Demokratik Açılım [ Tek Başlık ]

Kürtçü milliyetçiler ‘açılım’a açık mı?



MHP lideri Bahçeli ve CHP lideri Baykal’ın tavrını ayrıca ele alacağım. Bugün PKK ve DTP tarafını yazmak istiyorum.
Hayati soru şudur: Hükümet “açılım”a hazırlanıyor ama PKK ve DTP’de şekillenen Kürt milliyetçiliği bu “açılım”a açık mı?! Yoksa bunu bir “diplomasi” oyunu olarak mı görüyorlar?!
Mesele Kürt milliyetçiliğinin ne ölçüde esnek olduğuyla ilgilidir. “Ortak zemin” oluşturacak kadar Türkiye’nin üniter devlet, resmi dil, bayrak gibi temel değerlerine ne ölçüde saygılı olduğuyla ilgilidir.
Dünkü Milliyet‘te Öcalan’ın avukatı “İki kırmızı çizgimiz var: Kürtlerin aşağılanmaması ve üniter yapı!” diyordu.
Böyle ise mesele yok.
Ahmet Türk’ün benzer sözleri olduğu gibi, Karayılan da “PKK’nın değiştiğini” söylemişti.
Acaba bu açıklamalar Kürt milliyetçilerinin de demokratik bir “açılım” sürecinden geçmekte olduğunu mu gösteriyor? Yoksa ayrılıkçı amaçları için “diplomasi” mi yapıyorlar!

Söylem ve içerik
Bu sorunun cevabını DTP kongresinin 31 Ekim 2007 tarihli sonuç bildirgesinde bulmak mümkündür. Bildirge “demokratik özerklik” adı altında, devlete sadece dışişleri, savunma ve maliyeyi bırakıyor; kalan bütün devlet faaliyetlerini yerel yönetimlere veriyor!
Dünyada tek bir siyaset bilimci yoktur ki buna “federasyon” demesin!
Ama bildirge, “Bu yapı, federalizmi ya da etnisiteye dayalı özerkliği ifade etmez” diyor!
Etnik federasyon istemediklerini söyleyerek “diplomasi” yapıyor, ama içerik olarak etnik milliyetçiliğin federasyon tezini dayatıyor.
Zaten DTP’liler seçim sonuçlarını “Kürdistan haritası çizildi” diye yorumladılar; bölgede oyların dörtte birini aldıkları halde!
PKK ve DTP’nin bütün asli dokümanlarına hâkim olan ideoloji, bir ayrılıkçı etnik milliyetçilikten öteye, militan bir “Pan Kürdizm”dir.
“Barış” sözünü de çok kullanıyorlar ama lafını tartarak konuşan Ahmet Türk bile diyor ki:
“PKK susarsa çözüm olmuş mu olur? Hayır, teslim almış olursunuz sadece!..” (Vatan, 14 Haziran)
Emine Ayna, Iğdır mitinginde “barıştan yanayız, savaşa da hazırız!” pankartları altında yaptığı konuşmada diyor ki:
“Başbakan’la sakin bir diplomatik görüşme yaptık... DTP ile görüşüp PKK’yı ve Sayın Öcalan’ı bunun dışında bırakmak gibi bir oyun varsa bu oyuna gelmeyiz!” (Milliyet, 11 Ağustos)

Açılım yanlış değil mi?
Emine Ayna herhangi bir DTP’li değil, önemli bir isim, Stalinci partilerdeki “siyasi komiserler” gibi bir işleve sahip.
PKK’nın partilerinde oturup konuşulabilecek isimlerin hep tasfiye edilmesi, yönetime getirilen herkesin bir süre sonra harcanması ve mesela Mayıs 2008’de olduğu gibi Ahmet Türk’ün bile düşürülüp yerine Emine Ayna’nın ‘seçilmesi’, sonra ‘diplomasi‘ ihtiyacı öne çıkınca Ahmet Türk’ün tekrar getirilmesi ve yanına Ayna’nın “komiser” olarak “eşbaşkan” yapılması sıradan parti içi olaylar değildir.
Bu, totaliter bir yapılanmadır!
Pan Kürdist bir militan milliyetçiliktir!
Kürt aydınlarına bile “infaz”lar yapan silahlı bir politikadır!
Demokratik bir özgürlük hareketi değildir.
Bazı liberaller bu totaliter etnik milliyetçi ideolojiyi ve yapıyı yeterince eleştirmemekle yanlış yapıyorlar.
Madem PKK ve partisi DTP böyledir, öyleyse “açılım” yanlış değil mi?


http://www.milliyet.com.tr/Yazar.as...ID=1127790&AuthorID=62&Date=13.08.2009&ver=77
kaynak
 
CHP'li Tekin'den Kürt açılımına destek


130820090915117976751_2.jpg


CHP'li Tekin'den Kürt açılımına destek
CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin, atılan adımların desteklenmesi gerektiğini belirterek, “Bu meseleyi kim çözerse tarihe geçer, gerçek budur” dedi.



29 Mart yerel seçimleri Türkiye'ye yeni bir siyasi yıldız kazandırdı: CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin. 'Çarşaf açılımı”nın mimarı olan Tekin ile Kürt açılımını konuştuk. Kendisi de Kürt olan ve en fazla Kürt'ün yaşadığı İstanbul'un il başkanı olarak Tekin; “Kürt sorununu çözen tarihe geçer” derken, “Genel başkanlık hedefiniz var mı sorumuza da; “Bulunduğum yerden memnunum” cevabını verdi.

Kürt sorunu konusuyla başlayalım. Nasıl bakıyorsunuz siz soruna?

Kürt sorunu diyoruz ama kabul etmemiz gerekir ki, bu bir Türkiye sorunudur. Belki 20 yıl önce buna Kürt sorunu denebilirdi ama bugün artık değil. Ve bu sorunun çözümü de kolay değildir. Çözüm dediğimiz şey; akşam karar alıp sabah çözüyorum demekle mümkün değildir. Ama eğer çözüm konusunda da adım atılıyorsa, yapılması gereken o adımı desteklemek ya da en azından onun sorumluluğunu paylaşmaktır.

Nasıl çözülür bu sorun?

Benim söyleyeceklerim ancak bireysel olacaktır. Kürt sorununu kimse konuşmazken, konuyla ilgili rapor hazırlayan siyasi partinin il başkanıyım. Baykal, 1989'da bu konuyla ilgili rapor hazırlatmış ve konuyu gündeme getirmiştir. Keşke soruna o zaman sahip çıkabilseydi Türkiye bu kadar acı yaşanmasa idi. Ama geldiğimiz noktada şunu söylemek mümkün; bu sorununun tek çözümü demokrasidir. Demokrasinin derinleşmesi, tüm demokratik kuralların geçerli olmasıdır. Daha fazla demokrasi ve özgürlük sadece Kürt sorunu ile ilgili değil, Türkiye'nin yaşadığı birçok sorunun da panzehiridir. Türkiye demokratikleşir ve Kürt sorunu da çözülürse inanın Türkiye'yi kimse tutamaz. Henüz iktidarın çözüm paketini bilmiyoruz. Ama çözüme katkı sunacak her türlü çabayı desteklemeliyiz. Artık Türkiye sorunu olan bu meseleyi kim ve hangi siyasi parti çözerse o tarihe geçer. Gerçek budur.

O halde şunu mu söylüyorsunuz; siz çözümün parçası olmak istiyorsunuz…

Evet. Ama şunu eklemek gerek. Dünyadaki örneklere baktığımızda; çözüm siyasilerin işi ama çözüme gidecek süreç daha çok sosyal bilimcilerin, akademisyenlerin, STK'ların içinde olduğu bir çalışma grubunun işidir. Türkiye'de böyle bir çalışma bildiğimiz kadarıyla yok. Keşke olsa. Eğer varsa da biz bilmiyoruz. Şu anda sadece iyi niyet beyanları var ama bu çözüm için yeterli değil.

AK Parti kendi açıklamaları ile risk alıp bir süreçi başlattı…

Başlattı ama hatalı başlattı. Şüphesiz başlatılan sürecin sorumluluğu iktidar partisine aittir. Bana göre bu noktada Başbakan Erdoğan hatalı davranmıştır. DTP lideri ile bizzat kendisi görüşen Başbakan, ana muhalefet liderine karşı da aynı hassasiyet ve nezaketi göstermeliydi. Ana muhalefet liderine sorumlu olarak İçişleri Bakanı'nı göndereceğine, bizzat kendisi Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli'ye giderek uzlaşma yolunu seçmeliydi. Ama ne yazık ki Başbakan Erdoğan artık alışkanlık getirdiği tavrını sürdürerek muhalefeti yok saymıştır. Oysa böyle bir yol haritası için muhalefetin özellikle de CHP ve MHP'nin bu işe dâhil edilmesi gerekiyordu. Yok sayıldılar. CHP'yi yok sayarak MHP'yi yok sayarak, devletin kurumlarını yok sayarak başlayan süreç başarılı olabilir mi kuşkuluyum? Ayrıca ben bir vatandaş olarak da merak ediyorum asker bu sürecin neresinde?

Sessizliği bu sürece en azından itiraz etmediğini gösteriyor…

Öyle mi emin değilim. Çünkü biz çözümü konuşurken asker de bölgede ciddi operasyonlar yapıyor. Aslında şuradan başlamalıydı belki de; Kürt sorunu gibi Türkiye'nin en önemli meselesi için siyaset üstü bir arayışa girilseydi. Mesela MGK'da bu konu konuşulurken muhalefetin temsilcileri de olsa idi. Onları da bu sürece dâhil edilselerdi. Bunların hiçbiri yapılmadı. Her şeye rağmen yani tüm olumsuzluklara rağmen, eğer bu süreç çözümün yolunu açacaksa sonuna kadar yanındayım. Çözüm sürecini desteklerim.

Görüşmeye gelelim. Başbakan'ın DTP lideri ile görüşmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu görüşmeyi çok geç kalmış bir buluşma olarak görüyorum. Keşke Başbakan Erdoğan, Türk'le daha önce görüşebilseydi. Ama ne yazık ki siyasi katılımcı bir siyasetten yana değil. Keşke Erdoğan daha önce “Ben DTP ile görüşmem” dememiş olsa idi. Başbakan şunu unutmamalı. Partinin genel başkanı olsa da; o Türkiye'nin Başbakanı'dır. Bu görüşme, her şeye rağmen önemli bir eşiğin aşılmasıdır. Bu aşamada DTP'ye de önemli sorumluluk düşüyor. Çözümün en önemli parçası DTP'dir. DTP'nin bu süreçteki siyasi üslubu eğer yapıcı ve çözüme katkı verici olursa çözüm süreci daha hızlı ilerler. Ama burada sorun ortada henüz bir projenin olmamasıdır. Keşke ortada somut bir proje olsa da üzerinde konuşabilsek.

Siyasi hesaplarla hareket edilmemeli

Temel sıkıntı çözüm paketi olmaması mı? Bu sürecin, yani bunları konuşuyor olmak önemli değil mi?

Önemlidir ama yeterli değildir. Çünkü bu konu partilerin siyasi oylarını arttırmak için kullanacakları bir konu değildir. O yüzden bu süreç her parti için söylüyorum; küçük siyasi hesaplara malzeme yapılmamalı. Bu aşamada Başbakan'ın MHP ya da herhangi parti liderine kızma, görüşmeme lüksüne sahip olduğunu düşünmüyorum. Hatta bu aşamada Başbakan ne kadar ısrarcı olursa, çözüm için samimiyetini o kadar göstermiş olur.

Kendine sol partiyim diyen CHP Güneydoğu'da yok…

Bunun en büyük nedeni bugün DTP'de siyaset yapan gelenek daha önce CHP içindeydi. Mesela Ahmet Türk. Bu siyasi gelenek CHP'den ayrılınca CHP'nin bölgedeki oyu düştü. Ama önümüzdeki süreçte CHP o bölgede ciddi bir parti olacaktır.

CHP hata mı yaptı?

Hata demeyelim de eksikliklerimiz var. Bu eksiklerimizi de mutlaka gidereceğiz. 1980 sonrasında genel olarak biz de değişen koşullara ayak uyduramadık. 1983 yılında SODEP ve sonrasında SHP'nin kuruluşu sırasında ne yazık ki CHP kültürünü bu partilerin temeline yeteri kadar katamadık. Bu yüzden de gereken siyaseti üretemedik ve hatalar yaptık. Biz de bunları gidermek için çok çalışıyoruz. Mesela CHP bir dönem bırakın politika üretmeyi sadece kongre yaptı. Sürekli olağanüstü kongre yaptı. Böyle bir partinin siyaset üretmesi mümkün olamadı. Şimdi bunları geride bıraktık ve geleceğe bakıyoruz. Ama özellikle politika üretme konusunda CHP dışındaki solda da sorun var.

kaynak
 
Nasıl bir sorunsa bu artık? En fazla kürdün yaşadığını söylediği istanbul gibi bir şehirde dtp harici bir partiden il başkanı seçilebiliyorsun ve sorun var diyorsun.
Bu Hikmet Çetinin dışişleri bakanıyken ben de kürdüm, ülkemizdeki kürt sorunu yadsınamaz diyerek komik duruma düşmesiyle aynı. Sormuşlardı ona da; hem kürtsünüz, sorun olduğunu idda ettiğiniz ülkenin de dışişleri bakanısınız bu nasıl oluyor diye.
 
Arkadaşlar ben anlamış değilim neyin açılımını yapacaklar bu adamlara biz bu adamları neyden ayrım yaptıkki şimdi neyin açılımını yapcaklar. hiç bir zaman bu adamları ayrı tutmadıkki neyden eksikler ben bunu anlamış değilim bizim sahip olduğumuz bütün hakları şuan ellerinde onlara açılım yapılınca bize haksızlık olmucakmı o zaman llaz olan arkadaşlar ayrı bir TV kanalı açsın GÜRCÜCE dilinde çerkezi ayrı bir kanal alevisi yörük olanı bende bir yörük olarak sonumuz iyi değil arkadaşlar ben bu açılıma karşıyım çünkü haksızlık yapıyorlar bize haksızlık oluyor.....
 
Açılım yapmak ABD kuklası olmak mıdır?

Kimseyi incitmek, suçlamak, yaralamak istemiyorum; bu yüzden açık uçlu soru haline getirip, “Açılım yapmak ABD kuklası olmak mıdır?” diye soruyorum.

Hüküm vermiyorum.

Açılım eşittir ABD kuklalığı.

Bunu söylemiyorum.

Benimki sadece merak!

Sadece gerçeği arama!

Ne kuş ne deve!

Ne kum ne kafa!

Ne kafayı kuma gömme!

1 milyon sivili öldürdükten sonra ABD ordusunu tam Irak’tan çekmeye karar verdiği sırada “Türkiye’de açılım rüzgârı estirmek” Orta Doğu’da ABD kuklası olmayla ilgili olabilir mi? Abdullah Öcalan, PKK’yı 25 yıl önce kurdu, 25 yıldır PKK arkasına ABD, AB desteğini aldı, Türk ordusu ile savaşıyor.

Bağımsızlık istiyor.

PKK’lılar ve terörist örgüte yandaş olanlar Türklerle bir arada, aynı ulus devletin içinde “tek bayrak-tek millet-tek devlet-tek ordu” şemsiyesi altında yaşamak istemiyorlar. Bu arzu ve isteklerini gerçekleştirmek için dağa çıktılar. Türk askerini öldürdüler, kendileri de öldüler.

25 yıldır savaşıyorlar.

AKP de 7 yıldır iktidar.

7 yıldır “açılım” düşünmedi.

Tam ABD ordusu Irak’tan çekilme kararı aldığında; “analar ağlamasın nutukları atıp ve ağlayan Arınç Baba taklidi” yaparak açılıma geçtiler.

Bu bir tesadüf müdür?

Vicdanın sesi şöyle diyor:

7 yıldır niçin açılmadınız?

7 yıldır analar ağladı.

Siz ağlamadınız.

Ağlayan anaları seyrettiniz.

Tam ABD ordusunu Irak’tan çekerken şimdi siz “analar ağlamasın... Anaların göz yaşlarına ve evlat acısına artık tahammülümüz yok...” diye kendi grubunuza nutuk söyleyip, kendi kendinize ağlamalar yapıyorsunuz. Tam ABD ordusu Irak’tan çekilirken sizdeki evlat acısına dayanma tahammülü de bitti! Gerçekten bu nasıl bir tesadüftür? ABD ve İngiltere Irak’ta bir kukla hükümet yarattılar. Bir yeni Irak ordusu kurdular. Bu orduyu silahlandırdılar. Kuzey Irak’ta da, Türk Ordusu’nun subaylarının başına çuval geçirip, Barzani Peşmerge Ordusu’nu eğittiler. Oraya her zaman çok sayıda asker indirebilecekleri üsler kurdular. Irak petrolünün yüzde 75’ini ABD ve İngiliz şirketlerinin hâkimiyetine verdiler, yüzde 25’i de Iraklı Arap yönetimi ile Kuzey Iraklı Kürt yönetimine bırakma cömertliğini(!) gösterdiler. Kukla yönetimleri kullanarak ve Irak’ı da bölerek Irak halkının yeraltı zenginliği olan petrole el koymuş oldular.

100 yıl önceki emperyalizmdir.

100 yıl önceki sömürgeciliktir.

Sömürgecilik 100 yıl önce insanlık önünde mahkûm edildi. 100 yıl önce bir ulusun yeraltı ve yerüstü zenginliklerine orduları kullanarak silah zoruyla el koymak, en büyük insanlık suçu ilan edildi. 100 yıl sonra bugün ABD ordusu Irak’ta bir kukla Arap hükümeti ve bir kukla Kuzey Kürdistan yönetimi bırakıp fakat ülkenin tek zenginlik kaynağı petrolüne el koyarak geri çekiliyor. Ve bizim “sömürgeciliğe ve emperyalizme başkaldırarak” kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Irak’taki yeni hükümetin Başbakanı Maliki’ye “Irak’la dost değil aynı zamanda ortağız” diye mesaj götürüyor. Türkiye Cumhuriyeti, Irak’ta “ABD şirketleri adına petrolü beklemeye memur edilmiş hükümete ortak” ilan ediliyor.

Tesadüfe bak!

Benimki sadece merak!

Sadece gerçeği arama!

KAYNAK: http://haber.gazetevatan.com/haberd...13.08.2009&Newsid=253677&Categoryid=4&wid=108
 
Elbette yok Kardeşim.
Ne tarihleri var ne dilleri.
Hep bu dış güçlerin oyununa kanıyorlar.Kardeşi kardeşe küstürmek istiyorlar.
Bizi içten bölmek istiyorlar.
Korkarım ki bundada büyük ölçüde başarılı oluyorlar.
Birilerin çıkıp bunlara artık dur demeli...

tarihleri ve geçmişleri yok demen senin için bir talihsizlik olsa gerek. adamlara yıllarca baskı uygulanmış (tabi dillerinden geriye bir şey kalmayacaktır) derin devlet denen mekanizma oraları kendi elinde tutmak için süreki oyun oynamış olay çıkarmış ve uzun bir süre oralar "OHAL" bölgesi olmuştur. oralara uzun süre yatırım yapılmamış.

bizi bölmek istiyorlar diyorsun buna katılıyorum. ne zaman Türkiye Cumhuriyeti şahlansa önüne bir set konuyor bir oyun oynanıyor. Allah bu milleti zillete düşürmesin.

____________________________
30rl27n.jpg
 
İşte DTP'nin 4 Talebi

dtp-aclikgrevi.jpg


DTP'li Demirtaş İçişleri Bakanı Atalay'la yapılan görüşmede taleplerin gündeme gelmediğini söyledi. Ancak DTP'nin gündeme getireceği dört talep belli...

DTP Grup Başkanvekili Selahattin Demirtaş, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’la yaptıkları görüşmenin Başbakan Tayyip Erdoğan ile yapılan görüşmenin devamı niteliğinde olduğunu belirterek, devamının geleceğini söyledi.

ÖCALAN'IN AVUKATLAR İMRALI'DA


Atalay’la görüşmenin de ‘güven artırıcı’ nitelikte olduğunu söyleyen Demirtaş, DTP’nin kamuoyuna yansıyan taleplerinin Beşir Atalay’la yapılan görüşmede gündeme gelmediğini, gelecekte TBMM çatısı altında oluşabilecek komisyonlarda görüşülebileceğini söyledi.

‘Güven arttırıcı’

İçişleri Bakanı Atalay ile yapılan görüşmeyi değerlendiren Demirtaş, olayı Erdoğan’la görüşmenin devamı olarak gördüklerini belirterek, “Olumlu, anlamlı görüşmeler. Boşa gitmemelidir. Güven artırıcı görüşmelerdir” dedi.
Görüşmede konu başlıklarının ele alınmadığını anlatan Demirtaş, bu aşamada talep açıklayıp süreci olumsuz etkilemek istemediklerini vurguladı. Demirtaş, DTP’nin taleplerinin değişik toplantılarda defalarca duyurulduğuna dikkat çekerek, “Bunlar teknik konular, şimdi ortaya koyup süreci olumsuz etkilemek istemeyiz. Zamanı geldiğinde teknik konular TBMM çatısı altında oluşturulacak komisyonlarda ele alınabilir” dedi.

DTP ne istiyor?

Demirtaş, Atalay ile yaptıkları görüşmede konu başlıklarının gündeme gelmediğinin altını özellikle çizdi. DTP’nin daha önce açıklanan talepleri şu başlıklar altında özetlenmişti:

1. Demokratik bir cumhuriyetin ruhuna uygun sivil bir anayasa oluşturulsun.

2. Anayasa’nın 66. Maddesi’nde ‘Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür’ deniliyor. Anayasa’da etnisiteyle ilgili ayrıntılara yer verilmesin. Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı vurgusu öne çıksın. Türkiye Cumhuriyetinin çok etnikli yapısı Anayasa’nın ruhunu yansıtan giriş bölümünde vurgulanabilir.

3. Kültürel haklar ve anadille ilgili talepler: Anayasa’daki anadil sınırlamaları ve eğitim hakkı önündeki engeller kalksın. Basın yayın alanında anadil kullanımıyla ilgili sorunlar giderilsin. Propaganda yasakları kalksın. Kamu kuruluşlarında ve sosyal-kültürel alanda anadilin kullanımı önündeki engeller kaldırılsın.

4. Yerel yönetimler ekonomik, siyasi ve kültürel açıdan güçlendirilsin.


Yol Haritası

DTP’nin destek verdiği Demokratik Toplum Kongresi, geçen ay Diyarbakır’da yaptığı çalıştayda, Kürt sorunu ulusal bir mesele olduğunun altını çizerek, çözüm sürecinin de bu çerçevede ‘adil, eşitlikçi, barışçıl demokratik bir zeminde’ aranması gerektiği görüşü benimsendi.

Katılımcılar, PKK’dan çözüm sürecine katkı sunmak amacıyla başlattığı eylemsizlik kararını sürdürmesini isterken, güvenlik güçlerinin de aynı dönemde askeri operasyonları durdurmasını talep etti.

Çözüm sürecinde siyasal çerçeve geliştirilmesini isteyen DTK, çözüm sürecinde DTP başta, Kürtlerin temsilcilerinin muhatap alınmasını, Abdullah Öcalan’ın süreçten dışlanmamasını istedi. (Radikal)


Kaynak
 
Konu siyaset politika serbest kürsü bölümü kürt açılımı tek başlığa kaydırılmıştır iyi forumlar.
 
Koşun, açılım kaçıyor!..

Koşun, açılım kaçıyor!..

BUGÜN 135. gün...

“Bu tarihi açılım fırsatını kaçırmayalım” diyen Cumhurbaşkanı, hâlâ “kaçan tarihi fırsatın” ne olduğunu söylemiş değil.

Ki o gün bizim medya müfrezesi “Koşun...” diyerek geçmişti yanımdan:

“Nereye?..”

“Kaçıyor...”

“Ne?..”

“Tarihi fırsat açılımı...”

*

Başbakan da “açılımın” ne olduğunu söyleyemiyor... Grubunda iki saat konuşup da “Kürt açılımının” ne olduğunu söylemeyen Başbakan, milletvekillerine “Gidin milletimize açılımı anlatın” deyince, milletvekilleri ağladılar aslında...

İlk “fırtt...” sesi orta sıralardan geldi...

*

Cumhurbaşkanı’nın utanıp içeriğini Başbakan’ın açıklamasını beklediği... Başbakan’ın utanıp içeriğini İçişleri Bakanı’nın açıklamasını umduğu “Kürt açılımı” esrarını koruyor...

Görevlendirilen İçişleri Bakanı da utandığı için, kapı kapı dolaşıp “destek” arıyor ama, neye “destek” aradığını söyleyemiyor...

Nitekim her görüşmeden sonra içerden çıkanlar aynı şeyi tekrarlıyorlar:

“Destek istedi, ama neye destek istediğini söylemedi...”

*

“Açılımı” açmayışlarının üç nedeni var:

Bir; yaptıklarının Türkiye’ye karşı suç olduğunu bildikleri için, bekliyorlar ki başkası “açılımı” açsın...

İki; açılımın ne olduğunu söylemedikleri için, her an içeriğini değiştirme olanakları var. Nitekim Bülent Arınç “Bu, Kürt açılımı değil, demokratik açılımdır” diyerek adını değiştirdi bile.

Üç; dağlardan hâlâ şehitlerin tabutları gelirken, söylemeye utanıyorlardır...

*

Bence bu arkadaşlar, Cumhurbaşkanı’nız, Başbakan’ınız olabilirler ama “devlet adamı” olmadıklarını artık anlamanız gerek...

Bunlar Türkiye’yi yönetemezler...

Bakın “açılım” diye diye bir anda Türkiye’yi çıkmaza sokuverdiler... “Koşun, açılım kaçıyor”un üzerinden çok zaman geçti ve siz hâlâ “açılımın” ne olduğunu bilmiyorsunuz...

Bugün 135. gün...

KAYNAK: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/12275008.asp?yazarid=2&gid=61
 
Dönüşü olmayan yol ve bazı teklifler

Toplumsal meseleler itidali kaybederek tartışılmaz. Bağırıp çağırarak, toptancı ret veya kabullerle hiçbir mesele çözülmez.

Otuz yıldır Türkiye terör belasıyla boğuşuyor.

Binlerce vatan çocuğu hayatını, hürriyetini, sağlığını kaybetti.

Binlercesi iğfal edilerek kendi vatanlarına, insanlarına düşman edildi.

Hal böyleyken hiç kimse problem yok diyemez.

Ama Türkiye’nin başka dertleri de var. İnançlarından,düşüncelerinden, kılık kıyafetinden dolayı ezilen, horlanan, parya muamelesi gören, milyonlarca insanımız var.

Demek ki, problemi bölgesel değil, ulusal.

Ülkenin sadece bir kesimini hedef alan, geriye kalanları sırtında taşıyan bir yönetim biçimi yok ortada. Önüne gelene kılıç sallayan, nev-i şahsına münhasır, insanlarını vatandaşlıkta değil, düşmanlıkta eşit gören bir yönetim mekanizmasıyla karşı karşıyayız. Onun için hiç kimsenin en çok dayağı ben yedim, sistem ayrımcılık yapıyor diye mızmızlanmaya hakkı yok. Hep beraber dövülüyor, sövülüyor, aşağılanıyoruz.

Dolayısıyla çözümü de beraber bulacağız.

Demek ki birinci adım, sistemi tüm insanlarımızı eşit görecek şekilde revize etmekten geçiyor.

Bunun usulüne, üslubuna gelince. Başta da söyledim itidali kaybedince akıl firar eder. Ondan sonra isteseniz de hiçbir şeyi konuşamazsınız.Kürt sorununa endeksli demokratik açılımlar gündeme geldiği günden beri ifratla tefrit arasında gidip geliyoruz. Öyle yazılar yazılıyor, öyle yorumlar yapılıyor ki, neredeyse terör örgütü –meşru müdafaa- durumunda kalmış, masum, hatta mağdur bir örgüt haline getiriliyor. Hızını alamayıp, dinle, imanla alakası kalmamış bu insanları şehit ilan edecek kadar ileri gidenler var.

Demek ki ikinci adım itidali, ona bağlı olarak hakikati kaybetmemekten geçiyor.

Bugün gelinen nokta itibarıyla, macun tüpten çıkmış, açılımlardan dönmenin siyaseten mümkün olmadığı bir noktaya gelinmiştir. Geri dönüş, iktidarın bitişidir. Böyle bir riski hiçbir siyasi heyet alamaz. Öyleyse yapılması gereken istemezükçü bir tavır yerine sürece tesir etmek, ileride daha büyük problemleri tevlit edecek noktaya gelmesine mani olmaktır. Bu noktada sürece kimlerin dahil olacağı, kimlerle müzakere edileceği hayati öneme haizdir. Fikir beyan edenlerin bazısı Türkiye’yi bölmeyi bazısı bütünleştirmeyi, milli bütünlüğü tahkim etmeyi hedefliyor. Dolayısıyla üslubu yanlış da olsa, Türkiye’nin milli bütünlüğünü düşünenlerin kaygıları ciddiye alınmalı, açılımlardan temel hak ve hürriyetlerin genişletilmesi dışında sonuçlar devşirmeye çalışanlar dikkatle takip edilmelidir, bu da üçüncü adım.

Diğer taraftan sistemden kaynaklanan sorunları Kürt-Türk meselesi haline getirmeye çalışanların varlığı da bir vakıadır. Bunların temel hedefi sistem sorununu bir Kürt meselesi haline getirip, çatışan taraflar ihdas etmektir. Bir tarafta PKK-DTP çizgisinin, öte tarafta Ergenekon terör örgütünün temel hedefi budur. Dördüncü adım bunların tasfiyesidir. Bu örgütler tasfiye edilmeden, halkın açılımlardan gerçekten ne ve neler beklediğini tespit etmek mümkün değildir. Toplumun nabzını tutmadan yapılacak herhangi bir düzenleme de sorunların çözümüne katkıda bulunmayacaktır.

İrfan Sönmez
VAKİT

k:http://www.habervaktim.com/yazar/16653/donusu_olmayan_yol_ve_bazi_teklifler.html
 
Dönüşü olmayan yol ve bazı teklifler

Toplumsal meseleler itidali kaybederek tartışılmaz. Bağırıp çağırarak, toptancı ret veya kabullerle hiçbir mesele çözülmez.

Otuz yıldır Türkiye terör belasıyla boğuşuyor.

Binlerce vatan çocuğu hayatını, hürriyetini, sağlığını kaybetti.

Binlercesi iğfal edilerek kendi vatanlarına, insanlarına düşman edildi.

Hal böyleyken hiç kimse problem yok diyemez.

Ama Türkiye�nin başka dertleri de var. İnançlarından,düşüncelerinden, kılık kıyafetinden dolayı ezilen, horlanan, parya muamelesi gören, milyonlarca insanımız var.

Demek ki, problemi bölgesel değil, ulusal.

Ülkenin sadece bir kesimini hedef alan, geriye kalanları sırtında taşıyan bir yönetim biçimi yok ortada. Önüne gelene kılıç sallayan, nev-i şahsına münhasır, insanlarını vatandaşlıkta değil, düşmanlıkta eşit gören bir yönetim mekanizmasıyla karşı karşıyayız. Onun için hiç kimsenin en çok dayağı ben yedim, sistem ayrımcılık yapıyor diye mızmızlanmaya hakkı yok. Hep beraber dövülüyor, sövülüyor, aşağılanıyoruz.

Dolayısıyla çözümü de beraber bulacağız.

Demek ki birinci adım, sistemi tüm insanlarımızı eşit görecek şekilde revize etmekten geçiyor.

Bunun usulüne, üslubuna gelince. Başta da söyledim itidali kaybedince akıl firar eder. Ondan sonra isteseniz de hiçbir şeyi konuşamazsınız.Kürt sorununa endeksli demokratik açılımlar gündeme geldiği günden beri ifratla tefrit arasında gidip geliyoruz. Öyle yazılar yazılıyor, öyle yorumlar yapılıyor ki, neredeyse terör örgütü �meşru müdafaa- durumunda kalmış, masum, hatta mağdur bir örgüt haline getiriliyor. Hızını alamayıp, dinle, imanla alakası kalmamış bu insanları şehit ilan edecek kadar ileri gidenler var.

Demek ki ikinci adım itidali, ona bağlı olarak hakikati kaybetmemekten geçiyor.

Bugün gelinen nokta itibarıyla, macun tüpten çıkmış, açılımlardan dönmenin siyaseten mümkün olmadığı bir noktaya gelinmiştir. Geri dönüş, iktidarın bitişidir. Böyle bir riski hiçbir siyasi heyet alamaz. Öyleyse yapılması gereken istemezükçü bir tavır yerine sürece tesir etmek, ileride daha büyük problemleri tevlit edecek noktaya gelmesine mani olmaktır. Bu noktada sürece kimlerin dahil olacağı, kimlerle müzakere edileceği hayati öneme haizdir. Fikir beyan edenlerin bazısı Türkiye�yi bölmeyi bazısı bütünleştirmeyi, milli bütünlüğü tahkim etmeyi hedefliyor. Dolayısıyla üslubu yanlış da olsa, Türkiye�nin milli bütünlüğünü düşünenlerin kaygıları ciddiye alınmalı, açılımlardan temel hak ve hürriyetlerin genişletilmesi dışında sonuçlar devşirmeye çalışanlar dikkatle takip edilmelidir, bu da üçüncü adım.

Diğer taraftan sistemden kaynaklanan sorunları Kürt-Türk meselesi haline getirmeye çalışanların varlığı da bir vakıadır. Bunların temel hedefi sistem sorununu bir Kürt meselesi haline getirip, çatışan taraflar ihdas etmektir. Bir tarafta PKK-DTP çizgisinin, öte tarafta Ergenekon terör örgütünün temel hedefi budur. Dördüncü adım bunların tasfiyesidir. Bu örgütler tasfiye edilmeden, halkın açılımlardan gerçekten ne ve neler beklediğini tespit etmek mümkün değildir. Toplumun nabzını tutmadan yapılacak herhangi bir düzenleme de sorunların çözümüne katkıda bulunmayacaktır.

İrfan Sönmez
VAKİT

k:http://www.habervaktim.com/yazar/16653/donusu_olmayan_yol_ve_bazi_teklifler.html


kardaş;
beklediğim yazı bu değildi,hadi gösteriver sergilenen oyunuda,
ağızları açılsın,kürtleri açılacağına
 
Rakı - Balık, AKP - DTP Gör Bunları Artık Türkiye

Rakı - Balık, AKP - DTP Gör Bunları Artık Türkiye
AKP ile yavrusu DTP arasında su sızmıyor… Su gibi rakıların aktığı yemek masalarında (AB)(D)ullah Öcalan`ın İmralı`daki sağlık koşulları konuşuluyor, AKP yavrusu DTP`nin "Genel af çıkartın ve Barzani gibi bizi de muhatap alın" taleplerini not alıyor.

AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat`ın, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk`ün ve DTP Muş Milletvekili Sırrı Sakık ile Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Binici`nin de katıldığı Ankara`daki rakılı-balıklı yemek AKP ve DTP arasındaki samimiyetin bir göstergesi olarak gündemde yer buldu.

AKP`de DTP`lilere ve PKK`lılara yönelik öteden beri bir saygı, sevgi ve sahiplenme söz konusudur. O yüzden Ankara`daki bu rakılı-balıklı bu yemek olağanüstü bir manzara doğurmamaktadır.

Abdullah Gül Dışişleri Bakanı iken `Talabani, Barzani ve Öcalan önderimiz` diyen PKK`lı Leyla Zana ve ekibini cezaevinden çıkardıkları günlerde Dışişleri konutunda ağırlamış, o dönemin T.B.M.M Başkanı Bülent Arınç ise PKK`lı Leyla Zana ve ekibini mecliste düzenlediği yemekle baş konuk etmişti.

Şimdilerde "PKK`ya terör örgütü demezlerse muhatap almam" diye sözde tavır sergileyen Recep Tayyip Erdoğan sadece kamuoyunda rol yapmaktadır. O rol, DTP ile aynı çizgide görünmeyi gizlemektir.

Bu şekilde sözde tavır alıp, kamuoyunu aldatan Recep Tayyip Erdoğan değil miydi DTP ile aynı kavramları kullanan, o değil miydi 22 Temmuz seçimleri öncesi DTP ile koalisyon kurabileceklerini söyleyen?

AKP-DTP arasında hiçbir fark yoktur.

MHP Lideri Devlet Bahçeli`nin "AKP ile PKK`nın vizyonları arasında tam bir uyum var." Şeklinde ortaya koyduğu tespitler yerinde tespitlerdir.

DTP`liler kendileri gibi "Sayın Öcalan" diyen AKP`ye gidip, (AB)(D)ullah Öcalan`ın sağlık durumunu sormayacaklarda kime soracaklar?

(AB)(D)ullah Öcalan`ı idamdan kurtaran onlar, İmralı`dan çıkartıp, serbest bırakacaklarken yakalanan onlar… O yüzden DTP`nin dertlerini paylaşacağı tek dert ortağı AKP`dir.

Ankara`da Recep Tayyip Erdoğan`ın onayı alınarak yapılan rakılı-balıklı yemekli toplantı, AKP ve DTP açısından gayet doğaldır. Altı yıldır Türkiye`de yaşananlardan sonra kimsede bu tür birlikteliklere şaşırmamalıdır.

DTP, Barzani ve Talabani çapulcularına gösterilen ilgiden kendine de pay istemektedir.

AKP, 22 Temmuz seçimlerinden önce DTP ile hem koalisyon yapabileceğini söylüyor, hemde kendi siyasi formatına uymayan bir şekilde tavır alıyor. DTP`de doğal olarak bu duruma alınganlık gösteriyor. AKP-DTP bir nevi aile içi kavga yaşamaktadır.

AKP`nin Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat`ın DTP`lilerle rakılı-yemekli toplantıya gönderilmesi de en uygun isim olduğundan olmuştur.

(AB)(D)ullah Öcalan`ın idamdan kurtulduğu günlerde mecliste "Apoyu asamadınız, asamayacaksınız" şeklinde bağıran ve Barzani`nin "Kürdistan`a alışın" küstahlığını soran gazetecilere "Bunu kendisine sormak lazım. Alışan olur, alışmayan olur, onu bilmek mümkün değil tabi" şeklinde cevaplandıran Dengir Mir Mehmet Fırat, DTP`ye rakılı toplantılarda eşlik edecek en uygun isimdir.

Bu manzarayı Türk milleti artık görmelidir. İslamcı diye oy verilen AKP`nin, rakı masalarında bölücülerle pazarlık yapmasını içinize nasıl sindireceksiniz?

Dinle-imanla hiçbir alakaları olmayan bunları daha ne kadar İslamcılar olarak görecekseniz?

"Sayın Öcalan" diyen bir adamın bu ülkede seçim barajını geçememesi gerekirken, yüzde 47 oy verebilen millet Türk milleti olabilir mi?

AKP`nin zihninde uyumlu olarak anlaştığı DTP, Barzani ve Talabani`dir.

Bunu iktidarlarında sürekli göstermişlerdir.

MHP Lideri Devlet Bahçeli`nin milli haykırışlarına cevap veremeyip,"Bahçeli`yi muhatap almıyoruz" nezaketsizliğini gösterenlerin muhatabı rakı masalarında DTP olmaktadır.

Aslında kendine en çok yakışanda zaten DTP`yi, Barzani`yi, Talabani`yi muhatap almalarıdır.

Fakat birine fazla ilgi gösterip, diğerine az ilgi gösterince aile içinde kavgalar, küslükler oluşmaktadır. O yüzden DTP`nin "Barzani gibi bizi de muhatap alın" serzenişlerini AKP görmelidir.

Yeni bir rakılı-balıklı yemekli toplantıda, buna da kesin bir çözüm bulurlar umarım… Belki bu sefer o toplantıya Başbakan Recep Tayyip Erdoğan`da katılır… Ne dersiniz?

KAYNAK
 
DTP lilerle seyehatlarda karşılıklı göbek aatarak oynanlar kimdi söylermisin

Meclisde DTP liler kucaklaşıp tokalaşan "Nasılsın Hasipciğim " diyen Bahceli değilmiydi acaba

Terörsit Öcalan hangi iktidar zamanında idamdan kurtuldu acaba ?
 
DTP lilerle seyehatlarda karşılıklı göbek aatarak oynanlar kimdi söylermisin

Meclisde DTP liler kucaklaşıp tokalaşan "Nasılsın Hasipciğim " diyen Bahceli değilmiydi acaba

Terörsit Öcalan hangi iktidar zamanında idamdan kurtuldu acaba ?

Contract:goz:
 
Tarih: Nisan 2002

Türk Yurdu dergisi

yazar: Durmuş Hocaoğlu

Konu: Anadil'de Eğitim Üzerine Odaklandırılmış Bir Büyük Projeye Dâir

Girizgâh: Eğitim, Dil ve Siyâset Üzerine


Türkiye'de son zamanlarda yaşadığımız çok dikkat çekici gelişmelerden birisi de hiç şüphesiz, "Eğitim" konusundadır. Ancak, burada sözünü etmiş olduğumuz Eğitim tartışmaları, daha iyi, daha yüksek kaliteli, daha yüksek seviyeli bir eğitim konusunda değil, bambaşka bir konuda odaklanmış bulunmaktadır: "Anadil'de Eğitim".


Türk kamuoyunu hegemonyası altında tutan gayri millî Medya'nın adetâ balıklamasına daldığı ve ateşli taraftarı kesildiği bu konu, zâhiren son derece mâsûm bir insânî hak talebini müdâfaa eder görünmektedir. Ama acaba hakîkat zâhirdeki gibi midir; diğer bir ifâdeyle, bu tartışmalarda gürültülü ve harâretli bir biçimde işlenen bu konunun zâhiri ile bâtını bir ve aynı mıdır? Daha da açıkça soracak olursak, acaba, "Ana Dil'de Eğitim" sloganı gerçekte ne anlama gelmektedir?


Öncelikle bilmek gerektir ki, Dil bir ifâdedir; bir kişinin ve/ya bir toplumun kendisini tanıma, tanıtma, tanımlama ve dışlaştırma, kısacası "ifade" vâsıtasıdır. Fakat Dil ile ilgilenen herkesin bildiği bir başka ve mühim gerçek daha vardır: Dil, aynı zamanda siyâsetin de taşıyıcısıdır. Çünkü Siyâset de, başka türden bir ifâde ve dışlaştırmadır. Bu îtibarla Dil ve Siyâset çok yerde örtüşür. Yâni, Dil, kendisini en basit ihtiyaçlar düzleminden en yüksek beşerî faaliyetler düzlemine varıncaya dek, kesintisiz bir şekilde, bütün beşerî alanlarda ortaya koymaktadır. Bunu şu şekilde de ifâde edebiliriz: Dili bizzat ve bizâtihî "kendisi olarak" bir değer ve anlam ifâde etmez; zîra, O, kendisini aşan başka bâzı şeyler için vardır.


Şu hâlde, fazla teferruâta girişmeksizin diyebiliriz ki, dil" ve "dil ile haklar"dan söz eden herkes, doğrudan ya da dolaylı olarak, şu veya bu şekilde, "siyâset" alanına girmiş olmaktadır. Zîra, nasıl ki "tek kişilik dil" diye bir vâkıa yoksa, yâni Dil mutlaka bir içtimâî hayatın mahsûlü ise, Siyâset de aynı şekilde bir içtimâî hayatın mahsûlüdür. Nasıl ki iki kişiden oluşan mikro bir cemiyette bile Dil doğarsa, yine aynı iki kişiden oluşan mikro bir cemiyette bile Siyâset doğar. O sebeple, burada, bu "siyâset" alanına girmek" ibâresi, mücerret planda menfî bir mânâda kullanılmış değildir: Siyâset Alanı'na girmek, yine hiç şüphesiz ki mücerret mânasıyla her insanın en tabiî hakkıdır; hatta bir adım daha atarak diyebiliriz ki vazîfesidir de. Çünkü Siyâset, insanların insanlar üzerine yaptığı bir ameliyedir; binâenaleyh, akıl bâliğ, reşîd ve hür insanların kendileri üzerine yapılan ameliyeler karşısında pasif ve muattal kalmaları ne câizdir ve ne de şâyân-ı tavsiye.


Fakat Siyâset Alanı'na girmek, Siyâset'in bütün problemleriyle yüzyüze gelmek demek olduğu gibi, aynı zamanda, yeni problemler yaratmak demektir de.


İmdi: Her insanın, kimliğini, kişiliğini ve kendiliğini ifâde etmede kendisini dışlaştırmada muayyen bir dili referans olarak almasının, salt mücerret nokta-i nazardan bakıldıkta tabiî hakkı olduğunu tartışma konusu hâline getiremeyiz; bu tabiî hak, "hürriyet"in kaçınılamaz bir sonucu olarak kabûl edilmelidir. Fakat işbu tabiî hak, mücerretler düzleminden müşahhaslar düzlemine taşınınca şekil değiştirmektedir. Evet, şekil değiştirmektedir; çünkü müşahhaslar planı "siyâset" demektir ve yukarıda da kısaca zikrettiğimiz veçhiyle, Siyâset Alanı'na girmek aynı zamanda problemler yaratmak demektir.


Bu söz konusu problemler, yerine göre, hayâtî ehemmiyeti hâiz çok ciddî boyutlara kadar ulaşabilecek problemlerdir. Çünkü Siyâset, mâhiyeti îcâbı, romantizme ve platonik fikirlere fazla tahammülü olmayan bir alandır; yine çünkü, O, Siyâset Alanı, esas olarak öncelikle ve behemehâl bir "menfaatler alanı"dır. Menfaat denince de hemen öne çıkan ilk şey, "menfaatler çatışması" olmaktadır. Yâni Siyâset Alanı, kaçınılamaz olarak, menfaatler çatışması yaratmaya müheyyâ be müstâid bir var-oluş alanıdır. Şu hâlde, Dil ile Siyâset Alanı'na girince, Dil'den kaynaklanan bütün problemler, işbu menfaatler çatışması alanın girmiş olacağı gibi kendisi de yeni ve diğer birçok şeyden radikal olarak farklı ve hattâ diğer birçok çatışmaları da birlikte sürükleyen, onları tetikleyen problemler ve çatışmalar doğuracaktır.


Dil'in bu özelliği, O'nun mâsûm yüzünün altında duran muazzam gücünden ileri gelmektedir: Dil, kişilerin ve toplumların kendilerini ifâde ve dışlaştırmasının bir vâsıtası olduğu gibi, bunlarla birlikte ve bunları aşarak, siyâsî bir ifâde ve siyâsî bir dışlaştırmanın da vâsıtasıdır. Binâenaleyh, "farklı diller"e dayalı birçok talepler, bu "farklı diller"e müstenîd "farklı siyâsî talepler" demektir. Buradaki "farklılık" şâyet bir "kesişme"ye dönüşecek olursa, buradan da yine kaçınılamaz bir sûrette kesişen siyâsî talepler ve bu taleplerden mütevellîd çatışmalar da ortaya çıkacaktır.


İmdi; uzunca bir müddetten beri Türkiye'de mütemâdiyen sıcak gündemde tutulan "ana dilde eğitim ve yayın" konularının işte bu çerçevede mütâlea edilmesi gerekmektedir. Zîra, söz konusu edilen husus, gerek zâtî mâhiyeti ve gerekse de bu teklifleri ileri sürünlerin sâbıkalı ve meşkûk hâlleri ve mâzîleri îtibâriyle saf ve mücerret bir mâsum talep olmanın çok ötesinde bir şey olduğunu en başında kör-kör parmağım gözüne dercesine ortaya sermektedir.

Nedir bu "saf ve mücerret bir mâsum talep olmayan şey" derseniz kısaca söyleyelim:

Anadil'de eğitim ve benzeri talepler, ülkemizde "birden fazla halk" yaratmanın mâsûm görünüşlü talepleridir; tam anlamıyla bir "tehlikeli alâka"! Çünkü "birden fazla halk yaratmak" da kendisini aşan başka bir şeye yöneliktir; neye yönelik olduğunu bu yazıda perde-perde açacağız.


Fakat bu talepleri gündeme taşıyan ve gündemde tutan kişileri başarıya götürecek olan en mühim husus, Türk Kamuoyu'nun zekâsına ve kavrayış gücüne karşı duydukları adetâ sınırsız güven duygusudur; müsbet değil menfî bir güven duygusu! Daha açıkçası: Türk Kamuoyu'nun, gözlerinin içine baka-baka uyutulabileceğine dâir peşîn bir hüküm.


Bölüm: I

Mâsûm Bir Talep ve Türklerin Zekâ Testi



Anadil'de Eğitim tartışmalarındaki uslûp, aslında hiç de yeni ve orijinal değil. Benzeri birçok girişim ve tartışmadan birisini de bundan takrîben ikibuçuk yıl kadar önce yaşamıştık. 1999 yılının ekim ayının ilk haftasında da, bir grup "Türkiyeli" ve "yabancı" (doğrusu "yabancı" yâni stranger değil "ecnebî" yânî foreigner olmalıdır) aydın ve yazar tarafından bir deklarasyon yayınlanmıştı. Altmış kadar imza sâhibinden "Türkiye'li" olanların da aslında "yabancı" (başka tür bir yabancı; "alien") olduğu bu deklarasyon üç aylık bir hazırlık çalışmasının ürünü idi ve listede hayli "ünlü" isimler mevcuttu.


İmza sâhipleri arasında bulunan, Fransa'nın eski kültür bakanı Jack Lang tarafından "yüzyılın son önemli deklerasyonu" olarak nitelendirildiği belirtilen bu bildiride Türkiye'deki Kürtler ve Kürt ve/ya Güneydoğu sorununa temâs ediliyor - burada işbu 'sorun' maymuncuk (veya joker) kelimesini, ihtivâ ettiği karmakarışık anlamları dolayısıyla tercîh ettim - ve Kürtlerin Türkiye'den bir tek istediğinin bulunduğu belirtiliyordu: "Türkiye Cumhuriyeti'nin birliği içinde kendi dili ve kültürel kimliğiyle yaşayan özgür birer vatandaşı olabilmek. Kendi dili Kürtçe ile okuyup, yazıp, eğitim görebilmek. Özgün kültürel kimliğiyle yaşamak, çalışmak ve hizmet etmek." Zâhiren oldukça "yumuşak" olan bu mâsûm talebin arkasından, hakîkatin bâtınını pek de gizlemeye lüzum görmeyecek kadar pervâsızlaşmış, pamuk bandajlara sarılmış "sert" bir gizli tehdit müstekreh bir şekilde sırıtmakta idi: "Şiddetle ne devletin Kürtleri Türkleştirmesi mümkündür, ne de Kürtlerin haklarına kavuşmaları"


İşte, bu dahi, bize, hakîkatin zâhiri ile bâtınının, yâni görünür veçhesi ile derinlerdeki asıl yüzünün nasıl olup neredeyse birbiri ile kâmilen alâkasız şekilde farklılaşabileceğini bil-bedâhe isbâta muktedirdir: Mes'ele aynıdır: "Gönül ne kahve ister ne kahvehâne / Gönül sohbet ister, kahve bahâne" diyen hikmetli darb-ı meselde ifâde edilmiş olduğu veçhiyle, gönül ne eğitim istemektedir ne de başka bir şey; gönül siyâsî talep arzetmektedir, eğitim-meğitim bahâne! Hattâ buna "arzetmek" demek dahi mes'eleyi idrâk etmenin uzağında durmaktan başka bir mânâ taşımayacaktır; akıllı beylerin yaptığı düpe-düz bir "siyâsî talep dayatması"dır. Çünkü, o zaman olduğu gibi bugün de uslûp aynıdır: "Ya talebimizi kabûl edersiniz, ya da..."

Ya da.. ne?"

Hele bir reddediniz, o zaman görürsünüz!

Ama biz "şimdilik" kaydıyla bu "tehdit" faslını geçelim; zîra, hem başlı-başına ve ap-ayrı konudur ve hem de âsî Kürd'ün dişinin Kurd'a geçmediğini herkes bilmektedir; ama 'soft ve light talep' önemli; iki sebepten dolayı:

Bir: Metod olarak önemli; zîra, tarihî tecrübe ile sâbittir ki, iyi hesaplanmış yumuşak talepler sert tehditlerden daha müessîrdir; hassaten Biz Türkler için.

İki: Konu olarak da önemli; zîra, dile getirilen talep, hakîkat hâlde, zâtı îtibâriyle fevkalâde ciddî, espri ile uyutulabilecek, görmezlikten gelinemeyecek, çözmedikçe de kördüğüm olacak kadar ciddî bir konuya temas etmektedir.

Evet, tehdit faslını geçelim ve hepimizin mâlûmu olan işbu talebe bakalım: "Anadil'de Eğitim", veya daha sahîh ismiyle "Kürtçe Eğitim" talebi. Bu talep, görünürde sâdece ve yalnız bundan ibâret; tabiî ki sâdece "şimdilik" kaydıyla.Metodun hârikulâdeliği de burada zâten: Sâdece şimdilik ve sâdece bu kadarcık!


Doğrusu ince-elenip sık dokunarak tatbîkata konmaya baaşlanmış olan bu projenin hesâbı oldukça derin, zekî, ince bir hesaptır ve öyle görünüyor ki Biz Türkler'in iki hassasının varsayımı üzerine kurulmuş bulunmaktadır. Bu varsayıma göre:


Bir: Türkler, konu "vatan" - Batı dillerinde bire-bir karşılığı bulunmayan bir terimdir bu - olunca çok sarp ve döğüşken olurlar; bu deli heriflerin elinden zorla toprak alınmaz; filvâkî, bilhassa İkinci Harp'ten sonra yumuşayıp ciddî bir recüliyyet krizine giren Evropa'da herhangi bir ülkenin başına musallat olsaydı on kere pes edip masaya oturacağı bir PKK belâsına bu adamlar bana mısın demiyorlar; ekonomilerini batırma bahâsına, fidan gençlerinin tâze bedenlerini gözünü kırpmadan toprağa serme bahâsına, Güneydoğu'nun tamâmını taşıyla toprağıyla satsak bu masrafa değer mi değmez mi diye hesap etmeden silâha silâhla karşılık veriyorlar; vur Allah vur - iyi de vuruyorlar hani!. Aslında bu yolu tümden kapatmaksızın yine de açık tutmakta fayda var; meselâ ne olur ne olmaz, Türkiye'nin pek de şimdilik hiç görünürde olmayan büyük bir belâya dûçâr edilmesi - Afganistanlaştırılma gibi, Iraklaştırılma, Yugoslavlaştırılma gibi ve buna benzer belâlar - durumunda çok işe yarayacağı muhakkaktır; tarihte kaybettiğimiz toprakların büyük kısmı elimizden böyle çıkmadı mı nitekim; Bulgar'ın veya Yunan'ın haddine miydi Türk'ün pençesinden toprak koparmak!.. Onun için savaş baltalarını hepten toprağa gömmek yerine silip-temizleyerek, yağlayarak, hîn-i hâcette der-akab ellerin uzanıp kavrayacağı kadar yakın ve emniyet altında olacağı bir yerde bulundurmakta fayda var.

Lâkin; bu ihtimâle de bu şekilde açık bir kapı bulundurmakla berâber şimdilik bir işe yaramayacağı için, Türklerin daha sağlam ve emîn netîceler almaya imkân veren ikinci özelliğine bakalım.

İki: Türkler ne kadar sarp ve döğüşken ise, bir o kadar da aptaldır; derin siyâsetten, ince işlerden anlamazlar. Türk'ten zor-u bâzu ile alamadığını yağ çekerek, tabasbus ederek, yaltaklanarak, hîle ve hud'a ile alırsın. Çünküler çünküsü, Türk "saf"tır, "ağa"dır, "bey"dir; O'na "ağam" de, "beyim" de, gözünün kaymağını ye; "ağam" de, "beyim" de, malını elinden al!


İmdi: İşbu faraziyenin hesâbına nazaran, Türkler nasıl olsa "aptal" ya; "şimdilik ve sâdece bu kadarcık" bir mâsum talebin arkasından nelerin geleceğini anlayamaz.


Bunun için konu "toprak" - yâni vatan - olursa Türklerle sakın sert ve ağır, yâni dik-dik konuşma; yoksa adamların gözleri dönmeye başlıyor; yumuşak ve hafif konuş ve şöyle de: "Ağam! Beyim! İki gözüm kör olup önüme aksın kötü bir niyetim varsa; ben sâdece ve şimdilik... /...hem de çok sevdiğim Türkiye'nin uygar dünyada hak ettiği yerini alması ve töhmet altında kalmaması için..." O zaman kuvvetle umulur ki bu aptal Türkler şöyle diyecektir: "Yâhû! Çok ağladı garîbim; verelim gitsin; n'olacak ki. Hem zâten adamlar da kötü niyetli değilmiş; Türkiye'nin iyiliği için bu işi yaptıklarına yemîn ediyorlar; üstelik Türkiye de bundan yıkılmazmış canım; üstelik, lâf aramızda, bizim kulağımıza da dediler ki, eğitim hakkı versen de ne olur; hiçbir Kürt, çocuğuna Kürtçe eğitim verdirmek istemezmiş; ya Türkçe ya da en iyisi İngilizce istermiş: Yok, yok! Bunda bir kötülük yok; adamların niyeti hâlis; maksat Türkiye kurtulsun; öyle diyorlar vallahi..."


Acaba bu varsayımlar nice doğru?

Aziz Nesin'den beri nedense Türkler'in aptallığı hayli mevzû edilir oldu. Yoksa farkında değiliz de, biz Türkler dışarıdan bakılınca hakîkaten aptal mı görünüyoruz? Bir durup tefekkür edelim. Buradan iki ihtimâl çıkar:

Bir: Biz Türkler hakîkaten aptalızdır; imdi, eğer öyle ise, mahvolduk demektir; ama velâkin, aptal olsaydık aptal olduğumuzu anlayamazdık. O hâlde bu ihtimâlin doğru olmaması iktizâ eder.

İki: Biz Türkler aptal değilizdir de dışarıdan öyle görünüyoruzdur; o zaman öyle görenler belki mahvolmuştur diyemeyebiliriz, ama salaktırlar ve ziyandadırlar diyebiliriz. Akıllı olup da dışarıya aptal görüntüsü vermek sâfî hakîkat ve hikmet nokta-i nazarından değilse de siyâseten daha efdâldir.


Fakat fikrimce, bunlara şu ihtimâli de eklemek mümkün olsa gerektir: Biz Türkler aptal değiliz; amma "saf"ız ve dahi "ganî gönüllü"yüz. Saflığımız bugüne kadar çok kullanıldı, düpedüz istismâr edildi; ganî gönüllülüğümüz de öyle. Saflığımız da ganî gönüllülüğümüz de, kötülüğe ve hîle ve hud'aya pek bulaşmamış bir kültürden, Gladio (Şövalye; Alp) ve Imperium (Saltanat) kültüründen neş'et etmektedir. Hîle ve hud'a ise her türlü mel'anet ve habâsetin bağrında yeşermesine müsâit kötü bir vasat olan Vendetta (İntikam) kültüründen ve onun bir uzantısı olan "Eşkıyâ" kültüründen gelmektedir. Gladio kültüründen "asker ve ordu" çıkar, Vendetta kültüründen ise Eşkıyâ! Gladiatorlar devlet kurar ve hükmederler; Vendettorlar ise "eşkıyâ çetesi" kurarlar, hırsızlık, soygun, talan ve çapul yaparlar ve sürekli olarak da Gladiatorlar'dan sopa yerler ve mutlak büyük bir gücün - ki bu büyük güç de ekseriyetle bir Gladiator gücüdür - hâkimiyeti altında yaşarlar. Gladiatorlar, Fukuyama'nın tâbiri ile "tarihin sonu"na ulaşırlar, Vendettorlar ise tarihe gömülüp kalırlar. Gladiator'lar (Alp'ler) açık dövüşürler, güçlerine çok güvenirler ve bunun netîcesi olarak da pek ince hesap yapmazlar, yapamazlar; Vendettor'lar ise güç yetmezliğine binâen açık dövüş(e)mezler, yüzden ve cepheden değil arkadan dövüşürler, arkadan vururlar; yakalanınca da açık yüzlü ve açık dövüşen Gladiotor'un istismâra müsâit ganî gönlüne sığınırlar; onların önünde yerlere kapanmaktan hazer etmezler; çünkü Vendettor için haysiyet derûnî bir mânâ taşımaz.

Bence bu ihtimâli daha bir göz önünde tutmakta fayda var.

Bu ihtimâllere bir de, çok muhtasaran, şu zeyli düşmek isterim: Adına "Türk İntelijansiyası" denen karmakarışık, amorf kitle, büyük kısmı îtibâriyle, aslında "Türk" nâmını taşımaya ehliyetli olmayan basit, sığ, birkısmı mâhiyet meçhûl, yüzünün büyük bölümü karanlıklara gömülü ve dahi çok müessîr bir kısmı da "suyun öte yakası"na âit olan bir gûnâ âdemler cemâatidir. Böyle bir gürûhtan, Türkiye'nin ve Türklerin hayrına olacak şeyler ummak nâfiledir.

Böyle hayırların potansiyel olarak umulması mümkün ve muhtemel olan bir diğer Türk İntelijansiyası ise, üzerindeki tezek kokusu beşyüz metreden burun direğini kıracak mertebede köylü olduğundan nâşî bu potansiyelin kaale alınmaya müstahak bir aktüel hâle tahavvülünü de uzunca bir müddet hesâba katmanın doğru olmayacağı kanâatindeyim.

Bu zeyle "siyâset erbâbı"nı dâhil etmeye şimdilik niyetim yok; amma, asıl problemin, temizlenmesi asla mümkün olmayan, bütün kötülüklerin döl yatağı olan bu alanda olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.

Bölüm: II


"Büyük Proje"nin Özlü Bir Tahlîli



Şimdi bir kere daha ve vurgu ile ele almakta fayda var: Türkiye'de siyâsî etnikçilik hareketlerinin hemen-hemen bidâyetinden beri bir manivelâ gibi kullandığı ve üzerinde ısrarla durduğu en önemli konulardan başında geleni "Anadil'de Eğitim"dir.

Konu mücerret şekliyle ele alındığında sâfî bir insanlık hakkı olmaktadır; el-hak, öyledir de. Fakat siyâset nokta-i nazarından ele alındığında vazıyet tepeden tırnağa değişmektedir. Paradoksal ve/ya çatışkın yâhut çelişkin gibi görünen bu durum, Siyâset'in tabiatından ileri gelmektedir. Zîra, mükerreren belirtelim ki, Siyâset, mücerret, romantik, ideal bir zihnî egzersiz alanı değildir; Siyâset, bir hâkimiyetler ve menfâatlar çekişmesi alanıdır. Siyâset'in en ziyâde tenkîd ve hattâ takbîh ve dahi tel'în edilen tarafı budur; bu tür ağır ithamların mücerret mânâda pek yersiz ve boş olduğu da söylenemez; ama ne yapalım ki Siyâset de budur. Siyâset, Hayat'ın bizzat kendisidir; Hayat ise Platon'un Semâvat'ta var-olduğunu farzettiği ve Yer'de de bir benzerini inşâ etmeyi tahayyül ettiği İdeal Düzen ile hiç uyuşmakta değildir; Esâsen Platon'un kendisi dahi "İdeal" kavramını "en iyi" anlamında değil, "ulaşılamayacak kadar iyi, elde edilemeyecek kadar mükemmel" olarak târif etmektedir. Hayat budur; elde edilemeyecek kadar kusursuz olan değil, elde edilendir, elde edilenin kendisidir; o sebeple kusurludur, İyi'nin yanında Kötü de aynı hayâtın içinde birlikte mündemiçtir; Hayat, iyilikelrden ve kötülüklerden, çatışkılardan, çelişkilerden oluşur; Hayat aynı zamanda Kötülük'ün bütün tohumlarını da içinde taşır.


İmdi; Anadil'de Eğitim talebi, gayr-i kaabil-i içtinab bir sûrette bizi gerçekler dünyasına, Hayat'a Siyâset'e götürmektedir; çünkü böyle bir talep, Resmî Eğitim Dili konusuna müteveccîhtir çünküler çünküsü, asıl hedefi odur.


Resmî Eğitim Dili konusunu da sâfî mücerret bir düzlemde değil siyâsî düzlemde ele aldığımızda - ki öyle almalıyız - şu taş gibi katı ve sert gerçeklik ile karşılaşmakta olduğumuzu göreceğiz: Resmî Eğitim Dili, doğrudan-doğruya siyâsettir; Siyâset'in ta kendisi; hem de en radikal esaslarından birisi.


Zîra, bütün zamanlar boyunca da ehemmiyetli olmakla berâber, bilhassa günümüz modern devlet modellerinin aslî şeklini oluşturan Ulus-Devlet ile birlikte, resmî dil ve ona bağlı olarak resmî eğitim dili fevkalâde büyük bir ehemmiyet kesbetmiş bulunmaktadır ki bu da şöyle özetlenebilir: Bir ülkede "resmî eğitim dili", başka hiçbirşey değil, "hükümranlık sembolü"dür.


Bu açıdan, bir ülkenin "resmî eğitim dili" ile "resmî dili" fonksiyonellik açısından özdeştir; tamâmiyle ve bire-bir özdeştir. Bu sebeple, resmî eğitim dili değişimi talebinde bulunmak, hükümranlık değişimi talebinde bulunmak demektir.


Şimdi bu noktada gözleri asıl konuya çevirmeye başlamanın lâzım geldiğini ihtâr etmeliyiz: Türkiye'de siyâsî Kürtçülük cereyanının en başından beri yöneldiği ve bu açıdan çok ciddîye alınması şart olan büyük bir hedefi bulunmaktadır: Türkiye'yi, "iki dilli, iki halklı" bir ülke olarak önce fiîlen ve sonra da hukuken tescîl ettirmek: "Türk Dili ve Kürt Dili" ve "Türk Halkı ve Kürt Halkı". Bu büyük gayenin gerçekliğe taşınabilmesi için, en etkili silahların başında Kürtçe Eğitim'in tescîli gelmektedir; yâni, Kürt dilinde eğitim, sâdece bir paravanadır. Yoksa, bu teklîfi ileri sürenlerin kaahır ekseriyetinin maksadı bu dil ile gerçek bir eğitim yapılması değil, Türkiye'nin, iki dilli bir ülke olduğunun tescîl edilmesidir. Mükerreren ve vurgulayarak söylüyorum: Bu vazıyeti bir defa tescîl ettirdikten sonra, bir tek kişinin Kürtçe dilinde eğitim görmemesi dahi zerre kadar ehemmiyet taşımayacaktır; çünkü maksat bu değildir! Çünkü asıl maksat, azar-azar, safha, kademe-kademe geliştirilecek olan büyük bir projedir.


Bu büyük projenin mîmarlarının - asıl mîmarların, yâni büyük patronların başkası olduğu kanâatindeyim; bizdeki taşeronların öyle büyük projelere soyunacak zekâ ve diğer kaabiliyetlerinin bulunduğunu düşünmüyorum bile - Bouterweck'in bir felsefî prensip şeklinde ifâde ettiği şu siyâset kuralını çok iyi bildikleri anlaşılıyor: "Bir kamışı aşırı derecede bükerseniz kırılır; çok isteyen azı da bulamaz".


Şâyet bu büyük projenin bu ilk safhası, İç Kamuoyu - yâni onların aptal telâkkî ettiği biz Türkler'in kamuoyu - ve "ricâl-i devlet" pasifize edilerek gerçekleştirilebilecek olursa, diğer safhalar çorap söküğü gibi kendiliğinden gelecektir.

Safahatı sıralayalım:

1. Safha, Kürtçe'nin eğitimde Türkçe'nin yanında ikinci resmî dil olarak tescîlidir; bu safha, bu büyük projenin giriş kapısıdır;

2. Safha'da sıra, Kürtçe'nin mahkemelerde Türkçe'nin yanında ikinci resmî dil olarak tescîline gelecektir;


3. Safha'da, ilk ikisinin tamamlanmış olması ile, Türkiye'nin Türkçe ve Kürtçe diye iki ayrı dil sâhibi olan Türk ve Kürt adlı iki ayrı halktan oluştuğu da "de facto" (fiîlen) tescîl edilmiş olacaktır. Artık Türkiye bir üniter ülke değildir, o iş bitmiştir. Zîra, iki dilli ve iki halklı bir ülkenin hâlâ "üniter" sıfatı ile muttasîf olduğunun iddia edilmesi abesle iştigalden başka birşey olamaz. Bakmayınız siz bu zekâ küplerinin "ama biz Türkiye'nin üniter yapısının bozulmasına karşıyız, efendim" diyerek tatlı dille konuşmalarına; bu sözler önce biz Türklerin zekâsını ciddîye almamanın ve sonra da daha keskin zekâ oyunlarının alâmetidir.


4. Safha'da sıra, Türkiye'nin ikili yapısının (fiîlî) tescîlinin (hukukî) tescîline gelecektir. En önemli safha budur ve muhtemelen şöyle olacaktır: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda çok köklü bir tâdilât yapılarak şu meâlde hükümler konacaktır:

1: Türkiye Cumhuriyeti, Türk ve Kürt halklarından oluşmuş bir devlettir.

2: Türkiye Cumhuriyeti'nin resmî dilleri Türkçe ve Kürtçe'dir.

Hârika! Hakîkaten hârika!

Efendiler; bu safhadan îtibâren, artık "Türkiye", "Türkiye" değildir; haberiniz olsun ve dahi geçmiş olsun! Zâten, kat'iyete yakın bir ihtimâl-i gaalibe ile birgün sıra onun adına ve bayrağına da gelecektir; buraya kadar getiren bu noktada bırakmaz; ama henüz vakit erkendir. Bouterweck'i hâtırlayınız: Kamışı kırmamak için onu sonuna kadar bükmemek gerektir. Bu metodun o kadar filozofça olmayan âmiyâne ismi "Salam Metodu"dur ki Salam'ın yenme şeklinden mülhemdir: Salam'ı bütün olarak birden ağzına atan, tıkanıp fücceten gidebilir; ol sebepten nâşî, dilimlemek evlâdır.


Bölüm: III


"Büyük Proje"nin Final Safhası


Bundan önceki bölümde çok ince hesaplara müstenîd bir "büyük proje"nin adım-adım yürütülecek ilk dört safhasını irdelemiştik. Şimdiki bundan sonraki safhaları ve finali ele alalım:


5. Safha'da sıra, 4. safhada söz konusu ettiğimiz Anayasa değişikliği ile dönülmesi çok zor ve hattâ imkânsız bir yola girmiş olan Türkiye'nin idârî (administratif) yapısının "üniter" (bütüncül) sistemden "federatif" sisteme tebdîl edilmesi olacaktır. Bu değişiklik dahi çok radikal olacağı için muhtemelen birden teşebbüs edilmeyecektir; bu dilim hâlâ boğaza takılabilecek kadar kalındır; biraz daha inceltmek lâzım gelmektedir. Evet, bu hâlâ, ağzına atanın ağzını ilelebed kapattırabilecek kadar kalın bir dilimdir; çünkü zâten Anayasa değişikliği ile çok radikal bir değişim sürecine adım atmış olmakla ciddî bir rahatsızlık ortamının husûle geleceği âşikâr olan Türkiye'de sert bir şekilde federatif sisteme geçiş şiddetli bir tepki doğurabilir; henüz hazım sıkıntısı çeken Türkler uyanıp "neler oluyor, yâhû" diyebilirler; bu sebebe binâen Türk kamuoyunun - artık bu ülkede bir önceki safhadan îtibâren birbirine zıt ve hattâ cepheleşmiş iki ayrı ve farklı kamuoyu bulunduğunu da içimize sindirecek kadar geniş mîdeli olmaklığımız gerekir - bir müddet daha zihin alıştırmasına ihtiyâcı vardır; damardan iğne yapılırken şırınganın birden boşaltılmaması gibidir bu. Ne gibi derseniz, meselâ, bir vakitler "Türkiye'nin federasyonu tartışmaya alışması lâzım" diyerek damardan ağır-ağır federasyon enjeksiyonu yapmaya kalkışan, bu bahtsız memleketin kaderine senelerce hükmedebilecek en tepeleri işgal etmiş, görülmemiş derecede vatan-perver bir hipnozcu ve iğneci "tonton amca" gibi.


İmdi; üniter yapıdan federatif yapıya, "Türkiye Cumhuriyeti"nden "Türkiye Federal Cumhuriyeti"ne geçişin hukukî sürecinin şu şekilde olacağını tahmîn ediyorum:


1: Mahallî İdâreler Reformu yapılarak, Merkezî Sistem aşamalar hâlinde dağıtılacaktır. Bunun için bugün de tedâvüle sürülen çok kurnaz gerekçe(ler) özetle şu şekilde olacaktır:


a: Türkiye'de merkezî idârenin gerçekten de rezâlet seviyesindeki hımbıllığı ve hantallığı çok ciddî ve haklı tutamakları da olabilen, ama arkasında başka hesaplar saklayan bir gerekçe olarak öne sürülecek, ve "yerinde yönetim" sloganı ile Türk Kamuoyu (eğer hâlâ öyle bir kamuoyu kalmışsa) ve Devlet pasifize edilecektir.


b: Ayrıca, hepimizin gururunu okşayan ve bizleri sarhoş eden şu fikir ileri sürülecektir: "Türkiye o kadar büyüdü o kadar büyüdü ki, sormayın gitsin; bir dev oldu, dev! O, artık - bakınız hele zekânın mertebe ve derecesine - merkezden yönetilemeyecek kadar büyük bir güçtür." Merkez'den yönetilemeyecek kadar büyümüş bir "süper Türkiye" imajı! Nasıl; beğendiniz mi? Sanırım gururumuz kifâyet miktarınca okşanmıştır. Öyleyse artık bu kadar büyümüş, azmanlaşmış, yere-göğe sığmazlaşmış devlerin devi bir ülkenin bir nebzecik küçültülerek ekonomik boya indirilmesi gerektiğini siz de kabul edersiniz herhalde; devam edelim.


6: Mahallî İdâreler ile açılan yol, yavaş-yavaş, adım-adım "federasyon"u tahakkuk ettirecektir; ama dikkat! Hâlâ adım-adım; burasını asla unutmamalıyız: Kamış hâlâ sert ve salam hâlâ kalın!


a: Bu federatif yapı ana hatlarıyla iki kısımdan oluşacaktır; Kürt Bölgeleri ve "diğerleri". "Kürt" adı ve "federasyon" sıfatı muhtemelen hiç zikredilmeyecektir; adın ne önemi var ki, birâder! Önemli olan "cisim"; "isim" dediğim sonradan da gelir; önce tosunumuz bir doğsun; isim babası, vaftiz babası, her ne ise.. mutlaka gelir Hind'den veya Yemen'den yâhut Evropa Birleşik Devletleri'nden.

b: Olağan-üstü yetkilerle donatılmış Belediyeler, Federasyonlaşma sürecini adım-adım gerçekleştirecek olan motorlar olacaktır; müstakbel "Büyük Kürdistan" haritasında yer alan her belediye meclisi, resmî veya gayri resmî olarak bir "mahallî parlamento" olacaktır; işbu mahallî parlamentolar birer "mahallî hükûmet" teşkîl edecek ve Fâtih'in bir sığır derisinden koca bir Rumeli Hisârı çıkardığını anlatan menkîbede olduğu gibi, zaman içerisinde durmadan yetkileri ve güçleri büyüyecek olan bu mahallî yönetimlerle durdurulamaz bir süreç başlatılarak, "belediyeler"den "devlet" çıkarılacaktır. Artık "cihangîrâne bir devlet çıkardık bir aşîretten"deme zamanıdır. İlk önceleri muhtemelen bütünüyle "merkezî hükûmet" - behey akıllı Türkler; bu terimleri şimdiden içinize sindirmeye başlayınız, çünkü el'ân dahi kullanılmaktadır - yetkisinde ve emrinde olacak olan vergi tahsîlâtı, jandarma ve polis gibi dâhilî güvenlik kurumları, yine aynı "efendim, merkezden olmuyor" gerekçesi ile "mahallî hükûmet"lere bırakılacaktır; ağır-ağır; yavaş-yavaş! Kamışı fazla bükmeyiniz! Hem aslında olmuyor da canım! Kürd'ün başında Türk emniyetçisi olur mu? Dilleri birbirini tutmuyor ki!


c: Bütün bu süreçte ve bu müddet zarfında, müstakbel "Devlet-i Aliyye-yi Kürdistân"ın bağrından fışkıracağı federasyonlaştırma bölgeleri Merkezî Hükûmet'in - yani biz aptal Türklerin - sırtından ve kesesinden tosun gibi büyütülmeye devam edilecek; müstakbel Ebed-Müddet Büyük ((Bu kelime sansürlenmiştir.))'ın bütün alt ve üst yapısı biz sivri zekâ Türklere hazırlatılacaktır. Meselâ, "Büyük Kürdistan"ın bütün yolları, barajları yapılacak; sanâyii kurulacak; ilkokuldan üniversiteye dek bilumum eğitim kurumları te'sîs edilecek, hattâ müstakbel Kürt Ordusu yetiştirilecek ve şık bir hediye ambalajı içerisinde takdîm edilecektir. "Biz Türkiye'den şu kadar sene kopamayız" diyen dehhâş zekânın ne demek istediğini şimdi anlayabildiniz mi akıldâne Türkler! Siz hâlâ uyumaya ve "Vay be! Adamların bizden ayrılmaya niyeti yokmuş; demek ki aslında bizim içimiz-dışımız fesad!" demeye devam ediniz.


7: Final sahnesine çok yaklaşmış bulunuyoruz: Türkler, artık yapabileceğini yapmış, verebileceğini vermiştir; sıra, adı ne olursa olsun, fiîlen federasyon olan bu yapının hukukî bir statüye kavuşturulması ve daha ileri bir aşama olan, "bağımsız devlet"e tahvîlidir. Bu da güzellikle olmazsa zorla olur: Bütün bu mahallî yönetimlerin parlamentoları olağan-üstü bir celse aktederek bütün dünyaya bir deklarasyon yayınlar ve nominal (adsal) federasyon - veya otonomi veya bağımsızlık - satütüsünden real (gerçek) federasyon - veya otonomi veya bağımsızlık - statüsüne geçtiklerini îlân ederler. Merkezî Hükûmet ve Merkezî Parlamento bunu kabul ederse ne alâ; değilse, buradan kavga, yâni iç-savaş çıkar.


Amma velâkin; artık atı alan Üsküdar'ı geçmiştir: Bu deklarasyon ile tebliğ edilen hukukî statüyü tanıyacak kıyâmet kadar devlet vardır;Avrupa Birliği başta olmak üzere!Bu durumda Türkiye, kırk katır ile kırk satırdan birisini beğenmek zorunda kalacaktır. İşte Irak örneği; işte Yugoslavya örneği. Hangi kaya daha sertse git başını on vur! Zâten psikoloji ve ekonomik olarak omurgası ezilmiş bir Türkiye'nin yapacağı fazla bir şey de kalmış değildir.


Şimdi ise, bu azîm projenin noktayı koyacağı yeri, Biz Türklerin elinden, saflığımıza güvenerek yumuşak metodlarla toprak almanın, bir koyundan iki post çıkarırcasına bir devletten iki devlet, bir vatandan iki vatan çıkarmanın son safhasını, yâni "perde"nin nasıl indirileceğini görelim.


Bölüm: IV

...ve "Perde"!


Artık gerekli bütün zemîn, ahvâl ve şerâit bilâ noksan tahakkuk etmiştir; herşey hazırdır: Türkiye'nin doğum sancıları sona ermiş ve nur topu gibi bir "büyük kürdistan" peydahlamıştır.


Perde budur. Oyun sona ermiştir; herkes evine gidebilir.


Öyle ise, muhteremler: Kendi ellerimizle kurduğumuz "Büyük Kürdistan" hayırlı olsun!


Tarih boyunca hiçbir Kürd'ün adım atmamış olduğu Karadeniz'e, Akdeniz'e açılan; yetişmiş elemanı, yolu, garajı-barajı, sanâyii, herşeyi ile biz "ağa" Türklerin sırtından servetiyle ve kesesinden kurulmuş, yetiştirilmiş, saat gibi çalışan bir "Büyük Kürdistan"


Birkaç yıl sonra Kürt ve Türk devlet adamları biraraya gelerek birbirlerinin elini sıkabilir ve "kültürel ve tarihî ortak paydalar" mavalını anlatabilirler.


Unutmadan eklemeliyim: Buna rağmen "Kürt Sorunu"nun bittiğini sanmayınız, ağalar. Bitmez; bitebilemez. Zîra, "Büyük Kürdistan"'ın hâricindeki Türk bölgelerinde kalan Kürtlerin hiçbirisi yerinden kımıldamayacaktır; İstanbul ya da Bursa, Balıkesir dururken Hakkâri'ye kim gider? Muhtemeldir ki, birçok yerde Kürt kantonları oluşturulacak ve biz bütün bu problemleri aynen ve daha şedîdâne yaşamaya devam edeceğiz; kolay mı; adamların arkasında artık bir de "Büyük Kürdistan" var.


Böyle bir projenin tahakkuk imkânı ve ihtimâli nedir? Bu imkân ve ihtimal, hiçbir zaman sıfır değildir; ama yüzde yüz olması da fevkalâde zordur.


Amma dikkat! Tarih bizlere, nice "fevkalâde" zorlukların tahakkuk ettiğini anlatmaktadır. Bu imkân ve ihtimâlin sıfır olmayacağını, siyâseti ve tarihi gündelik kaba algılamaların ötesine ve fevkıne yükselerek okuyabilen, basîret ve ferâset sâhibi herhangi bir kişi rahatlıkla görebilir. Öncelikle ve behemehâl, Tarih!


Tarih'in filozofça tetkiki, birbiriyle korelatif bir münâsebet içerisinde bulunan Modern Milliyetçilik akımları ve Ulus-Devlet'lerin, İmparatorluklar'ı tasfiye ettiğini göstermektedir; şimdi ise, Mikro-Milliyetçilik olarak da adlandırılan Etnikçilik akımları Ulus-Devletler'i tehdit etmektedir. Bilhassa, Türkiye gibi, Ulus-Devlet olma sürecini henüz kâmilen ikmâl edememiş ülkelerde bu tehdit çok daha ciddî bir mâhiyet arzetmektedir.


Bir kere daha ve vurgulayarak belirtmeyi üzerime düşen bir görev telâkki ediyorum: Siyâset, evvelen bir hükümranlık alanıdır; sâniyen, romantizme, fantaziye asla tahammül etmeyen; cezâsı çok ağır olan, çok katı, çok sert, çok merhametsiz bir menfâatler çatışması alanıdır.


Bu sebepledir ki, bir ülkede şâyet herhangi bir şekilde, birbirleriyle uyuşması, te'lif edilmesi mümkün olmayacak, bir "toplumsal sözleşme" hâline getirilemeyecek kadar derin zıtlıklar ve çatışmalara dayanan, birbiriyle yolları kesişen siyâsî menfâat farkılılaşmaları ve bununla râbıtalı olarak da aynı evsafta, birbiriyle yolları kesişen siyâsî hükümranlık alanları teşekkül edecek olursa, bu yol kesişmeleri, bu barışmaz, bu gayri kaabil-i te'lif (antagonistik) farklılaşmalar eninde sonunda kaçınılmaz bir ayrışmaya doğru gider ki bu ayrışmanın muhtemel versiyonları burada etüd edilemeyecek kadar geniş bir spektrum teşkil etmektedir: Dostça bir boşanmadan, en kanlı çatışmalara kadar uzayan geniş bir spektrum.


Şu hâlde, öncelikle yapılması mutlak îcap eden şey, yolların kesişmesine sebebiyet verecek çözülmelerden uzak durmak olmalıdır. Toplumda böyle bir çözülmeye ve bir daha te'lifi mümkün olmayacak derece kutuplaşmalara giden yolu başlatacak girişimlerden birisi, dilimizin döndüğünce anlatmaya çalıştığımız, toplumun tehlikeli bir şekilde heterojenleşmesinin motoru olacak olan "birden fazla dilde eğitim" talebinin kuvveden fiile çıkarılmasıdır.


Türkler, Cumhuriyet tesis edilirken, Araplar ile olduğu gibi Kürtler ile de radikal bir biçimde ayrılmış olsalardı bu problemlerin hiçbirisi bugün yaşanmayacaktı; öylesi muhtemelen - bilhasa Türkler için - çok faha hayırlı olacaktı. Kürtlerle olan birliktelik Biz Türkler'e hiçbirşey kazandırmış değildir; ama ne yapalım ki bir kere olan olmuştur; artık bu birliktelik bizim kaderimizdir.



Fakat şu husûsa da dikkat edilmesini salık veririm: Bütün ayrımcılığa rağmen, Türkler ve Kürtler Cumhuriyet süresince halk tabanında bu birlikteliği daha da fazla pekiştirmişlerdir. Nitekim muhtelif sebeplerle ve muhtelif şekillerde, her ikisi de birbiriyle çok fazla iç-içe girmiş bulunmaktadır. Türk-Kürt evliliği ile oluşan aile sayısının milyonu aşmış olması; gırtlağına kadar hıyânete batmış hâin veya saf gaafillerin "Büyük Kürdistan" dedikleri bölgelerden Türklerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere doğru, tamâmiyle irâdî ve gönüllü olarak yapılan göçler; karşılıklı olarak te'sis edilen iş ve komşuluk münâsebetleri iyi okunmalı ve ham hayâller peşinde koşulmamalıdır. Ben bu tabloyu şöyle okuyorum: Bu evlilikleri yapanlar, "biz biriz" diyorlar ve dahi bu göçü yapanlar "Türkiye'nin her yeri bizim için aynı derecede vatandır" diyorlar.


Kezâ, daha başka birkaç yerde ve daha mufassalan yazmış olduğum gibi, Türkiye'nin tabiî gelişim sürecinin toplumsal bir homojenleşmeye ve entegrasyona doğru yürüdüğünü ve bu îtibarla, Türkiye Kürtleri'nin büyük kısmının "Sosyolojik Türk" olduğunu dahi söyleyebilirim.


Bu iyi bir gidiştir; iyi bir fırsattır. Tarihin bize sunduğu bu fırsat iyi değerlendirilmeli, birtakım uçuk-kaçık ve mâhiyeti karanlık entel makulesinin kışkırtıcı fantazileriyle zihinlerin iğfal edilmesine izin verilmemeli, mikro-milliyetçiliklere, daha sahih bir deyimle, Kürt etnikçiliği'ne îtibâr edilmemelidir.


Akıllar başlara devşirilmeli ve kimin adamı olduğu meçhul karanlık eşhâsa yüz ve prim verilmemelidir.


Aksi takdirde, ne sosyolojik Türkleşme, ne evlilik ve ne de başka hiçbir şey, etnikçiliğin açtığı yarayı kapatmaya kifâyet edebilir.


Aksi takdirde, "Siyon Protokolleri"nde yazdığı gibi, kan gövdeyi götürür; kardeş, kardeşin kılıcıyla düşer.


Bu kan denizinde kimin boğulacağını da herkes çok iyi bilir.
Devlet'i ve Vatan'ı müdâfaa etmek için herşey câizdir, mübahtır ve meşrûdur.
Ve dahi bilinmelidir ki, "herşey" demek "herşey" demektir.


SON


k:http://www.milliyetcigenclik.com/frmasc427-gun0-baslangic0
 
DTP lilerle seyehatlarda karşılıklı göbek aatarak oynanlar kimdi söylermisin

Meclisde DTP liler kucaklaşıp tokalaşan "Nasılsın Hasipciğim " diyen Bahceli değilmiydi acaba

Terörsit Öcalan hangi iktidar zamanında idamdan kurtuldu acaba ?

Kardeşim bilip bilmeden konuşuyorsun Apo itini asmayan mhp midir ne zaman mhp tek başına iktidar olmuşturki apoyu asmamış şundan emin ol şu anki hükümetin yerinde tek başına mhp iktidar olsaydı ilk işi o iti asmak olurdu akp yi savunucam diye gerçekten çok komik oluyorsunuz şu aşağıdaki oylamaya bak istersen.

İdamın kaldırılması için 'kabul' oyu kullanan DSP milletvekilleri
Tayyibe Gülek
Melda Bayer
M.Zeki Sezer
Uluç Gürkan
Ayşe Gürocak
Aydın Tümen
Hikmet Uluğbay
Mustafa Ural
Ertuğrul Kumcuoğlu
Sebahat Vardar
Hasan Macit
Ali Rahmi Beyreli
Hayati Korkmaz
Orhan Ocak
Sadık Kırbaş
Hasan Erçelebi
Mehmet Kocabatmaz
Ali Ahmet
Ertürk Şadan Şimşek
Necati Albay
Hasan Akgün
Fadlı Ağaoğlu
Ziya Aktaş
Nami Çağan
Yücel Erdener
Ahmet Güzel
Osman Kılıç
Necdet Saruhan
Sulhiye Serbest
Masum Türker
Erdoğan Toprak
Güler Aslan
Saffet Başaran
Mehmet Çümen
Şükrü Sina Gürel
Hasan Metin
Atilla Mutman
Rahmi Sezgin
Necdet Tekin
Fikret Tecer
Ahmet Arkan
M.Emrehan Halıcı
Emin Kara
Ismail Bozdağ
Nazif Topaloğlu
Ş.Ramis Savaş
M.Cengiz Güleç
Fevzi Aytekin
B.Fırat Dayanıklı
Hikmet Sami Türk
Ömer Üstünkol
Fikret Ünlü
Hasan Suna
Erol Karan
Idamın kaldırılması için 'kabul' oyu kullanan DYP milletvekilleri
Tansu Çiller
Sevgi Esen
M. Halit Dağlı
M.Nedim Bilgiç
Mahmut Bozkurt
Ismet Attila
Musa Konyar
Ahmet Iyimaya
Yıldırım Akbulut
S.Arıkan Bedük
Mehmet Baysarı
Salih Çelen
Hasan Ekinci
Ali Rıza Gönül
A. Oktay Güner
Ilyas Yılmazyıldız
Necati Yöndar
Yahya Çevik
Necmi Hoşver
Mustafa Örs
Teoman Özalp
Oğuz Tezmen
Nevfel Şahin
A. Mehmet Çay
M.Kemal Aykurt
Mehmet Gözlükaya
Nurettin Atik
M. Salim Ensarioğlu
Salih Sümer
Ayvaz Gökdemir
Mehmet Sadri Yıldırım
Burhan Kara
Rasim Zaimoğlu
Hakkı Töre
Mehmet Dönen
Ramazan Gül
Turhan Güven
Hayri Kozakçıoğlu
Nurhan Tekinel
Hasan Ufuk Söylemez
Süha Tanık
Yıldırım Ulupınar
Mehmet Gölhan
M.Ali Yavuz
Ismail Karakuyu
Rıza Akçalı
Metin Kocabaş
Mehmet Sağlam
Metin Musaoğlu
Veysi Şahin
Ibrahim Yazıcı
Mümtaz Yavuz
Nevzat Arcan
Kemal Kabataş
Erdoğan Sezgin
Takiddin Yarayan
Kadir Bozkurt
Nihan Ilgün
Enis Sülün
Ali Şevki Erek
Eyüp Aşık
Ali Naci Tuncer
Necmettin Cevheri
Hacı Filiz
Faris Özdemir
Saffet Kaya
Mustafa Eren
Idamın kaldırılması için 'kabul' oyu kullanan Yeni Türkiye Partisi (YTP) milletvekilleri
İsmail Cem
İbrahim Y. Bildik
Ali Tekin
İsmet Vursavuş
Gaffar Yakın
Gönül Saray Alphan
Oğuz Aygün
Esvet Özdoğu
Ahmet S. Sayın
Metin Şahin
Halit Dikmen
Tamer Kanber
M. Güven Karahan
Mustafa Karslıoğlu
Abdulsamet Turgut
Mahmut Erdir
Ali Ilıksoy
Evliya Parlak
Ali Günay
Edip Özgenç
Akif Serin
İstemihan Talay
Erol Al
Perihan Yılmaz Doğan
Bülent Ersin Gök
H.Hüsamettin Özhan
Bahri Sipahi
Cahit Savaş
Yazıcı Burhan Bıçakçıoğlu
Salih Dayıoğlu
Hakan Tartan
Kemal Vatan
Çetin Bilgir
M.Hadi Dilekçi
Nural Karagöz
Halil Çalık
M.Turhan İmamoğlu
Hasan Gülay
M.Cihan Yazar
M. Kemal Tuğmaner
Tunay Dikmen
Zeki Eker
Eyüp Doğanlar
Tarık Cengiz
Şenel Kapıcı
Metin Bostancıoğlu
Ahmet Zamantılı
Hasan Özgöbek
Mehmet Y. Ünal
Hasan Gemici
C. Tufan Yazıcıoğlu
Faruk Demir
Idamın kaldırılması için 'kabul' oyu kullanan Saadet Partisi milletvekilleri
Rıza Ulucak
Latif Öztek
A. Cemil Tunç
Fahrettin Kukaracı
Sacit Günbay
Ahmet Sünnetçioğlu
Hüseyin Karagöz
Ali Oğuz
Osman Yumakoğulları
Bahri Zengin
A. Sever Aydın
Fethullah Erbaş
Oğuzhan Asiltürk
Yaşar Canbay
M. Niyazi Yanmaz
Musa Demirci
Temel Karamollaoğlu
Mehmet Bekaroğlu
Mustafa Kamalak
Hüsamettin Korkutata
İdamın kaldırılması için 'kabul' oyu kullanan AKP milletvekilleri
Dengir Mir Fırat
Sait Açba
Mahmut Göksu
Mehmet Özyol
Akif Gülle
Ismail Özgün
Mahfuz Güler
Zeki Ergezen
Ismail Alptekin
Faruk Çelik
Mehmet Altan
Ertuğrul Yalçınbayır
Osman Aslan
Nurettin Aktaş
Tevhit Karakaya
Ali Er
Abdülkadir Aksu
Mustafa Baş
Ali Coşkun
Hüseyin Kansu
Mehmet Ali Şahin
Nevzat Yalçıntaş
Abdullah Gül-(Bir zamanların geçici Başbakanı idi),
Salih Kapusuz
Mehmet Vecdi Gönül
Osman Pepe
Remzi Çetin
Özkan Öksüz
Avni Doğan
Ali Sezal
Sabahattin Yıldız
Eyüp Fatsa
Musa Uzunkaya
Ahmet Nurettin Aydın
Abdüllatif Şener
M.Ergün Dağcıoğlu
Yahya Akman
Zülfikar Izol
Maliki Ejder Arvas
Hüseyin Çelik
Ilyas Arslan
Mehmet Çiçek
Ramazan Toprak
Kemal Albayrak
Abdullah Veli Seyda
Şükrü Ünal
Idamın kaldırılması için 'kabul' oyu kullanan Bağımsızlar
Cemil Çiçek
Numan Gültekin
Mehmet Ağar
Mail Büyükerman
Mustafa Yılmaz
Rıdvan Budak
Zafer Güler
Mustafa Düz
M.Ali Irtemçelik
Ihsan Çabuk
H.Fehmi Konyalı
Idamın kaldırılması için 'kabul' oyu kullanan ANAP milletvekilleri
Mesut Yılmaz
Mehmet Ali Bilici
Musa Öztürk
Halil Ibrahim Özsoy
Yaşar Eryılmaz
Celal Esin
Nejat Arseven
Birkan Erdal
Yücel Seçkiner
Cengiz Aydoğan
Cengiz Altınkaya
Yüksel Yalova
Edip Safder Gaydalı
Kenan Sönmez
Beyhan Aslan
Nurettin Dilek
Abdülbaki Erdoğmuş
Seyit Haşim
Hamimi Sebğatullah Seydaoğlu
Evren Bulut
I. Yaşar Dedelek
Mustafa Taşar
Mecit Pürüzbeyoğlu
Hakkı Oğuz
Aykut Levent Mıstıkoğlu
Erkan Mumcu
R. Kazım Yücelen
Bülent Akarcalı
Ahat Andican
Aydın Ayaydın
Şamil Ayrım
Mehmet F. Fırat
Ediz Hun
Yılmaz Karakoyunlu
Cavit Kavak
Emre Kocaoğlu
Nesrin Nas
Sühan Özkan
Şadan Tuzcu
Işın Çelebi
Sümer Oral
Işılay Saygın
Rıfat Serdaroğlu
Ilhan Aküzüm
Murat Başesgioğlu
Cemal Özbilen
Sefer Ekşi
Mehmet Keçeciler
Miraç Akdoğan
Ahmet Tevfik Özal
Ekrem Pakdemirli
Ali Doğan
Süleyman Çelebi
Ömer Ertaş
Hasan Özyer
Erkan Kemaloğlu
Şükrü Yürür
Sefer Koçak
Ahmet Kabil
Mesut Ahmet Yılmaz
Ersin Taranoğlu
Mehmet Çakar
Yaşar Topçu
Ali Kemal Başaran
Eyüp Cenap Gülpınar
Kamran Inan
Lütfullah Kayalar
Ataullah Hamidi
Burhan Isen
M. Salih Yıldırım
Zeki Çakan
Ali Güner
Yaşar Okuyan


İdamın kaldırılmasına 'ret' oyu kullanan tek parti olan MHP milletvekilleri
Devlet Bahçeli
M. Metanet Çulhaoğlu
Ali Halaman
A. Fatin Özdemir
Recai Yıldırım
Hasari Güler
Abdülkadir Akcan
Mehmet Telek
Nidai Seven
Adnan Uçaş
Mehmet Arslan
Koray Aydın
Şefkat Çetin
Sedat Çevik
Ali Işıklar
Abdurrahman Küçük
Hayrettin Özdemir
Mustafa Cihan Paçacı
Şevket Bülent Yahnici
Osman Müderrisoglu
Tunca Toskay
Nesrin Ünal
Bekir Ongun
Orhan Bıçakçıoğlu
Ali Uzunırmak
Aydın Gökmen
Hüseyin Kalkan
Hüseyin Arabacı
Ibrahim Halil Oral
Ersoy Özcan
Süleyman Coşkuner
Burhan Orhan
Orhan Şen
Hakkı Duran
Irfan Keleş
Salih Erbeyin
Ali Keskin
Mustafa Gül
Mihrali Aksu
Mücahit Himoğlu
Ismail Köse
Cezmi Polat
Mehmet Ay
Ali Özdemir
Mehmet Hanifi Tiryaki
Mustafa Yaman
Bedri Yaşar
Süleyman Turan Çirkin
Mehmet Şandır
Mehmet Nuri Tarhan
Osman Gazi Aksoy
Mustafa Zorlu
Yalçın Kaya
Hidayet Kılınç
Enis Öksüz
Cahit Tekelioğlu
Ahmet Çakar
Mehmet Gül
Nazif Okumuş
Esat Öz
Bozkurt Yaşar Öztürk
Mehmet Pak
Mustafa Verkaya
Yusuf Kırkpınar
Ahmet Kenan Tanrıkulu
Oktay Vural
Arslan Aydar
Mehmet Serdaroğlu
Sabahattin Çakmakoğlu
Hasan Basri Üstünbaş
Ramazan Mirzaoğlu
Meral Akşener
Cumali Durmuş
Kemal Köse
Faruk Bal
Ali Gebeş
Mustafa Sait Gönen
Hasan Kaya
Basri Coşkun
Namık Hakan Durhan
Hüseyin Akgül
Ali Serdengeçti
Mehmet Kaya
Nevzat Taner
Metin Ergun
Ismail Çevik
Mükremin Taşkın
Mükerrem Levent
Cemal Enginyurt
Yener Yıldırım
Osman Fevzi Zihnioğlu
Ahmet Aydın
Vedat Çınaroğlu
Hüsnü Yusuf Gökalp
Lütfü Ceylan
Reşat Doğru
Nail Çelebi
Muzaffer Çakmaklı
Armağan Yılmaz
Ayhan Çevik
Ahmet Erol Ersoy
Mesut Türker
Şuayip Üşenmez
Ismail Hakkı Cerrahoğlu
Kürşat Eser
Sadi Somuncuoğlu
Şaban Kardeş
Hasan Çalış
Osman Durmuş
Abbas Bozyel
Ilhami Yılmaz
Mehmet Nacar
Birol Büyüköztürk
Mehmet Kundakçı
Müjdat Karayerli
Bekir Aksoy
 
HAKAN kardesim sen gerekeni cok guzel aciklamissin tbrk ederim..
 
Geri
Üst