Arap Tapınıcılığı ve Yobazlık! (eşek anırdığında euzü çekin)

Arkadaslar Hangi Hükümet Zamanında Araplarla Bu Kadar Haşır Neşir Olundu Türk Telekomu Bile Sattılar ! Araplar Her Daim Bizi Arkamızdan Vurmustur....Arapları İslamın Beşiği Zannedenler Yanlış İçerisindedirler...Dikkat Arabistan Yarımadası İslamın Beşiğidir...Yüce Peygamberimiz (s.a.v) İslamiyeti Yayarken Taşlayanlar Öldürmeye Çalısanlar Gine Araplar Değilmidir ? 1. Dünya Savasında Osmanlıya İhanet Edip İngilizlerle Anlaşan Araplar Değilmiydi ? Kabe Etrafındaki Kutsal Yerleri Yıkıp Otel vs Yaptıranlar Arap Değilmi ? Tarihten Ders Çıkarmak Düşmanını Dostunu En İyi Belirleme Yöntemidir !
 
İslamiyet Araplara değil bütün insanlığa inmiştir.İnsanoğlu bilmediği şeyin düşmanıdır.Değerini bilmezseniz elinizden alınır gider.Avrupa ve Amerikada kitleler İslam ı tanıyıp gerçekten yaşamaya başladılar.ALLAH islâ etsin nereye gidiyoruz bilmeden....
 
ben de bu güzel yazıya bir kaç şey eklemek istiyorum
1-Peygamberimiz dini yaymaya başladığında onu taşlayanlar öldürmeye çalışanlar Araplardı
2-Cennet gençlerinin efendileri peygamberimizin biricik torunu hz.Hüseyini öldüren Araplardı
3-Peygamberimiz soyunu devam ettiren 12 imamlara eziyet edenler Araplardı
4-Dini yobazlaştıran kadına zulüm eden Araplardır (örnek Arabistan)

daha bir sürü şey yazarım buraya da bunlar en önemlileri
 
ben de bu güzel yazıya bir kaç şey eklemek istiyorum
1-Peygamberimiz dini yaymaya başladığında onu taşlayanlar öldürmeye çalışanlar Araplardı
2-Cennet gençlerinin efendileri peygamberimizin biricik torunu hz.Hüseyini öldüren Araplardı
3-Peygamberimiz soyunu devam ettiren 12 imamlara eziyet edenler Araplardı
4-Dini yobazlaştıran kadına zulüm eden Araplardır (örnek Arabistan)

daha bir sürü şey yazarım buraya da bunlar en önemlileri

PEYGAMBERİMİZDE ARAP ÜSTELİK PEYGAMBER OLARAK GELİPDE ZULUM GÖRMEYEN TEK BİR PEYGAMBER YOKTUR HEM YANLIZ KENDİSİ DEĞİL ONA İNANAN AKRABALARI VE YANINDA Kİ HERKES ZULUM GÖRDÜ ÖLDÜRÜLDÜ SÜRÜLDÜ SEN BUNLARLA NEYİ İSPATLIYCAN ARAPLAR KÖTÜ KAKA PEYGAMBERİMİZDE EEE ARAP O ZAMAN? O ZAMAN?
 
ben de bu güzel yazıya bir kaç şey eklemek istiyorum
1-Peygamberimiz dini yaymaya başladığında onu taşlayanlar öldürmeye çalışanlar Araplardı
2-Cennet gençlerinin efendileri peygamberimizin biricik torunu hz.Hüseyini öldüren Araplardı
3-Peygamberimiz soyunu devam ettiren 12 imamlara eziyet edenler Araplardı
4-Dini yobazlaştıran kadına zulüm eden Araplardır (örnek Arabistan)

daha bir sürü şey yazarım buraya da bunlar en önemlileri


Senin mantığınla;

Türkiyede bir cinayet işlenir, tecavüz vakası geçer, biri idam edilir... İşi yapan Kürt, zarar gören Türk'se bütün Kürtler kötüdür diyebiliriz? öylemi! Ya da tam tersi? Türk bir Kürt'ü öldürüyorsa bütün Türkler kötüdür ?
 
Dini çarpıtan bi yaratık daha
bunun bize gösterdiğin için teşekkür ederiz
ancak yorumlar yine başka taraflara kaymış yine siyaset yine siyaset
 
zeusahmet´isimli üyeden Alinti
ben de bu güzel yazıya bir kaç şey eklemek istiyorum
1-Peygamberimiz dini yaymaya başladığında onu taşlayanlar öldürmeye çalışanlar Araplardı
2-Cennet gençlerinin efendileri peygamberimizin biricik torunu hz.Hüseyini öldüren Araplardı
3-Peygamberimiz soyunu devam ettiren 12 imamlara eziyet edenler Araplardı
4-Dini yobazlaştıran kadına zulüm eden Araplardır (örnek Arabistan)

daha bir sürü şey yazarım buraya da bunlar en önemlileri
Bende senin yazına bir kaç şey ekliyeyim,
1_peygamberimiz dini yaymaya başlamadan öncede Araptı.
2_Cennet gençlerinin efendileri peygamberimizin biricik torunu hz.Hüseyinde Araptı.
3_Peygamberimiz soyunu devam ettiren 12 imamlarda Araptı.
4_Dini yobazlaştıran Kadına Zulüm eden kendini Bilmez dinsiz Cahillerden ibarettir,Örnek Yahudiler,Hristiyanlar,vs.
 
Hurafelerin Diyanet'i, Diyanet'in hurafeleri

Hurafelerin Diyanet'i, Diyanet'in hurafeleri

Hurafe sözcüğü, "harf", "harfiyyen", "muharref", "tahrif etmek" gibi açılımları olan geniş kapsamlı bir anlam kümesi'ne ait bir sözcük. Bu anlam kümesini bir bütün olarak ele aldığımızda, hurafe'nin, bir "şey"in aslını, esasını, sahiciliğini / otantikliğini bozmak, tahrif etmek anlamına geldiğini görürüz. Harfiyyen bilinen, idrak edilen / kavranan, tatbik edilen (aslına, esasına, ruhuna, özüne dair mutabakata varılan) bir şeyin otantikliğini / sahiciliğini yitirmesi, o şeyin aslının, esasının, özünün, ruhunun tahrif ve tahrip edilmesi durumunda ortaya çıkan şeye hurafe diyoruz.

İslam'ın diğer (semavi) dinlerden ayrılan en önemli özelliği, hem kendi otantikliğini; hem de kaynaklarının otantikliğini korumayı ve sürdürmeyi başarabilen tek din olmasıdır. Din'in tanımı ve kapsamı konusunda -Batı'da olduğu gibi- bir bozulmaya, tahrifata ve tahribata uğramamasıdır.

Oysa aynı şeyi diğer (semavi) dinler için söyleyebilmemiz biraz zor. Bugün Batı toplumlarında din, tüm sahici / otantik özelliklerinden ve iddialarından uzaklaştırılarak salt bireysel alana hapsedilen; kavramsal sistemi alt üst edilen; bu dünyaya ve hayata dair söyleyeceği hemen hiçbir şeyi bırakılmayan; etkinliği ve etki alanı olabildiğince daraltılan; değişen otorite, meşruiyet ve hegemonya kaynaklarına göre şekil alabilen bir "yaz-boz tahtası"na, tastamam bir "modern hurafeler yığını"na dönüşmüş durumdadır. Batı'da dinde reform, dini yenileme çabaları modern tarih boyunca dinin sürgit daha fazla tahrif ve tahrip edilmesiyle, dolayısıyla din-dışı güçlerin, aktörlerin, dinamiklerin dine çeki düzen vermeleriyle, dinin asli söyleminin ve içinin boşaltılmasıyla; kısacası pozitivizm, rasyonalizm, sekülarizm gibi modern hurafelerin dini tarif ve dine yön tayin etmeleriyle sonuçlanmış; sonuçta din, asli yörüngesinden çıkarılmış ve marjinalleştirilmiştir.

Batıda dini asli söyleminden ve yörüngesinden, dolayısıyla hayattan uzaklaştıran en yıkıcı hareket protestanlık olmuştur. Bugün, İslam dünyasında yapılmak istenen şey de İslam'ın protestanlaştırılması, sekülerliğin kavramları ile yeniden tanımlanması; etki ve hareket alanının daraltılması, sadece bireysel alana hapsedilerek nominal olarak (sadece adı) Müslüman olan toplumlarda asli değil, arızi bir unsur haline getirilmesi çabasıdır.

Türkiye'de Diyanet, biraz önce tanımladığım anlamda modern / seküler hurafeler üzerine kurulmuş bir kurumdur: Diyanet'in meşruiyet, otorite ve hegemonya kaynağı din değil; meşruiyet, otorite ve hegemonya kaynağını din-dışı kaynaklardan alan Türkiye'deki seküler iktidar aygıtlarıdır. Türkiye'deki seküler iktidar aygıtlarının temel söylemi ve projesi, -tıpkı Batı'da Hıristiyanlığa yapıldığı gibi- Müslümanlığı hayata ve bu dünyaya dair iddialarından uzaklaştırmak ve salt bireysel alana hapsetmek olduğu için Diyanet'in bu bağlamda atacağı her adım, Müslümanlık adına cinayetle sonuçlanacak ve İslam'ı, bugün Batı'da bile yoğun olarak eleştirilen ve reddedilen pozitivizm, rasyonalizm gibi modern hurafeler tarafından yeniden tanımlayacak, dolayısıyla tahrif ve tahrip edecektir.

Avrupa ve ABD'nin İslam'la, İslam dünyasıyla ilişkilerinde gündemlerine aldıkları en önemli ve en hayati proje, Müslümanlığın protestanlaştırılması, seküleleştirilmesi, modern hurafelerle tanımlanarak içinin boşaltılması, etkisizleştirilmesi; siyasi, ekonomik, toplumsal hayata dair tüm iddialarından uzaklaştırılması çabasıdır. Burada yapılmak istenen şey, Müslümanlığın bu dünyaya ve hayata dair tüm iddialarından arındırılarak, Batılıların İslam dünyası üzerinde kurdukları hegemonyalarının Müslümanlık-eksenli siyasi, ekonomik, toplumsal, kültürel söylemlerle ve direnişlerle alt üst edilmesi korkusunu ve ihtimalini bertaraf etmeye çalışmaktır.

Müslümanlık adına bir şeyler yaptığını ve söylediğini düşünen mensuplarının Diyanet'in meşruiyetini nereden aldığını bir kez daha gözönünde bulundurarak, İslam'ı, küresel güçlerin uzun vadeli sinsi ve iğrenç projelerine malzeme yapacak modern hurafelerle tanımlanan yani hayata ve dünyaya dair iddiaları yok edilen protestanlaştırılmış, sekülerleştirilmiş dolayısıyla içi / ruhu boşaltılmış bir din haline getirme cinayetine çanak tutmaktan şiddetle kaçınacaklarını ve bu bağlamda kendilerine "bir yerlerden tevdi edilen görevler"in ne anlam ifade ettiği ve ne tür amaçlara matuf olduğu konusu üzerinde ikinci kez düşüneceklerini ummak istiyorum.

http://yenisafak.com.tr/arsiv/2000/agustos/16/ykaplan.html Yeni şafak /Yusuf Kaplan [email protected]
 
Ya bu herif kafayi yemis ya birisi buna dur desin.
 
ya beyler inandığınız allah size 2 şey vermiş değil mi?
1- beni anla, dünyada nasıl yaşayacağını bil vs vs diye kuran vermiş
2- bu kuran'ı anlaman için beyin vermiş
neden allahın verdiği nimetleri değerlendirmiyorsun. başkasının nimetlerinden faydalanmaya çalışıyorsun
 
ya beyler inandığınız allah size 2 şey vermiş değil mi?
1- beni anla, dünyada nasıl yaşayacağını bil vs vs diye kuran vermiş
2- bu kuran'ı anlaman için beyin vermiş
neden allahın verdiği nimetleri değerlendirmiyorsun. başkasının nimetlerinden faydalanmaya çalışıyorsun

doğru söylüyorsun ama malesef zaman ilerledikçe çağ değiştikçe islamıda bazı yeniliklere karşı düzenlemek geliştirmek gerekiyor .

sağlam tefsir hadis kitapları ve alimliğinden şüphe edilmeyen zatların dini konular üzerine sohbetlerinide okumak lazım . tabiki kuran ve akıl yeter diyemeyiz . kuranda gecmeyen bir konu ise kafamıza göremi davrancaz .tabi ki hayır .bu alanda uzman insanların yetki sahibi insanların bilgilerine basvurcaz .


dediğinde önemli ancak bazen yeterli olamıyabiliyor
 
Tarih Boyunca Din Istismarı

TARİH BOYUNCA DİN İSTİSMARI

ŞEYTANIN İKİ SİLAHI:

1- DİN İSTİSMARI 2- DİN DÜŞMANLIĞI

Dini açıdan, toplumları bekleyen iki büyük tehlike vardır:

1- İrtidat 2- İrtica

İRTİCA: Geriye dönme, köhneleşmiş eski düzeni isteme, hayırlı yeniliklere direnme anlamını taşır. İslam'da ilk irtica hareketi yalancı Peygamber Müseyleme ile başlamıştır. İsrail'in, kuruluşundan bugüne, gizli anayasa gibi içindeki kanun ve kaideleri uyguladığı son Osmanlı hukuk kitabı olan meşhur MECELLE'nin sahibi Ahmet Cevdet Paşa Kısası Enbiyası'nda Müseyleme'nin Hz. Peygamberimize ve Hz. Ebubekire başkaldırışını bir irticai hareket saymaktadır.
İrtica genellikle şu şekillerde ortaya çıkmaktadır:

A- Hak'la batılı harmanlama ve yozlaştırıcılık:

"Hakkı batıl ile karıştırıp yozlaştırmayın ve Hakkı saklayıp saptırmaya çalışmayın"[1] ayeti bütün tarih süresince olduğu gibi bugün de en çok başvurulan sinsi ve şeytani bir tavırdır. Dini hüküm ve hakikatleri dejenere etmeyi amaçlamaktadır.

B- İstismarcılık(Münafıklık): İstismar: Haklı ve hayırlı bir hareketi, kutsal sayılan dini hizmetleri, milli ve manevi değerleri sömürmek; makam ve menfaat, şöhret ve servet için bunları birer araç gibi kullanmayı düşünmek anlamındadır.

İstismarcılık özellikle:

1- Radikal şeriatçılık

2- Ilımlı İslamcılık biçiminde ortaya çıkmaktadır.

Radikal İslamcılar; kendi despotizmini din adına dayatma sevdasındadır.

İslam tarihinde: "Hüküm sadece Allah'ındır" sloganına sığınarak, Hz. Ali ile Muaviye'yi dinden çıkmakla suçlayan... Başkasının bahçesinden bir hurma koparmayı büyük günah, ama birçoğu sahabe olan masum Müslümanları basit bahanelerle katletmeyi mübah sayan "Hariciler" ve yine Haşşaşin (esrar çekenler) diye bilinen Hasan Sabbah'ın anarşi teşkilatı gibi sapıklar, bugünkü Hizbullahçıların ve Radikal İslamcıların ilk örnekleri sayılır.

Ilımlı İslamcılar: Sözde takvayı öne çıkarıp, tevhidi bozma girişimlerinin ortak adıdır. İlk örnekleri İbni Seb'e denen Yahudi dönmesi bir münafıktır. Gece namazı kıldığı reklâmları, ayet hadisle gözü yaşlı konuşmaları ve göstermelik takva numaraları ile sahabeyi bile birbirine kışkırtmış ve İslam birliğini bozmayı başarmıştır. Hz. Peygamber Efendimizin bütün hayatı boyunca yaptığı gazalarda, hem müminlerin şehitleri, hem müşriklerin ölülerinin toplamı 460 civarında iken, İbni Sebe'nin kışkırtıp kızıştırdığı Cemel Vakasında, bir iki gecede, çoğu sahabe olmak üzere birbirini öldürenlerin sayısı 13 bin kadardır.

Bunların günümüzdeki temsilcileri Fetullah Hocacılardır. Ilımlı İslam, Hoşgörü, dinlerarası diyalog diye Müslümanları batı emperyalizmine hizmetçi yapmayı, cihat ve özgürlük ruhunu yıpratmayı amaçlamışlardır.

C- Gelenekçilik, Yobazcılık:

Din adına, körü körüne, ilimsiz ve bilinçsizce bağlandığı düşünce ve davranışlarda inat ve ısrar etmek. Üstelik bunları başkalarına dayatmayı tebliğ ve cihat zannetmek yobazlığın genel vasfıdır. Kur'an bu tür gelenek dinine ve yobazlık düşüncesine şiddetle karşıdır ve onlarca ayette bunları kınamaktadır.

Bu tipler asırlar öncesi şartlar ve ihtiyaçlar için Kur'andan çıkarılmış fetvaları, hatta takva diye dine sokulan bidatları aynen devam ettirme yanılgısından bir türlü kurtulamamaktadır.


Halbuki İslam:

-Hukukta İçtihat

-Hükümette Cumhuriyet dönemini başlatmıştır.

D- Şuursuz taklitçilik, şekilcilik ve basmakalıpçılık:

Basmakalıpçılık: Kurulu ruhsuz robot gibi, anadan atadan gördüğü ibadetleri ve duyduğu hikâyeleri aynen taklit etmek veya dış görünüşe, ibadetlerdeki şekilciliğe çok özen gösterip, ahlaki değerleri ve vicdani-insani görevleri terk etmek demektir.

-Hacca gidip Mekke'de Allah'a, dönüp Türkiye'de Amerika'ya tapınmak.

-Beş vakit namaza beş vakitte nafile katmak, ama aç komşusunun, muhtaç dostunun yardımına koşmamak.

-Abdestsiz dolaşmamak, ama yalan konuşmak, iftira atmak ve müşterisini aldatmak.

-Sahabenin kahramanlık hikayelerini anlatıp ağlamak, ama Amerika'nın yüzbinlerce Iraklı masum Müslümanı katletmesine ve AKP'nin bu zulme desteğine duyarsız kalmak, hatta hikmet uydurmak.

-Kur'anın; anlamadığı Arapça lafzını ve bantlarını dinleyip duygulanmak; Ama o Kur'anın:"yurdumuza ve namusumuza göz koyan Siyonist Yahudilere ve Haçlı emperyalistlere dost olmayın. Faizci, İMF'ci, rantiyeci sömürü baronlarına destek çıkmayın" mealindeki emirlerini hiçe saymak.

-Bir şişe şarap içen zavallıyı düşman görüp dışlamak, ama içki fabrikalarını kuran hatta uyuşturucu kullanımına zemin hazırlayan iktidarları alkışlamak, bu tiplerin genel huylarıdır.

Halbuki Peygamber Efendimiz:

-12 sene Mekke'de önce beyin eğitimi, yani fikri, imani ve ahlaki terbiye;

-Ardından Medine'de ise 11 sene beden eğitimi, yani zahiri toplum düzeni, sosyal disiplin ve ibadet öğretisi yaptırmak suretiyle bizlere örnek oluşturmaktadır.

-Hasan Basri Hz'lerinin "vücudundaki pire pisliğinin" hükmünü soran Kufeli'ye: Ey münafık, Resulullah'ın ehli beytini ve başta Hz. Hüseyin ve ailesinden yüzlerce masum mümini, hem davet edip yüzüstü bırakmanızın, hem de Yezit'le bir olup kanlarını akıtmanızın fetvasını niye sormuyor da, pire pisliği ile riyakarlık yapıyorsun? Cevabı ne kadar anlamlıdır.

Bu arada özellikle vurgulayalım ki:

-Atatürk; İslam'la değil, köhneleşmiş, önemini ve özelliğini yitirmiş kurum ve kavramlarla mücadele etmiştir.

"Zehir yutmak, aç kalmaktan tehlikelidir" gerçeğini iyi bilen Atatürk, yozlaşmış, yobazlaşmış, ruhsuz ve şuursuz bir din anlayışının ve istismarcılığın, toplum için zehir gibi yıkıcı etkileri olacağını düşünerek, yeniden Kur'ana ve sünnete dönmek üzere, İslamın bu iki temel kaynağını, hem de en ehil ve emin âlimlere, Türkçeye tercüme ettirmiştir.

Ancak, şaibeli ölümünden sonra, İnönü ve Menderes eliyle devrimleri dejenere ettiren gizli masonik cunta ile sahte tarikatçılar; Atatürk'ü dinsiz birisi olarak göstermişlerdir.

Atatürk deyince akıllara sadece "karı ve rakı" getiren bir imaj; işte bu din istismarcılarıyla devrim yobazlarının ortak eseridir.

Atatürk yetiştiği ve yaşadığı zor şartlar ve uğraşmak zorunda kaldığı; hem dinsiz masonlar hem dinci münafıklar yüzünden, İslam'ın zahiri kurallarına pek uyamamıştır; ama O samimi ve inançlı bir Müslümandır, isbatı ise İstiklal Marşı olarak Mehmet Akif'in Milli ve manevi duygularımıza tercüman olan şiirini seçmiş olmasıdır.

Dini açıdan toplumları bekleyen ikinci tehlike ise; irtidat ve gizli inkârcılıktır.

İRTİDAT: Dini inanç ve kuralları reddedip İslamdan çıkmak, ama dindar toplumdan dışlanmamak için, hala kendisinin Müslüman olduğunu savunmaktır.

-Bunlar net ve mert şekilde: İslam'a ve Müslümanlara doğrudan saldırmazlar. Ama Kur'an Kursunu, İmam hatip okulunu, başörtüsü konusunu öne sürerek veya bazı tarikatların ve dini teşkilatların istismar ve suistimallerini bahane ederek, hem dinimizi, hem dindar kesimlerin hepsini karalamaya çalışırlar.

-Bu tavırlar ise maalesef, dindar kesimleri AKP gibi iktidarların ve Fetullah Gülen gibi istismarcıların kucağına atmaktır.

-Bu tipler: Hayatlarında bir sefer, baştan sona bir Kur'an meali bile okumadıkları, bir ilmihal kitabı bile karıştırmadıkları halde, dini konularda fetvalar buyururlar.

Bazen de bu yanlış ve yakışıksız tavırlarını ulusalcılık adına ortaya koyarlar. Oysa, bizim toplumumuzun sağduyusuyla: İslam'a şaşı bakan ve Müslümanları potansiyel tehlike sayan bir ulusalcılığın, emperyalist USA'cılığa dolaylı hizmet olduğunu sezdiğini unuturlar.

Laiklik bahanesiyle ladinliği savunurlar. Hâlbuki: Her türlü dini ve manevi değerleri gereksiz sayma ve yasaklama şeklindeki Ateist Laiklik.

Dini, devletin kontrolüne alıp rejimin keyfine göre kullanması şeklindeki Bizantist Laiklik yerine,

Dinle devletin barıştığı, ama birbirine karışmadığı Realist Laiklik en gerekli ve geçerli olanıdır.

Tarihin bütün dönemlerindeki zulüm ve sömürü düzenlerini oluşturan şu şeytan beşibirliği bozulmadan kurtuluş yoktur.

Bunlar:

-Faizci, rantiyeci ve tekelci sermaye; KARUN

-Despotik usuller veya demokratik hilelerle siyasi iktidarı ele geçiren, ama sömürü sermayesine hizmet eden; FİRAVUN

-Halkın içinden geldiği ve kendilerinden zannedildiği halde makam ve menfaat hatırına Karun ve Firavunlara hizmet eden bürokratlar; HAMAN

-"Bize Ahiret ve ibadet lazım, siyaset ve devlet Firavunlara kalsın" diyerek halkı zulüm düzenlerine boyun eğdiren münafık din adamı veya üniversite hocaları; BELAM

Toplumun kafasını karıştİran ve uyuşturan yayınlarıyla; haksızlık ve ahlaksızlığın reklamını yapan medya; FİRAVUNUN SİHİRBAZLARI yerindedir.

ÇARE: Yasal bir girişim ve Kadife bir devrim gereklidir. Sn. Cumhurbaşkanı anayasal yükümlülükleri ve yetkileri gereği, Meclisi feshetmelidir. Ardından bir Kurucu Meclis oluşturulup yeni ve yerli bir anayasa düzenlenmelidir.

Vatani ve vicdani sorumluluk düşüncesiyle, Milli siyaset bilinciyle, haklı ve hayırlı bir cephede, Kuvayı Milliyecilerin güç ve gönül birliği yapması elbette en büyük dileğimizdir.

Ancak ne yazık ki, dileklerle realiteler her zaman uyumlu değildir.

Üstelik: Hem aklen, hem vicdanen, hem siyaseten, hem de dinen; şu 6 şeyin partisi olamaz, yanlıştır ve yasaklanmıştır:

1- Din partisi; (İslam Partisi, Hıristiyan Partisi gibi...): İstismarcı ve kayırımcıdır.

2- Mezhep ve Meşrep Partisi; (Alevi Partisi, Sünni Partisi, Nurcu, Tarikatçı Partisi): Kışkırtıcı ve karıştırıcıdır.

3- Irk Partisi; (Kürt Partisi, Türk Partisi, Laz Partisi gibi...): Yıkıcı ve dağıtıcıdır

4- Bölge Partisi; (Ege Partisi, Güneydoğu Partisi gibi): Ayrıcalıkçı ve ayırımcıdır.

5- Meslek Partisi; (Memur Partisi, Esnaf Partisi, Köylü Partisi...): Dışlayıcı ve nemelazımcıdır.

6- Ortak Değerler Partisi; (Türkiye Partisi, Atatürk Partisi, Cumhuriyet Partisi gibi): Yıpratıcı ve yozlaştırıcıdır

O halde ne yapılabilir?

Bazen acil müdahaleler ve köklü tedbirler, kör çıkmazların tek çaresi haline gelebilmektedir.

Önemli olan bu tür müdahale ve tedbirleri mümkün olan en yumuşak ve yasal yöntemlerle gerçekleştirmek ve asla despotizme yönelmeyip en kısa sürede gerçek ve milli demokrasiye geçebilmektir.


http://www.millicozum.com/content/view/273/51/
 
çok güzel de

kurucu mecliste kimler olacak

ben diyeyim

toprak ağaları
basın ağaları
para babaları
din istismarcıları
kurucu meclis yağcıları
türbana hayır bildirisine imza atmış öğreim görevlileri
adi suçtan kabarık dosya sahipleri
vergi yolsuzları
Türk düşmanları
vatan hainleri..................................v.s.
 
Dinimizi Tanınmaz Hale Getiren Problem

HURÂFELER



Sözlükte bunamak anlamına gelen haret’ ’ ten türemiş bir isim olan hurâfe, akla gerçeğe aykırı olan aldatıcı sözdür.

Masal,efsane ve genel olarak gerçek dışı olduğu halde hoşa giden nakil ve rivayetlere ( söylenti ) hurâfe denir.

Hurâfe kelimesi Kur’an’da yer almaz. Buna yakın anlamlardaki uydurma , saçma söz anlamlarındaki arapça kelimeler ( esâtir –tekavvül – tahrusûn ) Kur’an’da toplam 18 defa yer almıştır.

Hurâfe kelimesi, mantıklı tabanı olmayan, gerçek hayatla ilişkisi bulunmayan inanç ve uygulamalar, iyilik ve kötülük getireceğine inanılan kuvvetler için kullanılır.

Din dışı alanları da kapsamakla birlikte dini alanlarda daha yaygın olan hurâfe, hemen bütün dinlerde mevcuttur.

Diğer dinlerdeki hurâfeleri bir kenara bırakalım ve kendi dinimizdeki hurafeleri ve oluşumunu ele alalım :

Hurâfelerin, genellikle doğru ve gerçek dini yazılı belgelerin zamanla yok olması ve geçmiş kavimlere ait batıl inançların yeni dine taşınması yolu ile oluştuğu kabul edilir. İslâmın ana kaynağı olan Kur’an’ın, bizzat Peygamberimiz tarafından yazılı metin haline getirilmesine; bir harfinin dahi değişmeden günümüze kadar korunarak gelmesine ve 15 / 9 ayeti ile bu korunmanın Rabbimizin garantisi altında bulunmasına rağmen dinimize de çeşitli hurafelerin sokulduğu görülmektedir.

Şimdi hurâfelerin oluşma şekillerini ele alalım:



1 – Önceki dinlere ait kültürlerden bazı unsurların İslâm’ a taşınması:

İslâmı kabul eden çeşitli din mensuplarının eski dinlerine ait bazı inançları korumaya devam ettikleri ve bunları diğer Müslümanlara da aktardıkları bilinmektedir.

Câhiliyye dönemi Arapları, uğura, uğursuzluğa ve cinlerle ilgili çeşitli hurâfelere inanıyorlardı. Bunları korumaya devam ettiler. Eski İran ve Hint dinlerine mensup gruplarla Türklerin İslâm’ı kabul etmesinden sonra İslâm dünyasında yeni hurâfeler oluşmaya başlamıştır. Önceden Şamanizm, Budizm, Maniheizm ve Zerdüştîlik gibi dinlere bağlı olan din adamları, Câhiliyye dönemi Arap kültürüne ait hurâfelerin cahil halk tabakasına yayılmış olmasından da yararlanarak daha çok Şaman afsunlarına ( büyü ) kabullere, Kâbe, Levh-i Mahfuz, Arş, Kürsî gibi İslâm motiflerini karıştırmak suretiyle mesleklerini yeni dinlerinde de sürdürmüşlerdir.

o Şamanizmden intikal eden su kültü ( tapınılan nesne )

o Yahûdilkten geçen tılsımlar

o Hıristiyanlıkta kalan türbeleri kutsallaştırma bu konudaki bazı örneklerdir.

2 – Cehâlet :

Daha çok bilgisizliğe bağlı olduğu kabul edilen hur’afelere inanılması, İslâm’ı ana kaynaklarından öğrenip halkı aydınlatacak yeterli sayıda âlimin yetişmemesiyle orantılı olarak Müslüman halk arasında yayılmıştır.

İslâm, inancın düşünceye, akla dayanan kanıtlara dayalı olmasını öğütlerken halk akıl ve mantık dışı şeylere inanıvermektedir. Hurâfeleri atabilmek için okullarda yeterli din eğitimi yanında halka da doğru bilgilerin verilmesi gerekir. Vâizlerle sohbet ehlinin, bizzat kendilerinin hurâfelerden arınmış sağlam bilgilerle donatılmış olmaları ve halka hurâfe pompalamamaları gerekir.

Peygamberimiz: ‘’ Bile bile bir yalanı bana yamayan kimse, cehennemdeki yerini hazırlasın ‘’ demiş olmasına rağmen bu insanlar, halkı daha çok etkileyebilmek için daha çok dünya kadar uydurma masal ve uydurma hadis anlatıp halka hurâfe aşılamaktadırlar.



3 – Uydurma Hadisler’ in hurâfelerin yayılmasındaki katkısı ise korkunçtur. Çok büyük öneme sahip bu konuyu ilerde ayrı bir yazı konusu olarak ele alacağız.

İslâm’da hurafe ve şirk kesinlikle yasaklanmıştır. Vehimlere kapılıp olağan olaylardan kuşkulanmak bâtıldır ( sahte,yalan ) Tavuğun, karganın ötmesinden, kedinin geçmesinden, şu veya bu kuşcağızın uçmasından vehme ( manasız korku ) kapılmak; Cuma akşamı eve süpürge vurmamak, zemheri ayında ( şiddetli soğuk devresi ) ev temizliği yapmamak, bazı günler yıkanmamak, iş yapmamak gibi düşünceler ve uygulamalar tamamen bâtıldır. Ve dinde yeri yoktur. Bu gibi ve benzeri tutumları da Peygamberimize dayandırmak en büyük hatadır.

Not: Bu yazının hazırlanmasında Prof.Dr. Süleyman Ateş'in GÖRÜNMEZ ALEMİN İZLERİ isimli eserinden faydalanılmıştır.
http://kuranda.blogcu.com/hurafeler-dinimizi-taninmaz-hale-getiren-problem_3632961.html

Yüz görmek isteyen eşe boşanma
5613900.jpg

Suudi Arabistan’ın Hamis Muşayt kenti yakınlarındaki bir köyde bir adam, 30 yıldır evli olduğu karısının yüzünü görmek isteyince, boşanmanın eşiğine geldi.

Boşanma talebi, aile geleneği olarak peçesini kocasının bile önünde açmayan kadından geldi. Karısının yüzünü hiç görmeyen ve merak içinde kıvranan kocayı, bir gece şeytan dürttü ve her ne pahasına olursa olsun, bu tabuyu yıkmaya karar verdi. Adam usulca uyumakta olan 50 yaşındaki eşinin baş ucuna süzüldü ve yavaşça peçesini kaldırdı. Karısının yüzünü en sonunda görmeyi başardı ama, bu eylemi sırasında uyanan eşi, küplere bindi. Evi terk eden Om Rabia el Gahdaray adlı kadın, boşanmak istediğini belirterek kocasına haber gönderdi. Adam eşini bu kararından caydırmak için yalvarıp yakardıysa da fayda etmedi. El Riyad gazetesine "Evlilikte önemli olan surat değil, aşktır" diyen Rabia, kocasının aile geleneğine karşı çıktığını belirtti.

http://www.hurriyet.com.tr/dunya/8978278.asp?gid=229&sz=4030

Başbuğ Atatürk'ü bir kez daha minnetle anıyorum...

''İşte arabların din diye sahip çıktığı sapkın gelenekleri.
Kadınların toplumda tamamen soyutlandığı arabistan'da 30 yıllık karısının suratını görmeyen adam örneğinden de rahatça anladığımız üzere, görünmeyen bir kadının sosyal hayatta ne işi var ki zaten.. İşte Türkiye'deki ümmetin arabçı yobazlarının özlemini çektikleri şeriat yaşamı.'' Aybala /Otağ Yöneticisi atsızcılar.com dan alıntıdır

sağol aybala öldücü vuruşu yapmışsın:D
 
kara kartal su paylastıgın yaznın siyasetle ne alakası var senın kendi yorumunun bile alakası yok konunun kapanmasını istemiyosan siyasetle alakalı paylaşımlar yap bir daha uyarmam....
 
kara kartal su paylastıgın yaznın siyasetle ne alakası var senın kendi yorumunun bile alakası yok konunun kapanmasını istemiyosan siyasetle alakalı paylaşımlar yap bir daha uyarmam....

siyasetle olan alakası şu

-insanlarımız din adına bir çok hurafeye inanıyor buda siyasi istismara açık kapı bırakıyor. Bugün ülkemizdeki en büyük problemlerinden birisi hurafe dinidir.

- Allaha oy verdiğini sanan insanlarımız var
-bi takım partileri allahın partisi olduğunu sanan insanlarımız var
-tayyipi üzmenin allahı üzmek olduğunu sanan insanlarımız var
-müslüman cumhurbaşkanı propagandasına aldanan insanlarımız
-filanca partiye oy vermeyenin patates dininden olduğuna inana insanlarımız var
-camileri kışla minareleri süngü sanan vatanın her karışının kışlamız olduğunu unutan
insanlarımız var
-insanlarımız siyasetçileri ürettikleri uyguladıkları politikalara ,dürüstlüklerine, şereflerine göre değil hurafelerin etkisinde kalarak seçiyor.

ülkemizdeki din sömürüsü hurafe bilgilerle çok kolay yapılabilmektedir.

dinimizin siyasi oyuncak olmaktan kurtulabilmesi için hurafe inanışların bilgilerin üzerine gidilmelidir

hurafeler ülkemizdeki en büyük siyasi argümandır.

vatansever insanımızın hurafelerin üzerine gitmesi gerekir.
 
islamiyet siyasi oyuncak olunca böyle oluyor...

islamı kullanıp arapları sevmemiz arapçayı sevmemiz yönünde siyaset yapanlara gerekli tepkiyi göstermeyince böyle meydan boş kalıyor...

hayatımızın her alanında LAİKLİ Ğİ çiğneyerek propaganda yapanlara tepkisiz kalmamalıyız

dinimiz ilahi bir dindir siyasi bir din değildir .
kul ile yaratan arasına giren çıkarcıları (münafıkları) hoşgörmek dinimizin oyuncağa dönmesine göz yummakla aynı anlama gelmektedir

.........................................
"Bizi yanlış yola sevkeden soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, sâf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz... Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harabeden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir."

GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK (Ankara, 1923)

LaikLik diye tapındığınız şeyin neye hizmet ettiğini biLe biLmeyen sizLer
HaLa isLamın adını ağzınıza nasıL aLıyorsunuz anLayabiLmiş değiLim
Din ve devLet işLerini birbirinden ayırmakmış efendiLerin LaikLiği
Sizin en Laik ağababanız sezer açıkLama yapmadı mı
Kendi ağzıyLa demedi mi ki laikLik devLetin dinden arındırıLmasıdır diye
Bugün başörtüsüyLe iLgiLi bir kararı mecLis ve yargı aLıyorsa eğer
Siz hangi devLetten hangi dini ayırmaya çaLışıyorsunuz
Sizin amacınız resmen devLetten dini arındırmak
Dinsiz maneviyatsız çökmüş bir rejimLe insanLarı köLeLeştirmek sefiLLeştirmek

ve bir üstteki sapkın mesajına en uygun ezvumLa güLüyorum haLen
Allaha oy veren Allahın partisine inanan başkanı üzen Allahı üzdüğüne inanan insanLar he :)
Bu senin bahsettikLerin Mekkenin eski putperest müşrikLeridir asLanım
BöyLe bir inanç türü yok böyLe sapkın fikirLer ancak sizin beyinLerinizden türemedir ki gerçekLe aLakası katiyen yoktur!!
 
Siyasal Islam Konusunda Toplumbilimsel çözümlemeler

SİYASAL İSLAM KONUSUNDA TOPLUMBİLİMSEL ÇÖZÜMLEMELER


Siyasal İslam, genellikle, (ve hakettiği biçimde) siyasal açıdan ele alınmıştır.

Bu çerçevede, gerek siyasal örgütlenmedeki yeri, gerekse Türkiye'nin siyasal yaşamındaki etkileri pek çok yazar tarafından uzun uzun tartışılmıştır.

Örneğin, Çakır, oldukça ayrıntılı bir biçimde hem "siyasal islamın" partileşme sürecini hem de, bu sürece toplumun nasıl tapki verdiğini, oldukça ayrıntılı bir biçimde anlatır.

Çakır'ın şu çözümlemesi, "siyasal islam" konusundaki siyasal gözlemler açısından oldukça yaygın bir görüşü yansıtmaktadır:

"İslamcılar, toplumun büyük çoğunluğunun müslüman olması gerçekliğinden hareketle, demokrasinin İslam'la bağdaşmadığını kanıtlayarak kitleleri �şeriat düzeni' diye adlandırdıkları muğlak bir siyasi projenin saflarına çekmek istiyorlar. Bir başka deyişle, tüm müslümanlarda içkin olduğunu düşündükleri �şeriat bilincini' açığa çıkartmaya çalışıyorlar.

�Aşırı laikler' ise, kitlelerin dinle ilişkilerini neredeyse bir hobi olarak algılayıp, onların gündelik hayatını belirleyen temel saikin Batılılaşma projesinin tamamlanması olduğu düşüncesinden hareketle İslam'ın demokrasiyle bağdaşmadığı noktasında İslamcılarla mutabık kalıyorlar." (Çakır, 1994: 108).

Oysa olayın, toplumbilimsel açıdan çok daha derin ve farklı boyutlarının bulunduğu açıktır.

MARDİN'E GÖRE NURCULUK VE SİYASAL İSLAMIN İŞLEVİ

Şerif Mardin, değişen ve çağdaşlaşan toplumlarda, dinin kaçınılmaz bir biçimde, bireyin toplumla bütünleşme sorunlarını çözen en önemli mekanizma olarak işlevini sürdürdüğü ve sürdürmesi gerektiği kanısındadır.

Mardin, çağdaşlama yönündeki değişmenin, laikliği getirdiği oranda, dini, toplumsal ve bireysel yaşamın dışına çıkardığını, böylece de bireyleri birarada tutan "harcı" yok ettiğini düşünür. (Mardin, 1992: 282-285).

Mardin, Cumhuriyet'in, birey ile toplum arasında, İslam dini aracılığıyla kurulmuş olan bağları yok ettiğini ve bu nedenle, bireylerin devletle bağlarının koptuğunu düşünür ve İslam dinin Said Nursi'nin Nurculuk aracılığı ile bu bağları yeniden kurduğunu öne sürer.

Mardin, önce Turner'e gönderme yaparak "kök paradigma" kavramını tanımlıyor: Buna göre "kök paradigmalar, bireyler, açık seçik bir biçimde egemen kurallar ve usuller tarafından yönlendirilmediklerinde işe karışan ve bireyleri etkileyen, resmi topumsallaştırma (sosyalizasyon) araçlarının dışındaki öznel paradigmalardır".(Turner, 1974:67).

Bunlar, özel kavram ve terimler aracılığı ile bireylere, kültürel açıdan kabul edecekleri mesajları verir, reddettikleri usullerin dışında bir toplumsallaştırma (sosyalizasyon) sağlar.

Mardin, şöyle devam ediyor:

"Bu araştırmada da görüleceği gibi Said Nursi, �adet ve kurallar'ı kusurlu veya gücünü kaybetmiş bulan veya bunların gayri meşru sayıldıklarını gören çok sayıda insana hitap etmektedir. Bu koşullarda arta kalan kök paradigmalar, Said Nursi'nin etkisinin temelini oluştururlar." (Mardin, 1992: 13).

Mardin, "kök paradigma" kavramına örnek olarak, "Gazi" deyimini gösteriyor ve bu deyimin Türk kültüründe sahip olduğu çeşitli anlamları açıklıyor.

Mardin için, "kök paradigmaların" iki işlevi vardır:

"Bir, kişisel davranışlara rehber teşkil eden ve ideal bir toplumun görünümünü veren �haritalar' olarak; iki, kültür çantasında yeralıp, bireyin toplumsal kurallara ve konumlara ilişkin algılamasıyla birlikte, görüntüleri, sesleri ve renkleri anlamlandıran araçları birbirleriyle kaynaştıran başlıklar olarak." (Mardin,1992: 18).

Mardin, bütün kitabı boyunca Said Nursi'nin söyleminin bu her iki işlevi de yerine getirdiğini anlatıyor.

Böylece, Mardin'e göre, "nurculuk" Cumhuriyet'in başaramadığı, birey-devlet bütünleşmesini gerçekleştiren bir araç olarak çıkıyor karşımıza.

Böylece "siyasal islam" da, aynı toplumsal görevleri, bir parti çerçevesinde örgütlenen eylemler ile siyaset sahnesine taşıyan bir işleve sahip oluyor.

KIRAY'A GÖRE BİR ARAFORM OLARAK SİYASAL İSLAM

Mübeccel B. Kıray, "siyasal islam"ın, ülke içi dinamikler açısından bir tampon kurum, bir araform olduğunu ve Türkiye'nin çağdaşlaşma sürecinde bir dönem, "toplumu bütünleştirici ve dengede tutucu" ama "geçici" bir işlevi yerine getirdiğini düşünür.

Kıray'a göre "siyasal islam"ın, "iç dinamik ögeleri açısından" yerine getirilen bu "tampon mekanizma" ya da "araform" niteliği, 1970'li yılların ortalarında doruk noktasına erişen bir "dış dinamik" tarafından da desteklenmiştir.

Bir başka deyişle, ülkenin içinde olup bitenler açısından ön plana çıkarılan "siyasal islam" aynı dönemde, ülkenin dışındaki güçler tarafından da desteklenmiştir.

Aslında kendi içinde özel kavramları ve terimleri içeren bu çözümlemeyi kavrayabilmek için, Kıray'ın düşüncelerine biraz daha yakından bakmak gerekmektedir.

Kıray'a, göre bütün toplumların üç temel özelliği vardır:

1) Her toplum, her an hem değişme hem de denge halindedir.

2) Her toplumda her an, birbiriyle çatışma halinde olan ögeler vardır; değişmenin itici gücü olan bu durum, toplumların genel bütünlüğünü ve dengesini bozmaz.

3) Her toplum, değişirken, kendinden önce değişmiş ve gelişmiş toplumların modellerini aynıyla ve sarsıntısız olarak izlemeyebilir ama bu durum, toplumsal bütünlüğün ve dengenin ortadan kalkmasını gerektirmez; bazı araformlar ve tampon kurumlar, bütünlüğü sağlar.

İşte Kıray azgelişmiş ülkelerin, gelişmiş ülke modellerini aynıyla izleme zorunda olmadıklarını vurgularken, hem genel olarak değişmeden, hem de özel olarak çeşitli ögeler arası değişme hızı farkından doğan uyumsuzluğun ve çatışmanın varlığına karşın, toplumsal bütünlüğün ve dengenin "tampon kurumlar" ya da "araformlar" aracılığı ile her an korunduğunu söylüyor. (Kongar, 1996b: 421-447).

Peki hem çatışma, hem denge aynı anda nasıl oluyor?

Toplum ne feodal, ne kapitalist. Bazı kurumları feodal, bazı kurumları kapitalist. Bazı açılardan sanayileşmiş, bazı açılardan h>â l>â tarım aşamasında. Kentler oluşmuş ama, içleri köylülerle dolmuş.

Böyle bir toplum, bütünlüğünü nasıl koruyor?

Azgelişmiş ülkelerde, değişme dönemlerinde, batı toplumlarında görülmeyen bazı yeni kurumlar, çarpık yapılaşmalar ortaya çıkıyor ve toplumsal bütünlüğü yani toplumsal dengeyi ne yazık ki bunlar sağlıyor.

Nedir bunlar? Kentleşme yerine gecekondulaşmadır. Kamu yararına işleyen demokrasi yerine partilerin bireysel çıkarlara alet edilmesidir (rüşvet, iltimas v.b.). Gerçek sanayileşme yerine, kapkaççı üretimdir; ve daha bunlar gibi pek çok "çarpıklık"tır.

Türkiye'de İkinci Dünya Savaşı sonrasında, tarım toplumu ya da feodal yapı çözülmeye başlayınca, onun yerini batıdaki gibi sanayi toplumu, kentsel yapı ve demokrasi, otomatik olarak alamıyor.

Kentleşme gecekondulaşmaya, sanayileşme montaja, demokrasi çok partili baskı rejimine dönüşüyor.

İşte Mübeccel Kıray, bütün bu oluşumlara, "tampon mekanizma" ya da "araform" diyor: Bunlar ne geride kalmış olan eski yapının, ne de ilerde gözüken yeni yapının kurumlarıdır: Bunlar, değişme sırasında ortaya çıkan ve bütün yoz niteliklerine karşın, toplumsal bütünlüğü sağlayan, geçici nitelikli denge kurumlarıdır.

Cumhuriyetle bilikte, feodaliteden kapitalizme geçiş sürecinde de aynı olaylar yaşanıyor.

Kırsal alanda yaşayan köylü vatandaş, metropollerde yaşayan kentli vatandaş haline dönüştüğü zaman, toplumla ve devletle arasındaki köprüyü kuran "Toprak Ağası"nın işlevlerini yüklenecek örgütlenmelere ve mekanizmalara gereksinme duyuyor.

Türkiye'deki köylü, topraktan koptuğu zaman, devletle ve toplumun öteki kesimleri ile bütünleşmesini sağlayan "toprak ağası"nın işlevlerini, yani "patronaj" ilişkisini, sendikalar ve sivil toplum örgütleri yeterince gelişmediği için, siyasal partiler yükleniyor. (Çok partili düzene geçildiğinden beri gözlenen siyasal yozlaşmanın ve "delege saltanatının" sosyolojik nedeni.)

Böylece siyasal partilerin "ocak-bucak teşkilatları", 1950-1960 arasındaki çatışmaların ve gerilimlerin kaynağı olduğu kadar, köylü ile devleti bütünleştiren örgütlenmeleri de simgeliyor.

27 Mayıs 1960'dan sonra, bunlar kapatılıyor. Bu kez aynı işlevi il ve ilçe örgütlenmeleri yükleniyor.

12 Eylülden sonra siyasal partiler kapatılınca, bu işlev, tarikatler ve cemaatler tarafından yerine getirilmeye başlıyor. İnsanlar, devletle ilişkilerinde ve toplumsal işlevlerinin yerine getirilmesinde, siyasal partiler yerine, tarikatlere ve cemaatlere sığınıyor.

Kıray, böylece, siyasal islamın güçlenmesini doğrudan doğruya, tarikatların siyasal işlev yüklenmesi olayına bağlıyor.

1983 seçimlerinden sonra siyasal partiler yeniden açılınca, tarikatlerin ve cemaatlerin işlevi zaman içinde kaçınılmaz olarak azalıyor.

Türkiye'nin geleceği açısından en önemli belirleyicilerden biri olan "siyasal islamın", iç dinamik ögelerine göre çözümlenmesi böylece, zaman içinde önce yükselen sonra düşen bir ivme gösteriyor Kıray'a göre.

Mübeccel Kıray, günümüzün en belirleyici siyasal gücü saydığı "siyasal islam"a bir de "dış dinamik ögeleri" açısından bakıyor.

Burada vardığı sonuç da, "siyasal islamın" yükselişinin, bir "soğuk savaş dönemi" olgusu olduğu.

Sovyetlerin varlığı, hem ülkenin içinde bir islam direnişinin oluşturulmasını, hem de dışardan bir "yeşil kuşak" ile bu ülkenin "sarılmasını", zorunlu kılıyor.

Sovyetler dağılınca, bu iki gereklilik de anlamını yitiriyor. Böylece siyasal islamın, dış dinamik ögelerinden aldığı destek ortadan kalkıyor.

Soğuk savaş dönemi kapandığına göre, dış dinamik ögeleri açısından da Türkiye'de (bütün dünyada olduğu gibi) "siyasal islamın" güç kazanması ve yükselmesi duruyor.

Kıray, temel toplumsal mekanizmasını yukarda açıkladığım iç ve dış dinamik ögelerinin etkileşimi sonunda siyasal islamın geldiği yeri şöyle anlatıyor:

"1970'lerin ortasında Amerika Birleşik Devletlerinde birbirini takip eden çok muhafazak>â r üç başkan döneminde soğuk savaşın en önemli unsuru olarak geliştirilip, sonuna kadar, üniversitelereden medyaya, resmi siyasal ilişkilerden gizli operasyonlara kadar her yönden aşırı dozda dinselliği desteklemek ve bunun siyasi hayatta hakim hale gelmesini ayarlamak için gösterilen çaba Türkiye gibi çağdaş sanayi toplumu haline gelmenin yarı yolunda olan bir toplumda olumlu-olumsuz büyük yankı buldu.

İlginç olan, 1980'lerin başında değişmez ve evrensel (dogma) olduğu ileri sürülen siyasi islam tezlerinin bu muhafazak>â r politikalar yumuşatıldıktan sonra 1990'ların sonunda, ister istemez (zamana ve yerine göre) çeşitlenme gösterdiği, yeniden tefsir edildiği görüldü; giderek İslam'da reform yapılması gerektiği ileri sürülür hale geldi. Bu tutum değişikliği için onbeş yıl geçmesi, Sovyetler Birliği'nin dağılması ve siyasal islamın, ittirildiği toplumlarda bölünmüş siyasal islam gruplarının birbiri ile mücadeleye girmesi gerekti. Herşeye rağmen sanayileşmiş toplumların formüle ettiği köktendinciliğin yapısal değişmede uzun yol almış toplumlarda hemen kabul edilemeyeceği anlaşılmış oldu. Kolayca tahmin edileceği ve bekleneceği gibi, islamın da değiştiği �ılımlı' islam gibi birtakım ara biçimlerin oluşturulduğu, giderek kişiselleşmiş �vicdan özgürlüğü' anlamında, siyasetten ayrılmış bir anlam kazanmağa yönelmiş olduğu da görülüyor.

Eğer islam toplumda yalnız kendi hayatiyetine bırakılmış olsa idi çok eski bir yapının parçası olan radikal islam ihç söz konusu olmayacağı gibi, �ılımlı' islam da terim olarak bile ortaya çıkmazdı. İleri sanayi taoplumlarının farklılaşmış, örgütlenmiş, yeni elektronik iletişim dünyasının yarattığı küreselleşmenin bir parçası haline gelmiş yapısında, siyasal islamın onlardan kopuk, otariter bir düzeni yaşatması olanağı oyktur. Bugün soğuk savaşın bitiminden sonra hala devam ediyorsa, biraz da ileri sanayi toplumlarının kendi aralarındaki hiyerarşinin oluşması geciktiğinden, dolayısı ile, hangisi, hangi islamı istiyor, açıkça söylenmediğindendir." (Kıray, 1997).

HUNTINGTON VE KÜRESELLEŞME BAĞLAMINDA SİYASAL İSLAM:

Kıray'ın 21. yüzyıl dünyasında islamın siyasal işlevini yitirdiğine ilişkin, benim de katıldığım tezine karşılık, "küreselleşme" olgusu üzerinde duran siyaset bilimcilerden Huntington hemen hemen tam karşı görüşü öne sürer.

Huntington'a göre soğuk savaş sonrasında dünya artık, din ağırlıklı kültür farklılıklarının egemen olduğu değişik uygarlıklar arasındaki bir çatışma ve denge ortamına girmiştir (Huntington, 1996).

Huntington'a göre Sovyetler Birliği çöktükten sonra, dünyada insanlar arası farklılıklar, ideolojik, siyasal ya da ekonomik olma özelliğini kaybetmiştir. Bugünkü dünyada insanlararası farklılıklar artık esas olarak kültüreldir. Eskiden insanlara "Hangi taraftansın?" diye sorarlardı. Şimdi "Kimsin" diyorlar

Ulus devletler dünya üzerinde esas rol sahibi olma özelliklerini sürdürmektedir. Fakat soğuk savaş dönemindeki üçlü bölünme (Batı-Sovyet-Üçüncü Dünya) yerini dünyanın sekiz ana uygarlığına göre oluşan bir başka gruplaşmaya bırakmıştır.

Huntington'a göre bu uygarlıklar şunlardır: Batı, Sind (çevresindeki ülkelerle birlikte Çin), Japon, İslam, Hind, Slav-Ortodoks, Latin-Amerikan,ve muhtemelen Afrika. Tarihte ilk kez küresel politika çok kutuplu ve çok uygarlıklı hale gelmiştir.

Huntington'a göre modernleşme süreci, Batılılaşmadan başka birşeydir ve ne anlamlı bir bütünlüğü olan evrensel bir uygarlık, ne de batılı olmayan toplumların batılılaşması sonucunu vermektedir. Uygarlıklar arasındaki güç dengesi değişmektedir: Batı'nın göreli etkisi azalmaktadır. Asya uygarlıklarının ekonomik, askeri ve siyasal gücü artmaktadır. Müslümanlar, İslam ülkelerindeki ve komşularındaki istikrarı bozacak bir nüfus patlaması yaşamaktadır. Batılı olmayan uygarlıklar, genellikle, kendi kültürlerinin değerli olduğunu yeniden onaylamaktadır.

Uygarlık temeline dayalı yeni bir dünya düzeni kurulmaktadır:

Kültürel yakınlıkları olan toplumlar işbirliğine gitmektedir.

Toplumları bir uygarlıktan ötekine aktarmak konusundaki çabalar başarısız olmuştur.

Ülkeler, mensup bulundukları uygarlığın lider devletleri etrafında gruplaşmaktadırlar.

Batı uygarlığının evrensel değerlere sahip olduğu iddiası, onu, öteki uygarlıklarla gittikçe daha çok artan bir çatışma ortamına sokmaktadır. Çünkü Batı için "evrensel" olan, öteki uygarlıklar için "emperyalizmdir".

Bu çatışmaların en ciddileri, İslam uygarlığı ve Çin uygarlığı ile Batı uygarlığı arasında olanlardır.

Huntington aslında bütün bu uygarlıkların birbirleri ile yoğun bir çatışma içinde olduğunu söylemiyor.

O'na göre asıl etkileşim, Batı, İslam ve Çin dünyaları arasındadır.

Buradaki tehlike de, Batı'nın saldırganlığı, İslam'ın hoşgörüsüzlüğü ve Çin uygarlığının iddiacılığı arasındaki etkileşimin yaratacağı çatışmalardadır.

Yerel savaşlarda, genellikle, müslümanlar ile müslüman olmayanlar arasındaki savaşlarda, "akraba ülkeyi tutma" eğilimi ortaya çıkmakta, bu eğilim bu tür savaşların tırmanma tehlikesini yaratmakta, bu ise onları durdurmak için lider ülkelerin çabalarını arttırmalarına yol açmaktadır.

Batı uygarlığının varlığını sürdürmesi, Amerikanın Batılı kimliğini yeniden onaylamasına ve Batılılıların, uygarlıklarının evrensel değil, tek ve biricik (unique) nitelik taşıyan bir uygarlık olduğunu kabul ederek, onu batılı olmayan toplumlardan gelen saldırılara karşı yenilemek ve korumak icin birleşmelerine bağlıdır.

Uygarlıklararası bir dünya savaşının önlenmesi, dünya liderlerinin, küresel politikaların çok uygarlıklı niteliğini kabul etmelerine ve bu niteliği sürdürmek için işbirliği yapmalarına bağlıdır.

Huntington'un dünya barışının korunması konusundaki önerilerini de üçe indirgemek olanaklıdır:

Birinci olarak, her uygarlığın merkezi ya da lideri olan ülke, öteki uygarlıklarla olan çatışmalara karışmaktan kaçınmalıdır.

Bir başka deyişle, uygarlıklar arası nüfuz alanları dikkatle çizilmeli ve bu alanlara titizlikle riayet edilmelidir.

İkinci olarak, uygarlıkların iç içe geçtikleri karışık bölgelerde, lider ülkeler birlikte hareket etmeli ve farklı uygarlıklardaki ülkelerin birbirleri ile çatışmalarını engellemelidir.

Üçüncü olarak, bütün uygarlıklardaki insanlar, öteki uygarlıklar ile ortak olan değerlerini, kurumlarını ve davranışlarını belirlemeye çalışmalıdırlar. Çünkü asıl savaş, Uygarlık ile Barbarlık arasında olacaktır.

Bütün bu çözümlemeleri sırasında Huntington, birden çok uygarlığın etkisinde olan ülkeler için "bölünmüş ülkeler" diyor:

Meksika, Latin-Amerika ve Batı uygarlıkları arasında bölünmüştür.

Eski Yugoslavya, Batı, İslam ve Slav-Ortodoks uygarlıkları arasında bölünmüştür.

Güney Afrika, Batı ve Afrika uygarlıkları arasında bölünmüştür.

Keşmir, İslam ve Hind uygarlıkları arasında bölünmüştür.

Türkiye, İslam ve Batı uygarlıkları arasında bölünmüştür.

Rusya, Slav-Ortodoks ve Batı uygarlıkları arasında böllünmüştür.

Huntigton bu görüşleriyle, 21. yüzyıldaki yeni emperyalizmin kültürel temellerini atmak istemekte fakat pek de başarılı olamamaktadır.

Batı uygarlığının değerlerinin evrensel olmadığını, bunların yalnızca Batıya özgü olduğunu söyleyerek, dünyanın geri kalan kısmını "farklı" ilan etmektedir.

Sosyal psikolojinin en basit kuralına göre, "farklılık" duygusu, yani "onlar" ifadesi, "biz" duygusunun zorunlu besleyicisidir.

Huntington, "batı dışındaki uygarlıkları" "farklı" ilan ederek, ve zaman içinde, ne kadar modernleşirlerse modernleşsinler, bu farklılıklarını koruyacaklarını söyleyerek, Batı uygarlığı ile insanlığın geri kalan kısmı arasına kesin bir "ayrımcı çizgi" çizmektedir:

Amerika, Kanada ve Batı Avrupa dışındaki tüm insanlığa "Siz farklısınız, farklı kalın, bize bulaşmayın". demektedir.

Bunun ardında da hisssedilen ama işitilmeyen bir başka varsayım var:

"Batı kendi kendine yeter. Sizin düşmanlığınız sayesinde kendi kendini de yenileyecektir. Dünyanın sınırlı olanaklarının kullanılmasında ise, sizler ancak bizim uygun göreceğimiz ölçüde paylaşım sürecine katılabilirsiniz. Modernleşme ve benzeri süreçlerle, bize benzediğinizi ve sofraya eşit koşullarla oturacağınızı sanıyorsanız aldanıyorsunuz".

Böylece, özellikle Mustafa Kemal Atatürk'ün yol açtığı bir çağdaşlaşma yoluyla Batılılaşma yöntemine açıkça karşı çıkan Huntington herkese, "oturun oturduğunuz yerde" diyerek, bir anlamda islamın da "siyasallaşmasına" ve "siyasal islamın" egemenliğine yeşil ışık yakmış oluyor.

Bu yaklaşımı ile, Batı dışındaki ülkelerin, Batı dışında kalmalarını sağlamaya çalışıyor.

Bu amaçları bir yana, Huntington'un bilimsel görüşleri, ne derece doğru? Bu çözümleme, 21. yüzyıl dünyasını ne ölçüde etkileyecek?

HUNTİNGTON'UN TÜRKİYE HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ VE ÖNERİLERİ

Huntington, Uygarlıkların Çatışması adlı kitabındaki ana tezlerini Kemalizm'i irdeleyerek ve onu reddederek geliştiriyor.

Huntington'a göre, batı uygarlığı dışındaki ülkelerin hangi yolla olursa olsun, "batılılaşması" olanaksızdır.

Aslında tüm kitap, "Batı"nın "tek ve biricik", taklit edilemez ve erişilemez bir uygarlık sahibi olduğu ve bu özelliğini öteki uygarlıklara karşı korumak zorunda bulunduğu tezine dayandırıldığı için, Atatürk'ün, müslüman ve feodal bir imparatorluktan, "Batılı ve çağdaş bir devlet" yaratma projesinin yadsınması, doğrudan doğruya yazarın ana tezi haline gelmiş.

Tezinin yanlışlığı bir yana, hiç kuşkusuz, Türkiye örneğini ve Atatürkçülüğü, kitabının ana ekseni yaparak, Mustafa Kemal Atatürk'ün evrensel dehasının ve Türkiye'nin gelecek yüzyılda dünya üzerinde "örnek" bir ülke olma özelliğinin önemini onaylamak açısından doğru bir teşhiste bulunmuş.

Huntington'a göre, Batı uygarlığı dışındaki ülkelerin batılılaşmaya ve modernleşmeye (çağdaşlaşmaya) karşı üç tepkisi oluşuyor:

Birinci tepki reddiyecilik. Hem modernleşmenin hem de batılılaşmanın yadsınması biçiminde gelişiyor. 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Japonya bunun klasik örneği.

İkinci tepki Kemalizm. Hem çağdaşlamanın hem batılılaşmanın kabul edilmesi biçiminde ortaya çıkıyor. Örnek Türkiye.

Üçüncü tepki reformculuk. Çağdaşlaşmanın kabulü fakat, batılılaşmanın yadsınması biçiminde oluşuyor. Klasik örnek Mısırda Mehmet Ali Paşa, Çin'de Ch'ing hanedanının son yılları ve 1870-1920 arası Osmanlı İmparatorluğu.

Huntington günümüzdeki tüm uygarlıkları ve geçirdikleri deneyimleri inceleyerek, bu her üç tepkinin de farklı nedenlerle, batı dışındaki toplumların "Batılılaşmasını" sağlayamadığını söylüyor.

Böylece, Amerika, Kanada ve Batı Avrupa dışındaki ülkelere, "Ne yaparsanız yapın, bize benzeyemezsiniz, bizim dışımızda kalmaya mahkumsunuz" diyor.

Huntington Türkiye için, batı uygarlığının içinde ikinci sınıf bir ülke olmaktansa, islam uygarlığı içinde bir merkez-lider ülke olmanın daha uygun olduğunu belirtiyor.

Atatürk'ün toplumu laikleştirmesinden dolayı, Osmanlı İmparatorluğu'nun İslam uygarlığının merkez ülkesi olma rolünü Türkiye'nin devam ettiremediğini ve bu rolü, laik olduğu için, şimdi de üstlenemeyeceğini belirten Huntington, ülkemiz için bir reçete sunma bonkörlüğünü de gösteriyor:

Huntington'a göre Batı'nın laik ve demokratik düzeninde yeterince deneyim kazanmış olan Türkiye, artık İslam aleminin lideri olabilir. Ama bunu yapması için, Rusya'da Lenin'in reddededildiğinden daha şiddetle Atatürk'ün mirasını yadsımalıdır. Bu ise ancak hem siyasal hem de dinsel açıdan meşruiyet sahibi olan üstelik de Atatürk kalibresinde (terim Huntington'undur) bir lider tarafından gerçekleştirilebilir.

Bu öneriyi okuyunca insanın aklına hemen, "Huntington Türkiye'yi neden bu kadar çok seviyor? " sorusu geliyor.

Yani Huntington, sadece teorilerinin doğruluğunu kanıtlamak için mi, neredeyse ikiyüz yıl önce Osmanlı İmparatorluğunda başlamış olan bir batılılaşma ve çağdaşlaşma sürecini geri çevirmek gibi olanaksız bir öneride bulunuyor?

Kendi uygarlığını uyarmak ve ürettiği düşmanlarla ona yeni bir dinamizm kazandırmak isteyen bir siyaset bilimcinin, öne sürdüğü kuramın doğruluğunu kanıtlamak uğruna, böyle tarih, akıl ve bilim dışı bir öneride bulunmasını anlamak, benim gibi "bilimsel ihtiras sahibi olanlar" için bile çok kolay değil.

Aslında mensup olduğu Batı uygarlığını tek ve biricik olarak tanımlayan ve onu erişilmez bulan Huntington'un Türkiye'ye önerdiği bu çözümün, kendi uygarlığı açısından küçük(!) bir de avantajı var:

Kitabının 145'inci sayfasında bunu da söylüyor: Kuzeyden gelen büyük tehlikeye karşı Türkiye'nin bir siper olarak Batı için yararı kalmamıştır. Artık, Körfez savaşında olduğu gibi, güneyden gelen daha küçük tehditler için olası bir müttefiktir.

Yani, Sovyetlerin çökmesinden sonra Türkiye, Batı için ancak Ortadoğu petrolleri konusundaki bekçilik açısından önemlidir.

Eh, gerisini de varın siz anlayın: Türkiye, Ortadoğu petrolleri konusundaki bekçiliği, Batı uygarlığının bir üyesi olarak mı daha iyi yapar yoksa İslam dünyasının lideri olarak mı?

Ayrıca unutulmaması gereken bir nokta daha var: İslam diktatörlüğü ile yönetilen bir ülkede "dış politika ve askeri müdahale kararları almak", demokratik bir ülkede bu kararları almaktan çok daha kolaydır.

HUNTİNGTON'UN GÖRÜŞLERİNİN ELEŞTİRİSİ

Huntington'un son derece ayrıntılı dipnotlanmış ve pek çok örneklerle dolu kitabı çok etkileyici olmakla birlikte, ilk bakışta bile göze çarpan bazı eksiklik ve tutarsızlıklarla dolu.

Birinci olarak, dine ve kültüre büyük önem vermesine karşın, tanımlanan uygarlıkların temel nitelikleri ne din ne mezhep, ne ırk, ne de milliyet bazında aynı.

Bir başka deyişle, Huntington'un sınıflaması birörnek bir kültürel ölçüte dayanmıyor.

Kimi zaman İslam uygarlığı gibi aynı dinden olan ama birbirinden çok farklı nitelik taşıyan ülkeleri aynı gruba koymuş, kimi zaman da aynı dinden olan hırıstiyanları farklı gruplara ayırmış.

Oysa din bazında bir karşıtlık ya da belirleyicilik söz konusu olsaydı, en azından Musevilik, Hırıstiyanlık ve Müslümanlık gibi üç büyük semavi din ve budizm, ya da bunların mezhepleri farklılık ölçütleri olarak kullanılmalıydı.

İkinci olarak, saydığı uygarlıklar çerçevesinde (Türkiye ile Libya veya İran gibi, ya da birbirleriyle yıllarca savaşmış olan İran ve Irak gibi) birbirine hiç benzemeyen toplumlar aynı uygarlık içinde görülmüş.

Buna karşılık birbirine çok benzeyen toplumlar da (özellikle Uzak Doğunun budist toplumları ve Batı'nın hıristiyan toplumları gibi) farklı uygarlıklar içinde birbirine karşıt olarak alınmış.

Üçüncü olarak, Huntington, kültürleri birbirine benzer ülkelerin ittifak yapacağını söylerken çok basit bir gerçeği, uluslararası ilişkilerde, çıkarların, her türlü duygunun önüne geçtiği gerçeğini gözardı etmiş.

Tüm tarih boyunca, devletlerin ilişkileri, bize bu ilişkilerde duyguların ve kültürel kimliklerin değil, çıkarların daha önemli rol oynadığını öğretmiyor mu?

Niçin 21. yüzyıl, bu ilkenin değişmesine ve "kültürel kimlik" adı altında son derece muğlak bir ölçütün, ulusal çıkarların, özellikle de ekonomik ulusal çıkarların önüne geçmesine neden olsun?

Dördüncü bir nokta Huntington'un, Kültürel Antropolojide, uygarlıkların birbirlerini etkilemelerini açıklayan "akkültürasyon," ve "inkültürasyon" denilen, "kültürleşme" ve "kültürlenme" süreçlerini gözardı etmesidir.

Birbirleri ile temasta olan uygarlıklar ya da kültürler, zamanla kaçınılmaz olarak birbirlerini etkiler ve birbirlerinden etkilenirler. Böylece gittikçe birbirlerine benzemeye başlarlar. Bu nedenle de pek çok kültürü ya da uygarlığı çok kesin çizgilerle birbirlerinden ayırd etmek olanaksızdır. Örneğin, Batı uygarlığı ile Latin-Amerika uygarlığının ortak yönleri, farklılıklarından daha fazla değil midir?

Beşinci olarak, Batılılaşma ile modernleşme (çağdalaşma) ayrımı, hem net değil, hem de anlışıldığı kadarıyla, modernleşmeyi, teknik olanakların kullanılması olarak kabul etmesi doğru değil.

Altıncı bir nokta ise, doğrudan doğruya Türkiye örneğinin yanlış yorumunda yatıyor.

Huntington, her modernleşmenin Batılılaşma olmadığını söylüyor ve daha da ileri giderek, ne denli modernleşirse modernleşsin, farklı uygarlıklardaki toplumların uygarlık değiştiremediğini ve Batılılaşamadığını belirtiyor. Hatta bu nedenle, bir de "bölünmüş ülkeler" listesi veriyor.

Her modernleşmenin, zorunlu olarak Batılılaşma olmadığı, daha doğrusu, modernleşen ülkelerin, kendi öz kültürlerini de bir ölçüde koruyarak değiştikleri bir gerçek.

Fakat belli bir teknolojik düzeyin, zorunlu toplumsal ve kültürel değişmeleri de birlikte getirdiği ve bu "birörnekleştirici" etkinin tüm kültürleri birbirine yaklaştırdığı da ayrı bir gerçek.

Türkiye acaba şu anda hem kültür hem de uygarlık olarak, yani hem yerel hem de evrensel olarak Suudi Arabistan'a ya da İran'a mı daha yakın, yoksa, Batıya mı?

Ayrıca Türkiye toplumu nereye doğru değişiyor? Irak'a ya da Libya'ya doğru mu yoksa Fransa'ya ya da Almanya'ya'ya doğru mu?

İşte tam bu noktada Huntington'un toplumsal değişme sürecini yadsıyan ve toplumları statik, (hem durgun hem de duragan) varlıklar olarak gören çözümlemesinin yanlışlığı da ortaya çıkıyor.

1923'den beri hızlanan bir biçimde, aslında kökü 1800'lere dayanan bir modernleşme projesi, Türkiye'nin gündeminde.

Bu proje hiç kukşkusuz Türkiye'yi, kendi kültürünü de koruyarak, Batı dünyasının bir parçası yapacak.

Bu süreç belki, Avrupa Birliği ile değil, Japonya ile bütünleşerek gerçekleşecek, ama mutlaka gerçekleşecek.

Yedinci olarak, yine Türkiye'yi de ilgilendiren biçimde, Batılılaşma süreci için, İslami değerlerin tümüyle yadsınması gerektiğini söylüyor. Oysa böyle "toptancı" yaklaşımlar, çoktan terkedildi sosyal antropoljide. Huntington, Hırıstiyanlıktaki bölünmelere, uygarlık farklılaşması açısından aşırı değer ve anlam verirken, İslamı, nedense h>â l>â ilk çıktığı andaki gibi, dogmatik, değişmez ve daha önemlisi "monolitik" bir yapı olarak kabul etme yanlışını yapıyor.

Sekizinci bir nokta, kültürel farklılık, (ister dine dayansın, ister ırka) bu denli önemliyse, neden, kültürel farklılıklar, uygarlıklar arası çatışmaları belirliyor da, aynı devletin içindeki farklı kültürler açısından işlevsel olmuyor?

Örneğin, çokkültürlü bir yapıya sahip olan A.B:D. bu açıdan nasıl çatışmalara gebe olabilir? Huntington bu konuyu da es geçiyor.

Dokuzuncu bir nokta, özellikle kültürel açıdan bölünmüş ülkeleri değerlendirirken, seçmen davranışının, yani oy dağılımlarının belirleyici olduğunu düşünmesi, bu nedenle de uygarlık ayrımı gibi temel kültürel bir konu ile günlük siyasal tercihlerin bire bir örtüştüğü gibi bir yanlışa düşmesi, üstelik bu yaklaşımına karşın, Türkiye'deki durumu da yanlış yorumlaması, yüzde 20 oy alan bir partiyi neredeyse halkın çoğunluğu gibi göstererek, Refah Partisi'nin "yüzde 99'u müslüman olan Türkiye'de biz çoğunluğu temsil ediyoruz" söylemi ile yaptığı propagandada düştüğü aynı hatayı tekrarlamasıdır.

Onuncu bir nokta, "uygarlıklararası çatışmalardan kaçınılması" görüşünün, çok yakın tarihte ve günümüzde tanık olduğumuz Amerika'nın Körfez savaşı gerçeği ile doğrudan çatışıyor olmasıdır.

Günümüzdeki gerçeklerle bile uzlaşamayan ve daha da önemlisi bu gerçekler yanlış ise, doğru yolu göstermekte de hiç bir ip ucu veremeyen ve başarı gösteremeyen bir kuram, geleceği ne denli açıklayabilir?

Bence Huntington'un bu çok tartışmalı ve bilimsel olmaktan çok, spekülatif nitelik taşıyan çalışmasının tek bir doğru yanı var, o da bütün kültürlerin, uyuşturucu ile, rüşvetle ve kara para ile savaşmak zorunda olduğu ve bu konuda uygarlıklar ve devletlerarası işbirliğinin gerçekleştirilme zorunluluğu.

Batı dünyasını yönetenlerin, Huntington'un şövenizme yakın duran ve tam bir ayrımcılığı teşvik eden kuramına çok prim vereceklerini sanmıyorum.

Bir yandan dünyada insan haklarının şampiyonluğunu yapacaksınız, ve bu konuda tüm insanlıktan gerçek bir destek alacaksınız, öte yandan, kendi uygarlığınız dışındaki tüm kültürleri aşağılayıp onlara karşı bir "haçlı ruhu" ile saldıracaksınız?

Bu denli ikiyüzlülük uluslararası ahlak (yani ahlaksızlık) açısından olanaklı olsa bile, "küreselleşen dünyamızda" gizlice becerilebilecek bir davranış gibi gözükmüyor.

Bu nedenle, Huntington'un "siyasal islamın" geleceği hakkındaki görüşlerini kabul etmek pek doğru değil.

Olaya, Türkiye'nin Osmanlı döneminde başlayan ve Kemalizm ile doruk noktasına erişen bir "modernleşme projesi" ve bu projeye karşı islamın gösterdiği tepkilerin "siyasal platformdaki" yansımaları çerçevesinde bakmak, daha doğru bir metodolojik yaklaşım gibi görünüyor.

http://www.kongar.org/makaleler/mak_si.php Emre KONGAR
 
Geri
Üst