Şeyh Saitin ayaklanmak için taraftar toplaması amacıyla saidi nursi hz lerinede gönderdiği mektup:
İşte, "Kıyâma dâvet" mahiyetine bürünen ve aslı Arapça olan o mektubun Türkçe sûreti: "Kurulduğu günden beri din–i mübin–i Ahmedî'nin (sav) temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi M. Kemal ve arkadaşlarının, Kur'ân'ın ahkâmına aykırı hareket ederek, Allah ve Peygamberi inkâr ettikleri ve Halife–i İslâmı (Abdülmecid Efendi) sürdükleri için, gayr–ı meşrû olan bu idarenin yıkılmasının, bütün İslâmlar üzerinde farzdır. Cumhuriyetin başında olanların ve Cumhuriyete tâbi olanların mal ve canlarının Şeriat–ı Garrâ–ı Ahmediye'ye göre helâl olduğu, birçok ulemâ ve meşâyihin istişaresiyle kararlaştırılmıştır." (Bkz: M. Şerif Fırat'ın "Doğu İlleri ve Varto Tarihi" isimli eseri.)
Saidi Nursi Hz.lerinin cevabı:
"Şark isyanında Şeyh Said ve askerleri, Üstadımız Bediüzzaman'ı Şark'taki büyük nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirake dâvet ettikleri zaman, cevaben demiş: 'Yaptığınız mücadele, kardaşı kardaşa öldürtmektir ve neticesizdir. Çünkü, Türk milleti bin senedir İslâmiyete bayraktarlık etmiş, dini uğrunda binlerle şehid vermiş ve binlerle velî yetiştirmiştir. Binâenaleyh, kahraman ve fedakâr İslâm müdafilerinin torunlarına, yani Türk milletine kılınç çekilmez ve ben de çekmem' diyerek, hem red cevabı vermiş, hem de mücadelesinden vazgeçmesini söylemiştir." (Adı geçen teksir nüsha, s. 275.)
Başka bir kaynak:
"Van’da, mezkûr mağarada yaşamakta iken, Şark'ta ihtilâl ve isyan hareketleri oluyor. 'Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir' diyerek, yardım isteyen bir zâtın mektubuna, 'Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’e hizmet etmiş ve çok velîler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir' diye cevap gönderiyor." (Tarihçe–i Hayat, s. 135.)
İnsanlara vatan haini yakıştırması yapmadan önce iyice araştırın...
İslamiyetin insana referansı Peygamberimiz Hazreti Muhammed'le bitmiştir.Sevgili Peygamberimizden sonra dinimizin tek referansı Kuran-ı Kerim'dir. Demiş sedapınar kardeşim.. E sormazlarmı adama neden peygamberin sünneti ve Allahın Kuranı hapsedilirde insanlar başka şahısları ve kendi yazdıkları kitapları referans kabul ederler?
Dinimizde tarikatlara,şeyhlere ,şıhlara yer yoktur olmasıda mümkün değildir. Hükmünü neye istinaden verdiniz?
Geniş bilgi için vaktim yok ancak şunu söyleyebilirim, zikir ibadettir, tarikat yol demektir, kamil insan olmaya giden yol. İnsanı nefsin azgınlıklarından bertaraf edecek zikirle yoğuracak arındıracak bir ilimde diyebiliriz.
Siz tarikatları inkar ederseniz, İslam tarihi boyunca gelmiş geçmiş kahir evliyaları, velileri, alperenleri, çerağları inkar etmiş olursunuz. Hoca Ahmed Yeseviyi, Mevlanayı, Hacı Bektaşi Veliyi, Emir sultanı, Akşemseddini tanımıyorsunuz demektir. Manevi önderlerimizi yetiştiren bu dergahları yok saymış olursunuz.
Bu ruhbanlık demek değildir.
Tasavvuf müslümanın iç disiplinidir. Seyyid Ahmed Arvasi Türk-İslam Ülküsü cilt1
Bilhassa sizin bunlara yabancı olmamanız gerekir di. 1997 de kaybettiğimiz değerli büyüğümüzün yanında yöresinde kim bulunurdu araştırın derim
Ben boşuna demiyordum.Hain odaklar tarafından yeniden tarih yaratılıyor" diye ben ne kadar belge sunarsan sunayım.Hemen o yalancı uydurulan tarikat masallarından bir şeyler konulacak.Holdinglerin üzerine oturmıyan bir tarikat varmı biliyormusun?Ben göremedim tabi bilinenlerden,zengin olmanın kolay yolu oldugu için yepyeni tarikatlar türüyor ve bu kafayla gidildigi sürece türeyecek..
Sizlere empoze edilenlere öylesine inanıyorsunuz ki onların araştırılmasına gerek bile duymuyorsunuz.Onu bunu bırakalım.Önemli olan şu;Bunada bir şey diyabilirsen artık yeter diyebilecegim.Bu ülke emperyalizmin elinden Mustafa Kemal Atatürk'ün önderligi sayesinde sayesinde kurtuldumu?İtiraz ediyormusun?Ama senin Hz. dedigin şahıs,"Kurtuluş savaşının önderligini Mustafa Kemal Atatürk'e teslim etmedim" diyebilmiştir.Bu kurtuluş savaşında ve sonrasında ,Atatürk Önderligindeki halk canını dişine takmış ülkesini kurtarmak mücadelesindeyken bak Senin hazretin,Nelerle ugraşmış,İhanet çetelerinin içinde senin hazretinin ismi kaç kez geçecek.şimdi ben bu ülke için kellesini koltuguna alıp Samsun'a çıkan ve kahramanlıkları ve dehasıyla bu ülkenin kurtulmasını saglayan,Mustafa Kemal Atatürk'in Nutuk'una inanmıyacagım da bir vatan haininin zırvalarına mı inanacagım?
Zaralı Cemiyetler
Milli Mücadele’de azınlıkların kurduğu cemiyetlerin yanında milli çıkarlarımızla bağdaşmayan, milli birlik ve beraberliğimizi bozucu, işgalci devletlerin destek ve yardımlarıyla Türkler tarafından kurulan cemiyetler de mevcuttur.
a) Kürt Teali Cemiyeti
Bedirhani, Baban ve Şemdinan aşiretlerinden İstanbul’da oturan Kürt aileler ve entellektüel aydınlardan kurucuları arısında; “Ayan azasından cemiyet başkanı Seyit Abdülkadir, Başkan vekilleri Babanzade Mustafa Zihni Paşa, Bedirhani Emin Ali, Molla Said, Bediüzzaman (Said-i Nursi), Katipler: Babanzade Abdülaziz, Seyit Abdullah ve Şefik Beylerden oluşmaktadır.”
6 Kasım 1917’de kurulan cemiyet Dahiliye Nezareti’ne 7 Aralık 1918 tarihinde bir yazıyla başvurmuş; Dahiliye Nezareti 19 Şubat 1919 tarih ve 74 sayılı kararla kurulma izni vermiştir.
Başta kendisini; “1908 yılında kurulan Osmanlılık idealine bağlı bir hayır cemiyeti görünümünde olan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyetinin devamı gibi gösterdiyse de asıl amacı: mütarekenin yarattığı elverişli koşullardan yararlanarak bağımsız bir Kürt Devleti kurmaktı”.
Merkezi İstanbul’da bulunan cemiyetin Diyarbakır, Bitlis, Mardin, Erzurum, Elazığ, Van vilayetlerinde şubeleri ve geniş manada faaliyetleri vardı.
Türk milletinin aleyhinde çalışıp, Türk toprakları üzerinde İtilaf Devletlerinin menfaatleri doğrultusunda propaganda yaparak Osmanlıyı içten yıkmak için ellerinden gelen gayreti göstererek Millî Mücadele’yi aksatma çalışmalarıyla zararlı hale geldiler.
Seyit Abdülkadir ve ekibinin, Kürtleri Türkler’den ayrı bir kavim sayarak birbirlerine düşman ilân etmeye çalışması Wilson ilkelerinden faydalanarak bağımsız bir Kürdistan kurmayı amaçlaması; bütün Türkler ve en çok Doğu Anadolu vilayetleri halkı tarafından şiddetle reddedildi.
Doğu illerine Kürt memurların atanmasını isteyen kuruculardan Avni Paşa, Mevlanzade Rifat, Haydarizade İbrahim Efendi, Abuk Ahmet Paşa’dan oluşan grup; sonuç olarak “Kürdistan”a bir Kürt vali atanması ve belli sayıda Kürt görevlinin gönderilmesi fikrini benimsettiler.
Ali Bedirhani’nin Diyarbakır Valiliğine, Hamdi Paşa’nın 10. Kolordu komutanlığına, bir başka Kürt’ün Mardin valiliğine atanması işlemi; İngiliz Yüksek komiserliğinin Ali Bedirhani’ye güvenmemesi ve konunun Osmanlı Devletinin iç işlerine müdahele olacağı düşüncesiyle gerçekleşmedi. Bu arada yapılan 1919 Meclis-i Mebusan seçimlerini de bir dernek değilmiş gibi “Anadolu’da Kuvayı Milliye’nin seçime faal bir surette müdahele ettiği gerekçesiyle veto edip katılmadı”.
Kendilerini Kürt davasının tek temsilcisi sayan cemiyet üyeleri, İstanbul’da bulunan İngiliz, Fransız, Amerikan komisyon üyelerini ziyaretle isteklerde bulundular. 4 Ağustos 1919’da Amerikan heyetiyle İstanbul’da Seyit Abdülkadir başkanlığında görüşen cemiyet üyeleri; “Kürdistan hudutlarının gösterildiği bir haritayı vererek denize de bir çıkışlarının bulunmasını istediler”.
Amerikan Komiserinin Kürdistan’ın büyük bir kısmını içine alan Ermenistan Devleti’nin kurulmasına karar verildiğini söylemesi üzerine kızan Bediüzzaman Said Nursi cevaben; “Kürdistan eğer deniz sahilinde olsaydı harp gemilerinizle belki bu kararı tatbik edebilirdiniz. Fakat Kürdistan dağlarına gemileriniz çıkamaz bu kararınız da uygulanamaz.” dedi. Amerika’dan Kürt milli haklarına yardımcı olmaları yönündeki isteklerine Amerikan Komiseri; “Sen kendin yardımcı ol, Allah da sana yardım eder” diyerek toplantıyı sona erdirdi.
“Jin” ve “Kürdistan” dergileri çıkararak, boş yere fırtına koparıp Türk halkından toprak isteyen Kürt Teali Cemiyeti üyeleri, Kürt Şerif Paşa’nın Paris’teki girişimlerini desteklediler. “Barış Konferansına iki muhtıra ve bir Kürdistan haritası sunan Şerif Paşa, Ermeni temsilci Bogos Nubar Paşa ile de bir andlaşma yaptı. Cemiyet üyelerinden Arif Paşa başkanlığında oluşturulan heyet de destek vermek üzere Paris’e gönderildi.”
Paris Barış Konferansı’nın devam ettiği bir sırada; Seyit Abdülkadir’in bir gazeteciye; “Şerif Paşa’nın cemiyetlerinin delegesi olduğunu, Kürtleri temsil edebileceği ve altı doğu vilayetinde Kürtlerin çoğunlukta bulunması nedeniyle bu iller için özerklik istendiğini, ancak Ermenilerin mi yoksa Kürtlerin mi çoğunlukta bulunduğunu İtilaf Devletlerince oluşturulacak bir kurulun yerinde araştıracağını, bunun için Ermeni temsilci ile andlaşma yapıldığını söylemesi tepkilere neden oldu.” Kürt aşiret ahalisi de Şerif Paşa’nın gereksiz vekilliğine karşı durdu. Bunun üzerine, konferanstan çekilen Şerif Paşa’nın davranışını, Seyit Abdülkadir Ermeniler lehine çıkacak bir kararın sebebi olabileceğini düşünerek 17 Mayıs 1920’de Paris’e konfrans delegelerine çektiği telgrafında; “Kürtlerin Şerif Paşa’nın çekilmesiyle konferansta temsil edilmediğini bu nedenle konferansın alacağı kararların Kürtleri bağlamayacağı hatta kararların geçerli sayılmayacağını duyurdu.”
İtilaf Devletleri’nin Kürtleri, Türklerden ayrı olarak düşünmeyip Paris Barış konferansında Ermeniler lehine aldığı kararlar Kürt toplumunda ikiliğe yol açtı. Kürdistan’ın bağımsızlığından vazgeçen Seyit Abdülkadir, Osmanlı toprak bütünlüğü içinde bir Kürt otonomisi fikrini savunurken, radikallerden oluşan ikinci grup hâlâ bağımsız Kürdistan hayaliyle yaşadılar.
Meclis-i Mebusan’daki Kürdistanla ilgili tartışmalar, Seyit Abdülkadir’in İstanbul gazete sütunlarında yer alan “Kürtler bağımsızlık istemiyorlar” açıklaması teşkilatta bölünmeyi hızlandırdı.
Kürt Teali Cemiyeti içindeki çekişmeler 1919’un son ayları ile 1920 yılı içinde hızlandı. Osmanlı hükümetinin de Haziran 1920’den itibaren cemiyet şubelerini kapatışı ve bazı üyelerini tutuklaması cemiyet içindeki huzursuzluğu artırdı. Siyasî hayatı sona doğru hızla ilerledi. Üyelerinin herbirinin kafasından ayrı bir ses çıkması cemiyetin kapanmasıyla ilgili bir kararında alınamayışına sebep oldu. Destek verdiği; “Kürt Tamimi Maarif Cemiyeti, Kürt Talebe Hevi Cemiyeti ve Kürt Kadınları Teali Cemiyetiyle birlikte Milli Mücadele sonunda T.B.M.M. hükümetinin kuruluşuyla son buldu.
b) İslâm Teali Cemiyeti
Suna Kili’nin, Türk Devrim Tarihi’nde Teali-i İslâm (müslümanları yükseltme yüceltme) Derneği diye tanımladığı cemiyet İstanbul Süleymaniye Elmaruf mahallesi Kirazlı Mescit sokağı No 17’de 19 Şubat 1919 tarihinde (Cemiyet-i Müderrisin) adıyla kuruldu.
Kurucuları; Başkan Darülhilafetül-aliyye İptidai Dahil Medresesi Müdürü Umumisi İskilipli Mehmet Atıf Efendi, Başkan yardımcısı Sahn Medresesi Arap Edebiyatı Müdürü Konyalı Abdullah Atıf Efendi, Katip; Süleymaniye Tarihi Edyan Müderrisi Bergamalı Mehmet Zeki Efendi idi.
Konya’da şubesi bulunan cemiyetin amacı: Din ve devlet ayrılığına taraftar olmadan ilmî, ahlakî ve sosyal yollarla siyasî hayata tesir etmek; Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü kötü durumdan ve bunalımdan kurtulması için dinî esaslara dayalı olarak hilafet ve saltanatın nüfuzunu kuvvetlendirmekti.
Cemiyet ayrıca; “Düşmana karşı direnmenin yararsız olduğu görüşünde ve halifeye bağlılıktan başka bir şeyin memleketi kurtaramayacağı düşüncesinde idi.”
Bu gaye etrafında çalışan cemiyet üyeleri Hürriyet ve İtilaf Fırkası safında; Anadolu millî hareketine karşı cephe almada birleştiler. Hürriyet ve İtilaf Fırkası yanlısı gazetelerde muhtelif konularda çeşitli makale ve beyannameler yayınlayarak Milli Mücadeleyi baltaladılar.
c) İngiliz Muhipleri Cemiyeti
Milli birlik ve beraberliğimizi bozucu kuruluşların hepsinin birleştikleri nokta; “Osmanlı Devleti artık egemen bir devlet halinde yaşayamaz. Varlığını koruması, ancak himaye altına girmesiyle mümkündür” görüşüdür.
Yukarıdaki cümleden hareketle, 20 Mayıs 1919 salı günü kuruluş beyannamesi Dahiliye Nezareti’ne verilen İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin beyannamesinin sonunda şöyle deniyordu: İngiltere devleti fahimesinin muaveneti hayırhahanesiyle memalîk-i Osmaniyenin temin ve vahdeti hukuku için; “İngiliz Muhipler Cemiyeti” namıyla bir cemiyet teşekkül etmiştir”.
İngiliz David Lloyd George (1863ğ1945)’un Türkiye üzerindeki planlarını gerçekleştirmek için kurulan cemiyetin kurucuları arasında eski Dahiliye Nazırı Memduh Paşa, Şehremini Cemil Paşa, damadı Hazreti şehriyari Ahmet Zülküfül Paşa, Mahkeme-i Temyiz reisi Ali Rüşdi Efendi, sabık Şurayı Devlet azası Said Molla ve İngiliz ajanı Rahip Dr. Robert Rew Frew gibi ünlüler vardı.
Gazi Mustafa Kemal Nutuk’ta cemiyetin biri açık diğeri gizli iki amacının olduğunu belirtir ve devamla: “asıl faaliyeti gizli cehti olup, memleket içinde teşkilat yaparak isyan ve ihtilal çıkarmak, milli şuuru felce uğratmak, ecnebi müdahelesini kolaylaştırmak gibi haince teşebbüsleri vardı” der.
İngiliz casusluğu görevini de yürüten Muhipler Cemiyeti üyeleri, Frew’in talimatıyla, İstanbul’un en yoksul semtlerindeki Türk ailelerine hergün çok miktarda et dağıtarak işe başladı.
İngiliz ekonomik sermayesiyle güçlenen teşkilat, desteklediği diğer yan kuruluşlarla Anadolu’da oluşan Kuvâ-yı Milliye’yi yok etmeye yönelik hareketini hızlandırdı.
Marmara ve Ege bölgelerinde çıkan isyanlar dahil, Konya-Bozkır ayaklanmaları ile Konya Delibaş Mehmet İsyanı hareketinde de büyük rolleri olan cemiyetin yayın organı “İstanbul” gazetesiydi.
Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile sıkı işbirliğinde olan teşkilatta ikilik ortaya çıktı. Miralay Sadık-Gümülcineli İsmail grubu 22 Eylül 1921 tarihinde bir kongre yapıp yeni idare heyeti oluşturduysa da Rahip Frew’in desteğindeki Mustafa Sabri-Said Molla grubu da noter huzurunda 19 Ekim 1921 tarihinde ikinci bir alternatif kongre yaptılar. Fakat Millî kuvvetlerin Anadolu’ya hakim olmalarıyla siyaset sahnesinden silindiler.
Mütarekeden Sonra Osmanlı Devleti
İstanbul Hükümeti, mütarekeden sonraki ilk altı aylık dönemini Osmanlı Devleti’ni I. Dünya Savaşı’na soktuğu ve devleti bugünkü olumsuz ortama sürüklediği gerekçesiyle ittihatçıları sorgulamakla ve İngilizlerle yeniden dostluk kurmanın yollarını aramakla geçirdi. Hükümetin ittihatçılara yönelttiği suçlamalar ve intikam duygusu, zaman zaman Sultan Vahdeddin’in de basın açıklaması yapmasına sebep oldu. Bunlardan biri daha sonra ciddi tartışmalara da sebep sebebiyet verecek olan New York Herald muhabirine yaptığı açıklamasıydı. Sultan bu açıklamasında “İttihatçılara savaş ilân etmiş bulunuyorum” diyerek, ittihatçılara olan kızgınlığını dile getiriyordu.
Halbuki, ittihatçıların lideri konumundaki üç isim Enver, Talat, ve Cemal Paşa’lar ile partinin önde gelen isimlerinden Bahattin Şakir ve Dr. Nazım Bey’ler 2 Kasım 1918 tarihinde Odesa’ya giden bir yabancı gemiye binerek İstanbul’dan gizlice ayrılmışlardı. O sırada Sadrazam olan ve ittihatçılıkla suçlanarak istifaya zorlanan Ahmet İzzet Paşa’ya yolladıkları bir mektupta kaçış sebeplerini “düşman donanması İstanbul’a geldiği zaman orada bulunmak istemedik. Arkamızdan söylenen ve söylenecek olan iftiralara ileri de cevap vereceğiz...” şeklinde açıkladılar.
Başta Sultan ve Damat Ferit olmak üzere, İttihatçılar sözde Ermeni katliamcısı olarak suçlanıyordu. Sultan’ın 23 Kasım 1918’de gazetecilere verdiği demeçte “...Eğer o zaman saltanat makamında bulunsaydım elbette bu elem verici sonuç hiçbir zaman meydana gelmezdi. Türkiye’de bazı siyasî komiteler tarafından Ermeniler hakkında reva görülen işlemleri, sonradan büyük bir üzüntü ile öğrendim. Bu gibi kötülüklerle aynı vatanın çocukları olan insanlar arasında geçmiş olan karşılıklı kıyımlar kalbimi çok derinden yaralamış bulunmaktadır. Tahta geçtiğim günden başlamak üzere bu çeşit olaylara yol açanların en ağır şekilde cezalandırılmaları için derhal inceleme ve araştırma yapılması emri vermiş bulunmaktayım...” dedi. Bu gelişmelerin ardından İtilaf devletleri sözde bu katilleri seçen Meclis-i Mebusan’ın dağıtılması için baskı yapmaya başladı. Baskılara daha fazla dayanamayan padişah, 21 Aralık 1918’de “zaruri siyasî sebepler” gerekçesiyle meclisi dağıttı.
Bu dönemde Saray’ın Müttefik devletlere karşı tutumu tam bir teslimiyetçilik içindeydi. Yalnız I. Dünya Savaşı’nda, yaklaşık 325.000 can kaybedilmiş, mütareke ile askerî güç tamamen kalkmıştı. Düşmana karşı kuvvet kullanılamayacağı fikri; Saray’a, yönetici kadroya ve bazı aydın çevrelere hakimdi. Bu teslimiyetçi tutum, müttefiklere güçlük çıkarılmadığı taktirde, Türkiye’nin lehine anlayış gösterileceği umuduna dayanmaktaydı. Bu yüzden, başta Sultan Vahdeddin ve Damat Ferit olmak üzere bir kısım Osmanlı devlet adamı ve aydını, İngiltere’nin himayesinin kabul edilmesini savunuyorlardı. İstanbul’da faaliyet gösteren İngiliz Muhipleri Cemiyeti de aynı amaç için çalışıyordu. Nitekim böyle bir antlaşma 12 Eylül 1919 tarihinde gizli olarak imzalanmıştı. Antlaşma gereğince “Osmanlı Saltanatı, Büyük Britanya Mandası altına geçmeyi kabul ediyor ve hilâfetin ruhanî ve manevî kudretini İngiliz menfaatine hakim kılınacağını” taahhüt ediliyordu.