Osmanlı mı Türk'tü?
Tabiiki ecdadımız Osmanlı topraklarında yaşadı Osmanlıyı oluşturan unsurların içinde sayılabili.Bu anlamıyla ecdadımız Osmanlıydı denilebilir ama sadece Osmanlı tebasıydı.
Bugün bize ''milli geçmişimiz'' diye öğretilen Osmanlı, gerçekte kozmopolit bir devleti ifade etmektedir. Kuşkusuz milli olmak tek başına bir erdem değil. Üstelik Osmanlı'nın gayri milli niteliği de, milletlerin henüz oluşmadığı bir zamanda kendi başına kötü veya iyi bir meziyet değil. Ancak Osmanlı üzerinden bunca çok ''milli'' böbürlenmeye gidildiği günümüz koşullarında, Osmanlı'nın gayri milli niteliğinin altını çizmek zorunludur.
Osmanlı tarihi ile Türk tarihi arasında kurulacak ilişki, Osmanlının Türkmenlerce kurulmuş olması ve Osmanlının egemenlik kurduğu toprakların bir kısmının bugün Türkiye'nin kurulu olduğu topraklar olmasından ibarettir. Bunun dışında Türkler'in tarihi, Osmanlı'ların tarihinden çok Akkoyunluların, Karamanoğullarının, Safevilerin ve tabii Baba İlyas'ların, Şeyh Bedrettin'lerin, Pir Sultan'ların tarihi olabilir. Durum buyken Osmanlı'nın Türkmen Safevilerle savaşı, Türklerin ''İran-Acem-Şii'' devletiyle savaşı olarak öğretilebiliyor hâlâ!
Türkmenler hiçbir zaman kendilerini Osmanlı saymamışlar. Tabii Osmanlı da hiçbir zaman Türkmenleri kendinden saymamıştır. Anadolu'nun Türkmen halkı için Osmanlı; ''Osmanlı hanedanına, sarayda yaşayanlara, Osmanlı idare teşkilatına mensup, Osmanlı idare teşkilatında görevli, kentlerde yaşayıp bu devletin çeşitli alanlarında hizmetinde olan kişilere verilen addır'' (Z. Sarıhan).
Halk, özellikle de Türkmen halkı, kendi kimliğini Sarayda oluşturulan Arap, Acem ve Bizans melezi kimlikte değil, Baba İshak'ta, Yunus Emre'de, Hacı Bektaş'ta, Pir Sultan Abdal'da, Nasrettin Hoca'da, Şeyh Bedrettin'de, Köroğlu'nda, Karacaoğlan'da, Dadaloğlu'nda bulmuş; daha doğrusu bunlar, onun siyasal önderi ve kahramanları, ozanları, mizahçıları, düşünürleri ve insancıl yüzü olarak tarihte yer almışlardır.
Oysa Osmanlı egemen Yunus Emre yolunda yürüyenlere, bizzat Şeyhülislam Ebussuud Efendinin fetvasıyla ''ölüm'' emri vermiştir.
Türkmen deyişinde olduğu gibi halk için Osmanlı; ''Şalvarı şaltak Osmanlı / Eğeri kaltak Osmanlı / Ekende yok biçende yok / Yemede ortak OsmanlI'' olmuştur (F. Sümer).
Dadaloğlu gibi direnme gücünü bulmuş olanlar için ise, kurtulunması gereken bir düşmandır Osmanlı; ''Belimizde kılıcımız kirmani / Taşı deler mızrağımın temreni / Hakkımızda devlet etmiş fermanı / Ferman padişahın dağlar bizimdir.''
Osmanlı'ya kapılanmak isteyen Türkmenlerin çizdiği tablo ise, Mesihi'nin dizelerinde, Osmanlı mekanında Türk'e yer olmadığının bir ifadesidir: ''Mesihi gökten insen yer yok / Yüri var gel Arabdan ya Acemden.''
Osmanlı'nın Türk'e bakışı da alabildiğine aşağılayıcıdır. Osmanlı bürokrasisinin en gözde iki ismi bu bakış açısını şöyle yansıtır:
Hoca Sadeddin Efendi, ''Başına tac aldı çıktı ol pelid / İtdi bi-idrak etrakı mürid'' (yani Şah İsmail'i kastederek, bir alçak başına taç alıp çıktı / idraksiz Türkler etrafında mürid oldular) derken, Koçi Bey, Yeniçerinin ''bozulmasını'' , Ocak'a ''Harem-i Hümayun'a hilaf-ı kanun Türk ve Yörük ve Çingane ve Yahudi ve bi-din, bi-mezhep nice kallaş ve ayyaş...'' (yani kanun yasak etmesine rağmen Türk, Yörük, Çingene ve Yahudi dinsiz, mezhepsiz, kalleş ve ayyaş) girişiyle açıklayarak, Osmanlı resmi siyasetinin Türkmen'e bakış açısını ortaya koyar.
Adli mahlasıyla şiir yazan padişah II. Beyazıt'ın,
''Değme etrak ne bilsin gam-ı aşkı Adli
Sırr-ı aşk anlamaya hallice idrak gerek''
Türkçesiyle, ''Türkler ne anlar aşktan Adli / Aşkın sırrını anlamaya epeyce akıl gerek'' diyerek, aynı bakışı yansıtmaktadır.
Bir diğer örneğimiz Osmanlı Divan edebiyatının en seçkinlerinden Baki'ye ait; okullarda çocuklarımıza ''en büyük Türk atalarından'' diye tanıtılan Kanuni'ye sunduğu şiirinde;
''Her tac olmaz fahr-u fena ehline sertac
Türk ehlinüney hace biraz başı kabadır'' der.
Yani, ''her taç yoksulluk ve yokluk ehline baştacı olmaz. Ey hoca Türk toplumundan olanın başı kabadır, sultan olma yeteneğinden yoksundur'' demektedir.
Geçmişine böylesi yabancılaşan bir sarayın kültürel olarak da geçmişini sürdürmesi düşünülemezdi. ''Saray'da anadili Türkçe olan pek az insan bulunması'' (P. Mansen) bir yana, kullanılan resmi dil de, her ne kadar Türkçe temeli üzerinden yükseliyorsa da, Farsça ve Arapça kelimeler ve asıl önemlisi bu dillerin gramerinden türetilmiş Osmanlıcaydı. Osmanlı kurumlaştıkça, halk ile Saray arasındaki uçurum, kendini dilde de göstermek üzere derinleşiyordu. Aşık Paşazade'nin de belirttiği gibi, Osmanlı'da;
''Türk diline kimesne bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
Türk dahi bilmez idi bu dilleri''
Dildeki bu yabancılaşmada kendini gösteren Osmanlılık, aynı zamanda bu yeni kırma diliyle halkı aşağılayan bir egemenliğin de oluşturucusuydu.
Bu çerçevede ''Türk'' kelimesinin resmi görevlilerin rapor ve yazılarında genellikle aşağılama ve küçümseme ifadeleri olarak kullanıldığı gerçeği de çarpıcıdır: İbn-i Kemal, Naima, Hoca Saadettin Efendi , vb. aynı zamanda şeyhülislam, vezir gibi yüksek görevler de yapan, Osmanlının resmi tarihinin de yazıcıları olanların kaleminde Türkler (ve Kürtler); 'Türk-ü sütürk' (azgın Türk), 'Türk- bed lika' (çirkin yüzlü Türk), 'Etrak-ı bi idrak' (anlayışsız-akılsız Türkler), 'Nadan Türk' (kaba, cahil Türk), 'Eşirra-Etrük' (şerli, çok kötü Türkler), Kızılbaş-ı evbaş (kızılbaş rezili), Etrak-i na-pak (pis, murdar Türkler), Ekrad-ı bi akl u din , cemaat-ı kallaş (akılsız ve dinsiz Kürtler, kalleş cemaat), vb...
Tüm bu ifadelerden Türk düşmanlığını çıkarmamak lazım kuşkusuz. Ancak egemen sınıf olan devşirme kapıkulu ve Saray'ın halka, dolayısıyla başta Türk olmak üzere Anadolu halkına karşı aşağılayıcı bakış açısının bir dışavurumudur.
TÜRK KİMLİĞİ OSMANLI DA DEĞİL ATATÜRK'ÜN KURDUĞU TÜRKİYE CUMHURİYETİNDE ANLAM KAZANMIŞ VE ATATÜRK TARAFINDAN LAYIK OLDUĞU YERE GETİRİLMİŞTİR.LÜTFEN ARTIK BUNUN DEĞERİNİ VE ANLAMINI BİLELİM...