Ülkü, yani ideal... Ülkücü, yani idealist... İdealist, yani idealleri uğruna çalışan, çabalayan, nefes tüketen, ter döken ve gerekirse kan akıtan kişi. Unutulmamalı ki, ülkücünün akıttığı kan kesinlikle başkasının değil kendi kanıdır, yani, azerî türkçesiyle, kendi özünün kanıdır. Bu ilk şartıdır ülkücü oluşun. Çünkü idealist öyle yaşar ki, şairin ifadesiyle “onu öldürmeye gelen, onda dirilir”; ya da idealist öyle yaşamalı ki, onu öldürmeye gelen onda dirilmeli; tıpkı Allah Resulü’nü (sav) öldürmeye gelen Hz. Ömer’in O’nda(sav) dirilmesi gibi.
Bunu yapabiliyor muyuz, ya da, bu yapılabilir mi? Kendini ülkücü sayan, ya da ülkücülük iddiasında olan her kişi, bu soruyu kendi kendisine sormak ve vereceği cevaba göre kendi ülkücülüğünü yine kendisi değerlendirmek zorundadır. Böyle bir değerlendirmeyi yapmak zor mu, diyorsunuz? Ya da, böyle bir değerlendirmeyi yapmamıza nefs-i emmaremiz engel olur diye mi korkuyorsunuz? Veya böyle bir değerlendirmeyi yapsak ve taşları yerli yerine oturtacak biçimde, “kaç kıratlık ülkücü” olduğumuzu orta yere koysak bile “izzet-i nefsimiz” bu sonuca razı olmaz diye endişe mi ediyorsunuz? Oysa bir gönül eri “nefsin izzet-i olmaz oğul” derdi sohbetlerinde ve ilave ederdi “nefsini aziz eden, zelil olur oğul”. Bu bağlamda ne diyor koca Yunus:
“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Eğer kendin bilmezsen
Bu nasıl okumaktır”
Evet, önce kendini bilecek insan ve özellikle kendisini ülkücü olarak takdim eden insan yapacak bu bilme işini, herkesten önce. Aksi halde ülkücülük iddiası kupkuru bir öğünmeden öte hiçbir anlam ifade etmez olur da farkına bile varmayız bu oluşun ve yok oluşun. Öyle ya, “nefsini bilen Rabbini bilir” denmiyor mu? Bu nedenledir ki, Züleyha’nın aşkına kıble olan Yusuf (as), Kur’ani lisanla değerlendiriyordu nefsini, “Nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde olanca gücü ile kötülüğü emreder… 12/53” diyerek.
Evet nefis, olanca gücüyle kötülüğü emreder insana ve insan nefsini bilmeyecek ve gerekli tedbirleri zamanında almayacak olursa eğer, nelerin olacağını düşünebiliyor musunuz? Eğer şimdiye kadar düşümemişseniz, bir kere olsun düşünmelisiniz, insanın “ahsen-i takvim” ile “belhüm adal” arasındaki salınımının sebebi nedir, ya da bu salınımın müsebbibi kimdir acaba, diye?
Ülkü, ya da ideal… Tek başlarına bir anlamı yoktur ülkü veya ideal kelime ve kavramlarının… Neyin ülküsü, ya da neyin ideali soruları gelir insanların aklına ister istemez, bu kavramları ilk kez duyduklarında. Öyle ya, neyin ülküsü, ya da neyin ideali sorularını cevaplamak zorundadır kendisini topluma ülkücü, ya da idealist olarak sunan kişi…
Sözlüklerde, “varılması zihinde tasarlanan ve bu uğurda çabalanan şey”, veya “ancak fikir ve hayalde olan yüce dilek” olarak tanımlanıyor ülkü, ya da ideal. Bu tanım mücerret bir kavramdır şüphesiz ki… Fakat kendisini ülkücü olarak tanımlayan kişi, mücerret olarak tanımlanan ülküsünü, müşahhas hale getirmek durumundadır. Bunu yapmalı ki, insanları kendi ülküsüne çağırabilsin, kendi ideallerine ortak edebilsin ve bu ortak ülkü doğrultusunda insanları bir yürek haline getirebilsin. Çünkü, “toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez” diyor İstiklal Marşımızın idealist Şairi.
Fakat yüreklerin toplu vurabilmesi için, öncelikle yürekleri bir araya getirecek olan ülkülerin birbirlerinden ayrılmayacak ve farklılıkları kesinlikle ayırdedilemeyecek biçimde bir olması gerekmez mi? Bir başka deyişle, yürekleri bir yumruk gibi, yumrukları bir yürek gibi olmalı ülkücü olan insanların. Öyle ya, belli bir hedefe çağrılmışlar ve belirlenen o hedef doğrultusunda birbirlerine iyice kenetlenmişlerdir. Bundan böyle fazla söze yer yoktur; çünkü hedef belli, kadro bellidir ve zaman sözle sohbetle oyalanacak zaman değil, eylem yani iş yapılacak zamandır. Öyleyse hedefe ulaşma doğrultusunda gerekenler zaman geçirilmeden ve mutlaka yapılmalıdır.
Ülkü, ya da ideal kavramlarının tek başlarına bir anlamları olamayacağını kaydetmiştik biraz önce; fakat aynı şeyleri, aynı şekilde, yani aynı açıklık ve kesinlikle ülkücü, ya da idealist kişiler için söyleyemeyiz sanırım. Çünkü herkes bilir ki, ülkücü, ya da idealist kişiler kendi fikirlerini, kendi doğrularını, kendi hedeflerini ve kendi hayallerini gerçekleştirmek uğruna akla gelen her türlü fedakarlığa katlanan kişiler olarak toplumun karşısına çıkarlar. Öyle de, toplumun onları ülkücü kişi, veya idealist kişi olarak parmakla göstermesi, yani gıpta edilecek kişiler olarak onları işaretlemesi yeter mi, ya da yetmeli midir dersiniz? Sanmıyorum.
Öyle ya, ülkücü, ya da idealist kişiler her şeyden ve herkesten önce kendi fikirlerine, kendi doğrularına, kendi hedeflerine ve kendi hayallerine kesinlikle inanırlar ve öncelikle içinde yaşadıkları toplumun, daha sonrasında ise bütün insanlığın kurtuluşunun ancak bu fikirleri, bu doğruları, bu hedefleri ve bu hayalleri gerçekleştirmekle, yani hayata geçirmekle mümkün olacağını peşinen kabul ederler.
Bu inanış ve kabul edişin en doğal sonucudur ki, ülkücüler, ya da idealistler kendi fikirlerini, kendi doğrularını, kendi hedeflerini ve kendi hayallerini bir başkası/başkaları ile paylaşmak zorundadırlar. Çünkü ülkücüler, yani idealistler hayatı sadece kendileri için ve sadece kendileriyle yaşamazlar. Böyle bir hayatın onlar için pek fazla bir anlamı yoktur ve böyle bir hayat kesinlikle onları mutlu etmez ve huzurlu kılmaz. Öyle ya, onların idealleri dertleri, dertleri ise zevkleridir. Öyleyse, fikirler, doğrular, hedefler ve hayaller mutlaka başkalarına anlatılmalı ve başkaları o fikirlere, o doğrulara, o hayallere ve o hedeflere mutlaka ortak edilmelidir; ülkücünün rahat ve huzur bulması için..
Demek oluyor ki, ne tek başına ülkü, ya da ideal; ne de tek başına ülkücü, ya da idealist pek fazla bir anlam ifade etmezler, toplum nezdinde. Daha açıkçası, bu kavramların bir anlam ifade etmesi ve toplum nezdinde taraftar bulması için, yanlarına tamamlayıcı ve manalarını daha fazla açık edici bazı ekler almaları gerekir. Bu nedenledir ki, bir kısım güzel gençlik “Nizam-ı Âlem Ülkücüsü” demişlerdir kendilerine, “Nizam-ı Âlem Ülküsü”ne sahip oldukları, yani yüreklerinde “Nizam-ı Alem ülküsü”nü taşıdıkları için.
Şüphesiz ki, kolay şey değildir gencecik yüreklerde “Nizam-ı Âlem Ülküsü”nü taşımak ve “Nizam-ı Âlem Ülkücüsü” olmak. Hele ki günümüzde.. Hayatın tek boyutlu bir dünya için kotlandığı ve her şeyin “ben” merkezli olduğu bir zaman diliminde “Nizam-ı Âlem Ülküsü”nü taşımak ve “Nizam-ı Âlem Ülkücüsü” olmak gerçekten de zorun zorudur. Bizlere düşen şey ise, böylesi bir zorluğu göğüsleyen genç insanlarımıza kol kanat germek, arka çıkmak ve dua etmek olmalıdır; kesinlikle gölge etmek ve hele hele engel olmak hiç değil.
Gerçekten de azîm bir ülküdür, “âleme nizam verme” ülküsü ve alnından öpülesi insandır, önüne hedef olarak “âleme nizam verme ülküsü”nü koyan ülkücü. Öyle ya, o “Nizam-ı Âlem Ülkücüsü”nün ceddi değil midir;
“Bir zamanlar biz nasıl millet, hem nasıl milletmişiz
Gelmişiz cihana insanlık öğretmişiz”
mısralarında anlatılan? İnsanlık öğretmek; yani, âleme değil de, âlemlerin kendisi için yaratıldığı insana nizam vermek. Çünkü nizam-ı âlem ülküsü buradan başlar; yani nizam-ı âlem ülküsünün giriş kapısı burasıdır. Ve bilinmelidir ki, bu kapı geçilmeden ve bu yol katedilmeden hiçbir mesafe alınamaz ve hiçbir başarı elde edilemez. Ya da alınan başarılar ve katedilen mesafeler kalıcı olmaz.
Yine bilmek zorundayız ki, bu kapıdan geçerek uğrayacağımız ilk durak kendi “beden”, ya da “ben” durağımız olmalıdır. Daha açık bir deyişle, âleme nizam verme ülküsünün başarıya ulaşması, kendimize nizam vermemizle bire bir denecek derecede yakın bir ilişki içindedir. Nitekim, Ziya Paşa bu konuda asırların ötesinden uyarıyor bizi:
“Onlar ki âleme verirler nizâmât
Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde”
Şairin ifadesiyle, âleme nizam verme iddiasında olanların hanelerinde teseyyüp bulunmamalıdır. Aksi halde boşu boluna uğraşmış olurlar. Demek oluyor ki, öncelikle kendimize nizam ve intizam verecek ve insanların karşısına ondan sonra çıkacağız. Çünkü bilmek ve hiç unutmamak zorundayız ki; bizim, yani özümüzün nizam ve intizamını beğenmeyenler, bizim kendilerine sunacağımız ülkümüzü kesinlikle beğenmeyeceklerdir; ülkümüz ne kadar hoş, güzel ve onlara yararlı gözükürse gözüksün. Bunu başarmak kolay şey değil elbet. Fakat bu uğurda, Kâbe yolunda ölmeyi göze alan karınca kadar himmet ve gayret sahibi olmamız gerekmez mi, ne dersiniz?
NİZAM-I ALEM ÜLKÜCÜLÜĞÜ
Türk milletinin iç ve dış oluşumuna,
dilinin zenginleşmesine ve dolayısıyla edebiyatına, düşüncesine,
sosyal ve siyasî müesseselerine ve dünya görüşüne
bin yıldan beri İslâm şekil vermektedir.
Bugün yetmişküsür yıllık resmî Batılılaşma sürecine alternatif olarak,
bin yıllık müslüman tarihinden terkiblerle donanmış
bir çok yerli hareketlerin atak yaptığı bu ülke,
yarı yolda resmîleşenlere, sırf cemaat yapısıyla kalıp düşünce
ve siyaset alanlarında iştigal etmeyenlere ve yalnızca millî
ve İslâmî bir eğitim gayesi taşıyıp dünya görüşü, olmayan gruplara sahne olmaktadır.
Nizam-ı Âlem düşüncesi de,
bu sürecin içinde doğruyu,
yerliyi sürdürmek isteyen bir hareketin bu millet
adına oluşturmak istediği dünya görüşünün adıdır.
Nizam-ı Âlem hareketinin doğmasına sebeb olan faktörler farklılıklardır.
Kendine ülkücü dediği halde bazı insanlar farklı bir metodun zaruretini ortaya koydular.
Çünkü, cüz-i irade yaptığı değerlendirmede bu neticeyi önlerine getiriyordu.
Başkalarının dümen suyuna girerek birşey yapılmayacağını,
düzenin bütün icaplarına uyarak alternatif olunamayacağını imanda
ve ihlasta en küçük bir ayrılığı olmayan insanların yalnızca
metodlarının farklılığından dolayı hasım görülemeyeceğini, kardeşlerimizin katillerine methiyeler dizip iktidar nimetlerinden faydalanmakla hizmette bulunulamayacağını,
Türkiye’nin kaderine hükmedecek bir ittifakı
şahsi meseleler uğruna bozarak mü’minlerin ittihadına engel olmanın
hiçbir dava ile bağdaşmayacağını gören bazı insanlar farklı bir metodun zaruretini idrak ettiler. Çünkü tekamül olmadan hizmet olmazdı
ve her ne hikmetse bir türlü tekamül edilemiyordu.
Ayrıca sürüp gelen ülkücülüğün laik ve Türkçü söylemle buluşması
ve dün karşı çıkılan herşeyi meşru kılmasıyla,
ölçülerinde ve ahdlerinde sadık olanlar için yol ayrımına gelinmişti.
İşte bu sebeblerle yeni bir metod
ve arkasından vicdanen müsterih bir kadro teşekkül etti.
İslâm’ın cevaz verdiği ölçüde milliyetçilik yapılanmasına
ve millîlik anlayışının İslâmî zeminde ifade edilmesi gerektiğine,
ayrıca devlet ve millet gibi temel kavramların bin yıllık tabiî,
kültürel akış içinde yeniden yorumlanmasına karar verenler,
Altı Ok’la buluşan ülkücülükten mahiyet olarak ayrılmış
ve Nizam-ı Âlem Ülkücülüğü çatısında toplanmışlardır.
Allah (C.C.) indinde sahip olunan mesuliyetleri
yerine getirmek için ileri gitmenin başka bir yolu var mıydı?
Zerre kadar tavize müsamahası olmayan bir davada,
dağlar kadar taviz verilerek bir yere varmak mümkün müydü?
Herşeyden önce taşınılan fikir,
Nizam-ı Âlem Ülküsü olunca, risk, mesuliyet,
ilmî zemin ve derinleşme gibi vasıf ve görevleri beraberinde getirmektedir.
Osmanlı bakayası bir Türkiye’de "Nizam-ı Âlem" (Cihan düzeni),
"İ’lây-ı Kelimetullah" gibi Allah’ın adından neş’et eden her bir kavramı,
oluşu ve dolayısıyla İslâm’ı önce kendi vatanından başlamak üzre
yeryüzüne yaymak amel ve cihadıyla yola çıkmaya soyunmanın
"büyüklüğünü" ve zorluğunu anlamak bile bu yolda atılan bir adım olacaktır.
Unutulmamalıdır ki,
şahısların hiç bir önemi olamaz.
Şahıslar,
insan olmanın şerefine lâyık oldukları müddetçe baştacı edilirler.
Ama gaye edilemezler.
İnsan olarak herkesin mesuliyetinin aynı ölçüde olduğu bir yerde,
herkes kendi hesabını eksiksiz verebilmenin kaygısını taşımalıdır.
Ortak tavırlar da teşkilatı meydana getirir.
Ama herkes kendine cenneti garantilemiş gibi,
birilerinin hesabına çalışırsa ortada ne dava kalır,
ne de mücadele.
Allah (C.C.)’ ın kullarına açtığı rahmet kapılarından biri de,
böylesine ulvi davalara hizmet etmek imkânıdır.
Evet, hizmet etmektir yapılması gereken;
Hizmetcilik, hizmetkârlık.
Asla, efendilik değil.
Çünkü Allah (C.C.) yolunda ancak hizmetkar olunur, o da layık olunursa.
Maazallah, efendilik iddiası şirktir, küfürdür.
İnsanoğlu uğraşır, çabalar, aç kalır, uykusuz kalır ama asla neticeyi takdir edemez.
O takdir Cenab-ı Hakk’a aittir.
Esasen, kulların neticeyle ilgili mesuliyetleri de yoktur.
Kulu ilgilendiren sadece gayrettir, samimiyettir.
Nizam-ı Âlem davası,
bir rahmet kapısı olarak görülünce, mahiyeti ortaya çıkar.
Allah-u Azimüşşan, kullarını imtihan için bu dünyaya göndermiştir.
İmtihan, O (C.C.)’un emirlerine ve yasaklarına uymak
ve belirlediği hedeflere yürümekle verilir.
İşte ülkücü de, başarmaya gücü asla yetmese de,
Nizam-ı Âlem’e yürümekle mükellef olduğunu idrak eden kuldur.
Çünkü, mükellefiyet, başarma hususunda değil, başarmaya çalışmak hususundadır;
İslâm’dan zerre kadar ayrılmadan, ütopik saplantılara batmadan,
şuurlu, akıllı, kararlı, sabırlı ve doğru metodlarla.
Karınca misali, varamasa da yolunda ölmecesine.
Herkes kendine nasip edilen miktarınca mesuldür.
Okumamış yazmamış, dinlememiş duymamış, köyünden dışarı çıkmamış,
çoluk çocuğunun rızkını kazanmaktan başka bir dava tanımamış bir insandan,
bizim anladığımız mânâda Nizam-ı Âlem’e hizmet beklemek abesle iştigaldir.
O insanın Allah (C.C.) indindeki mesuliyetleri ancak kendi dünyası
içinde gördüklerinden, yaşadıklarındandır.
Fakat, herşeyin farkında olup da, bu mesuliyeti görmezlikten gelmek de,
Allah (C.C.) bilir ya, mel’unluğun ta kendisidir.
Bu ülkede ben müslümanım diyen insanlar artık Millî Şef döneminde yaşamıyor ki,
dinin ne olduğunu bilmesin.
Kur’an-ı ve Sünnet’i, helal ve haramı artık insanımız biliyor.
Ve bilmeyenler de öğreniyor.
Taklidî de olsa iman sahibi ise doğruya varıyor.
Dün içinde yer aldığımız ülkücü camia ve oradaki arkadaşlarımızla
şimdi bizi yani Nizam-ı Âlem Ülkücülerini ayıran fark,
Kur’an ve Sünnet’i,
helal ve haramı farklı anlayışımız değil, bu değerler karşısındaki tavrımızdır.
Bunun ilk kıvılcımı ise Nizam-ı Âlem mefkûresi karşısında takınılan tavır olmuştur.
Nizam-ı Âlem’i artık davamız olarak anlatmayacağız diyenler,
aslında Nizam-ı Âlem’i inkâr etmemişler, ancak bundan sapmaları;
kitlelerle buluşmanın önünde "kemiyet değil keyfiyet"
anlayışından vazgeçmiş olmalarından kaynaklanmıştır.
"Bizim İslâm’ın yayılması diye bir davamız yoktur,
ancak yayılmasının karşısında da değiliz" diyenler ifadeden de anlaşılacağı üzere,
İslâm’ın yayılmasına karşı oluştan değil,
kitleleşmek adına keyfiyeti terk edip tavır değişikliğine gitmiş olmalarındandır.
Bu tavır değişikliklerine karşı;
"kemiyet değil keyfiyet" tavrından vazgeçmeyenler, Nizam-ı Âlem deklarasyonunu yayınlayarak, kendilerini Nizam-ı Âlem Ülkücüsü olarak adlandırmışlardır.
İslâm’ı anlayış, kavrayış ve yaşayış farkımız ise,
daha özelde Nizam-ı Âlem Ülkücülerinin farkı kendini Allah’ın (C.C.)
yeryüzündeki nizamının kurucusu ve kollayıcısı,
"fitne yeryüzünden kalkıp, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar"
bozguncularla mücadelecisi, bulunduğu her yerde, her zeminde,
kulun ve Allah’ın (C.C.) hakkını gözeten mânâsına gelen tavrı gösteren "CUNDALLAH",
"Allah’ın (C.C.) Askeri" olması ile ancak ortaya çıkar.