Ölüm

Yaş olunca 60 , beş vakit camide
Be fuzuli bunca sene aklın nerede

Bayramlarda torunlar ziyaretinde
Ailenin büyüğü adalet onun elinde
İsterki kimse gitmesin , herkez onun evinde
Gelen 1 saat oturur 2. saat arazide

Misafirler kalkmıştır artık tek başınadır
Duygusala bağlamıştır tansiyon fırlamıştır
Vade dolmuştur azrail yoklamıştır
Çare yok bu can Allahındır
Her canlı ölümü tadacaktır

Kefeni giydirirler selayı verirler
Toprağı kazarlar mezara indirirler
Er kişi niyetine helal edin derler
Helal olsun helal boşa geçti seneler
 
Her oyunun kendine göre bir kuralı vardır. O kurallara uyularak o oyun oynanır. Eğer siz bu oyunu kurallarıyla değil de; ben dilediğim gibi oynayayım derseniz, size o sahada yer yoktur. Tavla oynuyorsanız pulları gelen zarların rakamına göre ilerletmek mecburiyetindesiniz. Futbolda iseniz topu elinize alamazsınız. Basket oynuyorsanız topu ayağınızla yürütemezsiniz. Bunlar oyunun kuralıdır. Eğer bu kuralları kabul etmiyorsanız; o zaman zaten siz sahaya da çıkamazsınız. Çünkü o sahaya çıkıp oynamak o kuralları kabul etmenin neticesidir. Din olayını kabul edebilirsiniz veya etmeyebilirsiniz. Ama ben dini kabul ediyorum dediğiniz zaman, Peygamberin getirdiği kuralları kabul ediyorum demektir bu. O zaman sizin düşünce yapınızı, Peygamberin getirdiği kurallarla bağdaştırmak mecburiyetindesiniz. Eğer düşündüğünüz birtakım şeyler, Peygamberin getirdiklerine uymuyorsa, düşünmekte özgürsünüz ama; Peygambere inandığınızı ve ona tabii olduğunuzu söylemeye hakkınız yoktur. Din olgusunun insana vermek istediği iki ana mana vardır. Önce birinci önemli husus, birinci önemli nokta, birinci önemli mana üstünde duracağım.

Mutlaka bir cenazeye gitmişsinizdir. Ve o cenazede tabut ve tabutun üstünde bir yeşil örtü görmüşsünüzdür. O yeşil örtünün üzerinde sırma ile yazılı bir ayet vardır. O ayette şöyle der;”Her nefis ölümü tadacaktır”. İnceliğe dikkat edelim. Kuran kesinlikle “öleceksiniz” demez, ölümü “tadacaksınız” der. Tadacaksınız. İnsan ölmez ölümü tadar. Kuranın hükmüne göre, Peygamberin bildirisine göre, Peygamber de ölüm olayını şöyle anlatır; kişi ölümü tattığı anda ölmüş olduğunu farketmez. Kişi kendi bedenini yıkayanı ve çevresindekileri görür, bilir, tanır. Kendi cenaze namazını kılanları, tabutun içinde ve üstü örtülü olmasına rağmen görür, bilir ve tanır. Mezardan uzaklaşanların ayak seslerini işitir. Sonra kabirin içindeyken iki melek gelir. Münkir, Nekir adlarıyla, maruf. Ve ona bazı sualler sorar. O suallerinde cevabını verir. Niye?
Ölümü tatma anındaki olayların bazı ana noktalarını vurgular. Öyleyse ölüm denen olayın ne olduğunu bir an için hatırlayalım.

Şöyle anlatayım size ölümü;
Bir yerde bir koltukta oturuyorsunuz, çevrenizde de insanlar var. O anda elinizi kaldırmak istiyorsunuz, kaldıramıyorsunuz. Bir şey söylemek istiyorsunuz sesiniz çıkmıyor, bir anda paniğe düşüyorsunuz. Felç mi oldum diyorsunuz? Sizde felç oldum düşüncesi, duygusu hakim oluyor o anda. Halbuki sizin durumunuzdan şüpheleniyorlar, dışardan bakıyorlar hareket yok, gelip dokunuyorlar yığılıp kalıyorsunuz. Aaa...! Öldü!, diyorlar. Siz onların öldü deyişinden öldüğünüzü anlıyorsunuz. Felç geçirmediğinizi anlıyorsunuz. Dikkat edin. Aklınız, şuurunuz, idrakiniz, bütün duyularınız yerinde, dışarıda olup bitenleri görüyorsunuz. Fakat beden bir anda yığılıp kalmış. Deyin ki siz buna kalp krizi. İşte o anda çevrenizdekiler bağırıp, çağırmaya, haykırmaya başlıyor. Ağlıyorlar, vaveylalar kopuyor. Siz “ Ölmedim, yaşıyorum!” demek istiyorsunuz, sesiniz çıkmıyor. Çünkü; beyin durmuş, sinir sistemi felç olmuş, hiçbir hareket yok bedende. Ve onların bu haykırışları, bağırışları sizi daha büyük bir sıkıntıya, azaba, paniğe sokuyor. Peygamberin sözünü hatırlayalım;”Ölülerinizin yanında haykırıp, bağırıp, çağırmayın onlara eziyet edersiniz” Çünkü; o zaten ölü değil!!! Yaşıyor! Yaşıyor, fakat beden durmuş, bitmiş. Bedenden dışarı iletişim sağlanamıyor.
Derken alıyorlar bedeni koltuğun üstüne uzatıyorlar, törelerine göre getirip üstüne bir bıçak, bir çatal bir şeyler koyuyorlar. Siz orda çevrenizde ağlaşanları seyredip duruyorsunuz.

Sonra alıyorlar sizi, götürüyorlar bir hamama sıcak bir yere, üstünüze suları döküyorlar, sizi evirip çeviriyorlar, siz ne kadar uğraşırsanız uğraşın, dışarıyla iletişim kurmaya “Ben yaşıyorum!” demeye diyemiyorsunuz. Ama sizi yıkıyanları görüyorsunuz, biliyorsunuz, tanıyorsunuz. Tanıyorsunuz ama maddi dünyasıyla bağınız kopmuş. Param diyorsunuz, işim diyorsunuz, koltuğum diyorsunuz, anam, karım, çocuğum diyorsunuz hiç! Bunların hiç biri size ulaşamıyor. Ve bunlara dokunamıyorsunuz.

Daha sonra sizi alıyorlar beyaz bir kefene sarıyorlar, tahta bir sandığın içine koyuyorlar, üstünüzü kapatıyorlar ama sizin görüşünüze mani olmuyor o tahta, o örtü... Dışarıda olanları seyrediyorsunuz. Gözleri yaşlı, hüzünlü insanlar...

Sonra götürüyorlar bir musalla taşına koyuyorlar. Hüzünlü an, çevrenizde ağlıyorlar, haykırıyorlar. Gözü yaşlı karınız, kocanız, çocuğunuz, ananız, babanız, arkadaşlarınız, sevdikleriniz... Ve siz bunları da seyrediyorsunuz...
Sonra sizi alıyorlar bir mezarın yanına getiriyorlar. Koyuyorlar toprağın üzerine, mezar kazılıyor çevrenizde hüzünlü insanlar...

İşte o anda hayatınızın en büyük paniği başlıyor. Yaşamınızın en büyük paniğini o anda yaşıyorsunuz. Çünkü; aklınız, şuurunuz, idrakiniz, bütün duygularınız sizinle beraber, yani siz o anda yaşıyorsunuz, fakat bedeni içinde bir örtüde ve o mezarın içine konacağınızı, üstünüze toprağın atılacağını, ve orada hapis kalacağınızı, görüp hissediyorsunuz. Hz. Ömer(r.a) soruyor;
- Ya ResulAllah! Ben mezara konduğum zaman şu andaki aklım, idrakim, duygularım, şuurum, aynen muhafaza olacak mı?
-Evet Ya Ömer! Aynen şu andaki aklın, idrakin, duygularınla varolacaksın.
Evet. Kişi o mezara gömülme anında hayatının en büyük paniğini yaşıyor. Diri diri toprağa gömülmek...
 
Ölüm Geldi Cihane Baş Ağrısı Bahane...
 
HER NEFESTEN

göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten,
affet senden habersiz aldığım her nefesten...


NECİP FAZIL KISAKÜREK
 
Ölüm Var Ölüm, Ölünde Görün"

Ölümle ilgili pek çok insanın bilmediği bir sırrı Allah (cc) Kur’an’da haber verir.

Bu sır, insanın gerçek ölüm şeklinin, yani ölüm anında gördüklerinin, dışarıdan diğer insanların gördükleri ile aynı olmadığıdır. Allah, ölüm anındaki insanın çevresindekilerin şahit olduklarından farklı olayları yaşadığını âyetlerde şöyle bildirir:


Hele can boğaza gelip dayandığında ki o sırada siz (sadece) bakıp durursunuz. Biz ona sizden daha yakınız, ancak görmezsiniz. (Vakıa Sûresi, 83-85)


İnkarcılar’ın Ölümü

Allah ’ın ölüm anıyla ilgili bildirdiği bir başka sır ise, insanların göremedikleri bu anlarda inkârcıların çok büyük bir korku ve ızdırap yaşadıklarıdır. Allah, bunu âyetlerinde şöyle bildirir:

Allah ’a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya kendisine hiçbir şey vahyolunmamışken "Bana da vahy geldi" diyen ve " Allah ’ın indirdiğinin bir benzerini de ben indireceğim" diyenden daha zalim kimdir? Sen bu zalimleri, ölümün ’şiddetli sarsıntıları’ sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara, "Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah ’a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O’nun âyetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azabla karşılık göreceksiniz" (dediklerinde) bir görsen... (Enam Sûresi, 93)

Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin; Allah bunlarla, ancak onları dünyada azaplandırmak ve canlarının onlar inkâr içindeyken zorluk içinde çıkmasını istiyor. (Tevbe Sûresi, 85)

Allah ’ın Kur’an’da bildirdiği bu sırra göre, inkâr eden bir insan yatağında huzur içinde ölmüş gibi görünebilir. Ölümü sırasında hiçbir acı çekmediği, zorluk yaşamadığı, yavaşça gözlerini kapattığı zannedilebilir.



Oysa Allah, inkârcının ölümünün büyük ızdıraplar ve zorluklar içinde olduğunu bildirmektedir. Ölüm meleklerinin inkârcıların canlarını alış şekilleri ise âyetlerde şöyle bildirilir:

Öyleyse melekler, yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları zaman nasıl olacak? İşte böyle; çünkü gerçekten onlar, Allah ’ı gazablandıran şeye uydular ve O’nu razı edecek şeyleri çirkin karşıladılar; bundan dolayı (Allah) amellerini boşa çıkardı. (Muhammed Sûresi, 27-2

Melekleri, onların yüzlerine ve arkalarına vurarak, "Yakıcı azabı tadın" diye o inkâr edenlerin canlarını alırken görmelisin. Bu, ellerinizin önceden takdim ettiği işler yüzündendir. Yoksa şüphesiz Allah kullara zulmedici değildir. (Enfal Sûresi, 50-51)


Mü’minler’in Ölümü

İnkârcıların bu zorlu ölümlerinin aksine müminlerin ölümleri çok kolaydır.
Örneğin; inkârcıların tam aksine, Peygamber’le birlikte savaşa çıkan ve savaşta hançerlenerek öldürülen bir mümin, aslında çok huzurlu ve korku duymadığı bir ölüm anı yaşar.


Allah ’ın âyetinde bildirdiği gibi, onların canları yumuşakça çekilip alınacaktır ve onlar melekler tarafından selam ve müjde ile karşılanacaklardır.
Allah, müminlerin ölümlerinin nasıl olacağını âyetlerinde şöyle bildirmiştir:

Ki melekler, güzellikle canlarını aldıklarında, "Selam size" derler. "Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere cennete girin." (Nahl Sûresi, 32)
 
Ölümü hatırlayan, istikbalini düşünen insanlar, oraya gitmeden tedbir alır, hazırlık yaparlar. Ta ki, varınca orasını harap görmesin, mamur bir yer olarak bulsunlar.
Nitekim biri Resuli Ekrem Efendimize (A.S.m.) gelip sorar: "Yâ ResuİAllah, nedense ölümü hiç sevemiyorum. Ondan hep ürküyorum, Âhirete ciddi bir meyil duyamıyorum!" Şöyle buyurur: (A.S.m.) "Malın var mı?" "Evet var."
"Öyle ise ondan âhiret için harca. Göreceksin ki, oraya ilgi duyacak, meyil hissedeceksin." Bundan sonra da şöyle buyurur: "Çünkü insan, malının bulunduğu yerden ayrılmak istemez. Senin malın ise hep buradadır. Oraya hiç göndermemişsin." Bundan olacak ki, Süleyman bin Abdülmelik:
"Âhirete hiç meyil duymuyorum, acep nedendir?" diye soran birine şöyle cevap vermiştir: "Hep dünyamızı tamir ediyoruz, âhiretimizi ise harap bırakıyoruz ondan. İnsan mamur ettiği yerde kalmayı ister, harap bırakıyoruz ondan. İnsan mamur ettiği yerden kalmayı ister, harap bıraktığı yere gitmeyi arzulamaz!"
Anlaşılan odur ki, kendimizi kontrol etmek kendi elimizdedir. Şayet âhiret için içimizde bir meyil duyamıyorsak, bunun mânâsı açıktır. Malımızı hep buraya yığıyor, oraya bir şey gönderemiyoruz. Burası mamur, orası harap... İnsan ise harap ettiği yere gitmeyi arzulamaz. İmar ettiği yerde kalmayı ister.
Öyle ise malımızı önceden oraya öylesine göndermeliyiz ki, içimizdeki meyil oraya kaymalı, oradaki malımızın yanına gitme hissini duymalıyız.
İşte hayatı böyle gören İslâm âlimi Senl bin Abdullah’a birileri itiraz mahiyetinde sual sorar ve derler ki:
"Sen elinde, avucunda ne varsa hep İslama hizmet için harcıyor, bir şey bırakmıyorsun. Halbuki sen yaşlı bir adamsın. Bunlara ihtiyacın var!"
Şöyle cevap verir Sehl:
"İyi ya, ben de yaşlılığımın gereğini yapıyorum. Ben artık yola çıkmış kimseyim. Akıllı yolcular mallarını bulundukları yere bırakmazlar, belki gidecekleri yere götürürler. Ben de öyle yapıyorum. Buraya değil, oraya gönderiyorum. Bunun yanlış görülecek nesi var? Akıllılık gereğidir bu."
Büyüklerin hayat anlayışlarını okumak, üzerinde düşünmek ne güzel...
İnsan kendi dünyasına işaretler bulur, kendi hayatına örnekler alır. Kendi çapında varacağı yer için bir imar ve inşa hareketine girer.
Tabii fırsatlar kaçmadan, imkânlar uçmadan. Zamanı da geçmeden...




İ’lem Eyyühel-Aziz! Aklı başında olan insan, ne dünya umûrundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulû’ etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahaza, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan...Bediüzzaman Said Nursi (R.a)


ÖLÜM

Bu sözü duyunca yanmalı için
Kabire varınca sorulur suçun
Dünya bir mekteptir imtihan için
Kardeş gittiğin yol acep nereye?

Yakasız gömleğe sarılacaksın
Ölünce sen yine dirileceksin
Bütün amelinden sorulacaksın
Kardeş gittiğin yol acep nereye?

Bu fani dünyaya varmıdır doyan?
Kazandığı malı kabrine koyan
Can bir serçe kuşu, azrail doğan
Varmıdır elinden kurtulan? beyler.

Dünyanın sonuna varmıdır eren?
Giden yolculardan varmıdır gelen?
Burada kazancın bir arşın kefen
Onuda kabirde korsunuz kardeşler.

Dünyanın varlığı hep senin olsun
Altınla, gümüşle, hayinen dolsun
Dünyanın hekimi başına gelsin.
Bu ölüme care varmıdır? KARDEŞLER! ...
 
Ey ölüm!

Ey, bu dünya hayatını öbür ikizine bağlayan göbek bağı!
Ey, dünya ile ahiret arasındaki sırlı kapı! Ey, ölüm meleğinin bile geçmek zorunda olduğu ğaybi dehliz! Ey, sevmeyeni seveninden çok olan kaçınılmaz kader! Ey, çoklarının peşinen suizan ettiği tükürük hokkası!

İyi ki varsın.
Senin olmadığın bir dünyada yaşamak istemezdim. Zaten böyle bir dünya yaşanacak bir dünya da olmazdı. Düşünsene ey ölüm, farzı muhal sen ölmüşsün, insan ölümsüzleşmiş. Ne olurdu şu yalan dünyanın hali? Kim tutardı insanoğlunu? Ne frenlerdi insanoğlunun ihtirasını? Azgınları, sapkınları, zalimleri, kafirleri, hainleri, gafilleri kim zaptederdi?

Nemrutlardan bunaldık mı, ölüm var deyip teselli oluyoruz. Firavunların zulmünden gına geldik mi, ölüm var deyip teselli oluyoruz. Zalimlerin pençesine düştük mü, ölüm var deyip teselli oluyoruz. Eşkıya dünyaya hükümdar oldu mu, ölüm var deyip teselli oluyoruz. Ya sen de olmasan, ne teselli eder bizi?

Ha, yanlış anlaşılmasın: Bizi teselli eden bizatihi senin varlığın değil. Asıl teselliyi, seninle gelen Hesap Günü
ile buluyoruz. Biz ölümü, büyük mahkemeye çıkış için bir celp olarak anlıyoruz. Zaten, seninle teselli olmamızın anlamı, ilahi adalete olan güvenimiz. Sen sadece bizi ilahi adalete yaklaştıran bir araçsın.

Ey ölüm!

Sana hazır olmayanlar, seni kötü göstermek için ne kadar büyük gayret harcıyorlar? Onlara sormak geliyor içimden: Siz kaç kere öldünüz? Ölümü ne kadar tanıyorsunuz? Ölümü karalamakla ne umuyorsunuz?
Sana yapılan en büyük iftira, senin bir intikal değil, bir unutuluş ve yok oluş olduğunu söylemektir. Bunu söyleyenler, suçluluk psikolojisiyle sana iftira ediyorlar. Mahkeme kaçağı bir suçlu gibi davranıyorlar. İlahi adalet önünde yargılanmaktansa, yok olup gitmeyi, unutuluşa terk edilmeyi tercih ediyorlar.

Dünyaya kazık çakmak için elinden geleni yapan bu tip, neden ahiret diye bir hayatın olmasını istemez ki ey ölüm? Bu uğurda, neden var oluşundan vazgeçmeye kalkar? Nedir bu tipin gözünü bu kadar korkutan, aklını bu kadar dumura uğratan, kanını tepesine sıçratan? Sahi, insan hiç yok olmayı, unutuluşa terk edilmeyi ister mi? Bu talep, insanın kendi kendisini böceklerle, sineklerle, amiplerle eşitlemesi değil de nedir? İnsan neden kendisine bu hakareti reva görür? Ebedi bir hayatın kollarında yaşamak varken, niçin keşke toprak olup gitseydim der?

Sebebi, vahyin küfür dediği şeydir değil mi ey ölüm? Sebebi tek dünyalı bir hayat yaşamaktır: tek dünyalı ve dünyacı, dünyaya meftun, dünyaya bağlı Böyle biri öbür dünya için hiçbir şey hazırlamaz. Değil mi ama; kim inanmadığı bir dünya için bir şeyler biriktirir? Eğer inandığı halde bir şeyler hazırlamamışsa, o da ayrı bir beladır. Suyu getirenle testiyi kıranı kim bir tutar? Bu Allaha iftira olmaz mı?

Sana yapılan bir başka iftira, senin uyku olduğunurahat uyu söylemektir. Bu iftira, aynı zamanda bunun tersini söyleyen Hz. Peygamberi de yalanlamaktır.

Sahi ey ölüm

1) Allaha,
2) ahirete,
3) ilahi rahmete inanmaları , birileri omuzlarında taşıdıkları cesetleri toprağa gömerken, neden rahat uyu derler. Bunu ölenin nasipsizliğine mi yormalı, gömenin nasipsizliğine mi, yoksa her ikisinin nasipliğine mi?
Duydun mu ey ölüm bu güruhun ebedi istirahatgah edebiyatını? Kim bilir sen bile gülmüşsündür bu trajikomik duruma. Ebedi istirahatgâhmış. Bunlar kendilerini ne sanıyorlar ey ölüm? Toprağın üstünde yürüttükleri saltanatlarını toprağın altında da, hatta ahirette de yürüteceklerini mi sanıyorlar?
Veya aslında bir şey sandıkları yok da, ölüm karşısında yaşadıkları derin şaşkınlık ve çaresizliği örtmek için, bu söylemleri bir tür zihni alkol ve uyuşturucu olarak mı kullanıyorlar?
Doğru ya ey ölüm; rahmet etsin
diyemezler ki? Hem nasip olmaz, hem dilleri varmaz. Bunu demek için
1) Allaha,
2) ahirete,
3) ilahi rahmete inanmaları lazım.
Hem kimlere rahmet edeceğini, Haşr suresinin 10. ayetinde açıkça buyurmuş. Bu ayette müminlere kimler için rahmet dileyeceklerini öğretiyor. Kendisine Allahtan rahmet dilenecek kimselerin olmazsa olmaz özelliği, İmanla göçüp gitmiş olmaları.
İman kalpte gizlidir diye üfürecek olanlara, söylenecek söz belli: Bir Müslüman da zaten kalpte gizli olandan yola çıkarak rahmet dilemez, ölenin hayatına bakarak diler.

Ey ölüm!

Sen hep konuş.
Sen konuşunca herkes susuyor. Senin sesin herkesinkinden gür çıkıyor. Ama ahir zamanda bir güruh peyda oldu: Sen konuşunca, hatta bağırınca dahi susmayan. Senin sesini bastırmak için gürültü patırtı yapan.


Bu güruh da dahil, hiç kimsenin senin elinden kaçamayacağını bilmek bizi teselli ediyor.Asıl soru şu: Bizi teselli eden şey, neden onları bunca küstahlaştırıyor?
 
Topraktan Geldik Toprağa Gideceğiz
Ölüm Fermanımız Nasıl Yazıldıysa Öyle Öleceğiz...
 
Nasrettin Hoca Efendi’nin evi soyulmuş, gidip mezarlığın kapısına oturmuş;

- Hocam madem evin soyuldu, hırsızları arasana, burada ne oturup duruyorsun, demişler.

- Hayır, demiş gerek yok, onlar eninde sonunda mutlaka buraya gelecekler...

Evet, hayat, sonu ölümle noktalanan bir imtihan dönemi.

Ebedî hayatı kazanacağımız veya kaybedeceğimiz bir sermaye.

Ölüm de o sonsuz hayatın giriş kapısı. Yeniden dirilişe giden yolun başlangıcı. Her an içiçe yaşıyoruz onunla. Nice tanıdığımız sevdiğimiz insanlar aramızdan ayrılıyor bir bir. Salâ sesleri geliyor kulaklarımıza. Herbiri, birer ibret levhası mezar taşlarının arasından geçiyoruz hergün. Ama yine de her an ölüme doğru gittiğimizin şuurunda olmak, buna kendimizi inandırmak kolay değil.

Öyle diyor Necip Fazıl;

“Minarede “ölü var!” diye bir acı salâ
Er kişi niyetine saf saf namaz ne âlâ
Böyledir de ölüme kimse inanmaz hâlâ
Ne tabutu taşıyan, ne de toprağı kazan”

Bazılarına göre de ölüm, sürekli yaklaşan bir korku, bir çaresizlik, bir ıstıraptır sadece. Cahit Sıtkı’da olduğu gibi.

“Şakaklarıma kar mı yağdı, ne var?
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar.
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

Neylersin ölüm herkesin başında,
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.

Kemâlettin Kamu’da da böyledir ölüm duygusu.

“Sevgilim, her insan doğarken ağlar,
Çiçeklerle açar, sularla çağlar,
Rehgüzarı olur bahçeler bağlar,
Sonunda kimsesiz bir mezar olur.”

Sevgili Peygamberimiz (S.A.v), “Dünya sevgisi bütün kötülüklerin başıdır.” buyuruyor. Dünyaperestliği, dünyaya aşırı düşkünlüğü önlemenin yolu, ölüm düşüncesidir. Bu mısralar, ölümü hatırlatması bakımından faydalıdır. Ancak, ölümü herşeyin sonu gibi gören bir anlayış, ümitsizliğin korkunç dalgaları arasında boğulur gider.

Müslüman için hayat, ölümle, ahiretle anlam kazanır. Onun için bizim dünyamızda hayatla ölüm yan yanadır. Camilerimizin çevresinde türbeler, kabirler vardır. Sezai Karakoç’un dediği gibi, her bayramda önce mezarlıklar ziyaret edilir. Geçmişlerin ruhlarına hediyeler gönderilir. Ahirete gidenlerle bayramlaşılır önce, sonra hayattakilere sıra gelir.

Allah ve Rasülünün sevdasıyla yanıp tutuşan aşıklar için derunî bir özlemdir ölüm...Yahya Kemal’in mısralarındaki gibi.

“Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde,
Gönlü her yerde, buhurdan gibi, yıllarca tüter.
Ve serin selviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.”

Ve Mevlânâ Hazretleri’nin mısralarında tatlanır, tatlanır şeker olur ölüm...

“Canı değil mi ki sen alıyorsun Ölüm, şeker gibi tatlıdır. Seninle olduktan sonra tatlı candan daha tatlıdır ölüm...

Kaldır şu tabağı, çünkü ölüm, ateş bile olsa Allah’ın Halîline bağlıdır, bahçedir, âb-ı hayattır...

Bu yanda ölümdür amma o yanda doğum. Ölüm bu yandadır, o yandaysa kimse ölmez.

Allah seni çağırdı, yanına çekti mi bu gidiş, cennete benzer, ölümse kevser gibidir...
 
İnsan ölümü unutsada ölüm insanı unutmuyor

"Bedelsiz nimetin kıymeti bilinmez" derler. Hakikatten öyle...Bir tuhaf yaşıyor,bir tuhaf harcıyoruz ömrümüzü.Miras yediler gibi,nereden geldi,nasıl geldi sormadan.

Hemen hepimiz,mutlaka uyanacakmışız gibiyatıyor,hiç ölmeyecekmişiz gibi büyük bir hırsla güne başlıyoruz.

Gelecek ümidiyle bugünü yaşıyor,"bir gün" diye günleri,ayları,yılları,nihayet koskoca bir ömrü geride bırakıyoruz. Ayrılması olmayan bir sarhoşluğun bulanıklığında,ya yelin savurduğu yaprak misali hayatın önünde sürükleniyor,yada"vur patlasın,çal oynasın"nidalarıyla hayatı peşimizden sürüklüyoruz.

Çoğunlukla heves ve arzularımızın eline bırakıyoruz hayatımızın iplerini.
Durum böyle oluncada,tutkularımızı sınırlayan şeylere tahammülümüz kalmıyor ve haklı bile olsa herhangi bir sınırlamayı hayatımıza müdahale gibi algılıyoruz.

Gözümüze kestirdiğimiz şeyler iştahımızı dahada kabartıyor.
elde ettikçe güçlendiğimizi hissediyoruz,bunun tadına doyum olmuyor...
Beceremediğimiz yerde de hırstan ve kıskançlıktan kendimizi yiyip bitiriyoruz.

Bu oyun bizi hiç sıkmıyor.Buyüzden nerede duracağımızı,nerede soluklanacağımızı bir türlü kestiremiyoruz.

"Ekmek kavgası"diye başlıyan süreç,değirmende buğday yerine bizi öğütmeye başladığında,bir şeylerin farkına varıyoruz.
İşin kötüsü bunu fark ettiğim yerde,zaman daha bir süratli akıyor.
Ve çarklar tersine dönmeye,kalan bir avuç ömrü hızla öğütmeye başlıyor.

Netice?...
Bütün yollar ölüme çıkıyor...
Ve gerçek!...
İnsan ölümü unutsada,ölüm insanı unutmuyor...
Ölümü yazan Yüce Allah ,Kur’an-ı Kerimde şöyle buyuruyor;
Onlara,dünya hayatı misalinin tıpkı şöyle olduğunu anlat:
"O gökten indirdiğimiz bir su gibidir(büyüyüp)birbirine karışır,
ama sonunda rüzgarın savuracağı çerçöpe döner.
Allahher şeyin üstünde bir kudrete sahip olandır"
(Kehf suresi,ayet 45)
 
Nadiren yaşar mı insan, nadiren Ya nadiren ölür mü! Ölmek kıyısında mıdır hayatın, ya kıyısı var mıdır ki hayat dediğimiz yolun!...Uçurumunda mıyız bir şeylerin, ya uçurumun kendisi miyiz, kimleri çekiyoruz güzelliklerden dehşete!

Nadiren yaşar insan, nadiren yaşadığını farkederNediren ölmekse pek mümkün değil bu hayatta biliyorum

Ölümün kenarı kıyısı
Ölümün ucu bucağı
Ölümün sonu başı
Ölümün artısı eksisi
Ölümün nuru!

Öyleydi evet Babaannem öldüğünde sırtındaki kambur gitmiş, annemin dediğine göre. Ve yüzü nurlanmış, yüzü çizgilerinden arınmış... ben göremedim onu öyle, görmek ister miydim de, bilmiyorum... şimdilerde her payas’a gidişimde mezarının üzerindeki otları temizliyoruz babamla ve çiçeklerini babaannemin, suluyoruz... ölümün onu bizden aldığı vakit çok yaşlıydı nineciğim. Bilmiyorduk açıkçası yaşını. Nüfus cüzdanındaki tarih yanlıştı ona göre. Hatırlamamış zamanında yaşını, bulmuşlar bir doğum günü ona yazıvermişler işte, ne önemi var ki!... şimdi ben hala merak eder dururum nineciğim kaç yaşında öldü diye. Öldü işte, öldü gitti işte... kırgızların söylemi ile, ikinci ömrü uzun olsun! Ben yine de içim rahat etsin diye kendi söylemimizi tercih ediyorum, mekanı cennet olsun, gülmeyen gül yüzü gülsün... anneme göre vefatında yüz-beş yaşında idi... uzun bir ömür, ama bitti!

O, Osmanlı görmüş bir kadındı. Osmanlı sikkelerinden bahsederdi. Altın alıp altın verdikleri zamanları anlatırdı. Altın alıp altın vermek... kulağa garip geliyor. Neydi altına bu etkiyi veren. İnsandı elbet. İnsan altını altın yapalı beri, altın altın! İnsan elması elmas yapalı beri, elmas elmas! İnsan parayı basalı beri, para para! İnsan yaptı her ne yaptıysa. Kıyamet bile insan yüzünden kopmayacak mı! Mesafeler kısaldığı zaman... mesafeleri kısaltan kim!

Ölümün sağı solu
Ölümün varı yoğu
Ölümün taşı toprağı
Ölümün tülü duvağı
Ölümün yurdu!

Kaç yaşında insan ölümü düşünmeye başlar acep, ne bileyim.. ama var zamanda ne çok ölmek ister insan bilip bilmeden, ölümün tadını tuzunu. Bir yerde okumuştum ‘insan ölümü istememeli’ diye. Ölüm neden istenir! Babaannem ‘al artık şu ruhumu, kurtulayım’ derdi. Kurtulmak... Neyden kurtulmak isterdi nineciğim. Dedemden mi! Yaşamadığı hayattan mı! Fazla yaşayıp tadamadığı dünyadan mı! Balkon köşelerinde sevgi beklemekten mi! Kurtulmak isterdi işte, birşeylerden. Demek onu yeterince sevemedik. Gitmek istediğine göre...

Sevmeyi bilmek! Nasıl bilinir sevgi. Satılsa satılmaz, alan bile olmaz satılsa ‘sahtedir’ diye, artık sevginin olmadığı yerde güven de yitip gitmeliydi çünkü. Vitrinlerde sunulsa gözlere sevgi, görülmez, kimse dönüp bakmaz bile, gördükleri bir hayal gelir çünkü. Sevginin olmadığı yerde gözler hayalden başka ne görebilir ki!

Ölüm sadece insan için mi! Ölümün canı ciğeri Ölümün eti kemiği Ölümün yağı balı
Ölümün buzu karı Ölümün tonu!

Ölümde bir sessizlik mi vardır, yoksa ağıt mı... Sessizliğin de bir tonu var mıdır acep. Vardır vardır. Hani derler ya, ‘ölüm sessizliği...’ Dendiğine göre olmalı bir tonu, bir tınısı, bir melodisi, bir şarkısı... ya eyvah’ı nerededir ölümün!

Ölümün vakti zamanı
Ölümün teki çoku
Ölümün dokunuşu!

Uyarıldım dün gece

Biri geldi başucuma ‘eyvah! pek de genç, pek de güzel.
 
Ölüm kimilerine göre hayatın sonu, kimilerine göre ise başlangıcıdır. Ölümsüzlük ve ebediyet, bizi kendisinin halifesi olarak takdim eden Cenâb-ı Hakk içindir ve O’nun uluhiyyetine yakışır. Ölüm ve fena bulma ise yaratılanlara, kullara yakışacak olan bir olgudur. Yaşamak kadar tabii olan ölümü, yine de genelde kimse ne konuşmak, ne de hatırlamak ister. Sanki ölüm sadece yaşamayı adeta kendilerine lüks olarak addeden fakirlerin, yaşlılıktan saçı ve sakalı ağarıp belleri bükülen, toprağın adeta haydi gel derecesine çağırdığı yaşlıların, amansız hastalıkların pençesine düşüp, yaşam ile ölümün medd-ü cezri içerisinde gidip gelen hastaların ortak temasıdır. Hayattan zevk almayı, kendileri için esas alıp, sadece dünya hayatını amaç edinerek, hayatı bir eğlence kulübü olarak algılayan bütün sistem ve düzenler bu olgunun yerleştirilmesi adına her türlü oyunu mahirane bir tarzda oynamaktadırlar. Kökünde dünya ve dünyalığa perestij etme, dünyadan zevk almaya dayalı kamüfle edilmiş bir köleliğin yattığı bu olgu, kıskacına aldığı yığınlarla efendinin köleyle, kedinin fareyle oynadığı gibi oynayarak onları gerçek amaçlarından alıkoymakta ve hedef saptırmaktadır. Bu oyunun ister istemez oyuncuları ve figüranları olan bu topluluklar böylelikle, bize bizden daha yakın olan sevgiliden,1 o sevgilinin sevgilisi kutsal elçiden fersah fersah uzaklaşmakta ve bir zaman sonra ağızlarına almaktan dahi imtina ettikleri ölüm kapılarını çalmakta, hayatı gayesine uygun olarak anlamadan bu dünyadan göçüp gitmektedirler.

Kur’an çeşitli surelerde ölüm gerçeğine vurgu yapmaktadır. İlahi mesaja göre, kendisinden kaçılan ölüm herkese erişecektir.2 Kişilerin müşeyyed kaleler içerisinde dahi bulunmaları ölümü engelleyemiyecek, ölüm meleği orada da onları bulup can emanetini alacaktır.3 Dahası bütün canlılar ölümü tadacaktır.4 Ölümün böylesine canlı olarak işlenmesi ister istemez akla ölüm ötesi hayatı, yani ahireti getirmektetir. Allah’a kulluğu esas alıp, onun haricindeki dolaylı veya dolaysız, maskeli veya maskesiz bütün putları reddeden İslam için ahiret hayatı, dünya hayatının gelir geçerliğine göre asıldır ve gerçek kalınacak yerdir.5 Dünya nimetlerine oranla daha faydalıdır.6 Buna karşılık dünya hayatı oyun, eğlence, süs, boş şey, mal ve evlat artırımından ibaret olan mahaldir.7 Elde bulunan dünyalıklarla gururlanmadır.8 Kendisine aldanılmaması gereken şeydir.9 Bütün bu süreci yaşayacak olan insanlar, malın ve evladın fayda vermiyeceği o sadece salim bir kalbin fayda vereceği güne getirilecek,10 kendisinden habersiz bir yaprağın daha yeryüzüne düşmediği11 açığa vurulana da, açığa vurulmayıp gizlenenlerin hepsine de vakıf olan12 Cenâb-ı Hakk tarafından hesaba çekilecektir. Öyleyse her nefsin Allah’tan korkması ve yarın için ne hazırladığına bakması gerekir.13

İnsanın yarın için ne hazırladığına bakması, o güne karşı hazırlıklı olabilmesi, o günün sık sık anılması yani tefekkür-ü mevt yapmasıyla mümkün olur. Ölümün sık sık anılması kulun mutlak gerçekten kopmamasına, kulun nefsini tanımasına ve böylelikle Rabbini tanımasına vesile olur. Böylelikle tefekkür-ü mevt can ile cananı buluşturan kudsî bir rabıta, ibresi sadece ballar balını gösteren bir pusula olur. Aksi halde kudsî amaçlar için yaratılan,14 gerçekte dünyadan nasibi sadece kapuska kefen, isli bir kazan ve çürük bir teneşir15 olan insanoğlunun kendisini bilerek veyahut bilmeyerek bir hiç uğruna heba etmesidir.

Ölümü karanlığa bir daha düşmemek olarak algılayan, yüzleri ve gönülleri Allah’ın nuruyla parlayan, zamanın bir türlü unutturamadığı güzeller, tefekkür-ü mevti adeta gülü koklamak gibi addedmişlerdir. Beden bineğinden sıyrılmanın, hayal alemden çıkarak gerçekle kucaklaşmanın anahtarıdır ölüm. Mevlânâ (k.s), “Ben tenden soyundum, o hayalden. Şimdi; kavuşmanın bahçelerinnde salınıp geziyorum.”16 diyerek bu durumu dile getirir. Canı canan için verebilecek olan aşık için aslolan vuslattır. Öyleyse sabırsızlıkla çekilen bu günü ve bu günün sahibini hatırlatan herşey seven için matem değil aksine neşe kaynağıdır. O gün ise sevgililerin buluşma günüdür. Mevlânâ o günü şöyle tasvir eder: “Cenazemi görünce ayrılık ayrılık deme. Buluşma, görüşme zamanım, o vakittir benim. Beni toprağa tapşırınca elveda elveda deme sakın. Mezar, cennetler topluluğunun penceresidir. Dolunmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşle aya guruptan ne ziyan gelir ki? Sana dolunmak görünür ama doğmaktır o. Mezar, hapishane gibi görünür ama ruhun kurtuluşudur. Hangi tohum yere ekildi de çıkmadı? Niçin insan tohumu hakkında yanlış sanıya düşersin.” Tefekkür-ü mevt ötelerin ötesini görmek isteyen, gaybe iman etmiş, bunun yanında kendisini diğer canlılardan ayırt eden akıl nimetini başkalarının tekeline teslim etmeden işleten kimselerin kârıdır. Nitekim Hz. Peygamber (S.A.v)’e mü’minlerin en akıllıları kimlerdir diye sorulduğunda; “Ölümü en çok hatırlayan ve ölüm sonrasına en iyi hazırlığı yapanlardır.”17 diyerek cevaplaması bu durumu teyid eder. Ayrıca Rasülullah’ın huzuruna gelip, kendisi için nasihatta bulunmasını isteyen Ömer (r.a) için; “Ölüm sana vaiz olarak yeter.” buyurması, ölümün sık sık anılmasına ilişkin sürekli telkinleri kabir ziyaretlerinin yapılmasını isteyerek, bu ziyaretin ahireti hatırlatacağını18 ifade etmesinin altında, insanın mutlak gerçek olan ölüm olgusundan gafil olarak, dünyaya ve dünyalığa ram olmasının önüne geçme fikri yatmaktadır. Kalbin katılaşmasından (kasvetinden) şikayetçi olan bir kadın için, Hz. Aişe validemizin, “Ölümü çok an ki kalbin yumuşasın.”19, ayrıca bu hususa ilişkin olarak Hasan Basrî (r.a)’ye atfen: “Ölüm, dünyanın bütün kötülüklerini ortaya çıkardı da akıl sahibleri için dünyalık hususunda sevinç namına bir şey bırakmadı.”20 sözlerine kaynaklarda yer verilmektedir. Kimileri için marjinal gelebilecek olan bu sözleri bu alanda zirveyi yakalayan üstadların geriden gelen nesillere, yani bizlere bıraktıkları altın mesajlar olarak kabulenip, değerlendirmek gerekir. Ölüm, boyacı küpüne düşüp kendileri tavus kuşu zanneden çakalların21, yavuz hırsız misali gerçek tavus kuşlarını bastırdığı şu dönemde, foyaların ortaya çıkıp boyaların döküldüğü, kudsi değerlere geçirilen kanlı dişlerin teker teker söküldüğü hesaplaşma günüdür. Bu nedenle dünyada şehvetin, makamın ve malın küpüne düşüp, özlerinde çakallık olan kimselerin tefekkür-ü mevt ile yar olmaları, ahirete hazırlık yapıp, o günü düşünmeleri beklenilemez. Ölüm bahsi mevzu olduğunda dudak bükmeleri, “Hadi canım sen de! Konuşacak başka konu bulamadın mı?” dercesine omuz silkmeleri, içlerine düştükleri şehvet, makam ve mal karışımı masiva küpünde fena bulup, yok olmalarının işaretidir. Aslında bu durum, bilinerek veya bilinmeyerek Allah harici putlar icad edip onlara bağlılığı ve kulluğu ilan etmektir. Bu grubun tefekkür-ü mevt hususunda dudak bükmelerinin karşısında, özleri Allah’a ve Rasülüne dönük olup, Allah ve Peygamber sevgisiyle boyanan22 hak erleri, ölümü bir vuslat, bir düğün gecesi, kabri ise sevgilinin aguşu olarak algılamaktadırlar. Binaenaleyh Tefekkür-ü mevt bu dairede bulunanlar için hüzün kaynağı olmaktan ziyade neşe ve sevinç kaynağıdır. Onların bu husustaki yegane endişeleri, Allah’a daha mükemmel bir kulluk, kendilerine bırakılmış olan gül Nebi (S.A.v)’inin emanetlerine ne derece sahib çıkılıp çıkılmadığıdır.

Kişiye gözünün akıyla karası hatta ondan daha yakın olarak ifade edilen ölümü bir an olsun gözardı etmeden, hayatı ilahî kıvamda yaşayan, malın ve evladın fayda sağlamadığı gün için hazırlıklı olup, yarın için ne hazırladığına sık sık bakan, gönlü Allah ve Rasülü’nün sevgisiyle dolu güzellerden olma duası ve temennisiyle.
 
Ayeti Kerimede Rabbimiz Derya

" Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et."

"Andolsun ki siz ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz. İşte onu gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz."
 
Istırap içindeyim. Artık ben bir istatistiğim. Buraya ilk geldiğim zaman kendimi çok yalnız hissettim. çok kederliydim ve bana ilgi ve anlayış gösterilmesini bekliyordum. Bu olmadı. Sadece, vücutları en az benimki kadar kötü berelenmiş binlerce başka insan gördüm. Bana bir numara verildi ve "trafik kazasından ölümler" bölümüne gönderildim. öldüğüm gün, okulda sıradan bir gündü. Otobüse binmiş olmayı ne kadar isterdim! Ama otobüsü küçümsüyordum.

Annemden arabayı nasıl zorla aldığımı hatırlıyorum. "Lütfen" demiştim. "Bütün çocuklar okula arabayla geliyorlar." Saat 2.50’de zil çaldığı zaman, kitaplarımı dolabıma attım. Ertesi sabaha kadar özgürdüm. Park yerine koştum. Arabayı kullanacak ve kendi kendimin patronu olacak olmam bana çok heyecan veriyordu.

Kazanın nasıl olduğu önemli değil. Avarelik ediyor, hızlı gidiyor, çılgın hareketler yapıyordum. Ama özgürlüğün tadını çıkarıyor ve eğleniyordum. Hatırladığım en son şey çok yavaş ilerleyen yaşlı bir kadının önüne geçtiğimdi. Sonra bir çarpışma sesi duydum ve müthiş bir sarsıntı hissettim. Her yer cam ve çelik parçaları ile dolmuştu. Bedenimin sanki içi dışına çıkmıştı. Birisi haykırıyordu. Bu galiba bendim. Sonra, birden uyandım. Etraf çok sessizdi. Bir polis memuru başımda duruyordu. Derken bir de doktor gördüm. Bedenim paramparçaydı. Her tarafım kan içindeydi. Bir sürü yerime cam parçaları saplanmıştı. çok tuhaftı, çünkü hiçbir şey hissetmiyordum. Ayy, durun neden o çarşafı yüzüme örtüyorsunuz? ölmem mümkün değil. Daha henüz 17 yaşındayım. Bu gece bir kızla randevum var. önümde upuzun bir hayat var. Daha ben ne yaşadım ki? Hayır, ölmüş olamam. Sonra, beni bir çekmeceye yerleştirdiler. Ailem beni teşhis etmeye geldi. Neden beni böyle görmek zorunda kaldılar?
Neden, annem hayatında başına gelen en korkunç şeyi yaşarken onun gözlerine bakmak zorundayım? Babam birdenbire ihtiyarlamış gibiydi. Sorumlu kişiye, "Evet, bizim oğlumuz" dedi.

Cenaze töreni çok garipti. Bütün akrabalarım ve arkadaşlarım tabutumun yanına geldiler ve bana hiç görmediğim kadar üzgün gözlerle baktılar. Arkadaşlarımın bazıları ağlıyordu. Bazı kız arkadaşlarım ise elime dokundular ve hıçkırarak uzaklaştılar.

Lütfen, birisi beni uyandırsın. Beni burdan çıkarın. Annemi ve babamı bu kadar üzgün görmeye dayanamıyorum. Büyükannem ve büyükbabam o kadar bitkinler ki yürüyemiyorlar. Kız ve erkek kardeşlerim hayalet gibi dolaşıyorlar. Herkes bir şaşkınlık içinde. Robot gibi hareket ediyorlar. Herkes beni dinlesin. Kimse buna inanamıyor. Ben de inanamıyorum.
Lütfen beni gömmeyin! Ben ölmedim! Benim daha yapacak çok şeyim var. Tekrar gülmek ve koşmak istiyorum. şarkı söylemek ve dans etmek istiyorum. Lütfen beni toprağa vermeyin. Allah ım, sana söz veriyorum, bana bir şans daha verirsen, dünyanın en dikkatli sürücüsü ben olacağım. Tek istediğim bir şans daha verilmesi.
Lütfen Allah ım, daha 17 yaşındayım
 
Bir akşam namazı sonrası… Balkon kapısından esen rüzgar beni karanlığa sürüklüyor. Batıdaki kızıllığı izlerken buluyorum kendimi. İlginç; geceyi sevmeyen ben şükre koyuluyorum hemen. Gündüzü örten Rabbe hamdolsun. Kızıllık azalıyor. Uzun zaman olmuştu güneşin batışını izlemeyeli. Vakitsizlikten şikayetçiyizdir hep. Vakit mi var dedim ben de içimden. Sonra hemen batıdaki o kızıllığın kaybolup içimi doldurduğunu fark ettim. Başımı eğdim. Her nasılsa boş sözlere, boş işlere her daim vaktimiz vardır bizim.

Balkonun demirlerini kavrayıp bahçeyi süzmeye başladım. Küçükken nadir de olsa yalnız kalmak istediğimde odamın penceresinden dışarı bakar, düşünürdüm. “Buradan düşersem ne olur, ölür müyüm acaba?” Bu soru zihnimin favorisiydi sanırım. O zamanlar ölüm vardı sözlüklerde. Hepsi bu. Şimdi ise ölüm sahiden var. Büyüdüğümü anlıyorum bu düşünceden. Artık pembe rüyalardan sıyrıldığımı fark ediyorum. Soru değişti şimdilerde: “Öldüğümde ne ile karşılaşacağım?”

Cümleler birbiri ardına sıralanıyor zihnimde, yakın zamana geliyorum: Hiç konuşmadığım, yüzünü hiç görmediğim bir genç kızın ölümüyle sarsıldım ilk defa bu denli. Adına şiirler yazdım, dualar ettim, gözyaşları akıttım. Hiç görmediğim, hiç konuşmadığım biri, ölümüyle kendini bana ilk defa böyle sevdirdi. Arkadaşıma anlatıyorum, “Allah sevdiriyor” diyor. Ne güzel, Allah sevdiriyor! Allah seviyor ki sevdiriyor. Anlıyorum ki kısa gibi görünen ömrüyle aslında gayesine ulaşmış bir insanı sevdim ben. Ve biliyoruz ki uzun yıllar hayatta olup da, Allah’ın sevdirmediği nice bedenler karıştı toprağa.

Ölüme imanım artıyor sanki bu ölümle. Bir anda her şey boş geliyor. Okullar, kurslar, kitaplar, bütün koşuşturmacalar… Sonra olmaz diyorum. Her şey boşsa, boşluk ne? Karmaşayı çözüyorum kendimce; tüm bu koşuşturmacalar, anlama hizmet ettiği sürece var olmalı ve her daim ölüm kendini hatırlatmalı. Peki öyle mi benim hayatımda? Ömrümden koskoca ondokuz yıl yitirdiğimi anımsıyorum. Kimilerine göre yolun başındayım. Rahatlatıyor bu cümle sadece. Ancak “bir ondokuz yıl daha var mı?” sorusunu engelleyemiyorum. Sahi, şimdi ömrümü yitiriversem geride ağzı dualı kaç kişi bırakabileceğim? Ölümü de aralarına sarmadığımız hayat örgülerimiz var birçoğumuzun. Neredeyse bir çocuk misali sözlüklerde tanımlandığı kadar ölüm bizler içinde. Bir çok sevdiğimizi toprağa yar etmek bile ölümü yakınlaştıramıyor. Ama ansızın geliveriyor işte.

Bahçeye bakmaktan yorulup, kafamı kaldırıyorum. Göz gezdiriyorum çevreye. Etraf bina dolu. Sonu gelmeyen binalar…Pencerelerden sızan ışıklar ve yer yer kahkahalar… Kızıllık tamamen kaybolmuş. Şimdi karanlık daha yoğun.

Bir sesle irkiliyorum: “Ne yapıyorsun burada?”. Anneciğim şaşkın bakışlarını bana çevirmiş, halet-i ruhiyemi anlamaya çalışıyor. “Hiiç” diyorum. Yalnızlıktan hoşlanmayan, yalnız başına bir akşam vakti balkonda görülmeye alışkın olmadığı kızının bu cevabı yeterli gelmiyor ona. Ama ölümü düşünüyorum diyemiyorum. Annelere söylenecek en son sözcüktür çünkü bu. Düşüncelerimi toparlayıp içeriye geçmeye hazırlanıyorum. Geceyi, yalnızlığı, ölümü sevmeye başladığımı hissediyorum. Sevmeyi yaratan Rabbe hamdolsun.
 
Dost hatırlanmaz hatırlatır...

...Gelir doğruyu yalnışı, iyiyi güzeli söyler gider"


Hz. Ömer (r.a.) halife olduğunda, parasıyla bir adam tutar..

Adama, hergün bir akçe vereceğini söyler..

Adam görevinin ne olduğunu sorunca:

Hergün bana gelip, "Ölüm var Ömer!" diyeceksin." der

Adam uzun zaman boyunca gelir,

"Ölüm var Ömer!" der, altın akçesini alır ve gider..

En nihâyetinde bir gün adam yine vazifesini yapar,

"Ölüm var Ömer!" der, altın akçesini alır ve Hz Ömer (r.a.) der ki:

"Artık gelme.."

"Artık gelme çünkü, artık ölümü unutmam.." der adama..

Sakalındaki ilk akı aynada görmüştür o gün...


"Elinizden geldiği kadar arkadaş değil, "dost" edinin..
 
Geri
Üst