Vahdettin, İngilizlerle gizli anlaşma yaptı mı?

aslanve

New member
Ateşli okurlarımdan birisi sormuş: "Vahdettin'in Milli Mücadele'ye destek verdiğini iddia ediyorsunuz da, neden İngilizlerle yaptığı gizli anlaşmadan bahsetmiyorsunuz?"
Bahsetmediğim doğru ama neden? Sebebi gayet basit: Sahte olduğu için...

Bakın, bunu ben söylemiyorum, Türk Tarih Kurumu'nun Atatürk zamanından beri çıkmakta olan bilimsel dergisi "Belleten"deki makalesinde araştırmacı Salâhi R. Sonyel söylüyor. ("İngiltere Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin ışığı altında 1919 İngiliz-Osmanlı gizli anlaşması", sayı: 135, Temmuz 1970, s. 437-462)

Şimdi bazı sözde tarihçilerin Sultan Vahdettin'in "hainliği"nin kanıtı olduğunu iddia ettikleri 12 Eylül 1919 tarihli bu sözde gizli anlaşmaya biraz daha yakından bakalım.

Buna göre Sadrazam Damat Ferid Paşa ile büyük bir ihtimalle İngiliz gizli haber alma servisinin (Intelligence Service) elemanları oldukları anlaşılan 3 levantenin imzalarını taşıyan gizli bir anlaşma yapılmıştır. İşin garibi, anlaşmada İngiltere adına imzaları bulunan M.S. Francer, H. Morlan ve G. Churchill adlı üç 'eleman' da nedense kimse tarafından tanınmamaktadır!

Nihayet 1919 Aralık'ında Fransız kaynaklı bir söylenti çıkar: Vahdettin'in de onayladığı söylenen bu anlaşma hükümlerine göre İngiltere, Türkiye'nin bütünlük ve bağımsızlığını korumayı üstlenmekte, İstanbul başkent olarak Osmanlı'da kalmakta, Boğazlar'ın denetimi İngilizlere verilmekte ve Kürdistan'ın kurulması gerçekleşmektedir. Buna karşılık, Osmanlı Devleti, hilafetin gücünü izin verdikleri bölgelerde İngiltere lehine kullanacak, Kıbrıs ve Mısır üzerindeki haklarından vazgeçecektir vs. (Abdülhamid'in pamuk ipliğiyle dahi olsa bağlı tutmaya çalıştığı Libya, Kıbrıs, Mısır ve Sudan'ı Lozan'da İngilizlere verdiğimizi biliyor muyuz? Madde 17. ve devamına bakın derim.)

Sevgili okurum sözün burasında haklı olarak şunu soracaktır: Ortalıkta kulaktan kulağa sadece bir rivayet dolaşmamakta, aynı zamanda bir 'belge' de sunulmaktadır. Peki ona ne diyeceksiniz?

Doğru, bir 'belge' var da, bu ne kadar 'mevsuk', yani sağlıklıdır, çok tartışılır.

Belgeyi Fransızlar ele geçirip yayınlar ve kısa zamanda hedefine ulaşır. Zira anlaşmanın varlığı duyulur duyulmaz İstanbul'daki işgal kuvvetlerinin arasına bomba düşmüş gibi olur. Fransızlar, İtalyanlar ve hatta Amerikalılar İngiltere'ye bozulurlar.

Ne var ki, inkılap tarihçisi Y. Hikmet Bayur belgeyi arşivde aramış, bulamayınca da suçu Vahdettin'e atmış ve belgenin ya onun tarafından yok edildiği ya da yurtdışına kaçarken götürüldüğü tahmininde bulunmuştur. Ancak yanıldığı çok geçmeden anlaşılır.

Mesela "Nutuk"ta Damat Ferid Paşa aleyhine eline geçen bütün fırsatları değerlendiren Mustafa Kemal Paşa, nedense bu elini olağanüstü derecede güçlendirecek olan sözde 'gizli anlaşma'dan hiç söz etmez. Yani o gizli belge, yakın tarihin resmi metinlerinin başında gelen "Nutuk"ta dikkate dahi alınmamıştır. Bu durum size de çok garip gelmedi mi?

Hatta M. Kemal Paşa, 12 Aralık 1919'da Sivas'tan Kâzım Karabekir'e çektiği telgrafta tam da bu belgeden söz eder ama ona dair şüphelerini de dile getirmekten kaçınmaz. Belgenin doğrulanması ve aslının ele geçirilmesi için çalışılmakta olduğunu söyler. Nitekim yalnız bizimkinde değil, Londra'daki İngiliz Arşivi'nde de aslı bulunamamıştır. Hadi diyelim ki, bizdekini Vahdettin uçurdu, Lozan imzalandıktan sonra İngilizler hâlâ Vahdettin'i korumak için mi saklamışlardır onu?

Kaldı ki, İngiliz işgal yetkilileri anlaşma haberini aldıklarında Lord Curzon'a, belgede adları geçen kişileri tanımadıklarını, "uydurma olduğu şüphe götürmeyen" bu belgenin, İngilizler ile diğer İtilaf güçlerinin arasını açmak üzere düzenlendiğini yazmışlardır. Lord Curzon ise onun kesinlikle uydurma olduğu kanaatindedir. Üstelik bunu Sir George Buchanan'a gönderdiği kapalı telde yazmıştır. Yani düşüncesini saklaması için hiçbir sebebin olmadığı bir ortamda.

Dolayısıyla İngilizlerce dahi resmen yalanlanmış bir sahte belge karşısındayız. Sonuç:

1. Vahdettin böyle bir belgeyi imzalamamıştır.

2. Damat Ferid, Osmanlı Devleti'nin İtilaf kuvvetleri arasında parçalanmadan 'bir bütün olarak' İngiliz himayesine alınması için uğraşmıştır ama nafile. Zira İngilizler, böyle bir himayenin, işgal kuvvetlerini birbirine düşman edeceğini bilecek kadar akıllıdırlar.

Salâhi Sonyel şu hükme varır:

Damat Ferid ile İngiltere arasında böyle bir anlaşma imzalanmamıştır. Belge ya İngiltere'ye doğru kaymakta olan Osmanlı yönetiminin yüzünü kendilerine çevirmek isteyen Fransızlar tarafından uydurulmuştur (ki bu durumda epey işe yaramış ve kısa bir süre sonra Damat Ferid sadrazamlığı kaybetmiştir), ya da Damat Ferid, hem İngiliz, hem de Fransız gizli haber alma servislerinde "çifte ajan" olarak görev yapan üç levanten tarafından aldatılarak böyle bir belgeye imza atmıştır.

Ancak ilginç olan nokta, sahte de olsa belgede Vahdettin'in imza veya onayının bulunmamasıdır; hatta Damat Ferid'in imzası da taklittir! Nitekim Nisan 1920'de 4. kez sadrazam olduktan sonra anlaşmayı kendi ağzından yalanlayacaktır.

Burada şu sorulabilir: Bir sadrazamın İngilizlerin bile tanımadığı 3 istihbarat subayıyla yaptığı 'gizli' anlaşma bir devlet için ne kadar bağlayıcı olabilir, bir; ne kadar ciddiye alınabilir, iki?

Bitmedi daha. Siyaset bilimi eğitimini Sorbonne Üniversitesi'nde tamamlayan Hasan Yıldız'ın Fransız arşivlerinde yaptığı araştırma sonunda anlaşma metninin bir kere daha sahte, yani açıkça Fransız istihbaratı tarafından 'üretilmiş' olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Fransız devlet arşivlerinde yaklaşık 20-30 bin sayfalık bir taramayla sonuca ulaşılmış, önce sahte belge, sonra da onun sahte olduğuna dair belgeler çıkmıştır. (Bkz. Hasan Yıldız, 21. Yüzyılın Başlarında Kürt Siyasası ve Modernizm, İst. 2006, Doz Yay., s. 160).

Tarih sahte belgelerle değil, gerçek belgelerle beslendiği zaman boy atan bir bitkidir.


Kaynak[URL]
 

DarkDemoN

New member
osmanlida çok gizli işler oldu gerçekten o duruma nasil gelindi bence hepsi sırlar perdesinde ama açığa kavuşursa gerçekten iyi oluR
 

aslanve

New member
sevr ile ilgili bir iki şey vereyim

Çok ağır şartlar içeren bir antlaşma taslağı hazırlanmıştı. Konferansa katılan Osmanlı heyeti antlaşma şartlarını görünce dehşete kapıldı. Antlaşma şartlarına itiraz ettiler. Ancak İtilaf Devletleri antlaşma şartlarını değiştirmeyi kabul etmediler. Ayrıca Osmanlı Devleti'ni barış antlaşmasını imzalamaya zorlamak için ,

 Yunanlılar; Bursa, Balıkesir ve Edirne’yi işgal etti.

 İngilizler;Bandırma ve Mudanya'ya asker çıkardı.



Bunun üzerine Osmanlı Devleti antlaşmayı kabul etmek zorunda kaldı. Paris'e gönderilen Osmanlı Heyeti Sevr Antlaşması'nı imzaladı (1 0 Ağustos 1920).

ve

Osmanlı anayasasına göre uluslar arası bir antlaşmanın geçerli olabilmesi için Meclis-i Mebusa'nın antlaşmayı onaylaması gerekiyordu. Ancak meclis padişah tarafından kapatılmış olduğu için böyle bir durum mümkün değildi. Antlaşmayı yetkisiz bir kurum olan Saltanat Şurası imzalamıştı.Bu nedenle imzalanan antlaşma hukuki bir geçerlilik kazanamamıştır.

sevri kim imzalamış osmanlı kanadında bile nasıl kabul edilmemiş resmi olarak buyur
 

SyStEmPrG

Uploader Team
sevr ile ilgili bir iki şey vereyim

Çok ağır şartlar içeren bir antlaşma taslağı hazırlanmıştı. Konferansa katılan Osmanlı heyeti antlaşma şartlarını görünce dehşete kapıldı. Antlaşma şartlarına itiraz ettiler. Ancak İtilaf Devletleri antlaşma şartlarını değiştirmeyi kabul etmediler. Ayrıca Osmanlı Devleti'ni barış antlaşmasını imzalamaya zorlamak için ,

 Yunanlılar; Bursa, Balıkesir ve Edirne’yi işgal etti.

 İngilizler;Bandırma ve Mudanya'ya asker çıkardı.



Bunun üzerine Osmanlı Devleti antlaşmayı kabul etmek zorunda kaldı. Paris'e gönderilen Osmanlı Heyeti Sevr Antlaşması'nı imzaladı (1 0 Ağustos 1920).

ve

Osmanlı anayasasına göre uluslar arası bir antlaşmanın geçerli olabilmesi için Meclis-i Mebusa'nın antlaşmayı onaylaması gerekiyordu. Ancak meclis padişah tarafından kapatılmış olduğu için böyle bir durum mümkün değildi. Antlaşmayı yetkisiz bir kurum olan Saltanat Şurası imzalamıştı.Bu nedenle imzalanan antlaşma hukuki bir geçerlilik kazanamamıştır.

sevri kim imzalamış osmanlı kanadında bile nasıl kabul edilmemiş resmi olarak buyur
Saltanat Şurası'nda Yaşananlar

Saltanat Şurası'nda yaşananlar ise günümüzde hala tartışılmaktadır. Nutuk'ta bu toplantıda Vahdettin'le ilgili “Sevr Muahedesi'ni bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir.” denmektedir. Saray Başmabeyincisi Lütfi Simavi'ye göre ise Vahdettin açılış nutkunu okuduktan sonra başkanlığı Damat Ferit Paşa’ya bırakarak salonda durmamış, çıkıp gitmiştir. Son Sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Okday'ın anlatımı ise şöyledir:

“Nihayet Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın denildi. Damat Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da salondakiler Hünkâr'a bir saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki, bu ayağa kalkışın Sevr’in kabulü anlamına mı geldiği, yoksa Padişah’a hürmeten kıyam mı edilmiş olduğu açık olarak belirmedi. Hatta Ayan'dan Topçu Feriki Rıza Paşa, ‘Biz Padişaha hürmeten ayağa kalktık, Sevr’i kabul ettiğimizden değil’ diye haykırarak Damat Ferid’in oyununu açıkça protesto dahi etti.”

Kimi tarihçiler bu olayı, şûrâda oy hakkı olmayan padişahın oylama yapılması çağrısı yapılınca dışarı çıkması, fakat Damat Ferit'in olayı oldubittiye getirmesi olarak yorumlamaktadır. Kimileri toplantının Sevr’i onaylatmak üzere taraflı bir tarzda yürütülmesini protesto mahiyetinde, belki de biraz öfkeli bir şekilde ayağa kalktığını ve çıkıp yan odaya geçmiş olduğunu iddia etmektedir. Kimi tarihçiler ise bunun, padişah ile Damat Ferit Paşa'nın antlaşmayı kabul ettirebilmek için birlikte hazırladıkları bir plan olduğunu iddia etmektedirler.

kaynak : Sevr Antlaşması - Vikipedi
 

aslanve

New member
Saltanat Şurası'nda Yaşananlar

Saltanat Şurası'nda yaşananlar ise günümüzde hala tartışılmaktadır. Nutuk'ta bu toplantıda Vahdettin'le ilgili “Sevr Muahedesi'ni bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir.” denmektedir. Saray Başmabeyincisi Lütfi Simavi'ye göre ise Vahdettin açılış nutkunu okuduktan sonra başkanlığı Damat Ferit Paşa’ya bırakarak salonda durmamış, çıkıp gitmiştir. Son Sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Okday'ın anlatımı ise şöyledir:

“Nihayet Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın denildi. Damat Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da salondakiler Hünkâr'a bir saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki, bu ayağa kalkışın Sevr’in kabulü anlamına mı geldiği, yoksa Padişah’a hürmeten kıyam mı edilmiş olduğu açık olarak belirmedi. Hatta Ayan'dan Topçu Feriki Rıza Paşa, ‘Biz Padişaha hürmeten ayağa kalktık, Sevr’i kabul ettiğimizden değil’ diye haykırarak Damat Ferid’in oyununu açıkça protesto dahi etti.”

Kimi tarihçiler bu olayı, şûrâda oy hakkı olmayan padişahın oylama yapılması çağrısı yapılınca dışarı çıkması, fakat Damat Ferit'in olayı oldubittiye getirmesi olarak yorumlamaktadır. Kimileri toplantının Sevr’i onaylatmak üzere taraflı bir tarzda yürütülmesini protesto
mahiyetinde, belki de biraz öfkeli bir şekilde ayağa kalktığını ve çıkıp yan odaya geçmiş olduğunu iddia etmektedir. Kimi tarihçiler ise bunun, padişah ile Damat Ferit Paşa'nın antlaşmayı kabul ettirebilmek için birlikte hazırladıkları bir plan olduğunu iddia etmektedirler.

kaynak : Sevr Antlaşması - Vikipedi

ben sana belgeler ile yorum yazıyorum sen ise kimi tarihçi böyle yorumladı kimisi böyle diyorsun

kurum gecerliligi yok deniyor yukarda zaten gecerliligi olmayan kurum dan ise ne gecer ise gecsin ne önemi var onu gectim bunlar olur iken istanbul düşman işgalınde olanları iyi degerlendirmek gerek

Tarih yoruma acık hala getirilir ise o zaman bende vahdettinin şu yaptığını yoruma dayalı olarak şöyle söylerim Atatürk samsuma gönderileceği zaman listenin sonlarında iken vahdettin onu seçmiştir ve milli mücadeleye destek vermiştir olan olaydan bu sonuçta çıkabilir. yazıda da dendiği gibi 'Tarih sahte belgelerle değil, gerçek belgelerle beslendiği zaman boy atan bir bitkidir.'
 

ismailenqn

New member
aslanve sagdan soldan buldugun uydurma şeylşeri bızım gozumuze sokmaya calısma neyı kanıtlamaya calısıosun vahdettin ve damat ferit kahramanmıydı atatürk hainmıydı ne yanı vahdettınınde damnat ferıtınde canı cehenneme TEK BUYUK TÜRK ATATÜRK
 

aslanve

New member
aslanve sagdan soldan buldugun uydurma şeylşeri bızım gozumuze sokmaya calısma neyı kanıtlamaya calısıosun vahdettin ve damat ferit kahramanmıydı atatürk hainmıydı ne yanı vahdettınınde damnat ferıtınde canı cehenneme TEK BUYUK TÜRK ATATÜRK
ben burda damat ferit paşayı savunan tek bir yazı yazmadım yazdiğim yazıda ki herşey belgeleri dayalı şeylerdir. ki zaten damat ferid paşanın ingilizlerle anlaşmalar yaptıgını yazıyor üstte nasıl onu savundugumu düşünürsün o insanın nasıl bir vatan haini oldugunu herkes biliyor

zaten burda Atatürk ile ilgili de tek telime yazdım sadece samsuna gönderilmesi ile ilgili konuda isimi gecti de sen nasıl benim Atatürke hakaret ettigi düşündün

Ben burda sadece son padişahın sürekli kötüleyenlere belgeli cevap verdim o kadar

Atatürkün azmi gayreti sayesinde vatanımız kurtuludu ruhu cennet mekanı olsun
 

jakhal

New member
ataturk ıle son padısah vahıdettın cok ıyı cok yakın arkadastır...hatta izmirden istanbula donerlerken trende aynı vagonu paylasmıstırlar...o zamanlar vahıdettın velahttır...tren de gecen soylesılerden vahıdettın ataturke" gun gelecek bu ulkeyı senın gıbı subaylar kurtaracak"" anlamına gelen seyler soylemıstır...ayrıca ıstanbuldan anadoluya gonderılen subayların sıradan subayların oldugu soylenemez tabu bu subayların secımınde vahıdettının de onayı vardır..we vahıdettın ıstanbuldan ıngılızler ıle bırlıkte gıderken parmagındakı devlet hazınesıne aıt olan son yuzugu de bırakıp oyle gıder...simdı bu soyledıklerım tamamen gercek we bu gerceklerı goz onunde bulundurursak nasıl olur da boyle bı r kısı devletın cıkarlarına ters dusen bır gızlı antlasma ımzalar(!)

aslanve sagdan soldan buldugun uydurma şeylşeri bızım gozumuze sokmaya calısma neyı kanıtlamaya calısıosun vahdettin ve damat ferit kahramanmıydı atatürk hainmıydı ne yanı vahdettınınde damnat ferıtınde canı cehenneme TEK BUYUK TÜRK ATATÜRK
hehe kör cahil dıye buna denılse gerek:)))
 

Time2Win

New member
Osmanlı'nın adam gibi padişahlarından bir tanesiydi Vahdettin.Ama durum hain ilan edilmesini gerektiriyordu ve böyle olacağını kendide bile bile bu yola girdi.Atatürk ile Vahdettin arasında Kurtuluş Savaşı yılları zamanında yapıldı anlaşmalar ve dediğim gibi planların sonucu Türkiye Cumhuriyeti kurulacak Vahdettin hain ilan edilecekti ki böylede oldu.Yani Vahdettin ülkesi için kendinden vazgeçti Ata'mızda kendine ve zekâsına yakışanı yapıp Vahdettin'i yarı yolda bırakmadı.

Fedakârlığından dolayı Vahdettin'e teşekkür ediyor Ata'mızın ve Vahdettin'in ruhları şâd olsun diyorum.İkiside birer kahramandır

Ama damat ferit i savunduğum da düşünülmesin yukarda ismi geçmiş diye not düşmek istedim ..
 

v_k

New member
Ecevit : "Vahdettin hain değildir."

Herkes Vahdettin şöyle sattı bizi , böyle sattı bizi , İngilizlerle kaçtı gitti der durur...
Oysa vatanı satan İttihat ve Terakkicilerdir , nitekim Osmanlıyı Dünya Harbine sokup mahvetmişlerdir , sonra da Mondrosu imzalayıp kaçıp gitmişlerdir , Mondrostan sonra Padişah tamamen pasif durumdadır ve devlet İngiliz köpeği Damat Ferit tarafından yönetilir , yani İngilizler tarafından..
Bu durumu öngören padişah birçok subaydan medet ummaktadır , bunlar M.Kemal , Kazım Karabekir gibi ileriki yıllarda ön plana çıkacak kimselerdir...
M.Kemal e 9. Ordu müfettişliğini bu sebeple vermiştir , ordu müfettişi demek Anadoludaki tüm ordular üzerinde söz sahibi olmak demektir basit bir mevki değildir ...
Plan başarılı olur yeni Türk Devleti kurulur , kabuk değiştirme gibi...
 

TraFoo

Banned
Ecevit : "Vahdettin hain değildir."

Herkes Vahdettin şöyle sattı bizi , böyle sattı bizi , İngilizlerle kaçtı gitti der durur...
Oysa vatanı satan İttihat ve Terakkicilerdir , nitekim Osmanlıyı Dünya Harbine sokup mahvetmişlerdir , sonra da Mondrosu imzalayıp kaçıp gitmişlerdir , Mondrostan sonra Padişah tamamen pasif durumdadır ve devlet İngiliz köpeği Damat Ferit tarafından yönetilir , yani İngilizler tarafından..
Bu durumu öngören padişah birçok subaydan medet ummaktadır , bunlar M.Kemal , Kazım Karabekir gibi ileriki yıllarda ön plana çıkacak kimselerdir...
M.Kemal e 9. Ordu müfettişliğini bu sebeple vermiştir , ordu müfettişi demek Anadoludaki tüm ordular üzerinde söz sahibi olmak demektir basit bir mevki değildir ...
Plan başarılı olur yeni Türk Devleti kurulur , kabuk değiştirme gibi...

vahdettinin verdiği yetkiyi nasıl ve neden verdiğini Atatürk şöyle izah ediyor :

“ Beni İstanbul’dan sürüp uzaklaştırmak isteyenlerin bana bu geniş yetkiyi nasıl verdiklerine şaşabilirsiniz. Hemen söylemeliyim ki onlar bana bu yetkiyi bilerek ve anlayarak vermediler. Yetkiye ilişkin yönergeyi de ben kendim yazdırdım.”

“ Padişah ve halifelik orununda bulunan Vahdettin soysuzlaşmış, yalnız kendini ve tahtını güvenceye bağlayabilmek düşü arkasında, alçakça yollar araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş..”

“ Halife ve padişah bu kişi haindir; düşmanların, yurt ve ulusa kötülük yapmak için kullandıkları bir araçtır. Lozan, Türk ulusuna yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr andlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın yıkılışını anlatan bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri bulunmayan bir siyasal zafer eseridir! ”


Atatürke mi inanalım yoksa yalanlarınızamı inanalım?



Yalanlarını kendine sakla, Atatürk Türk Gençliğine vahdettinin nasıl bir HAİN nasıl bir SOYSUZ nasıl bir alçak olduğunu nutukta izah etmiştir bize vahdettini anlatma, yalanlarınıza ihtiyacımız yok....

________________________________________________________________


Atatürk'ün Osmanlılar Hakkında Görüşleri


Bir öğretim üyesi olarak en temel görevlerimizden biri, Büyük Atatürk’ün üniversite öğretim elemanlarına verdiği, devrimi ulusa sürekli ve en açık biçimde anlatarak savunmaktır :

“..İşaret ettiğim ilkeleri Türk gençliğinin beyninde ve Türk ulusunun bilincinde sürekli canlı tutmak, Üniversitelerimiz ve Yüksek Okullarımıza düşen başlıca görevdir. ”

(Atatürk, Çağdaşlaşma ve Demokrasi, Ergün Aybars, İleri Kitabevi 1994, syf. 155)

Gerçekleri öğrenmekten korkmayalım!


Çünkü, çok açıktır ki, biz bilmesek de gerçekler hükümlerini bize danışmaksızın yürütmektedirler. Hiç bilmek gibisi olur mu? Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? Bilmediğini bile bilmeyen olmak insanoğluna yakışır mı? Bir kez şu korkuyu mutlaka aşmalıyız :


Osmanlı tarihini öğrenir ve onu mahkum etmek durumunda kalırsak tarihsizliğe mi uğrarız? Tarihsel köklerimizi mi yitiririz? Tarihle bağımız kopar da ortada mı kalırız? Yok böyle birşey.. Yeryüzünde yaşam sürüyor ve her şeyin bir geçmişi var. Bu bağı koparmak olası değil. Ancak, sorgulayan akıl, kendisini geçmişte yaşanan yanlışlıkların onaycısı olmaktan alıkoyabilir.


Bu uygar insanların ve onların oluşturduğu toplulukların tarihsel bir hakkı ve o ölçüde de ödevidir. Sağlıklı bir tarih bilinci, hem doğrudan veya ideolojik işgallere karşı uyanık olmak, hem de başkalarına karşı benzer suçları işlememek açısından biricik güvencedir. (A.Erdoğan Aydın, Türkler Nasıl Müslümanlaştırıldı? Cumhuriyet, 08.03.94, syf. 12)



“Yaptığımız bir ihtilaldir, köklü bir inkılaba dönüştüremezsek başarılı olunamaz.”



Sözü 1909 tarihlidir ve Yüzbaşı Mustafa Kemal tarafından bir İttihat ve Terakki Kongresi’nde söylenmiştir. (Atatürk, Çağdaşlaşma ve Demokrasi, Ergün Aybars, İleri Kitabevi 1994, syf. 148)
Bizim de kendimizi ait saydığımız Cumhuriyetçi kadrolar olarak, bu sözün iletisinin ayırdındayız. Cumhuriyet’e uyanık bekçilik yapacakların, bu kısa tümcede saklı derin iletiyi almış olduklarına ve
Türkiye Cumhuriyeti’nin sırtını asla yere getirmeyeceklerine inanıyoruz. Yazımıza başlamadan şu noktanın altını özellikle vurgulamak isteriz :



Yazı boyunca incelenen konunun öznesi Osmanlı HA NE DA NI dır!



Dolayısı ile düşüncelerimizin bu gözle değerlendirilmesi gerekir. Osmanlı Hanedanı’dan kasıt, esas olarak padişah, sadrazam ve vezirler, şeyhülislam, harem ile hanedan buyruğunda görev alarak Türk halkı ve öbür tebaya her türlü zulmü yapanlardır. Bu aile, TBMM’nin çıkarttığı Vatana İhanet Yasası ile Saltanat’ın kaldırılmasıyla birlikte yurtdışına sürülmüştür. TBMM, 1 Kasım 1922 günü saltanatı kaldırmış ve Osmanlı ailesinin yaptıklarını vatan hainliği olarak kabul etmiştir. Son Padişah vatan haini VI. Mehmet Vahdettin de, İngilizlere sığınarak, bu yasanın çıkmasından 15 gün sonra Malaya adlı bir İngiliz zırhlısı ile Malta adasına kaçmıştır.

O Vahdettin ki, ülkeyi kendi tahtı, ailesi, saltanatı, kısacası bir avuç Osmanlı Hanedanı için sattığı hakkında sayısız belge vardır. Mustafa Kemal, Söylev’inde ve anılarında Vahdettin’i, davranışlarından örnekler ve belgelerle ve kezlerce hain, alçak, soysuz olarak nitelemektedir. Bu anılar, Atatürk’ün sağlığında Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde günlük olarak yayınlanmıştır. Atatürk, sofrasında F. Rıfkı Atay ve Mahmut Soydan’a not ettirdiği bu anılarını, yaşamda iken yayınlatmıştır. Hatta kitaplaştırılan anılarına önsöz bile yazarak bu anıları sahiplenmiş ve dileğinin, halkının tarihsel gerçekleri öğrenerek kendisinin ve arkadaşlarının bu ulus -Türk ulusu- için ne yapmak istediklerinin daha iyi anlaşılması olduğunu belirtmiştir.



Padişah ve Halife olan zat, yaşam ve rahatını kurtarabilecek çareden başka birşey düşünmüyor.
(Nutuk, Cilt 1, s.10)



Söylev’den alınan şu dizeler ibret dolu değil mi? (Prof.Dr.Özer Ozankaya, Söylev’den Seçkiler)



“ Beni İstanbul’dan sürüp uzaklaştırmak isteyenlerin bana bu geniş yetkiyi nasıl verdiklerine şaşabilirsiniz. Hemen söylemeliyim ki onlar bana bu yetkiyi bilerek ve anlayarak vermediler. Yetkiye ilişkin yönergeyi de ben kendim yazdırdım.”



“ Ulus ve Ordu, Padişah ve Halife’nin hainliğinden haberli olmadığı gibi, o makama ve o makamda oturan kişiye karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla boyun eğmiş durumda. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavrama yeteneğinden yoksun. ”
“Benim değerlendirme ve düşüncelerimi belgelemek için size sunduğum belgeler okunduktan sonra bütün Türk ulusunu, özellikle Türk aydınlarını vicdansal ve düşünsel bir değerlendirmeye çağırmak isterim. Benim tasarladıklarımı, düşüncelerimi içten olarak aktaran bu yazılar okunduktan sonra kuşku duymam ki, ulusum kendi kendine durumu değerlendirmek ve düşünmek için gerekli belgeleri edinmiş olacaktır.” (Hakimiyet-i Milliye Gazetesi, 10 Nisan 1926) (Atatürk’ün Anıları, Bilgi Yayınevi, sadeleştiren İ. Bozdağ)


“ Padişah ve halifelik orununda bulunan Vahdettin soysuzlaşmış, yalnız kendini ve tahtını güvenceye bağlayabilmek düşü arkasında, alçakça yollar araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş..” (Söylev 1-2, syf. 35, Çağdaş yay. İst. 1995, 28. bs., yayına haz. H. Veldet Velidedeoğlu)



Öte yandan, Osmanlı sülalesinin Oğuzların Kayı boyundan oldukları savı da artık sorgulanmaktadır.
Fuat Köprülü, Osmanlı’nın Etnik Kökeni adlı çalışmasında, bu savın su götürür olduğunu belirterek
reddetmektedir. Keza Hüsnü Merdanoğlu, Atatürkçü Düşünce’nin Evrenselliği adlı yapıtında, Fatih’in, kendisinin Pers soyundan geldiğini kanıtlayan Kristovulos’a İmroz Adası krallığını verdiğini belirtmektedir. Kristovulos, Osmanlı Devletini kuran “Kara Osman” olarak anılan birinci padişahın,



“Yunanlılaşmış Persler ve Ahemeniler (Acem ve Ahemen karışımı) soyundan geldiğini yazıp Fatih’e sunarak bu krallığı haketmiştir. (syf. 67, Ümit Matbacılık, Ankara, 1999; Ali Kemal Meram’ın Padişah Anaları adlı yapıtının 17. sayfasına gönderme yapılarak). Ali Kılıçbay da Osmanlıların Kayı boyundan gelişlerinin yakıştırma olduğunu belirtmektedir. ATV’de Ali Kırca’nın düzenlediği “700. Yılında Osmanlı” konulu Siyaset Meydanı’nda ileri sürülen bu sava, programda yer alan çok sayıda ünlü tarihçinin hiçbirinden itiraz gelmemiştir.


Programda konuşulanların tümü kitaplaştırlmıştır. (Ali Kırca ile Siyaset Meydanı, 700. Yılında Osmanlı,
Sabah Kitapları 94, Mayıs 99, İstanbul, syf. 82)


İşte bizim karşı olduğumuz bu Hanedan’dır. Geride kalan, Anadolu-Rumeli insanı elbette bizim insanımızdır. Bizler o insanların devamıyız. Bizim atamız Osmanlı hanedanı değil. Bakınız Osmanlı
Hanedanı’nın Türk ulusuna yaptığı kötülükleri Yüce Atatürk nasıl vurguluyor :



“Osmanlı İmparatorluğu en görkemli, büyük ve güçlü devirlerinden başlayarak ulusun bağımsızlığı zararına o denli çok şey feda eylemiş idi ki, sonuç yalnız kendisinin yıkılıp yokolmasınyla kalmadı. Belki kendinden sonra da ülkenin gerçek sahibi olan ulus, hakkını ve varlığını kanıtlamak için çok büyük güçlüklerle karşılaştı.” (13.08.1923, Söylev ve Demeçler Cilt 1, s. 317-8, T.İ.T. Enst. Yay., Ankara, 1961)



Cumhuriyet’imizin kurucusu, Yüce Atatürk, Osmanlı Hanedanı’nın halkımızdan kopuk oluşunu bakınız nasıl çarpıcı biçimde açıklıyor. Hatta bu kopukluğun bedelinin, Türk ulusuna savaş yenilgisinin çok ötesinde bir bedel ödettiğini; varolma, yaşama hakkımızı bile savunamaz duruma düşürüldüğümüzü belirtiyor :



“ Almanya ve Bulgaristan gibi eski bağlaşıklarımız da bizim kadar yenildilerse de hiçbirinin varlığı ve yaşam hakkı tehlike altında kalmadı. Onların bugünkü durumuyla bizim şimdiki durumumuzun en yüzeyel bir bakışla karşılaştırılması, karşılaştığımız yıkımın oluşumuna yalnızca bir yenilginin yeter neden oluşturamayacağını bütün açıklığıyla kanıtlar. Bu farkın biricik nedeni, onlarda hükümetle ulusun birlikte, bizde ise hükümetin ulustan bütünüyle uzak olmasıdır.” (Söylev, Belgeler, syf. 1000-1001, kitap sf. 54)



Atatürk, Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşı’na girişinin yersizliğini, savaşta yapılan yönetim yanlışlarını vurguluyor ve esas olarak Osmanlı’nın yayılmacı politikasını da eleştiriyor :



“ İtiraf ederim ki, Osmanlı Devleti’nin Dünya Savaşı’na nasıl bir hedef ve amaç elde etmek için
girdiğini, yani savaşa katılmaktan murat edinilenin ne olduğunu anlamış değilim.. .. Savaşa girdikten sonra yönetim bakımından yapılan yanlışlar çoktur. Bir ulusun asıl gücü, kendi yaşam ve varlığını savunmak içindir. Fakat kendi varlığını unutup da herhangi yabancı bir amaç elde etmek için asla uygun değildir.” (16-17 Ocak 1923, Atatürk’ün Eskişehir-İzmit Konuşmaları, İzmit Basın Top., Arı İnan, TTK yay., 1982)



“ Halife ve padişah bu kişi haindir; düşmanların, yurt ve ulusa kötülük yapmak için kullandıkları bir araçtır. Lozan, Türk ulusuna yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr andlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın yıkılışını anlatan bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri bulunmayan bir siyasal zafer eseridir! ”



Yukarıdaki bu söz, şanlı Lozan’ı, Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu olan o belgeyi, Sevr’in tadili olarak küçümseme eğiliminde olanlara Mustafa Kemal’in geçmişten savrulan bir tokadı gibidir :



“ Lozan, Osmanlı tarihinde benzeri bulunmayan bir siyasal zafer eseridir! ” Mustafa Kemal, Söylev ve Demeçleri’nde konuya iyice açıklık getiriyor :



“ Anadolu’da yeniden ulusal bir devletin kurulması ulusumuzun ergin anlayışı ve takdire değer
bir uyanış hareketi idi; fakat düşmanla beraber halife ve padişah olan zat, bundan memnun olmadı. Paris’te imzaladıkları Sevr anlaşmasını zorla ulusa kabul ettirmek için ortak önlem aldılar. Anadolu’nun ulusal heyecanlarını bastırmak için başvurulmadık şeytanlık (şeytanet) bırakmadılar. Bir yandan dini siyasete alet ederek Anadolu mücahitlerini idama mahkum ettiler. Halkı, bilinen fetvalarla birbirini öldürmeye teşvik eylediler. Bir yandan da bazı pespayelerin ceplerini doldurarak Kuvâ-yı İnzibatiye veya Hilafet Ordusu namıyla üzerimize saldırdılar. Saf ve masum halkı birçok uydurma ile kandırarak içte yer yer isyan ateşleri yaktırdılar.” (13 Ağustos 1923, Söylev ve Demeçler cilt 1, sy. 315, T.İ.T. Enst. Yay., Ankara, 1961)



Bilindiği gibi Mustafa Kemal Anadolu’dan kezlerce İstanbul’a geri çağrılmış ve 8 / 9 Temmuz 1919 günü Osmanlı Paşalığından istifa ederek, boynunda idam fermanı olduğu halde, sade bir yurttaş olarak
Erzurum Kongresi’ni başlatmıştır.



“ Ben 1919 senesi Mayıs’ı içinde Samsun’a çıktığım gün, elimde hiçbir maddi güç yoktu. Yalnız büyük Türk ulusunun asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevi bir güç vardı. İşte ben bu ulusal güce, bu Türk ulusuna güvenerek başladım… Ben, ulusun vicdanında ve geleceğinde duyumsadığım büyük gelişme yeteneğini, bir ulusal giz gibi vicdanımda taşıyarak, aşama aşama, bütün toplu kurulunuza uygulatmak zorundaydım. ” (ATATÜRK, Söylev cilt 1, syf. 15-16)


“ Osmanlı Hükümetine Osmanlı Padişahına ve müslimin halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lazım geliyordu. ” (ATATÜRK, Söylev, cilt 1, sayfa 276)

İşte bizim karşı olduğumuz bu Hanedan’dır! Seçimimiz ise Cumhuriyet’in yüceltilmesidir. Geride kalan, Anadolu-Rumeli insanı elbette bizim insanımızdır. Bizler o insanların devamıyız. Ama bizim atamız Osmanlı hanedanı değil! Biz Hanedan soyu değiliz!



Mustafa Kemal, Osmanlı Hanedanı ile ilgili olarak en çarpıcı değerlendirmelerinden birisini, 31 Ekim / 1 Kasım 1922 gecesi TBMM komisyonunda yapmıştır. Saltanat’ın kaldırılmasının görüşüldüğü ve tartışmaların uzadığı bir sırada bu Komisyona gidip, bir sıranın üstüne çıkarak şu ünlü konuşmasını yapmıştır :



“ Efendiler, egemenlik ve saltanat, hiç kimse tarafından, hiç kimseye, bilim gereğidir diye, görüşmeyle, tartışmayla verilemez. Egemenlik, saltanat, güçle, erkle, zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk ulusunun egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı. Şimdi de Türk ulusu, bu saldırganlara artık yeter diyerek, ayaklanarak, egemenlik ve saltanatını doğrudan kendi eline almış bulunuyor. Burada toplananlar, Meclis ve herkes doğal görürse, kanımca uygun olur. Yoksa gerçek yine yolu yordamıyla anlatılacaktır. Ama belki birtakım kafalar kesilecektir. ” (SÖYLEV’den seçkiler, Prof.Dr. Özer OZANKAYA, Söylev, syf. 495)



Son derece açık olarak görülmektedir ki, Mustafa Kemal kendi deyimi ile Osmanoğulları’nı 600 yıl boyunca Türk ulusunun özgürlüğünü gaspetmekle ve saldırganlıkla suçlamaktadır.



Bu yoldaki örnekleri çok daha artırmak ve Osmanlı Hanedanı’nın, yurt elden gittiği halde, Sevr’i bile onaylatarak salt biçimsel taht ve saltanat için ülkeyi sattığını, vatan hainliği yaptığını kezlerce kanıtlamak olasıdır.



Hatta daha da ileri giderek, bizim Osmanlı’dan gelmediğimizi açıkça şöyle vurguluyor: “ Kafasını ve vicdanını en ileri gelişme alevleriyle güneşlendirmeye karar vermiş olan bugünün Türk çocukları, biliyor ve bildirecekler ki, onlar 400 çadırlı bir aşiretten değil, on binlerce yıllık, ari, medeni, yüksek bir ırktan gelen yüksek kabiliyetli bir millettir.”



Nitekim 10. Yıl Söylevi’ni bağlama tümceleri de çok anlamlıdır. Adeta 600 yıldır Osmanlı Hanedanı’nın baskısı altında yok olmaya yüz tutmuş Türk’lük için yaptığı vurgu çok nettir :



“ Asla kuşkum yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük uygar niteliği ve büyük uygar yeteneği, bundan sonraki gelişimi ile, geleceğin yüksek uygarlık ufkunda bir güneş gibi doğacaktır.”

O yüzdendir ki, asla ırkçılık yapmaksızın, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran tüm halkları, Türk Halkı olarak bir potada birleşmeye çağırmış ve ulusal birliğin sağlam çimentosu olarak “NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE!” demiştir. Çok derin tarihsel yanıltmalar ve koşullandırmalarla Osmanlı öykünmeciliği yapmadan önce, bu tılsımlı sözün söylendiği koşulları ve anlamını iyi kavramak gerekir.



Bakınız, Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti’nin çıkardığı, 1934’te liselerde ders kitabı olarak okutulan Tarih kitabından bir alıntı yapalım : “Şurası memnuniyetle hatırda tutulmalıdır ki, Türk Milletinin asıl kütlesi Osmanlı’lık vasfını üzerine almamıştır. Gerçekten Anadolu halkı, her zaman, Sarayla onun çevresinde toplanmış zümreye Osmanlı demiş ve kendini daima onun dışında tutmuştur.” (Zeki Sarıhan, Cumhuriyet Devriminin Osmanlı’ya Bakışı, Bilim ve Ütopya, sayı 59, Mayıs 1999, sf. 21-31).



Anadolu halkının, yüzlerce yıl süren Osmanlı sömürüsü nedeniyle günümüzdeki geriliğini yine Yüce Önder Atatürk’ümüzün kaleminden aktaralım :



“ Ulusumuz; Kurtuluş Savaşı’nda, ne şeyhülislamların din gereğidir, diye gericiliği çağıran fetvalarını ve ne de halife ve padişahın camilerden çalınan ayet ve hadislerle süslenmiş ve işlenmiş sancakları başlarında taşıyan hilafet ordularına ve ne de ulusal savaşa devamın hiçbir şey elde etmedikten başka büsbütün yok olma nedeni ve dağılıp bozulma olacağını bildirme ile ulusu bağımsızlık ve egemenliğinde hoşgörülü kılmaya zorlayan hükümet çevrelerinin gafil ve cahil çalışmalarına ve en sonunda ne de uçaklarıyla halife padişahın bildirilerini savaşan ordumuzun saflarına atan ve halife adına hareket ettiği söyleyen Yunan ordusunun kandırmalarına zerre kadar ilgi göstermedi ve gösteremez, göstermeyecektir. Özellikle bundan sonra, kesinlikle göstermeyecektir. Çünkü bu ulus, yüzyıllardan beri bu gibi gericilerin, bilgisizlerin, ikiyüzlülerin, çıkarcıların, serserilerin sözlerine inanmak saflığını gösterdikleri içindir ki; bugün çamurdan ve sazdan izbelerde oturmaya mahkum olmuş, çıplak ayaklarıyla ve çıplak vücutlarıyla çamurların, karların, yağmurların amansız şamarları altında yeniden aklını başına toplama zorunda kalmıştır. ” (16 Ocak 1923 / Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. II, syf. 58-59)



2. Viyana kuşatmasının ne denli yersiz olduğunu doğrudan M. Kemal’den aktaralım.. Atalarımız Viyana’ya dek dayandılar.. diye öykünen çevreler belki biraz kendilerine gelirler :



“Sadrazam Kara Mustafa Paşa bu ulusu Viyana kapılarına götürüken bütün kuzey Almanya’yı
ele geçirerek evrensel bir Osmanlı İmparatorluğu yapmak hülyasına düşmüştü. Fakat zavallı … düşünmüyordu ki, bütün bu fetih emelleri peşinde dolaşırken, bu girişim torunlara, babadan miras yerlerini kaybettirmek için zemin hazırlıyordu.” (Söylev ve Demeçler, Cilt 1, Aralık 1921)



Hiçbir yoruma ve çarpıtmaya elvermeyecek bu sözler, Osmanlı Hanedanı’nı adreslemektedir.
Bizim de aklımızı başımıza alarak, bilgisiz fakat hamasi tutumlarla Osmanlı öykünmeciliğinin bizi
ne acıklı konumlara düşürebileceğini artık anlamamız gerekmektedir.



Öte yandan, Türklerin tarihi sanıldığı kadar birkaç bin yıl gerilere gitmekle kalmamaktadır.
Ön Türk Tarihi araştırmaları -15 bin yıllara dek inebilmektedir. Haluk Tarcan’ın Ön-Türk Tarihi
son derece öğretici bilgilerle doludur. (Kaynak yay., İst., 1998) Yine Mustafa Kemal’in hazırlattığı
Türk tarihini derinlemesine inceleyen Türk Tarihinin Ana Hatları adlı yapıt da (Kaynak yay., İst., 1996) mutlaka çok dikkatle incelenmelidir. Bu kaynaklardan ve Kazım Mirşan’ın elimizde bulunan 7-8 yapıtından öğreniyoruz ki, bugünkü Türk Tarihi yanlıştır! Değinilen kaynaklar ışığında yeniden yazılmalıdır.
O zaman görülecektir ki, Türkler Orta Asya’dan yalnız Ön Asya’ya gelmemiş, hemen tüm dünyaya
binlerce yıl önce yayılmışlardır. Kazım Mirşan, bunları kanıtlayan ve bugüne dek bulunmamış, okunmamış yüzlerce yazıtı (tableti) Etrüskler’den Urallar’a oradan da Hindiçin’e varana dek okumuştur.



Bu durumda, öylesine parlak, uygar, tek tanrılı dine ulaşmış, kadına değer veren bir Türk uygarlığı karşımıza çıkmaktadır ki, binlerce yıla uzanan bu görkemli uygarlık kesitinde Osmanlı dönemi giderek önemsizleşmekte, silikleşmektedir. Yazımızın başlarında da değindik; Osmanlı tarihini reddederek tarihsiz, köksüz kalmayız diye.. Gerçekten Türkler, 600 yıl boyunca Osmanlı Hanedanı denen, ne olduğu gerçekten belirsiz, Türk asıllı olmayan, yoz, soysuzlaşmış, tuhaf bir hanedanın güdümüne girmişlerdir. Aşağılanmışlar, horlanmışlar, sömürülmüşler, köleleştirilmişler, acımasızca kullanılmışlardır.



Osmanlı Hanedanı bu uğursuz saltanatını sürdürmek için İslam dini dahil her aracı hiç çekinmeden ve
etik dışı, insanlık dışı biçimde kullanmıştır. Bu 600 yıllık Osmanlı hegemonyası dönemi, 15 bin yıla varan
parlak ve evrensel Türk tarihi içinde Türklerin tam anlamıyla tutsak edildiği, gerçekten üzüntü duyulacak,
acı veren bir dönemdir. Bundan mutlaka dersler almak gerekir. Bu da Osmanlı’ya körükörüne, bilinçsizce öykünerek değil, onunla yürekli biçimde hesaplaşarak yapılabilir.



Aybars’ın aşağıdaki değerlendirmeleri son derece yerinde : “Oysa Atatürk Osmanlı’yı ve onun dayandığı tüm değerleri yıkarak, ulusal egemenliğe dayanan bir devlet kurmak amacıyla çalıştığı için başarılı oldu. Yeni Türk Devleti, Osmanlı Devletinin dayandığı tüm değerleri yıkarak, kendisinin ortaya koyduğu değerler üzerine kuruluyordu.” (Atatürk, Çağdaşlaşma ve Demokrasi, Ergün Aybars, İleri Kitabevi 1994, syf. 99-100)



Doğrudan Büyük Önder’den aktaralım: “ Ulusal sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı sürdürmek; ulusun ve ülkenin gerçek mutluluğuna, kalkınmasına çalışmak… gelişigüzel büyük özlemler peşinde ulusu uğraştırmamak (İttihat ve Terakki bu uğurda Osmanlı’yı gereksiz biçimde 1. Dünya Savaşı’na sokmuştu)… Uygarlık dünyasından insanca karşılık ve dostluk görmeyi beklemek…” (Söylev, syf. 310-312)


· Mustafa Kemal, pantürkizmi de panislamizmi de açıkça reddetmektedir.



Atatürk, Osmanlı Devleti’nin son yıllarda uygulamaya çalıştığı, İslamcı ve Turancı politikaların Türkiye’nin başına açtığı büyük sorunları, bunların geçersizliğini de belirtmiş, büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağı şeyleri yapar gibi görünen sahtekar insanlardan olmadığını söylemiş ve eklemiştir :



“… biz yaşam ve bağımsızlık isteyen bir ulusuz ve yalnız bunun için canımızı veririz.”
(Söylev ve Demeçler, Cilt 1, Ankara, 1961, syf. 201, Aralık 19



Bize yaraşan, Osmanlı Hanedanı ile hesaplaşmaktır. Cumhuriyet bunu 1 Kasım 1922 günü yapmıştır. Saltanatı kaldırarak Hanedanı vatan haini saymış ve ülke dışına kovmuştur. 3 Mart 1924’te çağdışı bir siyaset aleti durumuna getirilen Halifeliği kaldırarak eylemini tamamlamıştır. Şimdi bunları geri mi alıyoruz?


Yanıtı Büyük Devrimci’nin ağzından verelim :



“ 3 Mart (1924) Osmanlı Hanedanı’nın Türkiye dışına çıkarılması önerisi : Halife yerinden indirildi, Halifeliğe son verildi; yerinden indirilen Halife ile Osmanlı Hanedanı’nın bütün üyelerinin, Türkiye Cumhuriyeti ülkesinde oturma hakkı sonsuza değin[1] kaldırıldı.”



“ Müslüman halkı, önem ve anlamdan yoksun bir halife konusuyla uğraştırıp kandırmaya çalışanlar, yalnız ve ancak müslümanların, özellikle de Türklerin düşmanlarıdır. Böyle bir oyuna kapılmak da ancak ve ancak bilgisizlik ve aymazlık belirtisidir.” ( SÖYLEV’den seçmeler, Prof.Dr.Ö.Ozankaya)



“ İtiraf edelim ki, biz üç buçuk yıl öncesine değin bir insan kalabalığı (sürü) halinde yaşıyorduk. Bizi istedikleri gibi yönetiyorlardı. Dünya bizi, bizi temsil edenlere göre tanıyordu. Üç buçuk yıldır tamam bir ulus olarak yaşıyoruz. Bunun maddi ve açık tanığı, hükümetimizin biçim ve niteliğidir ki,
onu yasa, Büyük Millet Meclisi diye adlandırdı. ” (Mustafa Kemal Atatürk, Ekim 1922, Söylev ve Demçler c. II).



Onlarla aynı dönemde yaşamış, her şeylerini çok iyi bilen, Atatürk eleştiriyor hatta yerden yere vuruyor Osmanlı’yı... Oysa O’nun bir Osmanlı Paşası olduğunu savlayarak Osmanlı’ya övgü dizme gerekçesi yapmak isteyenler, Mustafa Kemal’in şu sözlerine kulak vermelidirler :



“ İnsanlığın hepsini bir varlık ve bir ulusu bunun bir organı saymak gerekir. Bugün dünya ulusları aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla uğraşmaktadırlar. Bu bakımdan insan, bağlı bulunduğu ulusun varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya uluslarının huzur ve gönencini düşünmeli ve kendi ulusunun mutluluğuna ne denli değer veriyorsa, bütün dünya uluslarının mutluluğuna, yararlı olmasına da elinden geldiği ölçüde çalışmalıdır. ”(Söylev ve Demeçler, Mart 1937, Cilt II)



Hanedan seçkinci (elitist) idi. Padişahlar Hıristiyan kadınlarla evlenirler, Hırıstiyan devşirmelerden seçilenler Enderun’da (Saray Okulu) özel olarak yetiştirilirlerdi. Katı kastik yapılı bu sistemde halk çocuklarının, özellikle reayanın saray çevresine girmesi olanağı yoktu. Egemen olan beyler ve kullar düzeni idi. Oysa M. Kemal Osmanlı tarihini zümreler, hakanlar, krallar tarihi olarak tanımlar baştan sona. “Cahilliklerin, sapkınlıkların anası kişisel saltanattır. 600 yıllık bu uğursuz düzene son verdik” demektedir büyük önder Atatürk. O; şeyhlerle, dervişlerle, müritlerle, mollalarla, Osmanlı artığı hocalarla savaşım veren, halifeliği kaldıran gerçek bir halk önderidir. O’nu salt bir Osmanlı Paşası olarak tanıtmak tarihi saptırmaktır. Osmanlı’ya isyan etmiş, isyan ettirmiş ve Türk ulusunun sıradan bir bireyi olma onuru ile yetinmiştir.



Bilindiği gibi yoksul Türk köylüsünden aşar (öşür) vergisi toplamak için daha sonra müstelzimlere bu işi ihale ederek iltizam yöntemi ile burunlarından getiren Osmanlı yönetiminin bu zulmüne Cumhuriyet kadroları son vermişlerdir. Savaştan çıkmış bir ekonomi, vergi gelirlerinin 1/3’ünü oluşturan bu önemli kaynaktan,
Türk köylüsüne verdiği değerin şaşmaz bir özveri ölçütü olarak vazgeçmişti. Çünkü Ata’ya göre,
köylü ulusun efendisi idi :



“ Türkiye’nin gerçek koruyucusu ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. Baylar, diyebilirim ki, bugünkü yıkım ve yoksulluğumuzun tek nedeni, bu gerçeği göremeyişimizdir. Gerçekten yedi yüz yıldan beri dünyanın dört bir köşesine göndererek kanlarını akıttığımız, kemiklerini yabancı topraklarında bıraktığımız ve 700 yıldan beri emeklerini ellerinden alıp gereksiz yere harcadığımız, buna karşılık sürekli olarak aşağıladığımız, küçük gördüğümüz, bunca esirgemezlik ve bağışlamalarına karşılık iyilikbilmezlik, sıkılmazlık ve zorbalıkla uşak düzeyine indirmek istediğimiz bu soylu koruyucunun önünde bugün utançla ve saygıyla kendimizi toplayalım.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1 Mart 1922)



Sanıyoruz ekleyecek ne bir tek sözcük ne de katacak yorum var… Osmanlı yönetiminin 700 yıl boyunca Türk köylüsüne yaptıkları bundan daha iyi nasıl ve kim tarafından vurgulanabilir??



Aybars’ın saptamaları ne denli yerinde :



Osmanlı’nın gözünde tüm Hıristiyan dünyası kafir! Yeryüzünü “Dar-ül İslam” ve “Dar-ül Harb”
diye ikiye ayırıp din adına savaşı (Cihad-ı Ekber) devletin dinsel görevi sayıyor. Oysa Mustafa Kemal
bunun tam tersini savunuyor : Yurtta barış, dünyada barış diyor, savaşı meşru savunma dışında cinayet sayıyor, tüm insanlık birdir diyor ve ekliyor :



Cihadın en son uygulanışı ise kafire karşı değil, Milli Mücadele’yi yapanlara karşı olmuştur! (Atatürk, Çağdaşlaşma ve Demokrasi, Ergün Aybars, İleri Kitabevi 1994, syf. 81-82)


“ Sömürgecilik ve yayılmacılık (emperyalizm) yeryüzünden yok olacak ve yerlerini uluslar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrımı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı egemen olacaktır. ” (Atatürk’ten Düşünceler, Enver Ziya Karal, syf. 17)



Şimdi bu veriler karşısında nasıl hem Atatürkçü olunacak hem de Osmanlı Hanedanı’na ve onun ideolojisine mersiyeler yazılacaktır, anlamak gerçekten güçtür. Umudumuz, hiç olmazsa bu derin çelişkiyi bilgi azlığı nedeniyle yaşayanların uyanmasıdır.



Büyük Atatürk, çok net biçimde bizim Osmanlı’dan olmadığımızı şu sözü ile belirtiyor :



“ Bizim ulusumuz, ulusallığı bilmezliğe gelişinin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu içindeki türlü kavimler hep ulusal inanlara sarılarak, ulusallık ülküsünün gücüyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir ulus olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Gücümüzün azaldığı anda bizi aşağıladı, horladılar.
Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. ” (Mart 1923, Söylev ve Demeçler, c. II)



Anlamamakta direnenler için daha da açığını yine Ata’nın ağzından aktaralım :



“ Biz Türk’üz; tam anlamıyla Türk’üz. İşte o kadar! Bize iyi müslüman olmak yeter. Dostlara sahip bulunmak, tam bağımsızlığımızı korumak, her şeyi Türk cephesinden düşünmek. Bu realist bir görüştür; Osmanlı İmparatorluğunu mahveden ideolojiye tepkidir.” (Atatürk’ü Anmak, M. Yüzbaşıoğlu, Remzi Kitabevi İst. 1981, syf. 179)



Çok açıktır ki, Osmanlı’nın sözde çokuluslulu imparatorluk ideolojisi kendisinin de yok olmasına, mahvolmasına neden olmuştur. Çok uluslu, yayılmacı (emperyalist) bir ümmet topluluğunun yanlış ideolojisine, bizim, Cumhuriyetçiler olarak tepkimiz vardır; o da ulus devlettir.



“ Türkiye halkı, bağsız koşulsuz egemenliğe sahip olmuştur. Egemenlik, hiçbir renkte, hiçbir biçimde, hiçbir anlam ve yol göstericilikte ortaklık kabul etmez. Halife olsun, unvanı ne olursa olsun,
bu ulusun yazgısında hiçbir pay sahibi olamaz. ” (18.11.1922 / TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. III, syf. 1052)



Büyük tarihçi Karal, Atatürk’ten aktarıyor (Atatürk’ten Düşünceler, Enver Ziya Karal, syf. 25):



“ Yeni Türkiye’nin eski Türkiye ile hiçbir ilişkisi yoktur. Osmanlı hükümeti tarihe karışmıştır. Şimdi yeni bir Türkiye doğmuştur. ”


İşte bu doğrudan kaynaklara bakarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’nın redd-i mirası temelinde kurulduğunu söylüyoruz. Bu bizim kişisel yargımız olmanın çok ötesinde, doğrudan, Türkiye Cumhuriyeti’ mizin kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK’ün yargısıdır.



“ Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri yaşanan ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu sonucu Türk gençliğine emanet ediyorum. Türk ulusunun yüzyıllar boyunca uğradığı sonu gelmez yıkımlardan kurtulması, içinden çıkabilmek için büyük özveriler gerektiren pis bataklıklara bir daha düşmemesi için gelecek kuşaklara dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek uyarılarda bulunmak…” (SÖYLEV’den seçkiler, Prof.Dr.Ö.Ozankaya, Söylev, syf. 495)



Cumhuriyet’ten yana olmak; net, kararlı ve yürekli bir tutum ister. İkircikli davranış ve sözlerle,
kuşku uyandıran yaklaşımlar Atatürkçülüğe sığmaz. Biz Cumhuriyet kuşakları O’nun denli yürekli ve
kararlı olmazsak, Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek yaşatmak nasıl olanaklı olabilecektir?
Atatürk, Mart 1923’te Konya’da yaptığı bir konuşmada;



“..gericilere karşı tek başına kalsam dahi yine tepeler ve yine öldürürüm..” diyordu. (Atatürk’ten Düşünceler, Enver Ziya Karal, syf. 72)



M. Kemal Atatürk’ün Osmanlı hakkında olumlu şeyler söylediği, zorlama yorumlarla ve
Atatürk kaynakçalarından cımbızlanarak kimilerince öne sürülmektedir. Söylev’de Atatürk şöyle anlatıyor :



“… sonra Osmanlı saltanatını sürdürmeye çalışmak, kesinlikle Türk Ulusu’na karşı en büyük kötülüğü yapmaktı. Artık yurtla, ulusla, hiçbir vicdan ve düşünce bağı kalmamış bir sürü delinin,
devlet ve ulus bağımsızlığının ve onurunun koruyucusu durumunda bulundurulması nasıl
uygun görülebilir?”


“Halifeliğe gelince, bunun bilim ve tekniğin ışığa boğduğu gerçek uygarlık dünyasında gülünç sayılmaktan başka bir durumu kalmış mıydı?..” (Türk Dil Kurumu yay., 1965, syf. 10-12)



Tarihten ders almanın ancak yürekli ve bedeli olan bir hesaplaşma ile olanaklı olduğu inancındayız. Büyük Atatürk’ün Gençliğe Sesleniş’inde altını çizdiği üzere, “.. ülkeyi yönetenler gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde …” bile olsalar, Cumhuriyet’e uyanık bekçilik özellikle görevimizdir.



Büyük tarihçi Bernard Lewis’in, “Osmanlılardan özgürlüğünü son kurtaran ulus Türkler oldu.” değerlendirmesini hiçbir zaman gözardı etmemek gerekir.



Dileğimiz, azim ve de kararlılığımız, Türkiye Cumhuriyeti’mizin bir kazaya uğramamasıdır, uğratılmamasıdır. Bunun kavgasıdır dirençle verdiğimiz.


Yolumuz Yüce ATATÜRK’ün evrenselleşmiş düşünüşü KEMALİZM’dir; OSMANİZM değil!



İşte özetlediğimiz bütün bu bilgiler ve örneklerini daha da artırabileceğimiz gerekçelerle,
Osmanlı Hanedanı’nın ya da Osmanoğulları’nın uygulamalarını -son çözümlemede- yerinde görmüyoruz.



Osmanlı yönetiminin ideolojisini paylaşmıyoruz.



Bu yanlış ve çarpık ideolojinin yarattığı tarihin külfetlerini de üstlenmek istemiyoruz. Bu anlamda köktenci bir red anlayışı içindeyiz. “İyisi ile kötüsü ile bizim” anlayışını da sığ, kolaycı ve yanlış buluyoruz.

Biz Osmanoğlu değiliz!



Dolayısıyla açıkça seslendirelim :

Cumhuriyet’ten yana olmak, Atatürk’ün adını ağzına almak ve de Osmanlı öykünmeciliği, yanyana yakışmayan eylemler; onmaz bir çelişkidir.. Osmanlı’yı öven, Atatürk’ten söz edemez!



[1] Ne yazık ki 431 sayılı bu yasa 1974 affı ile delinmiş ve Ata’nın aziz anısına haksızlık, hatta saygısızlık edilmiţtir.

http://www.hackhell.com/geri-donusum-kutusu/660070-ataturkun-osmanlilar-hakkinda-gorusleri.html
 

odiseus

New member
Ecevit : "Vahdettin hain değildir."

Herkes Vahdettin şöyle sattı bizi , böyle sattı bizi , İngilizlerle kaçtı gitti der durur...
Oysa vatanı satan İttihat ve Terakkicilerdir , nitekim Osmanlıyı Dünya Harbine sokup mahvetmişlerdir , sonra da Mondrosu imzalayıp kaçıp gitmişlerdir , Mondrostan sonra Padişah tamamen pasif durumdadır ve devlet İngiliz köpeği Damat Ferit tarafından yönetilir , yani İngilizler tarafından..
Bu durumu öngören padişah birçok subaydan medet ummaktadır , bunlar M.Kemal , Kazım Karabekir gibi ileriki yıllarda ön plana çıkacak kimselerdir...
M.Kemal e 9. Ordu müfettişliğini bu sebeple vermiştir , ordu müfettişi demek Anadoludaki tüm ordular üzerinde söz sahibi olmak demektir basit bir mevki değildir ...
Plan başarılı olur yeni Türk Devleti kurulur , kabuk değiştirme gibi...


Tabi tabi tabi

kuvayi inzibatiye neden gönderildi ?
Onuda mutlaka damat ferit göndermiştir..
Madem o kadar vatanını seviyordu vahdettin efendide "Atatürk" gibi anadoluya geçip düşmana karşı savaşsaydı ...
Onu tutan mı vardı ayağından çeken mi ?
Koltuk tatlı nasıl bıraksın...
Milletini ve vatanını seven biri düşmana karşı savaşır ...Ben savaşırım , sen de savaşırsın...
ama bazıları savaşmaz ve bahane üretir..... şimdiki bazıları gibi ( vakitçiler) askere gitmemek için bedelli isterler...
 

TraFoo

Banned
Ne diyecekler bir sürü yalan diyecekler, bu zihniyetin herşeyi yalanlar ve iftiralar üzerine kuruludur, inançlarıda dahil her şeyleri yalanlarla iftiralarla doludur...
 

NeCcko

Altın Üye
Ne diyecekler bir sürü yalan diyecekler, bu zihniyetin herşeyi yalanlar ve iftiralar üzerine kuruludur, inançlarıda dahil her şeyleri yalanlarla iftiralarla doludur...
Büyüksün baba sen öyle diyorsan öyledir yürü be kim tutar seni. Şu memlekettte senden 1000 tane olsa çağdaş medeniyetler seviyesinin en tepesine otururduk.
 

yavuz_28

New member
damat ferit zaten ingiltereye 10 seneligine türkiyeyi koloni yapmasini onun hükmü altinda yasamasini sunmustur
 

in-trouble

New member
vahidettin e hain demek çok ağır olur, değildir de ama içinde bulunduğu durumda kuzu kuzu önüne konulan herşeye razı olmuştur
 

HTML

Üst