baris622
New member
- Katılım
- 3 Eki 2007
- Mesajlar
- 550
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Sizde olmasanız nasıl öğrenecektik?
KÖLELİK YASASI ONAYLANDI
AKP'nin ilk icraatı işçilerin "Kölelik Yasası" olarak adlandırdığı 4857 sayılı İş Yasası'nı yasalaştırmak oldu. Daha önceki hükümetler tarafından da çıkarılmak istenen ama işçilerin tepkisinden çekinilerek, Meclis'e getirilemeyen 1475 Sayılı İş Yasası'nın değiştirilmesine AKP hükümeti cesaret etti. Bu süreçte işçilerin yüzbinlerle gerçekleştirdiği eylemlere, emek örgütlerinin taleplerine kulak tıkayan hükümet, patronlara ise "Hiç merak etmeyin çıkaracağız" diyerek güvence verdi. Sözünü de yerine getirdi. Çıkartılan yasayla işçilerin mücadeleyle elde ettiği yüzyıllık kazanımları birer birer ellerinden alındı. Daha çok sömürü ve daha düşük ücret anlamına gelen "esnek çalışma" yasallaşırken, günlük 8 saatlik iş günü hakkı ortadan kaldırıldı. Böylece fazla mesai ücreti kaldırılırken, haftalık ve yıllık izinlerin de patronun keyfine göre belirlenmesi kabul edildi.
Hatta yasayla o kadar ileri gidildi ki, "ödünç işçilik" uygulaması adı altında işçilerin bir mal gibi alınıp satılmasının önü açıldı.
İŞ GÜVENCESİ ALDATMACASI
Buna karşılık hükümet, işçiler için İş Güvencesi'ni çıkardığını ileri sürdü. Mart 2003'te çıkması gereken yasa patronlar istiyor diye İş Yasası'nın geçtiği Haziran ayına ertelendi. Üstelik yasa henüz taslak halindeyken; "İş Güvercesi'nden 10 kişinin üzerinde işçi çalıştıran işyerleri yararlanabilir" ifadesini değiştirerek sayıyı 30'a çıkardılar. Hükümetten "bu yasa çıkınca işçi atamayacaksınız diye bir şey yok" güvencesini aldıkları halde patronlar, yasa çıkmadan önce onbinlerce işçiyi İş Güvencesi'nden yararlanmasın diye kapı önüne koydu. Buna hükümetten tek bir ses bile çıkmadı.
Üstelik bu yasanın işçilerin özgürce sendikaya üye olabilmesini sağladığı yalanı söylendi. Hatta Başbakan Türk-İş Genel Kurulu'nda "Türkiye'nin tamamı değilsiniz, sizin dışınızda 70 milyon var. Gelin özel sektörde de örgütlenin" diyerek sendikacıları ve işçileri azarladı.
Ancak aradan kısa bir süre geçmesine karşın, şu anda Yargıtay'da 70 bin işe iade davası bekliyor. Her biri ortalama 10 işçiyi ilgilendiren bu davalar, kısa bir zaman içinde 700 bin işçinin sendikaya üye olduğu için işten atıldığını gösteriyor. Kayıtdışı, hiçbir güvencesi olmadan çalışan işçi sayısı ise yine devletin verilerine göre 5 milyonu aştı. Ancak işçileri ve sendikacıları azarlayan Başbakan bununla ilgili bir açıklama yapmadı, önlem almak için kılını kıpırdatmadı.
VATAN SATILIYOR
IMF ile imzalanan Stand-By anlaşmalarının dışına çıkmayan AKP, kendisinden önceki hükümetler gibi hızla özelleştirmelere girişti. Türkiye'nin en kârlı ve en fazla vergi veren kurumları içinde hep ilk 500'e girmiş olan TÜPRAŞ, PETKİM, TELEKOM, TEKEL, THY, limanlar ve SEKA gibi kamu kuruluşlarının birer birer yabancı tekellere vermek için satışa çıkardı.
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan "Ne bulursam babalar gibi satarım" diyerek hükümetin bu alandaki politikasını açık olarak dile getirdi.
Ancak AKP'nin karşısında bir engel vardı; işçilerin mücadelesi. TEKEL işçileri alanlara çıktı. Oy verdikleri Başbakan'ın, bakanların ve milletvekillerinin yolunu keserek taleplerini iletmek istediler, ama polis saldırısına uğradılar.
SEKA işçileri aileleriyle birlikte fabrikalarına kapanarak bu peşkeşe izin vermeyeceklerini ve AKP'nin seçimlerden önce verdiği "Fabrikanızı kapatmayacağız, satmayacağız" sözünü tutmasını istedi. Kayseri'de Et Balık Kurumu işçileri AKP üyelik kartlarını yırttılar.
Seydişehir'de Alüminyum işçileri toplu olarak üyesi oldukları AKP'den istifa ettiler. Fabrikaya üşüşen firma temsilcilerine geçit vermediler, aileleriyle birlikte direndiler. Yine polis ve jandarma saldırısıyla karşılaştılar.
PETKİM işçileri Kemal Unakıtan'ı fabrikaya sokmadı.
Samsun, Mersin, Bursa ve daha pek çok ilde Başbakan ve bakanlar işçilerin protestolarıyla karşılandı. İşçiler bu kurumların Türkiye'nin bağımsızlığının simgesi olduğunu ve yabancı tekellerin eline geçmemesi gerektiğini haykırdılar.
Hükümetin her kademesinden yetkililer ise, direnişi kırmak ve işçileri halkla karşı karşıya getirmek için akıl almaz yalanlara başvurdular.
Hükümet, özelleştirmelere gerekçe olarak diğer şeylerin yanısıra "Dışarıda asgari ücretle çalışacak binlerce insan var" diyordu. "Bunlar halkın, yetimin sırtında yükler. Halkın parasını onlara mı verelim. Artık yatarak para kazanma dönemi bitti", "Bunlar halkın sırtında parazitler", "Bu kurumlar zarar ediyor" diyen hükümet işi; alınteriyle tüm değerleri üreten işçileri, asalak bir sınıf olarak karalama noktasına kadar vardırdı.
İŞSİZLİK HIZLA ARTTI
26 Mart 2003 tarihinde Zonguldak'ın Alaplı İlçesi'nde Devlet Hastanesi ek poliklinik açılışına katılan Başbakan Erdoğan "İş istiyoruz, iş" diye bağıran bir kadına "Size işi, işadamlarımız verecek. Onlar yatırım yapacak ve istihdam yaratacaklar. Devlet kapısı artık iş kapısı olmayacak. Devlet sadece denetleyici olacak. Ülkede fert fert zenginler olacak..." yanıtını verdi.
Ancak kamu işletmelerinde işten atılan veya zorla emekli edilen işçilerin yerine hiçbir işçi alınmadı. Özelleştirilen kurumlarda binlerce işçi işten atılarak işsizler ordusuna katıldı.
Özel sektörde de işçi sayısı azaltıldı. Ancak işçi sayısı azalırken, İş Yasası'nın da yardımıyla üretim kat be kat artırıldı. İşçiler daha fazla sömürülmenin ve daha fazla üretim yapmanın karşılığı olarak, daha az ücret aldı.
Patronlar üretim ve rekor kârlarıyla, hükümet de patronlarla övündü.
Başbakan işçilerin ve halkın giderek kötüleşen durumunu, Ramazan çadırlarının dolup dolup taşmasını görmezden gelerek ekonominin iyiye gittiğini, işsizliğin azaldığını söyledi.
Ama bizzat devletin kurumu olan Devlet İstatistik Ensitütüsü (DİE)'nin verileri onu yalanlıyor. 2004 yılı sonunda işsizlik yüzde 0.3 artarak yüzde 10 oldu. Yani Türkiye'de işsiz sayısı 2.5 milyona ulaştı. Genç nüfusta işsizlik oranı yüzde 19.9, kentlerdeki işsizlik oranı ise yüzde 24.9'a kadar çıktı. Lise ve dengi meslek okul mezunlarının 2003'ün aynı döneminde işsizlik oranı yüzde 11 iken, 2004'te yüzde 15'e çıktı. Yüksekokul ve fakülte mezunlarının 2003'te işsizlik oranı yüzde 11 iken, yüzde 12.2'ye yükseldi. DİE rakamlarına göre; AKP iktidarının ilk yılı olan 2003'te Türkiye'deki yoksulluk oranı yüzde 26.96'dan yüzde 28.12'ye, yoksul fert sayısı ise 18 milyon 441 binden 19 milyon 458 bine yükseldi. Yani DİE rakamlarına göre Türkiye nüfusunun üçte biri yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Aynı araştırmaya göre 894 bin kişi aç. Tabii ki, bunlar DİE araştırmalarındaki resmi rakamlar. Resmi olmayan oranlar da düşünüldüğünde; AKP iktidarının, yabancı sermaye ve işbirlikçi tekellerin karını büyüten, ama Türkiye halkını daha da yoksullaştıran bir ekonomi politika izlediği devlet araştışmalarıyla belgeleniyor.
ÜCRETLER DÜŞTÜ, HALK YOKSULLAŞTI
Başta asgari ücret olmak üzere, ücretler giderek düştü. Başbakanın "büyüyen ekonomisi" halkın yaşamında hiçbir şeyi iyileştirmedi. Yine DİE'nin rakamlarına göre yoksulluk sınırı 1.5 milyar, açlık sınırı ise 500 milyon lirayı buldu. Bu rakamların açıklandığı dönemde Başbakan "Asgari ücrette sürpriz yapacağız" diyerek umut dağıttı. Ancak milyonlarca asgari ücretli için kara bir sürpriz oldu. Asgari ücret, üstelikte bir yıl geçerli olmak şartıyla 313 milyon liradan 350 milyon liraya çıkarıldı. Memurlar, kamu işçileri de bu kara sürprizden nasibini aldı. Yüzde 10'u geçmeyen zamlar nedeniyle ücretler hızla eridi.
Oysa, 2004 yılında Türkiye yüzde 9,9 büyümüştü.
Normal olan, enflasyon rakamının üstüne bu 9,9 büyümeden gelen payın eklenerek ücret artışlarının belirlenmesidir. Ancak bu yapılırsa toplumsal refahtan herkes eşit olarak yararlanmış olabilir. Peki, öyleyse bu büyümeden işçilerin, emeğiyle geçinenlerin payına ne düştü?
Maaş ve ücret artışlarına baktığımızda kocaman bir hiç...
İANECİLİK VE ULUFECİLİKLE GÖZ BOYANIYOR
Uygulanan özelleştirmeler, işten atmalar, artan zamlar ve budanan sosyal hakların "ülke insanının refahının artması"na hizmet edeceği propaganda edildi. Hükümet süre isterken ya da daha çok fedekarlık çağrısı yaptığında hep "güzel günlere" işaret etti.
Orman arazileri yağmalanırken, gecekondular yerle bir edilirken ya da intihar ve cinnet haberleri çoğalırken hükümetin iyiye giden bir şeyler olduğunu göstermesi gerekiyordu.
Ve AKP hükümetinin "şefkatli eli"nin en ücradaki yoksulun evine, yetimin sofrasına uzanıyor görüntüsünün uygun bir propaganda manzarası olacağına karar verildi. Ramazanda yaygınlaşan aşevleri, kömür dağıtımları kampanyalar halinde böyle gündeme getirildi.
Fabrikaları satışa çıkarılan, işsizlik ve yoksullukla cezalandırılan ülke insanı, seçim dönemlerini hatırlatan kandırmacalarla, bir tas çorba ya da bir çuval kömürle hükümetin başarısına ikna edilmeye çalışıldı.
İanecilik, yüzlerini kapatan kadınların ve yaşlıların utanarak aldıkları yardımların hükümete kazandırdığı bir propaganda şovuna dönüştürüldü. Ulufe dağıtımları vatandaşı küçük düşüren, ezen bir baskı haline geldi.
PETROLDEN DOĞALGAZA ZAM ÜSTÜNE ZAM
Temel tüketim mallarına hemen her gün zam geldi. Sadece benzine son 3 ay içinde 13 defa zam yapıldı. Doğalgaza yapılan zam ise yüzde 40'ı buldu. Halk yoksullaşırken sırtındaki vergi yükü giderek arttı.
Patronlar hükümetin çıkardığı aflarla vergi ödemekten kurtulup, teşviklerle kamu kaynaklarını gönüllerince kullanırken, işçiler, memurlar ve çiftçiler kazandıkları paranın yarısını vergiye yatırmak zorunda kaldı. Türkiye vergi yükünün artışı sıralamasında ilk sırada yer alan ülkeler arasına girdi. Patronlar şimdi ise asgari ücretin bölgesel olarak belirlenmesini istiyor. Onlara göre Hakkari gibi illerde 150-200 milyon lirayla bir işçi hayatını "rahatça geçindirebiliyormuş!" Bu koroya son günlerde IMF 1. Başkan Yardımcısı Anne Krueger'de katıldı.
Krueger'e göre ülkemizde asgari ücret çok yüksekmiş, bu ücretle kimse işçi çalıştıramazmış, dolayısıyla işsizliğe çare bulunamazmış. Bu yaklaşımlar önümüzdeki dönem çok daha vahşi saldırıların olacağının işaretleridir.
EĞİTİM ADIM ADIM PARALI HALE GETİRİLİYOR
AKP hükümetinin en çok tahribat yarattığı alanlardan biri de eğitim alanıdır. AKP'nin bu alandaki ilk icraatı, okul binalarının satışına imkan tanımak ve Talim ve Terbiye Kurulu denetimini ortadan kaldıran yasaya imza atmak oldu. İstanbul başta olmak üzere, il merkezlerinde arsa rantının yüksek olduğu yerlerdeki okul binaları (üstelik eğitime devam edilirken) arsa spekülatörlerine ve sermayeye peşkeş çekildi.
Popülist yaklaşımla gündeme getirilen 10 bin zeki ve yoksul öğrencinin masraflarının devlet tarafından karşılanmak suretiyle özel okullarda okutulması gündeme getirildi. Bu girişim, özel okullara yeni rant kapısı açmanın ötesinde bir anlam taşımıyordu. Benzer şekilde, ilk öğretim ders kitaplarının bedava dağıtılmasının arkasında da, Talim Terbiye Kurulu denetiminin kalkması ve buna bağlı olarak kendi yandaşı basım, yayınevlerine kaynak aktarma düşüncesi bulunmaktadır. İddia edildiği gibi, bu adımlar yoksul emekçilerin eğitim harcamalarını bir nebze olsa rahatlatmak için atıldıysa; o zaman eğitim yılı başında alınan kayıt parası ve zorunlu bağış uygulamalarının, eğitim yılı içinde de yakıt payı, tebeşir parası, temizlik parası adı altında toplanan paraların son bulması gerekmez miydi?
Paralı eğitim uygulamasına bir başka örnek de, sözleşmeli öğretmen uygulamalarıdır. Onca öğretmen açığı varken, bakanlık öğretmen atamalarını yapmamakta, yetmiyormuş gibi okul müdürleri sözleşmeli öğretmenlerin maaşını velilerden tahsil etme yoluna gitmektedir.
AKP iktidarı, üniversitelerden sonra liselere de giriş sınavı koyma "onuruna" sahip bir iktidar olarak hatırlanacaktır. Sınav harcı (siz haraç anlayın), form parası adı altında paralı eğitime yeni alanlar açılmaktadır. Lise Giriş Sınavı'nda istediği bölümün puanını alamayan öğrenci, gerçekte ne kadar parlak öğrenci olursa olsun yüksek okul hakkını kaybedecektir. Lise giriş sınavları da tıpkı üniversite giriş sınavlarında olduğu gibi dersanelerde (test eğitimi vb) kurs almayı gerektiren bir biçimde düzenlenmektedir. Emekçilerin dersanelere verecek paraları olmadığına göre, kaybedeceklerin işçi çocukları olacağı daha baştan belli olmaktadır.
Eğitim alanında yaşanan bozulmalar o kerteye varmıştır ki, dersaneler adeta ilk öğretim- lise ve lise- üniversite arasında zorunlu bir eğitim kademesi haline gelmiştir. Sistem, dersaneye gidemeyen bir öğrenciye bir üst eğitim kurumunun kapıların kapatmış bulunmaktadır.
SSK TAM ÇİLE OLDU
"Kuyruklar bitecek", "Her doğan çocuğun sigortası olacak", "Para ödeyemeyenin de sigortası olacak", "SSK kara deliktir", "İnsanlar artık çile çekmeyecek"... Hükümet SSK hastanelerini Sağlık Bakanlığı'na devretmeden önce buna benzer pek çok vaatte bulundu. Özellikle Başbakan hemen her Ulusa Sesleniş'inde Genel Sağlık Sigortası'nın güzelliğinden ve SSK hastanelerinin devrinin öneminden dem vurdu.
Oysaki SSK hastaneleri devletin hiçbir katkısı olmadan işçilerden kesilen pirimlerle kuruldu ve devredilene kadar da devletten bir kuruş almadan hizmet vermeyi sürdürdü. Devirden sonra ise işçiler tam bir karmaşanın içine süreklendiler.
Kuyruklar birken bin oldu. Başta kanser hastaları olmak üzere, SSK İlaç Fabrikası'nın ürettiği ilaçları alabilirlerken işçiler, bu kez eczanelerin insafına bırakıldılar. Pek çok hasta ilacını alamadığı için ölümü bekler hale geldi. Katkı payları arttı, sağlık ocakları paralı hale getirildi ve dispanserler ardı ardına kapatıldı..
PARAN VARSA YAŞA, YOKSA ÖL!
Şimdi de Genel Sağlık Sigortası (GSS) ile bütün sorunların çözüleceğini söylüyorlar. GSS'nin altında ise "Paran kadar sağlık" anlayışı yatıyor. Bunun için yasa taslağının maddelerine bakmak yeterli.
Buna göre GSS'den yararlanmak için 90 gün pirim ödemek gerekiyor. Eğer işçi bir nedenle bir yıl pirim ödeyememişse yine 90 gün beklemek zorunda kalacak. Ayakta tedavide, hekim ve diş hekimi muayenesinde para alınacak. İlaçlar ve tıbbi cihazlar için ödenecek katılım payı ise yüzde 10 ila yüzde 20 arasında olacak. Geliri asgari ücretin üçte birinden az olanlardan, yani aylık geliri 117 milyondan az olanlardan ise katılım payının yarısı tahsil edilecek. Günde bir doların altında kazananlar bile aldığı hizmet için bir bedel ödeyecek. Bunun yanı sıra laboratuvar ve röntgen tetkikleri, hastanede yapılan tedaviler ve ameliyatlardan da yüzde 1 katılım payı alınacak. Yüksek bedelli hastalıklar için yüksek pirim ödenecek, pirim ödemeyenler bu hastalığa yakalandıklarında masrafları cebinden karşılayacak. Ödeyemezse ölümü bekleyecek. Hükümetin katılım paylarını artırmaya gerekçesi ise oldukça ilginç: "Şimdi GSS kurulacağı, herkes bol bol ve ücretsiz hizmet alacağı için bu durumun istismar edilmesini önlemek!"
MEZARDA BİLE EMEKLİ OLAMAYACAKSIN!
Hükümetin işçi ve emekçiler aleyhine çıkarmak istediği yasalar bununla da sınırlı değil.
IMF ve Dünya Bankası'nın isteğiyle Meclis gündemine getirilen Emeklilik Sigortası Yasa Tasarısı mezarda emekliliği bile mumla aratacak.
Yasaya göre emekli olabilmek için 9 bin gün prim ödeme zorunluluğu getiriliyor ve emeklilik yaşı kademeli olarak 68'e çıkarılıyor. Yani kanuna göre 18 yaşında sigortalı olan bir kimse, hiç durmadan çalışır ve pirimleri kesintisiz ödenirse ancak 50 yıl sonra emekli olabiliyor.
Yılda 90 gün çalışan bir mevsimlik işçi ya da haberi olmadan sigorta pirimi ödenmeyen bir işçi ise ancak 118 yaşında emekli olabilecek. Bir mucize sonucu işçi 50 yaşında pirimini doldurmuş olsa bile 68 yaşına gelene kadar emekli maaşı alamayacak.
Bu tasarı emekli olanları da etkiliyor. Emekli aylıklarına uygulanan alt sınır kaldırıldığı için emeklilere verilen maaşlar da aşağıya çekilecek. Bu düşüş yüzde 70'lere kadar varacak.
KIDEM TAZMİNATI HEDEFTE
Hükümetin gündeminde olan önemli konulardan biri ise Kıdem Tazminatı. Yani işçilerin işten atılmaları ya da emekli olmaları halinde sahip olduğu tek güvencesi.
Patronların yıllardır şikayetçi oldukları Kıdem Tazminatı ile ilgili hazırlanan yasa tasarısıyla işçilere "Kırk katır mı kırk satır mı?" seçeneği dayatılıyor. Buna göre tazminatlar için bir fon oluşturulacak. İşçiler, kıdem tazminatına hak kazanabilmek için bu fona 15 yıl prim ödemek zorunlu olacaklar. Örneğin, 14 yıl çalışan ve malulen emekli olan bir işçi kıdem tazminatı alamayacak. Yine haksız olarak işten atılan bir işçi kıdem tazminatı hakkından yararlanamayacak. İşçiler, 15 yılı tamamlamış olsalar bile kıdem tazminatı alabilmeleri için patronun fona prim yatırmış olması gerekecek. Prim ödemeyen patrona ise hiçbir yaptırım yok.
İkinci dayatma ise tazminat hesabının 30 günlük değil, 15 günlük ücret üzerinden yapılması şeklinde. Burada da kıdem tazminatı alabilmek için işçinin 50 yaşını tamamlaması ve 10 yıllık kıdem süresini doldurması koşulu getiriliyor. Yani 9 yıl bir işyerinde çalışmış işçi, haksız olarak işten çıkarılsa bile kıdem tazminatı alamayacak. Ya da 10 yıl çalışsa bile elli yaşını doldurmamış işçi, işten haksız olarak çıkarılsa bile kıdem tazminatı alamayacak.
TARIM GÖÇTÜ, KÖYLÜ HAPİS KISKACINDA
Yakın zamana kadar Türkiye kendi ürettiği tarımsal ürünleri kendine yeten ülke olmakla övünürdü. Ancak, 20 yıldır iş başın gelen hükümetlerin uyguladğı neolibaral politikaların tarıma yansımaları sonucunda artık en temel gıda ürünlerinde bile ülke dışa bağımlı bir hale gelmiş bulunmaktadır. AKP hükümeti, diğer alanlarda olduğu gibi tarım alanında da önceki hükümetler gibi IMF'nin şekillendirdiği politikaları uygulamıştır. Bunun sonucunda, ülke tarımı ve beslenme açısından kilit önem taşıyan ürünlerde üretim sürekli biçimde düştü. Üretim alanları daraldı. Üretici köylü mazot, gübre, ilaç gibi girdilerin maliyetleri altında ezildi. Ürettiği ürünü maliyetinin altında satmaya zorlandı. Çiftçi sürekli biçimde yoksullaştı, neredeyse ürün ekemez hale getirildi. Bütün bu olumsuzluklara göğüs gerip üretmeye çabalayan çiftçi ise Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatiflerine olan kredi borçlarını ödeyemez hale geldi. Sayları binlerle ifade edilen çifçi bu yüzden hapis cezalarıyla yüz yüze geldi, o kadar ki , köycek hapis cezasına çarptırılan yerlerin haberleri basında sık yer tutar oldu.
DIŞ POLİTİKADA: HER ŞEY AMERİKA İÇİN!
AKP hükümeti de önceki hükümetler gibi, ekonomisini IMF'ye, demokrasi sorunlarını Avrupa Birliği (AB)ne havale eden bir tutum içindedir. Dış politika ise, tümüyle ABD'nin yörüngesine oturtulmuş bir durumdadır.
AKP hükümeti, ABD ile 1 Mart tezkeresi yüzünden "bozulan ilişkiler"i düzeltmek için olağanüstü bir çaba gösteriyor. Bunun için, İncirlik Üssü ABD'nin istediği koşullarda içeriği halktan gizlenen bir kararnameyle ABD'nin kullanımına sunulurken, F 16 uçaklarının modernizsyonu adı altında 1,4 milyar dolar ABD silah tekellerine veriliyor.
Yine bu uğurda Başbakan Erdoğan, "devlet terörü uyguluyor" dediği İsrail'e gitmekten ( ki, kendi tabanını teskin etmek için sarf ettiği bu sözlerin bir takiyye olduğu ortaya çıkmıştır ya da diğer bir deyişle Erdoğan tükürdüğünü yalamıştır.) ve 1 milyar dolarlık askeri bir ihaleyi İsrail'e vermekten geri durmuyor. Gezisinin üç gününü İsrail'de Yahudi lobisinin güvenini kazanmak için harcayan Başbakan, Filistin devlet yetkililerine ise sadece 3,5 saatlik bir zaman ayırıyor. Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün çeşitli vesilelerle İran, Suriye başta olmak üzere bölge ülkelerine, ABD'nin, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP)'nde dile getirdiği söylemlerle benzer söylemlerde bulunması, hükümetin Amerikancılıkta sınır tanımadığını göstermektedir. Öyle ki, Erdoğan AKP Meclis grup toplantısında yaptığı konuşmada Türkiye halkının anketlerde gösterildiği gibi ABD karşıtı olmadığını, tersine ABD'yi "dost ve müttefik ülke" olarak değerlendirip "sevdiği"ni söyleyecek ölçüde pusulayı şaşırmış bir halde bulunuyor.
DİN TÜCCARLIĞI
Başbakan Erdoğan ve bakanları "Tüccar siyaset" izlemekle övünüyorlar. Bu zihniyet açısından her şey alınıp satılabilir, yeter ki kârlı olsun! Ancak, AKP hükümeti ve Başbakanın tüccarlığı memleketin en kârlı ve stratejik kuruluşlarını özelleştirme adı altında yabancı tekellere pazarlamakla sınırlı değil, onlar din tüccarlığı da yapıyorlar. Dindar vatandaşın oyunu alabilmek için dini inanç ve duygularını sömürdükleri, hükümet olduktan sonra yaptıkları uygulamalarla kanıtlanmış bulunmaktadır. AKP ve Erdoğan, patronlara verdiği sözleri ikiletmeden yerine getirirken, takiyyeyle işi geçiştirmektedird. Bugün Ortadoğu'da Arap, islam halklarına karşı deyim yerindeyse yeni bir haçlı savaşı başlatmış bulunan ABD emperyalizmin bölgede en büyük desteği AKP iktidarından görmektedir. İncirlik üssü yeni saldırılar için hazırlanırken, hastaneleri, camileri bombalayarak hergün onlarca Irak'lının kanını akıtan ABD ve koalisyon güçlerinin gıda, enerji başta olmak üzere lojistik ihtiyaçları Türkiye'den karşılanmaktadır. Aynı şekilde Filistin'de katliamlar yapan Siyonist İsrail yönetiminin bölgedeki stratejik ortağı Türkiye'dir ve Erdoğan'ın yaptığı son geziyle beraber aralarında ki "dostluk" daha da pekiştirilmiş bulunmaktadır.
DEMOKRASİ VE KÜRT SORUNU
AKP hükümetinin, demokrasi sicili de en az ekonomi ve siyasettesi sicili kadar bozuktur. AB'den tarih almak amacıyla yapılan yasal düzenlemeleri "demokrasiyi geliştirme" hamleleri olarak sunmaya çalışan hükümet, gerçek yüzünü, -TCK'da olduğu gibi yasanın yürürlük tarihini erteleyerek- en küçük "demokrasi sızıntıya" dahi tahammülünün olmadığını göstermiştir. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nde, temel tehdit "iç tehdit" olarak yine de bu dönemde belirlendi. İşsizliğe, yoksulluğa karşı mücadele, örgütlenme "sosyal patlama" kapsamına alınarak tedbirler alınmaya başlandı.
Bu kapsamda emek örgütleri, demokrasi savunucuları, sendikalar topun ağzına kondu. Eğitim-Sen sendikası kapatıldı. En son Seydişehir'de olduğu gibi işçilerin ve halkın üzerine panzerler sürüldü. Seçim meydanlarında "demokrasi için gerekirse tankların üstüne çıkarız" diye demogoji yapan, demokrasi havarisi kesilen AKP, göstermelik AB uyum yasalarına paralel olarak en baskıcı uygulamaları devreye sokmaktan çekinmedi. TCK yasasında yapılmak istenen değişikliklerle, başta basın özgürlüğü olmak üzere kendisine muhalif tüm seslerin kısılması için kararnameler hazırladı.
"Kürt sorunu yoktur diye düşünürseniz, yok olur" diyen Başbakan Erdoğan, Kürt sorunu konusunda devam eden asimilasyoncu, inkârcı tutumu sürdürdü. Yeniden bölgede operasyonlar başlatıldı, korucular devreye sokuldu. Barış ortamı geliştirilmek yerine gerilim ve çatışma dönemine dönüş adımları atılmaktadır. 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve babasını 13 kurşunla katledenler terfi ettirilirken, dava Eskişehir'e alınmaktadır.
Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu gibi Türkiye'nin önündeki meseleler, halklar arasında kardeşleşmenin pekiştirilmesi için ele alınıp çözülmesi gerekirken, halkların birbirlerine düşmanlaştırıldığı bir kapsamla ele alınıyor. Kürt sorununun çözümsüz kalmasından zarar görenlerinin başında Türk, Kürt ve her milliyetten işçi ve emekçiler gelmektedir. Emperyalistler, bu sorunu "kaşıyıp" isteklerini Türkiye'ye kabul ettirmek için bir koz olarak kullanırlarken, Türkiye egemenleri de emek ve demokrasi taleplerini baskılamak üzere şovenizmi ve gericiliği kışkırtmanın bir aleti olarak kullanmaktadırlar. Kürtler Nevwroz ve 1 Mayıs'ta birlik ve kardeşlikten yana bir çözümden yana olduklarını göstermişlerdir. AKP hükümeti sorunun demokratik halkçı tarzda çözümü için girişimlerde bulunmak ve politikalar geliştirmek bir yana, ülkeyi yeni bir çatışma dönemine sürüklemektedir.
DIŞ MİHRAKLARIN HİZMETİNDE
Ekonomiden, siyasete, iç politikadan, dış politikaya kadar AKP hükümetinin "icraatları" söylenenlerden çok daha fazlasını içermektedir.
Ancak, buraya kadar aktarılanlardan, AKP'den işçilere ve emekçilere bir hayır gelmeyeceği, değil iki yıl, iki bin yıl süre tanınsa da AKP hükümetinden emekçiler ve halk yararına bir icraat çıkmayacağı ortadadır.
AKP hükümeti de, tıpkı önceki hükümetler gibi, işçilerin, emekçilerin ve yoksul halk kitlelerinin taleplerini, duygularını sömürmüştür.
Seçim meydanlarında bol bol vaadlerde bulunmuş, fakat hükümet olduğu andan itibaren halka verdiği tüm sözleri unutup, bütün birikimini ve enerjisini uluslararası sermaye ve işbirlikçilerinin çıkarları için devreye sokmuştur.
AKP'nin koalisyon hükümetlerini oluşturan partiler gibi sığınacağı demogojik bir gerekçesi de yoktur. Mecliste, anayasayı değiştirebilecek bir sayıya sahip AKP bu gücü halktan yana değil, uluslararası ve yerli tekellerden, para babalarından, IMF'den yana seferber etmiştir.
Önceki hükümetler, belli sürelerde IMF ile anlaşma yoluna giderken, AKP hükümeti, yeni imzaladığı 3 yıllık Stand-by anlaşmasıyla iktidarda kalacağı 5 yıl boyunca IMF'nin söyledikleriyle ülke yönetmekte bir sakınca görmemektedir.
Dolayısıyla AKP'nin kendine ait ne bir ekonomi, ne bir siyasi, ne de demokrasi fikri ve planı olmadığı böylece ortaya çıkmıştır.
O, dış mihraklar ve işbirlikçileri ne diyorsa tamamen onu yerine getirmektedir. "Yaptıkları, yapacaklarının garantisidir" özdeyişinde olduğu gibi, AKP gelecekte de işçilerin, emekçilerin değil uluslararası para babalarının ve yerli işbirlikçi patronlar takımının çıkarına çalışacaktır.
ÇÖZÜM EMEKÇİLERİN ELLERİNDEDİR
İşçiler, emekçiler açısından çözüm, AKP'yi terkedip, mevcut düzen partilerinden bir başkasını "denemek" olmamalıdır. Bugüne kadar bu çokca yapılmış ve fakat gelen gideni daima aratmıştır. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Şöyle hafızamızı biraz yoklarsak, daha 3 Kasım seçimlerinde "Kurt, Kuş, Arı kahrolsun IMF iktidarı" diyerek AKP'ye oy verilmedi mi?
Ne oldu?
En IMF'ci hükümet AKP hükümeti oldu.
Ancak, kesin olan bir şey var ki, AKP, büyük iç ve dış destekle iktidara geldiği dönemin AKP'si değil. Bu gerçek AKP'ye kamuoyu araştırmaları yapan Polmark şirketinin 4 Nisan 2005 tarihli "AKP hükümeti trend raporu" ortaya koymaktadır.
Bu rapora göre: AKP hükümetine destek, 3 Kasım 2002 seçimlerinden beri en düşük düzeye indi. 2005"in Ocak ayında hükümeti başarılı bulanların oranı yüzde 58.5 iken, Mart ayında gerileyerek yüzde 35'e indi. Hükümetin ekonomik performansı ise yüzde 62.1 iken, Mart ayında yüzde 44.7'ye geriledi. AKP'ye destek oranı yüzde 33.7"ye düşerken Erdoğan'ın beğenilme düzeyi 31.6'dan yüzde 22'ye düştü. Türkiye halkı, emperyalist yağmaya, halkın açlığa ve yoksulluğa itilmesine, işten atmalara, hak gasplarına karşın çözümsüz değildir. SEKA'da günlerce direnen işçiler, TEKEL işçileri, Seydişehir Alüminyum işçileri özelleştirmecilere ve yağmacılara, onlara çanak tutan AKP hükümetine ihtar vermişlerdir. Yurdun dört yanında çiftçiler, üretici köylüler tarımın çökertilmesine karşı meydanlara çıkmaya başlamıştır. Kamu emekçileri hakları ve sendikal özgürlükleri için aylardır sokaktadır. Hükümet sermaye örgütleriyle can ciğerdir, IMF ile göbek bağını sağlamlaştırmıştır. Fakat AKP'nin emek düşmanı politikalarını durdurabilecek tek güç işçi, emekçi ve her milliyetten halkın birleşik örgütlü gücüdür.
Bunun için işçilerin, emekçilerin sendikalarını güçlendirmeleri, sendikalarını düzen partilerini destekleyen bürokratik çizgiden kurtararak, kendi sınıf çıkarlarına hizmet eden bir hatta çekmeleri gerekmektedir. Bunun için ABD'ye, AB'ye, İMF'ye dur demek, emperyalistlerle ilişkileri kesmek ve bağımsız demokratik bir Türkiye talebi etrafında birleşmek gerekmektedir. Önceki hükümetlerde olduğu gibi AKP'nin de sonu gelmekte, tabanı kaymaktadır.
IMF VE ABD politikalarına bağlanmış hiçbir parti bu sondan kaçamadı, ABD de kaçamaz. Öyleyse, çözüm, AKP başta olmak üzere düzen partilerinin tümünü reddederek, işçilerin, emekçilerin kendilerini politik bir güç merkezi olarak örgütlemeleri ve siyasal sürece müdahale etmelerindedir. Bunun imkanları bugün her zamankinden fazladır.
ozgurhaber.net