim!


..............................


Ben senin hayat umut ilerleme ve gelecek olduğuna inanmıştım. Aynı dürüstlükle gerçeklikle sana gelen diğer insanlar da sende hayatı bulacaklarını düşünüyorlardı ama her şey yok oldu! Bunu anlayınca senin darkafalılığının ve alçaklığının beni öldürmesine izin vermemek için kararlıydım. Çünkü geride yapılacak önemli işlerim vardı ve ben yaşamı keşfettim küçük adam ve artık senle sende duyumsadığımı sandığım yaşamı daha fazla birbirine karıştıramazdım!
...
..
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge

Fareler ve İnsanlar



Yazarı : John Steinbeck
Yayınevi : Remzi Kitabevi
Çevirmen : Ayşegül Çetin Tekçe
Basım Yeri / Tarihi : İstanbul / Ocak 2003
Sayfa Sayısı : 120 sayfa​

KİTAP HAKKINDA
George ve iriyarı saf arkadaşı Lennie, yersiz yurtsuz kişilerdir. Dünyada tek sahip oldukları şey, aralarındaki dostluk ve günün birinde yerleşip huzur içinde yaşayabilecekleri, kendilerine ait bir araziye sahip olma hayalidir...Kaliforniya, Salinas Vadisi'ndeki bir çiftlikte iş bulan iki arkadaş, bu arazi için gereken parayı biriktirmeyi düşlemektedir. Ama bir çocuğun zekasına, aynı zamanda da korkunç bir güce sahip olan Lennie'nin başı sürekli derde girmektedir. Ve bu kez yine belaya bulaştığında, George'un çabaları arkadaşını kurtarmaya yetmeyecektir...
Yalnız ve terk edilmiş insanların hikayesini etkileyici bir şekilde dile getiren Fareler ve İnsanlar, John Steinbeck'in en çok tanınan ve okunan yapıtlarından biridir.

YAZAR HAKKINDA
JOHN STEINBECK, 1902’de Kaliforniya’nın Salinas kasabasında doğdu. Çocukluk ve ilk gençlik yılları boyunca yaz tatillerini civar çiftliklerde çalışarak geçirdi. Henüz on dört yaşındayken yazar olmayı aklına koyan Steinbeck, eserlerinin çoğuna mekân olarak seçtiği Salinas Vadisi’ndeki bu çiftliklerde kırsal kesimdeki zorlu hayat şartlarına ilişkin ilk izlenimlerini edindi. 1919 yılında Stanford Üniversitesi’ne girdiyse de, altı yıl süren üniversite öğrenimi boyunca sadece yazarlık kariyerinde kendisine yararlı olacağını düşündüğü derslere katıldı. Yine aynı dönemde hem okul masraflarını karşılamak, hem de hayat deneyimlerini geliştirmek amacıyla tezgâhtarlık, ırgatlık, duvarcılık, marangozluk, laborantlık gibi pek çok işte çalıştı. 1925 yılında okulu bıraktı, yazar olarak kendini kabul ettirmek umuduyla New York’a gitti. Ne var ki pek kısa süren bir gazetecilik deneyimi dışında, yazılarını yayınlatmayı başaramadı ve 1926’da Kaliforniya’ya döndü. Bunu izleyen iki yıl boyunca Lake Tahoe’da bir sayfiye evinin bekçiliğini yaptı. Yılın sekiz ayı karlar altında kalan bu ıssız yerde ilk eserlerini kaleme aldı. 1929’da basılan ilk romanı Altın Kupa edebiyat çevrelerinde fazla ilgi görmedi. Bunu izleyen Cennet Çayırları ve Bilinmeyen Bir Tanrıya adlı eserleri de eleştirmenlerin ilgisini çekmeyi başaramadı. Nihayet 1935 yılında yayınlanan Yukarı Mahalle, Steinbeck’in yazarlık kariyerinde bir dönüm noktası oldu. Böylelikle hem edebiyat eleştirmenlerince gelecek vaat eden büyük bir yetenek olarak kabul edilmiş, hem de yaşamı boyunca çektiği maddi sıkıntıları sona ermiş oluyordu. Yukarı Mahalle’yi, Kaliforniya’da yaşam mücadelesi veren işçi sınıfını konu alan, her biri birer şaheser olarak kabul gören Bitmeyen Kavga, Fareler ve ınsanlar ve 1940’ta Pulitzer Ödülü kazanan Gazap Üzümleri izledi. Diğer belli başlı eserleri arasında Ay Battı, Sardalye Sokağı, ınci, Cennetin Doğusu, Tatlı Perşembe, Pippin IV’ün Kısa Süren Saltanatı, Mutsuzluğumuzun Kışı sayılabilir. 1962 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alan Steinbeck, 1968 yılında öldü.








Kitabin Konusu :

Birlikte Dolaşan Iki Gezici Toprak Işçisinin Bir çiftlikte Yaşadiklarini, Bağlilik Ve Dostluklarini Anlatmaktadir.



Kitabin özeti :
George Ve Lennie, Amerika’ Da Yaşayan, çiftliklerde Yaşayan Toprak Işçileridir. Bu Kişiler Kendilerini Diğer Toprak Işçilerinden Farkli Görürler. çünkü Işçiler Kazandiklari Parayi Ya ***** Oynayarak Ya Da Genelevde Harcamaktadir.onlarin Hayalleri Vardir. Biriktirdikleri Para Ile Bir çiftlik Satin Alacaklardir.bu çiftlikte çeşitli Hayvanlar Besleyecekler Ve Tarimla Ugraşacaklardir.şimdiye Kadar Gittikleri Bütün çiftliklerde Lennie Yüzünden Kovulmuşlardir. Lennie Uzun Boylu , Iri, Güçlü Bir Insandir Ama Kafasi Fazla çalişmaz Ve Tek Başina Hareket Etmeyen,devamli Birilerine Muhtaç Olan Bir Insandir. Bunun Yaninda Sevdiği şeylere Dokunma Hastaliği Vardir. George Ve Lennie, Arkadaşlarinin Tavsiyesi üzerine Başka Bir çiftlikte çalişmak Için Yola çikarlar. Yolda Lennie ölü Bir Fare Bulur Ve Onu Eliyle Okşar . George , Farenin Kendisine Faydasi Olmadiğini Ve Onu Atmasi Gerektiğini Söyler.ama Lennie Ona Zara Vermediğini Sadece Okşadiğini Söyler. Sonra Onu Zorla Yolda Birakir. Lennie’ Nin Bu Huyu Ileride Ikisine De Zarar Verecektir. George Bu Sefer Işe Başlamadan Lennie’ Ye Uyarilarda Bulunur. çiftliğe Gidince Hiç Konuşmamasi Gerektiğini , Eğer çiftlikte Bir Olay Olursa ; çifliğin Biraz Uzağinda Bulunan Bir Gölün Kiyisinda Saklanmasini Söyler.ama çiftlikte Herşey Yolunda Gitmez. Ustabaşinin Oglu Olan Curley Ve Karisi Iyi Insanlar Degildir. Curley’ In Karisi, çiftlikte Yaşamak Istemeyen, Zengin Olmak Isteyen Ve Kocasini Sevmeyen Bir Insandir. Bir Gün Curley’ In Karisi Lennie’yi Tanimak Ister Ve Yanina Gider. Bu Sirada çiftliktekiler Oyun Oynamaktadir. Curley’ In Karisi Ahirda Köpekleri Okşayan Lennie’ Nin Yanina Gider. Bir Süre Muhabbet Ederler. Curley ‘in Karisi Saçlarinin çok Yumuşak Olduğunu Ve Istiyorsa Saçlarinan Okşayabileceğini Söyler. Lennie, Kadinin Saçlarini Okşar. Curley’ In Karisi Lennie’ Yi Uyarir Ama Elini Saçindan çekmesini Söyler, Sonra Bağirmaya Başlar. Paniğe Kapilan Lennie Ona Simsiki Sarilir. Kadinin Boynu Kirilir, Ve ölür. Lennie önceden Belirledikleri Yere Gider, Orada Candostu Lennie Tarafindan öldürülür.

Kitabin Ana Fikri :
Hayallerimiz Bizimdir.kimse Hayalerimizi Yok Edemez. Insan Dostlarinin Sonuna Kadar Yaninda Olmali,onu Desteklemelidir.

Kitaptaki Olaylarin Ve şahislarin Değerlendirilmesi :
Olaylar Genellikle Bir çiftlikte, George Ve Lennie Arasinda Geçmektedir. George Biraz Uyanik, Hayalleri çok Olan Bir Insandir. Her Zaman Lennie’ Yi Kollamak Zorunda Olduğu Için Hayallerini Gerçekleştirememiştir. Lennie Ise Kafasi Biraz Yavaş Işleyen, Temiz Kalpli, Kendi Başina Yaşayamayan Bir Insandir.

Kitap Hakkinda şahsi Görüşler :
Steinbeck Bu Romanda Insan Ruhunun Derinlerne Dalan Keskin Gözlerinin Gördüklerini, Kendine özgü, Yalin, Ve Alçakgönüllü Bir Dille Aktarmiştir.bu Nedenle Sürükleyici Bir Romandir.
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge

Aşk Köpekliktir


Yazarı : Ahmet ÜMİT
Yayınevi : Doğan Kitapçılık
Basım Yeri / Tarihi : Istanbul / 2004 - Aralık
Sayfa Sayısı : 186​


KİTAP HAKKINDA

AŞKIN KÖPEKLİĞİ Mİ DEDİNİZ?
Kitap bende, sabah mahmurluğu içinde aç karnına canlı solucan yutmak gibi bir etki yarattı. Çiğ solucanı, eskimolar afiyetle yiyebiliyormuş. Ama benim beynim ve midem bunu kaldırmaz! Pişmiş bile olsa!

YAZAR HAKKINDA NİYE PSİKO-SEKSÜEL BİR ANALİZ YAPTIM? İmdi, metinsel inceleme ve eleştiri yaparken, ilke olarak, yazarın kim olduğu, ne olduğu, nereden gelip nereye gittiği beni pek ilgilendirmez. Önemli olan içerik, tema, anlatı ve düşüncelerdir.

Ama bu kez bir istisna, ayrıcalık yapmak zorunda kaldım. Bu ayrıcalığın nedeni de aşk veya sevgi gibi yüksek bir erdemin “köpeklik” olarak tanımlanmasından kaynaklanıyor. Aşkı, sevgiyi “köpeklik” olarak gören zihniyet, kişilik, çok hasta bir ruhun çıkartısı gibi geliyor bana.

Eğer sevgi “köpeklik” ise, o halde, nefret ne peki? Sevgi ve dolayısıyla, türevleri şefkat, merhamet, acıma, dayanışma, yardım, arkadaşlık vb “köpeklik” kategorisinde ise; nefret, gaddarlık, vahşet, şiddet, barbarlık, sadizm hangi kategoride acaba?

Köpek sözcüğünün argo anlamı “aşağılık niyetlerle yaltaklanan veya davranışları kötü olan kimse” demek... Sevgi ve aşkın köpeklik, köpekçe yaltaklanma olarak görülmesi, beyin ile erojen bölgenin ters orantılı olarak yer değiştirmesinden kaynaklanıyor olsa gerek.

Leman dergisindeki “Kozzi” çizgi kahramanda görüldüğü gibi penis-anüs-vagina üçlemesi (PAV sendromu) beyne egemen olunca, beyin kaçınılmaz olarak erojen bölgenin denetimine girer... akıl, düşünce, mantık yerine, asla vazgeçilemeyecek erotik hayaller, sanrılar üretmeye başlar... Bu patolojik durum, ulvi bir cennet inancının yarı-porno düşleriyle de örtüşerek kişinin psikolojini ciddi anlamda bozabilir, sapkınlığa, sapıklığa, sado-mazo eylemlere basamak oluşturabilir...

Hiç tanımadığım yazar hakkında, salt yazdıklarından hareket ederek, a priori, yaptığım karakter analizi önyargılı veya öngörülü olarak tanımlanabilir. Ancak, öyle bile olsa, bu kesinlikle kişiliğe saldırı veya kişisel hakaret olarak algılanmamalı, salt psikolojik bir çözümleme olarak görülmelidir.

Nasıl ki psikoloğun vardığı sonuçlar, olumsuz bile olsa, kişisel hakaret olarak algılanamazsa, benim burada yaptığım da aynı şekilde algılanamaz. Zaten sosyo-psikolojik açıdan, benim hedef aldığım kesinlikle yazarın kişiliği değil, ancak sayıları gittikçe artan bu tür kişiler ve bu tür insanlar üreten popüler kültür veya ayaktakımı kültürünün ta kendisidir.

Öncelikle, yazar hakkında ön saptama olarak şunu hemen söyleyebilirim: muhtemelen Doğu Anadolu kökenli bir vatandaş. Kitaptaki alımsız, cılız öykülerden bas bas lumpenlik, avamlık bağırıyor. Böyle insanların -üniversite bitirmiş bile olsa- çevresi, ailesi ve yöresinden almış olduğu o arabesklikten, çapulculuktan kurtulmaları çok zor. Bu çapulculuk genlere kadar işlemiş oluyor çünkü! Redingot bile giyseler bir yerlerden hafif bir takunya tıkırtısını mutlaka duyarsınız!

AŞKIN KÖPEKLİĞİ VE ZOOFİLİ
Bu kökenden gelenler, genelde, aşk ve sevgiden çok şehvetin güdüsünü izler. Genellikle de ilk cinsel deneyimleri, eğer kırsal bölgede yaşıyorlar ise, başka türler ile olur. Kendilerini nedense “tutamazlar”, hemencecik tahrik oluverirler! Bir cinsel sapma olan zoofili, yani hayvanlarla (eşek, keçi, at, tavuk, köpek vb.) cinsel ilişki, İç ve Doğu Anadolu kırsalında çok yaygındır. Ve zoofili kırsal bölgede olağan karşılanır.

Zoofili: Hayvanlarla cinsel birleşme, zoofil: hayvanla cinsel ilişkiye giren kimse demektir. Ülkemizde kırsal kesim gencinin, karşı cinsle cinsel tatmin yolları oldukça kapalıdır. Genelev olanaklarından yoksundurlar, ilginçtir ki, kırsal kesimde mastürbasyon alışkısı da fazla yaygın değildir. O da, köy yaşamına göre fazla yadırganmayan bir yolu dener. Bu da hayvanlarla cinsel birleşmedir. Daha çok eşekler kullanılır. Bu nedenle eşeklere kimi yörelerde 'Nallı Fatma' denir. Dahası gene kimi yörelerde, ergenliğe erişmiş delikanlının babasına, öteki babalar 'komşu senin çocuk büyümüş artık ona bir eşek alma zamanı geldi' diye takılırlar. Gençler arasında da, eşeklerle cinsel birleşme yaparlarsa, penislerinin büyük olacağı inancı yaygındır. Bunlar yaşamın istenmeyen ama, çaresizlikten başvurulan yollarıdır. Bu da sözde ahlak adına yapılıyor. Oysa dünyada hiçbir canlı türü, kendi türünün dışında bir canlıyla birleşmeye yeltenmez. Bizler ise, kendi yavrularımızı, öz varlıklarımızı, toplumun cinsel ahlakını korumak için, onları bu tür davranışlara iteriz. (Kaynak: Cinsel Sapmalar, Dr. Haydar Dümen)

Bu “zoofil” gençlerimiz daha sonra büyük bir heyecanla kentlere giderek genelev kapılarını aşındırırlar. Genelev kadınlarına âşık (!) oldukları, hatta “vesikalı yarim” niyetine onlarla evlendikleri de vâkidir. Aslında aşktan anladıkları; işi bitirme, ejakülasyon ve “malı sahiplenme”dir. Bu nedenle “aşk köpekliktir’, “aşk eşekliktir”, “hayvanlıktır” gibi söylemleri de doğal karşılamak gerekir!

Bunları kimseyi aşağılamak veya karalamak için yazmıyorum. Kimseyi de ayıplamıyorum. Olabilir. İnsanlık halidir. Bu, aile içi gizli ensest gibi ülkemizin geleneksel, psiko-seksüel bir dramı, gerçeğidir.

POPÜLER KÜLTÜR YA DA AYAKTAKIMI CİNNETİ
İmdi ne diyelim? Bu kitaptaki öyküler, Türkiye’de egemen olan ayaktakımı veya arabesk-maganda-varoş-ayaktakımı-raconu (A.M.V.A.R) diyebileceğimiz kozmopolit bir kültürün ürünü. Batıda bunun karşılığı yok. Batı’da, halk -özellikle büyük kentlerde- taşralı olduğunun anlaşılmaması için büyük çaba sarf eder. Bizde ise tam tersi söz konusu: taşra kültürü toplum geneline dayatılıyor.

Kırsal ile kentsel kültürün -veya doğu ile batı kültürünün- kerhen döllenmesi sonucunda oluşan bu kültürün aktörleri, oyuncuları, savunucuları, sanatçıları, şarkıcıları yeni kurulan mahallelerin hoparlörlü “camikonduları” etrafına konuşlanıyor. Onların yaşam alanı bu çevreler. Tespihli, bitirim, bıçkın tipler için hamaset, bunlara çok uygun. İnanç da uygun: En son tahlilde gidilecek yerde ödül olarak karı-kız-oğlan, huri, gılman, yeşil yastıklar, divanlar, döşekler, kevser şarabı bunları bekliyor!

Bu nedenle, bir yere kadar zamparalık, hatta oğlancılık, kulamparalık (kulampara: gulampare: gulam: gılman: oğlan; pare: parça; kulampara>oğlan parçası) bile bu kültür çemberinde hoş görülür. Hele obje, gayrimüslim ise kimse sesini çıkarmaz. Hatta ballandıra ballandıra kahve köşelerinde “erkeklik” övülür. Viskiyi beyaz peynir ve kavunla içenler bunlardır. Onların mahallerinde içki gazete kâğıdına sarılarak, siyah naylon poşette satılır. Ramazanda topluma açık yerlerde içki içmezler. Böyle mahallelerde namus temizlemek için -ağır tahrik gerekçesiyle (!) - yapılan törensel dayaklar, eziyetler, cinayetler, içten içe hayranlık ve hoşgörüyle karşılanır.

İmdi bu kültüre özgü bayanlar da her gün kahve falına bakıp, kapı önüne yığma ayakkabı bırakılan mekanlarda oturan, sıkma başlı, türbanlı, tesettürlü, apartman girişleri ağır yemek kokan, evde oturup arsız sümüklü çocuklarla didişen, güya iffetli, mefkureci bacılardan oluşur. İstemeden gizlice işlenen günahlar kurban, oruç, adak, kaza namazı vb. gibi uygulamalarla, bol bol sevap kazanılarak telafi edilirken, cehennem cezasından cennet ödülüne kavuşmayı arzulamakla da imanlar pekiştirilir.

Derin bir aşağılık kompleksi içinde “oh olsun, kıskananlar çatlasın, yazıklar olsun, kader utansın” gibi acılı söylemleri bolca kullanan bu baylar ve bayanlar, aslında her tür sevinçten yoksun, eğlenmesini bilmeyen, gülme özürlü, çabuk öfkelenen, sevimsiz, şefkatsiz, sevgisiz, başkalarının acılarına sevinen, histerik, psikopat yaratıklara dönüşmüşlerdir.

Her şeyleri abartılıdır. Sevinci, eğlenmesi taşkındır, saldırgandır. Üzüntüsü vahşidir, dengesizdir. Acıları olgunlukla ve onurlu bir şekilde karşılayamaz. Sevgisi kanlıdır. Çoğu kez sevdiğini öldürür, sonra da intihar etmeye kalkışır.

Bunlar modern çağa ayak uyduramayan, dinsel hezeyanların, saplantılı inançların insanları sürüklediği tipik davranış bozukluklarıdır. Aşk ile şehvet birbirine karışmış, libido kısa-devre yapmıştır! Karşı cinse duyulan cinsel dürtü, iç gıcıklanması, içtepiler aşk olarak algılanır. (İngiliz toplumsal araştırma kuruluşu GFK-NOP tarafından 2005 yılında 30 ülkede 30 bin kişi üzerinde yapılan araştırmada Türkler, en mutsuz üçüncü ulus çıkmış!)

Bu sorunsal, gurme ile obur arasındaki fark gibidir. Obur ne bulsa tıkınır, kafasını tencereye sokarak çatlayıncaya-patlayıncaya yer, eliyle, ayağıyla da yer, aynen bir köpek gibi yer... Obur için önemli olan sadece açlığını gidermek, karnını şişirmek, geğirmek, ayakyoluna çıkmaktır. Oysa gurme için yemeğin sanatsal, estetik bir şekilde sunularak, güzel bir ortamda, güzel biri müzik eşliğinde keyifle yenmesidir önemli olan.

AYAKTAKIMI KÜLTÜRÜNÜN ALT YAPISI
Peki bu ayaktakımı kültürünün altyapısını ne oluşturuyor? Kuşkusuz bedevi mitolojisi ile yoğrulmuş dinsel inançlarla beslenen, abartılı, şişirilmiş bir kutsallık ve yücelik zırhıyla korunan töre ve gelenekler.. Geleneksel eğitimde çocuklar korkutularak, döve söve eğitilir, ve bu eğitim, etik-pedagojik olmaktan çok, korkutucu/ödüllendirici dinsel bir temele dayanır.

İmdi, bu kültürün alt yapısı oluşturan Arap mitolojisinden başka hangi din, “memeleri tomurcuklanmış, devekuşu yumurtası renginde teni olan, sürekli bakire kalan karagözlü hurilerle dolu bir cennet”ten bahseder ki? Cennetle ilgili bu kadar ayrıntı, tanım başka hangi semavi dinde var?

Ne Tevrat, ne de İncil'de böyle bir seks cennetinden söz edilmez. Belki de bundan dolayı o kitapları bizim o çok bilge ilahiyat profesörlerimiz “muharref” deyip geçiştiriyor! Profesör bile olsalar, öyle karı-kızın olmadığı bir cennet ne işe yarar? Ve bu meyanda, 2005 yılı ramazanında, ülkemizdeki dinbilimci ulemanın tartıştığı konunun “cinsel ilişki ile oruç açılır mı, açılmaz mı? ” olması gayet doğaldır. Bunlar Freud’u bile okuturlar!

O halde, bu bağlamda, poligamiye, çok eşliliğe, harem sefahatine, tek bir “boş ol” sözüyle karı boşamaya kolaylıkla izin veren arabesk toplumlarda, taa çocukluktan beri uhrevi bir seks cennetinin düşleriyle koşullandırılmış, coşturulmuş, ateşlenmiş taze dimağların, saf ve cahil insanların abazan, azgın olmalarına, aşkı köpeklik olarak görmelerine de şaşmamak gerekir... cennetteki huri bolluğunu düşünürsek, bu ne çiledir ki dünyadaki! !

ROMANTİK AŞK VAR MI?
Bedevi doğu toplumları romantizmi, romantik aşkı bilmezler. Romantik aşk batıda ortaya çıkmıştır. Arabesk toplumlarda Romeo-Jüliyet benzeri romanesk aşk görülemez. Çünkü arabesk kültür böyle bir ürün üretemez. Romanesk ile arabesk birbirine zıttır. Romeo-Jüliyet, Tristan-Isolde ile Ferhat-Şirin, Yusuf-Zeliha arasında dağlar kadar fark vardır.

Bizim çağdaş şairlerimizin düşlerini süsleyen esin perilerinin de genelde yabancı kız isimleri (Mariya, Olvido, Anita.. vs) taşıması bundandır. Şiirlerde öyle pek Fatma, Ayşe, Cemile gibi isimlere rastlanılmaz! “Fahriye” özel bir durumdur ve o da zaten “Abla”dır!

“Aşk Köpekliktir”, üstünde o kadar yazılması, düşünülmesi, incelenmesi gereken bir kitap değil. Ancak, dolaylı olarak, ayaktakımı kültürüyle olan bağlantısı ve bu kültürü Türk ulusu için en büyük potansiyel tehditlerden biri olarak görmem nedeniyle bu analiz ve saptamaları yapma gereksinimi duydum.

“Aşk Köpekliktir” öykülerindeki basitlik, sığlık, bayağılık, insanın genzini yakan bayat gazete haberi kokusu dayanılır gibi değil. Ne dünya, ne Türk klasikleri, ne de ünlü öykücülerden bir iz, bir kalıntı, bir etkilenme yok... Tematik, içeriksel olarak polisiye öyküler gibi. Bu basmakalıp Mayk Hammervari öykülerde ekinsel bir değer, sanatsal bir özenden, titizlikten iz yok. “Saldım çayıra” misali çalakalem yazılmış. Ve yine genelde oryantal toplumlarda görülen kanlı ve şanlı arabesk karasevdalarla ilgili...

Bu öyküler yerli dizi senaryosu olabilir ve iyi reyting yapar gibime geliyor. Kitabın ismi de ülkemizde egemen olan ayaktakımı söylemlerine çok uygun.

Kitaptaki öykülerin aşkla kesinlikle ilgisi yok. Eğer var diyorsanız, o zaman söz konusu olan “aşkın köpekliği” değil, ancak “köpekliğin aşkı” olabilir! ! Bilmem kaçıncı baskı yapması da bundan herhalde
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Böl ve Yut (Banu AVAR)




13 Ülkede Batı Projeleri…

Batı’nın politikaları Ortadoğu´da İsrail devleti kurulurken de aynıydı, bugün Kafkaslar´da, Balkanlar´da, Afrika ve Uzak Asya´da da aynı...

Banu Avar bu bölgelerde yer alan 13 ülkede, “Böl ve Yut” şablonuna uygun olarak, halkların nasıl birbirine kırdırıldığını, komşu ülkelerin arasına kamaların nasıl sokulduğunu, “hedefe” ulaşmak için değişmez bir yöntemin, işbirlikçiler aracılığıyla nasıl sahnelendiğini yerinde gördü; bölge insanlarını dinledi ve yaşananları yazıya döktü...

Bu kitap, Batılı devlet temsilcilerinin baskısıyla yasaklanan ‘Sınırlar Arasında’ programının son yolculuk notlarından oluşuyor
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Roman Özeti :İnce Memed Yaşar Kemal




ROMANIN ÖZETİ :
Toroslar’dan Akdeniz’e uzanan Dikenliözü’ndeki beş köyden birisi Değirmenoluk’tur. Bu köyün insanları köylerinden dışarıya çıkmazlar. Onun için buraların kendine has kanun ve töreleri vardır. Bu kanun ve töreleri Abdi Ağa koyar ve uygular. Dışarıdan kimse gelmez ve karışmaz.
Köyün yağız delikanlılarından ince Memet günlerdir Abdi Ağa’nın tarlasını sürmektedir. Artık dayanamayacağını anlayınca herşeyi bırakıp Kemse Köyü’ne gider ve Süleyman’a sığınır. Memed’in bu yaptığı aslında bütün köy ahalisinin hayalidir. Memed kışı Kesme Köyü’nde geçirir. Anasını ve köyünü özlemiş olmasına rağmen dönmemekte kararlıdır. Bir gün köyden bir tanıdık onu görür ve bu haberi hemen Abdi Ağa’ya yetiştirir. Bunu öğrenen Abdi Ağa Süleyman’ın kapısına dikilir ve Memed alıp köye götürür. O yaz Memed hasatı yapar ve Abdi Ağa’nın topraklarını sürer. Abdi Ağa ise ceza olarak ona hasatın beşte birini verir. O kış Memed ve anası çok zorluk çekerler.
Memed arkadaşı Mustafa ile ilk defa kasabaya giderler. Yolda iyi, mert bir eşkiya olan ve hayranlık duydukları Kara Ahmet’le karşılaşırlar. Kasabadaki yaşam Memed’i çok etkiler. Ağaların olmadığı herkesin hür olduğu bu hayat özlemiyle Memed sevgilisi Hatçe’yi kaçırmak için köye gider ve barber kaçarlar. Abdi Ağa’nın yeğeninin nişanlısı olan Hatçe ile Memed’in kaçmalarının ardından Ağa’nın adamları ve yeğeni onları yakalamak için izlerini sürerler. Nitekim bulurlar. Aralarında çatışma çıkar. Abdi Ağa’nın yeğeni ölür, Memed yaralanır ve kaçar. Hatçe ise yakalanır. Memed’in sığınacak bir yeri olmadığı için Deli Durdu denilen bir eşkiyanın çetesine sığınır. Çetenin yaptığı haksızlıkları gören Memed Deli Durdu’dan nefret eder.
Bu sırada Abdi Ağa Hatçe’yi cezalandırmak için ona bir tuzak kurar. Yeğenini Hatçe’nin öldürdüğüne jandarmaları ikna eder ve Hatçe hapishaneye düşer.
Eşkiyalığa iyice alışan Memed zulmetmeye dayanamaz ve çeteden ayrılıp yeni dostlar bulur ve onlarla gezmeye başlar. Bir gece köye geldiğinde anasının öldüğünü duyar ve Hatçe’nin başına gelenleri öğrenir. Ardından Abdi Ağa’nın izini sürmeye başlar.
Bu arada Abdi Ağa Memed’i ortadan kaldırmak için bir tuzak kurar. Memed ise kasabada Hatçe’yi bulur ve bir yolunu bulup onu ve arkadaşını hapishaneden kaçırmayı başarır. Köylüleri de Abdi Ağa’ya karşı gelmeleri konusunda yüreklendirir. O kış köylüler Abdi Ağa’ya hasatlarından bir buğday tanesi bile vermezler.
Abdi Ağa Ankara’ya telgraf çeker ve Memed’in gizlendiği yeri ihbar eder. Jandarmalar Memed’i kıstırırlar. Aralarında çatışma çıkar. Tam bu sırada Hatçe doğum yapar. Memed eşi ve çocuğu için teslim olur fakat bu esnada Hatçe vurulur. Memed’in dünyası yıkılır. O sırada çıkan afla serbest kalır. Doğan çocuğunu Hatçe’nin hapishane arkadaşı alır ve Gaziantep’in bir köyüne götürür.
Olaylardan Abdi Ağa’yı sorumlu tutan Memed köye gelir ve Abdi Ağa’yı vurur. Bu duruma sevinen köylü bayram eder. Memed ise atını dağlara doğru sürer ve o günden sonra Memed’den haber alınmaz.
O gün bu gündür Dikenlidüzü Köylüleri, çift koşmadan önce çakırdikenleri ateşe verirler. İşte tam o günlerde Alidağ’ın doruğunda bir top ışık patlar, üç gün üç gece yanar durur.
KİTABIN ANA FİKRİ : En yüksek makamlarda bile olsak kimseye haksızlık etmeye hakkımız yoktur.
KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
İnce Memed: Toroslar’da Değirmenoluk Köyü’nde yaşayan yoksul ve yetim bir köylü çocuğu. Abdi Ağa’nın baskısına dayanamaz, onun yeğenini öldürür ve dağa çıkıp eşkiya olur.
Abdi Ağa: Dikenliözü’nde bulunan beş köyün sahibi, merhametsiz, bencil ve zengin bir köy ağası.
YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ:
HAYATI
• 1922’de Adana’da doğdu.
• Asıl adı Kemal Sadık GÖKÇELİ olan Yaşar KEMAL, ortaokul son sınıfa kadar okudu. İşçilik, katiplik, bekçilik, memurluk, arzujhalcilik gibi çok çeşitli işlerde çalıştı.
• Yazı hayatına şiirle başladı. İlk şiiri Adana Halkevi dergisi “Görüşler”de yayınlandı.
• Uzun zaman folklorla uğraştı, derlemeler yaptık.
• Cumhuriyet gazetesinde fıkralar ve röportajlar yazdı.
• İstanbul’a taşındıktan sonra hikayeler yazdı(1951).
ESERLERİ
• HİKAYE KİTAPLARI;
Sarı Sıcak(1952)
• ROMANLARI;
İnce Memed
• RÖPORTAJ;
Yanan Ormanlarda Elli Gün (1955),
Çukurova Yana Yana(1943),
Peri Bacaları(1957),
Bulut Kaynıyor(1974).
• DENEMELER, FIKRALAR;
Taş Çatlas(1961),
Baldaki Tuz(1974),
• DERLEME
Ağıtlar (1943)
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
KİTABIN ADI DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU
KİTABIN YAZARI PEYAMİ SAFA
YAYIN EVİ VE ADRESİ ÖTÜKEN YAYINEVİ MALTEPE İSTANBUL
BASIM YILI 2000


1.KİTABIN KONUSU:
Çocukluğundan beri bacağından rahatsız olan ve kimseyi dinlemeyen birisinin, hayaller peşinde koşarken başından geçen olaylar.

2.KİTABIN ÖZETİ:
Yazarın küçüklüğünden beri çektiği hastalık onu hastahanelerden tiksindirmiştir. Fakat durumu ciddiyetini korumaktadır. Annesi ile kenar mahallelerin birinde virane ahşap bir evde yaşamaktadır.
Bir gün ameliyat olması gerektiğini öğrenip hastahaneden döndüğünde evde annesini bulamaz ama odanın halinden annesinin şiddetli bir baş ağrısı geçirdiğini anlar. O sırada annesi gelir. Yazar ise annesini üzmemek için ona gerçekleri anlatmaz. Kendi d*****una gidip ona gözükmesi gerektiğini söyler. Annesi yazarın Erenköye gideceğini öğrenince paşanında onu merak ettiğini söyler. Ertesi gün yazar önce paşaya gider. Paşa ilk olarak sağlık durumunun nasıl olduğunu sorar yazar da kaçamak cevaplar vererek olayı geçiştirir. Daha sonra odaya Nüzhet gelir yazardan getirmesini istediği kitapları alır. Kızı gidince paşa yazara bir de doktor Ragıp Bey’ e görünmesini tavsiye eder. Paşanın uzaktan akrabası olan yazar küçük yaşlardan beri onunla konuşur, ona kitap okur. O akşam yine bir roman okumaktadır fakat paşa uyuyunca Nüzhet’ le birlikte beahçeye gider ve muhabbet ederler. Yazar on beş yaşında ve aralarında dört yaş olmasına rağmen Nüzhet’ i sevmektedir. Ancak onun da aynı duyguları hissetiğinden emin olmaz. Bahçede konuşurken doktor Ragıp’ ın Nüzhet’ i istediğini duyunca önce üzülür ama Nüzhet oralı olmayınca, duyduğu şüpheye rağmen keyfi yerine gelir. Daha sonra Nüzhet annesinin isteği üzerine uyumaya gider ve yazar da kendine olan tüm güvenini kaybeder.
Hastalığı onu normal yaşından çok daha olgun davranmaya sevk etmiştir. Doktorun ikazlarına rağmen baston kullanmayan yazar o gece yatakta yorgun ve acı içinde kıvranmaktadır. Henüz uyumadan Nüzhet yazarın evine uğrar ve uyuyamadığını bahane ederek tekrar koyu bir muhabbete başlarlar. Ertesi gün yazar erkenden d*****a gideceğinden Nüzhet onun uyumasını ister. Fakat yazar ona karşı olan zaafiyetini daha fazla saklayamaz, onu kendisine çekip bir kere öper ve Nüzhet şaşkınlık içerisinde koşarak eve gider.
Sabah olunca yazar Kadıköye gider ve paşanın istediği kitapları alır ve sonra da annesine bir ay içerisinde gelemeyeceğini yazar. Oradan da d*****a gider fakat operatörün dersi olduğundan görüşemezler. Operatörle akşama görüşebilen yazar ondan baston kullanması ve iyi yemesi ve dinlenmesi konusunda uyarı alır. İşi bitip köşke dönen yazar içeriye girdiğinde kendisinden gizli birşey konuşulduğunu anlar ve üzüntü içerisinde bahçeye oturmaya çıkar. Daha sonra Nüzhet gelir ve yazar içeri girdiğinde annesinin dolabın arkasında çıplak olduğunu söyleyerek onu rahatlatır. Fakat akşam Nurefşan ona gerçekleri yani Nüzhet ile doktor Ragıp’ın durumlarını konuştuklarını söyler. Yazar hayal kırıklığına uğrar ve Nüzhet’ in odasına konuşmaya girer. Nüzhet yine yazarı ikna eder. Daha sonra ikiside uyurlar.
Ertesi günü Nüzhet’ le bahçede geçiren yazar Nüzhet’ le cinsel yakınlaşmalara girer. O akşam doktor Ragıp yemeğe gelir ve yazar hiç oralı olmaz. Konukları gidince Paşa yazara doktor hakkında görüşlerini sorar o da Ragıp’ ı Nüzhet’ e yakıştıramadığını söyler bunu duyan yengesi de içinden yazara karşı kin tutar.
Bir gün yazar yengesinin Nüzhet’i mikroplara karşı uyardığını ve eşyalarımızı ayırdım dediğini duyar ve bunun üzerine evi terketme kararı alır. Ancak annesininde o gün paşalara geleceğini duyması kararını değiştirmesine neden olur.
Hızla geçengünlerden sonra nihayet evine dönen yazarın ağrıları gün geçtikçe arttığından annesi onu fakülteye götürür. Operatör ona durmun ciddiyetini hatırlatır ve yerinden bile kıpıdamamasını ister. Evi birden kalabıklaşan yazarın yakınları onu teselli etmeye çalışır. Tekrar fakülteye gittiğinde operatör bacağın kesilmesi gerektiğini söyler fakat buna razı olmayan yazar birden bayılıverir. Bundan etkilenen operatör kasaplardan farkı olmaları gerektiğini söyleyip yazara, üç aylık bir sürede bacağını kurtarmak için hastahanete kalması gerektiğini söyler. Yazar bunu kabul etmek zorunda kalır ve Dokuzuncu Hariciye Koğuşuna yatırılır. Burası ona hapishane gibi gelir ve ilk gecesi olaylı biter. Bu korkuya dayanamaz ve bütün gücüyle bağırıp çağırır. Zor geçen günlrin sonunda ameliyat günü gelir. Ameliyatı bitince yedinci pansumanda doktor bacağın kurtılduğun ancak yer basamayacağını söyler.
Daha sonra da Nüzhet’ ten gelen karttan Paşanın hastalandığını Nüzhet’ in de doktor Ragıp’ la nikahlanacağını öğrenir. Acılar içinde geçen günlerin sonunda annesi doktor Mithat ve arkadaşı onu hastahaneden taburcu ettirirler.
3.KİTABIN ANA FİKRİ:
Bize verilen öğütleri ciddiye almalı ve hayallere peşinden koşmamalıyız. Aksi takdirde kaybeden yine bizoluruz.

4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Yazar: Tek bacağından acı çeken ve ümitleri peşinde rüyalar aleminde koşan birisi.
Nüzhet: Yerinde duramıyan yaşam dolu son derece hareketli birisi.
Paşa: Disiplinli, yardım sever ve dediğim dedik, inatçı birisi.
Yengesi: İçten pazarlıklı kızının iyiliğini düşünen bir anne.
Nurefşan: Köşkün hizmetçisi ve yazarın mutluluğu için elinden geleni yapan birisi.
Doktor Ragıp: Bakımlı ve kültürlü bir doktor.
Doktor Mithat: Yazarın doktoru.
Operatör: İnsanliğa faydalı olmaya çalışan bilinçli bir tıp adamı.

5.KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
Kısa ve anlaşılması güç bi kitap.Yazar kitaptaki şahısları psikolojik yönden ele almıştır.Sürükleyici bir kitaptır.

6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:
Peyami Safa İstanbul’ da 1899 yılında doğdu. Dokuz yaşında iken sağ elinin ekleminde kemik hastalığının başlaması, on üç yaşında iken de hayatını kazanmak zorunda kalması yüzünden düzenli okul öğrenimi göremedi, kendi kendini yetiştirdi. “ Biri Yerli ve Kopanlıklar Kralı” adlı (1913) ve “ Üç Kardeş” adlı (1918) birer hikayelik iki küçük kitap çıkarıyor, Fagfur (1918) vb. gibi sanat dergilerinde hikaye çevirileri ve makaleleri yayımlanıyordu.Savaş sonunda, kardeşinin isteğiyle memurluktan ayrılıp basın hayatına atıldı. Çıkardıkları “ Yirminci Asır” adlı bir akşam gazetesinde “ Asrın Hikayeleri” genel başlığı adı altında halk için gazete hikayeleri yazdı. İlk otuz kırk tanesi imzasız yayımlanan bu hikayeler o zaman çok beğenildi; yazar devrin ileri gelen bazı sanatçıları ( Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal Beyatlı, Ömer Seyfettin vb.) tarafından teşvik edildi.O tarihten sonra yalnız gazetelerde çalıştı. Fıkra, makale ve roman yazarı olarak geniş bir üne ulaştı. Bu arada “ Kültür Haftası (1936) ve Türk Düşüncesi (1953-1960)” adlı iki de dergi çıkardı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında kendini Faşizm akımına kaptırdı; savaş sonrasında calıştığı parti gazetelerine göre ikide bir ağız değiştirerek siyasal bir dengesizlik içinde bocaladığı, genellikle gerici bir takım görüşlerin savunuculuğunu yaptı. Atatürkün sağlığında “ Türk İnkılabına Bakışlar(1938)” adlı bir kitap yazmışken Atatürkün ölümünden sonra devrin düşmanı bir yol tutu. 1961’ de İstanbul’ da öldü.

ESERLERİ:
Yalnızız, Fatih Harbiye, Şimşek, Bir Tereddütün Romanı, Sözde Kızlar, Mahşer.
 

Ata Kızı

Angel Of Revenge
KİTABIN ADI : YÜZÜKLERİN EFENDİSİ
KİTABIN YAZARI : J.R.R TOLKİEN
YAYINEVİ VE ADRESİ : METİS YAYINLARI İPEK SOKAK NO.9,80060 BEYOĞLU , İSTANBUL
BASIM YILI : 2000


1. KİTABIN KONUSU : ORTA DÜNYAYI KURTARMAK İÇİN KÖTÜLÜKLER EFENDİSİNE KARŞI VERİLEN SAVAŞ

2. KiTABIN ÖZETİ : Orta Dünyadan destansı bir masal Yüzüklerin Efendisi.Tolkien‘in yarattığı kusursuz dünyanın yeniden hayata dönüşü.Orta Dünya hakkında kısa bir bilgi vermeli öncelikle.Cüceler, elfler, insanlar üç büyük ırkdır. Bunların dışında hobbitler, ebtler, orklar gibi kendine has özellikleri bulunan ırklar mevcutur. Masalımızın içerisinde bu ırkların özellikleri bir kez daha vurgulanacaktır.
Frodo, Bay Bilbo ile yaşayan genç bir hobbitdir. Hobbitler yerin hemen altında şirin evlerde yaşayan, kısa boylu, neşeli bir halktır. Bay Bilbo, maceraperest , yaşlı bir hobbitdir. Günün birinde Gandalf geri döner ve Bay Bilbo‘nun yanına gelir. Gandalf Orta Dünyanın irfana sahip ariflerindendir. Ve Bay Bilbo‘nun bir gezisi sırasında ele geçirdiği yüzükten haberdar olur. Burada masalımıza bir ara verip yüzüklerin hikayesini anlatayım size. İrfan yüzükleri çok eski zamanlarda elfleri kandıran kötülükler efendisi Sauron tarafından yaptırılmıştır. Ve üç yüzük cüce hükümdarlara , yedi yüzük ariflere, dokuz yüzük insanların büyük krallarına veriliyor. Ve tek yüzük de kendisi için yapılıyor ancak bunu bir savaş sırasında insanlar ondan elini kesmek suretiyle alınıyor. Orta Dünyanın ilk zamalarında ve sonra bu yüzük kayboluyor; ta ki Bay Bilbo onu bulana kadar… Diğer yüzükleri eline geçirmiştir Sauron ancak tek yüzük elinde değildir ve bunun için elinden geleni yapmaktadır. Bu yüzüğü takmak gerçekten çok güçlü bir irade istemektedir.
Evet , Sauron harekete geçmiştir ve Orta Dünya halkının buna karşı bir şeyler yapması gerekmektedir. Bunu için yüzüğün bir an evvel yapıldığı ateşe, Hüküm Dağı’na götürülüp atılması gerekmektedir. Bunun için bir yüzük yaşıyıcısı gerekmektedir. Bu görev Frodo‘ya verilir. Ve hobbit köyünden üç arkadaşı da ona takılır;Merry , Pippin , Sam. Dört küçük hobbit Elf diyarına doğru yola çıkarlar
Elf diyarında yüzük taşıyıcısının yanına 8 kişinin daha katılmasına karar verilir. Bunlar insanların krallarını temsilen Boromir; Hobbitlerden Merry, Sam, Pippin; Cücelerden Gimli; Elflerden Legolas, efsanelerde anlatılan kırık kılıcı birleştirecek efsane kral Aragorn, Ak Gandalf ve tabi Frodo. Böylece yüzük kardeşliği oluşur. Görevleri tek yüzüğü Sauron ele geçirmeden yüzüğün yapıldığı ve onu yok edebilecek tek yer olan Hüküm Dağı’nın içine atmaktır. Yolda bir çok zorluklarla karşılaşırlar. Sauron yollarına türlü türlü engeller çıkarmaktadır. Gandalf bu engellerin bir tanesinde çok güçlü bir yaratıkla savaşmak zorunda kalır ve gruptan ayrılır. Sauron’un askerleri Orklar gruba saldırırlar ve Boramir ölür, grup ikiye ayrılır. Aragorn, Legolas, Gimli bir grup oluşturup, Sauron ile savaşacak güçlerin yanına; Frodo ve Sam Hüküm Dağı’na giderler. Merry ve Pippin ise orklar tarafından esir edilirler.
Savaşlar başlar. Sauron bütün dikkatini savaşa çevirir ve bu sırada Forodo ve Sam yüzüğü uzun ve zorlu bir yolculuktan sonra Hüküm Dağı’nın ateşine atarlar.
Küçük Hobbitler artık birer kahraman olmuşlardır ve ordular diğer tarafta Sauron’u ve kötülüğü yenmişlerdir. Artık eve dönme zamanı gelmiştir. Çok özledikleri evleri hobbit köye döndüklerinde işlerin hiç de umdukları gitmediğini gördüler. Memleketlerinde büyük insanlar eşkiyalık yapmakta ve halklarını korkutmaktadır. Onlara karşı halkı uyarırlar ve yabancıları neşeli memleketlerinden kovarlar. Frodo krallar ülkesine gider Aragorn ile. Sam evlenir. Merry ve Pipin ise Hobbit köyde mutlu bir hayat sürer.

3. KİTABIN ANAFİKRİ : En taş kalbli görünen insanların bile taştan da olsa bir kalbi vardır ve yalçın kayalar bile ufacık damlalar ile zaman içinde aşınırlar.

4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ :
Frodo: Hobbit halkının genç kahraman üyesi. Seçilmiş yüzük taşıyıcısı. Yüzükle geçirdiği günler onu olgunlaştırmıştır.
Gandalf: Orta Dünya’nın en yaşlı bilge kişilerinden bir tanesi. Neşeli olduğu vakitler çok babacan dır ancak düşmalarının karşısında onu tanımak zorlaşır.
Aragorn: Efsanelrde anlatılan, insanların beklediği, savaşçı ve çok iyi bir yönetici olan kahraman biridir.
Sam: Forodo’ya ölesiye bağlı hobbit dostu. Bütün hobbitler gibi çok neşeli.
Merry: Kendinden beklenin çok üstünde cesur sevecen bir hobbit.
Pippin: Yüzük kardeşiğinin neşeli hobbit üyesi.
Legolas: Genç, kahraman bir elf. Elf irfanlarına sahip. Uzağı çok iyi görür, hızlı koşar.
Gimli: Kaba saba bir cüce ancak çok iyi kalpli. Yüzük kardeşiliğinin bir üyesi o da..
Boromir: İnsanların kralının çok sevdiği 2 oğlundan biri. Yüzük hırsı onun sonu olmuştur.
Sauron: Kötülük tanrısı Melkor‘un dünyadaki uşağı. Mordor diyarının efendisi.
5. KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER : Kitap Tolkien’in yarattığı kusursuz dünyadan destansı bir masal. Yüzüklerin Efendisi üç kitaptan oluşuyor. Birinci kitap Yüzük Kardeşliği, ikincisi İki Kule ve sonuncusu Kralın Dönüşü. Bu üçleme gerçekten birbirini çok iyi tamamlıyor ve cesaretin, sevginin ve azmin başaramayacağı hiçbir şeyin olmadığını bir kez daha okuyucuya gösteriyor.
6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ : John Ronald Reuel Tolkien 1892‘de Güney Afrika‘da doğdu. Oxford Üniversitesi’nde Dilbilim ve Eski İngilizce konularında uzmanlaştı ve aynı üniversitede 1959‘a kadar profesörlük yaptı.
Yüzüklerin Efendisi’nin 1954 ve 1955 yıllarında üç cilt halinde yayınlanması, özellikle “saygıdeğer” bir İngiliz Dili ve Edebiyatı profesörünün “fantezi” gibi bir türde eser vermesi, edebiyat çevrelerinde küçük çaplı bir skandala yol açtı. Tolkien‘in 1937’de yayınlamış olduğu Hobbit, daha ziyade masal türüne ait bir çalışma olarak kabul edildiği için üzerinde pek durulmamıştı.
Yüzüklerin Efendisi’nin yaratığı dalgalanma “fantezi” türünün “saygın” edebiyat türleri arasına girmesinde önemli rol oynadı. Tolkien‘i izleyen fantezi yazarları, onu ve yarattığı “ Orta Dünya”yı büyük ölçüde taklit ettiler.
Tolkien‘in 1973’teki ölümünden sonra “ Orta Dünya “nın birinci çağı nı ele alan Silmarillion (1977), oğlu tarafından yayına hazırlandı. Christopher Tolkien babasının yarım kalmış el yazmalarını yayınlayarak eksiksiz bir “Orta Dünya” tarihi hazırlamaya gayret etti.
 
Üst