Zig Zag Ogretisi (zamanda Yolculuk)

SOYUT KÜTLE
Soyut kütle, Planck Sabiti’nin öte tarafında kalan her şeyin ismidir. Yani, kısaca, yaşadığımız somut evrenin dışında kalan öbür alemin tanımıdır.

Bunun klasik bilimlerce kabul görmemesinin kendine göre bazı nedenleri vardır. Her şeyden önce, soyut kütle adı üzerinde “hayali” olduğundan, bilim çevrelerince ciddiyeti tartışılmıştır. İkincisi, ışıktan milyarlarca kez hızlı gitmek (D21, D22), Einstein’in Relativite Teoremi ile çakışmakta ve üçüncüsü, Kuantum Teoremi’ni de tam karşısına almaktadır. Ancak, diğer taraftan, maddenin bittiği yerde soyut kütlenin başladığı ve bunun, madde gibi sonlu ve kısıtlı olmadığı da matematiksel bir gerçek olarak kanıtlanmıştır.

O. M. Bilaniuk ve E. C. G. Sudarshan’ın 1969 yılında birlikte yayınladıkları, “Particles Beyond The Light Barrier” (Işık Engelinin Ötesindeki Partiküller) (D4) ve “More About Tachyons” (Takyonlar Hakkında İleri Bilgiler) (D5) adlı makalelerinde; J. G. Taylor’un 1969 yılında yayınladığı, “Particles Faster Than Light” (Işıktan Hızlı Partiküller) (D43) adlı makalesinde ve G. Feinberg’in 1969 ve1970 yıllarında yayınladığı, “Possibility of Faster-Than-Light Particles” (Işıktan Hızlı Partiküllerin Olabilirliği) (D21) ve “Particles That Go Faster Than Light” (Işıktan Hızlı Giden Partiküller) (D22) adlı makalelerinde ve N. Herbert’in 1988 yılında yayınladığı, “Faster Than Light: Superluminal Loopholes in Physics” (Işıktan Hızlı: Fizikte Süperluminal Delikler) (K78) adlı kitabında bu konuda ayrıntılı bilgiler yer almaktadır.

Matematiğin kanıtladığı her şey eninde sonunda bulunur. Evrende her şey matematiğe, yani sayılara dayalıdır. Bu sayılardan boyut geometrisi ortaya çıkar. Boyutlara, fiziksel etki ve dinamizm yerleşince de, evren, fiziko-matematik bir açıklamaya kavuşur.

Eski Yunanlılar, örneğin 3-5’in sonucunu, imkansız diye bilirken, Kur’an’dan çıkardığı cifir bilgisini cebir haline getiren (Sıfırın kullanımını ve ondalık sayıları bulan) Müslüman Türk alimi Al Cabir, 3-5’in sonucunu -2 olarak tanımlamıştır (Algebra-Cebir ismi bu ünlü alimden gelmektedir).

Matematikte eksi sayıların bulunması, geometride soyut evrenlerin bulunduğunu ve fizikte de “antimadde” denilen “eksi” bir maddenin varlığını haber vermiştir. J. G. Cramer’in 1984 yılında yayınladığı, “Other Universes” (Diğer Evrenler) (D8, D9) ve 1985 yılında yayınladığı, “The Other 40 Dimensions” (Diğer Kırk Boyut) (D10) adlı yazılarında soyut evrenler hakkında ve H. Alfven’in 1966 yılında yayınlanan, “Worlds-Antiworlds” (Dünyalar-Antidünyalar) (K2) adlı kitabında, bu konuda ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır.

Antimaddenin varlığının ortaya konuluşu, 1920’li yıllara kadar gitmektedir. O yıllarda, Kuantum Teoremi’nin dalga mekaniğinin kurucusu Schrödinger’in denklemlerinin (K66), bilinen “artılı” çözümün yanısıra, bir de “eksili” çözüm vermesinin Maurice Dirac (1902-1984) tarafından ortaya konulması antimaddenin ilk göstergelerinden biri olmuştur.

Bugün artık soyut matematik uzaylar, soyut kuvvet alanları, soyut kartezyen koordinatlar modern bilimin bir parçasıdır (K88, K135). Minkowsky’nin, zaman boyutunu, “karekök içinde -1”olarak tanımladığını daha önce belirtmiştik. Artık Kuantum Teoremi’nden karadeliklere kadar bir çok teorem soyut sayılarla içiçedir.

Negatif sayıların antimaddeyi heber vermesi gibi, soyut sayılar da soyut kütlenin habercisidirler. Soyut bir matematik matrisin, soyut bir geometrik matris ve soyut bir kütle fiziğinin habercisi olduğu, Dünya’da ilk kez Zig-Zag Grubu’nca belirlenmiştir.

Bilimsel olarak kanıtlanmasının yanısıra, Bağdadi’nin, tezkirelerinden birinde, Hazreti Hızır ile birlikte gezdiği “Mücerret Alem”i (Soyut Alem’i) anlatmış olması, Zig-Zag Grubu’nın bu konudaki inancı ve israrının en önemli delilidir:
 
BAĞDADİ, “SOYUT ALEM”İ ANLATIYOR
Zig-Zag Grubu’na iletilen tezkirelerde, Mevlana Halid-i Bağdadi, Hazreti Hızır ile birlikte yaptıkları Mücerret Alem yolculuğu sırasında, bu alemin yapısını ilginç bir şekilde anlatmıştır. Zig-Zag’ın soyut kütle üzerine gitmesinin en büyük nedeni budur.

Şimdi, Hızır Tezkiresi’nin konuyla ilgili bölümünü Osmanlıca aslından aynen sunuyoruz:

“Ecsam Alemi, “Ya-Sin” hurufuna riayet eder. Lakin, Alem-i Mücerret, “Ta-Ha” hurufuna riayetle mükelleftir. Cümle Kainat’ın hududu Alem-i Beşeriyye olup, ol merkez Esfel-i Safilin Alemi müşahhas mehazındadır. Ol merkezin müşahhas berisi, “Ya-Sin”; mücerret gayrısı, “Ta-Ha” hurufudur. Alem-i müşahhas ev maddi ev ecsam, hem fani, hem dahi mahdut olup, müşahhas tabiatı sebebiyle kemiyete isnaddır. Ol maddi alem hitamında, müşahhastan gayrı, mücerred Bera Alemi mevcuttur. Alem-i Mücerreteyn, seyyalevi ve cevval olup, hem zihni mutasavvır ve muhayyel suret imal (olunur). Hem dahi zihni tesirden maada, tabii “Ta-Ha”dan da manevi ve ruhani ve melekuti suretlere havidir. Zihni müesseriyet vasıtasıyla imal olunan suretlerin menbaı, Alem-i Beşeriyye ve cinniyenin tehayülatı olup, rüya ile zuhur eder. Kim ol suretlerin ressamı ve heykeltraşı, şuur-u cin ev insdir. Lakin, cin ve insanlardan azade, tabii sakin suretlerin sebebi, “Ta-Ha” hurufu mukattaasıdır. Ol hurufat, “Ta-Ha”, yani tahayyül ile alakadar bir esrardır. Suret-i kat’iyyede zihni tesirlere müesser kılınmaz. “Ta-Ha”nın, “tahayyun” namıyla maruf tahayyülat kudreti, Alem-i Mana’dan zuhur eyler. Ol “Ta-Ha” tahayyunu müesser olmayıp, müessirdir; yani, “mana seyyahı”, hakikatte, Alem-i Mücerreteyn’in “tahayyül” ve “tahayyun” ile müesses olduğunu müşahede eyler. Ol Beka Alemi, kemiyeti (değil), keyfiyeti haizdir. Tahayyülün sıfatı mevcuttur, velakin keyfiyet-i tahayyunun sıfatı namevcuttur. Yegane mevcudatı, suret-i esması olup, ol Mücerret Alem’de, esmalar, ilahi zikir raksı, semah mevceleri ile Esma’ül Hüsna’yı talim ederler. Nar ve ziyası, ol talime terbiye olmaya istidatlı ve müessir olmayıp, zaif ve naçardır. Zira, tahayyun, ziyadan elfi elfi kerre süratlidir. Ziya Alemi, ecsamın Nar’ıdır. Nevra Alemi, mücerretin Nur’udur. Ziya, Nur’un yanında, küheylana refakat, tosbağa aczine teşbih olup; ziya, fevkalade miskinete ve atalete tavi olup, Nevra’nın süratine suret-i kat’iyyede ve zinhar muvassıl olmaktan (olunur). Hem dahi zihni tesirden maada, tabii “Ta-Ha”dan da manevi ve ruhani ve melekuti suretlere havidir. Zihni müesseriyet vasıtasıyla imal olunan suretlerin menbaı, Alem-i Beşeriyye ve cinniyenin tehayülatı olup, rüya ile zuhur eder. Kim ol suretlerin ressamı ve heykeltraşı, şuur-u cin ev insdir. Lakin, cin ve insanlardan azade, tabii sakin suretlerin sebebi, “Ta-Ha” hurufu mukattaasıdır. Ol hurufat, “Ta-Ha”, yani tahayyül ile alakadar bir esrardır. Suret-i kat’iyyede zihni tesirlere müesser kılınmaz. “Ta-Ha”nın, “tahayyun” namıyla maruf tahayyülat kudreti, Alem-i Mana’dan zuhur eyler. Ol “Ta-Ha” tahayyunu müesser olmayıp, müessirdir; yani, “mana seyyahı”, hakikatte, Alem-i Mücerreteyn’in “tahayyül” ve “tahayyun” ile müesses olduğunu müşahede eyler. Ol Beka Alemi, kemiyeti (değil), keyfiyeti haizdir. Tahayyülün sıfatı mevcuttur, velakin keyfiyet-i tahayyunun sıfatı namevcuttur. Yegane mevcudatı, suret-i esması olup, ol Mücerret Alem’de, esmalar, ilahi zikir raksı, semah mevceleri ile Esma’ül Hüsna’yı talim ederler. Nar ve ziyası, ol talime terbiye olmaya istidatlı ve müessir olmayıp, zaif ve naçardır. Zira, tahayyun, ziyadan elfi elfi kerre süratlidir. Ziya Alemi, ecsamın Nar’ıdır. Nevra Alemi, mücerretin Nur’udur. Ziya, Nur’un yanında, küheylana refakat, tosbağa aczine teşbih olup; ziya, fevkalade miskinete ve atalete tavi olup, Nevra’nın süratine suret-i kat’iyyede ve zinhar muvassıl olmaktan kuvve-i kifayede aczdedir. “Ta-Ha” hurufu, tahayyünün müdiridir. Alem-i Tahayyun’dan, Alem-i Ecsam, tekvin esnasında tecrit ve tard eylenmiştir. Ol sebepten, Alem-i Cismaniyye’nin cümle zerreleri, “Ya-Sin” hurufunun peşinden Alem-i Ecsam’a ihraç olunmuştur. Ol zerreler, “tardiyyun” ev “yasinnun” namıyla yad edilir ki, tard eylenmiştir. Ol “tardiyyun” tard edilmese, Alem-i Ecsam mevcudiyete bigane olurdu.”

Şimdi, yukarıdaki paragrafın Türkçe’sini sunuyoruz:

“Cisimler Alemi (Ecsam Alemi), “Ya” ve “Sin” harflerine boyun eğer; ancak, Soyut Alem (Mücerret Alem), “Ta” ve “Ha” harflerine uymakla yükümlüdür. Tüm Kainat’ın sınırında insanlık yer alır ki, orası, “aşağıların en aşağısı” olan Cisimler Alemi sınıfındandır. Oranın somut olan berisi “Ya-Sin”, soyut olan ilerisi “Ta-Ha” harfleridir. Cisimler Alemi sınırlı olup, somut doğası nedeniyle “niteliğe” dayanır. O Cisimler Alemi’nin bitiminde, soyut (mücerret) ve kalıcı bir evren vardır. O Soyut Alem seyyal ve dinamik olup, hem zihinde tasarlanarak imal edilebilir; hem de zihinsel etkiden başka, doğal “Ta-Ha”da bulunan manevi ve ruhani melek biçimlerinde olabilir. Zihinsel etki ile imal edilen biçimlerin kaynağı, cinlerin ve insanların düşünce ile biçimlendirmesi olup, bu durum düşlerle de ortaya çıkar ki, o biçimlerin çizeni ve heykeltraşı, cin ya da insan bilincidir. Ancak, cin ya da insandan bağımsız olarak oluşan doğal ve yerleşik biçimlerin nedeni, “Ta-Ha” harfleridir. O “Ta-Ha” harfleri, hayal kurma (tahayyül) gizemini içerir. Kesinlikle zihinsel etkilemeye uymazlar. “Ta-Ha”nın “tahayyun” adıyla bilinen hayal etme gücü, Mana Alemi’nde ortaya çıkar. O “Ta-Ha” tahayyunu, etkilenen değil, etkileyendir. Bunun anlamı şudur: Mana Alemi “gezgini”, gerçekte, Soyut Alem’i bilincinde biçimlendirir. O kalıcı evren, nicelikle değil, “nitelikle” donanmıştır. İnsan tahayyülünün bir sıfatı vardır; ancak, tahayyyunun niteliği bir sıfatla anlatılamaz. Var olan, sadece isimlerin biçimi olup, o Soyut Alem’de isimlerin zikri semah eden dalgalarla “Esma’ül Hüsna”yı talim ederler. Nur ve ışığı, o talime uyarlı olmaya yeterli ve etkili olmayıp, zayıf ve çaresizdir. Çünkü, “tahayyun” ışıktan binlerce kez hızlıdır. Işık, Cisimler Alemi’nin enerjisidir (Nar’ıdır). “Nevra” (Nur kökünden türemiş olup, bilimdeki karşılığı Cerynkoff Işını’dır); Soyut Alemi’n “Sonsuz Özenerjisi”dir (Nur’udur). Işık, Nur’un yanında, bir yarış atı ile kaplumbağanın yarışına benzer. Işık çok yavaş ve ağır gider. Bundan dolayı, Nevra’nın hızına ulaşmaya asla ve kesinlikle gücü yetmez. “Ta-Ha” harfleri, “tahayyun”un yönetmenidir. Cisimler Alemi’nin, Tahayyun Alemi’nden yaratılması (Big Bang) sırasında, madde soyutlanmış ve kovulmuştur. Bu nedenle, Cisimler Alemi’nin tüm zerreleri, “Ya-Sin” harflerinin ardından Cisimler Alemi’ne ihraç edilmişlerdir. O zerreler, “tardiyyun”, ya da “yasinnun” (Y-S-N) adıyla anılır ki, oradan aktarılmamış olsa, Cisimler Alemi yaratılmamış olurdu.”

Soyut Alem’i anlatan Bağdadi, bize hayali gelen o evrene geçebilseydik, oranın hayali değil (fakat tam madde de değil), “tahayyun” adıyla tanımlanan bir yapıda olduğunu anlayacağımızı yazıyor. Öte yandan, Kuantum Teoremi’nin orijinin “nicelik” (kemiyet) olması da oldukça ilginç. Sanki, Planck, bu ismi kendisinden çok önceleri yaşayan Bağdadi’den öğrenmiş gibi. Diğer taraftan, Aiberg’in eserlerinde “Süper Uzay”dan söz edilirken, burada sıfatların olmadığı belirtilmiştir. Bunu da aynen Tezkire’de buluyoruz. Daha da önemlisi, ışıktan binlerce kez hızlı giden “Sonsuz Özenerji”den söz ediliyor. Enerji ve onun oluşturduğu madde ise, o evrenden bir “eksi işlem” sonucu kovulmuş ve bu, bizim evrenimizi yaratan patlamaya (Big Bang) yol açmıştır. Böylece, “tahayyun” denilen Soyut Alem’in birimleri, içinde bulunduğumuz Cisimler Alemi’nden ötede kalmıştır. O alemin birimleri, “Ta-Ha”ya izafeten “tahayyun”; bu alemin yapıtaşları ise, “tardiyyun”, ya da “yasinnun” (Y-S-N) birimlerinden oluşmuştur.
 
“TA-HA” PLANI BAŞARILIYOR
Yine, Aiberg’in ağzından dinliyoruz: “Takyon Teoremi’nin bize düşen bölümü için, Hilbert Uzayı’nı kullanmış ve takyonların mekanının Hilbert “uzay-zamanı” olduğunu göstermiştik. Bu bölgenin enerji-fiziğini Feinberg bulduğuna göre, bize düşen onun madde-fiziğini bulmaktı. Bunu da daha sonraları, “Beşinci Boyut (Bilinç) Teoremi” (K80) ile başardık. Hilbert’in bize sağladığı bir başka önemli fizik başarı da, noktalardan ve boyutsuz birimlerden oluşan Kuantum Teoremi’nin yerine, Hilbert Uzayı’ndaki saklı boyutların, yani 11 boyutlu süper cisimlerin teoremini geliştirmemiz oldu. Böylece, klasik noktasal kuant taneciklerini terk ediyor, mikrofizik ile Relativite Teoremi’ni (Özellikle, Hawking’in katkılarıyla) birleştiriyor, evrenin fizik bütünlüğüne yöneliyorduk. Ancak, bu noktada tekrar bir çıkmazla karşıkarşıya kaldık. Hilbert Uzayı, kendisinin Planck Sabiti altındaki değerinin 40. exponential çarpımına eşittir ki, bu, evrenin en büyük sınırıdır ve evren bundan daha büyük olamaz, bundan öteye genişleyemez. Ne yazık ki, bu sınırlandırma, Hilbert Uzayı’nı “sonsuz” umduğumuz halde, “sınırlı” yapıyordu. Hilbert “sonsuz”u bulmuş, ancak bunu uzaylarına uygulayamamıştı. Böyle olunca, bizim aradığımız “Tanrı”, Süper Uzay’da (Wheeler Uzayı’nda, Aşağı Misal Alemi’nde) kısıtlanıyordu. Yani, kısıtlanan bu Tanrı, Süper Uzay’ı yaratamazdı; çünkü ikisi birden var edilmişlerdi. Bu durumda, iki ihtimal ortaya çıkıyordu: Ya Tanrı yoktu; ya da bu Tanrı’yı (ve onun mekanı olan Süper Uzay’ı) yaratan bir “üst” Tanrı vardı. Bu düşünce, bizi, iki Tanrı’lı olmak gibi bir yere getiriyordu. Bir açmaza düşmüştük.

Bu aşamada, KMA devreye girdi ve Allah’a giden sonsuzluğu araştırmak için, elindeki bütün bilgileri ilgilendiği bilim adamlarına postaladı. Amaç, Hilbert’in “sonlu” sonsuzluğunu aşıp ilersine geçmek, yani Cantor’un sonsuzluğunu ve Hilbert Uzayı’nın dışındaki asıl sonsuzluk kavramını bulmaktı.”
 
ELİF-BE” DÖNEMİ
Buraya kadar geçen sürede, KMA notlarının “Ya-Sin” ve “Ta-Ha” dönemleri sona ermişti. Bundan sonraki dönem, “Elif-Be” Dönemi adını almıştır. Bu dönemde, evrenin bütünlüğü açıklanmış, Arz’dan Arş’a kadar tüm evren katlarını tırmanacak bir transkozmoloji teoremi ortaya konulmuştur. Bu nedenle, bu son dönem, “Zig-Zag’ın Zafer Destanı” (The Sieg Saga of Zig-Zag) olarak bilinir ve “ss / ZZ” sembolü ile gösterilir.

Bu başarıya, 11. KMA olarak uzun süre görev yapan, ünlü Arjantinli yazar “Jorge Luis Borges”in büyük katkılarıyla erişilmiştir.
 
JORGE LUIS BORGES (1899-1986)

Dünya çapında ünlü bir yazar olan “Jorge Luis Borges” (1899-1986) (S58), Buenos Aires’li saygın bir ailenin oğludur. 1941 yılından 1986 yılındaki ölümüne kadar 45 yıl süreyle Zig-Zag Öğretisi’nin KMA’lık görevini üstlenmiş olan Borges’in gizemli yaşamı, İslamiyet’e yönelişi ve Müslüman olarak Zig-Zag Grubu’na girişi oldukça ilginçtir:

Borges, küçük yaşta öğrendiği İngilizce’nin yanısıra, ailesi ile birlikte Birinci Dünya Savaşı sırasında bulunduğu Cenevre’de, Fransızca ve Almanca da öğrenir. 1921 yılında Buenos Aires’e geri döner. 1923-1929 yılları arasında, üç şiir kitabı yayınlanır. Kendisini edebiyata adamış olan Borges’in, “sonsuzluğun ötesinde ne olduğu” sorusu, yıllardır kafasını bir saplantı gibi kurcalayan en önemli sorudur. Bu alandaki bilimsel çalışmaları yakından izlemekte, ancak ünlü matematikçi David Hilbert’in tanımladığı sonsuz uzayın sona erdiği noktadan sonra ne olabileceğine ilişkin hiç bir mantıklı açıklama bulamamaktadır. İşte tam bu sıralarda, kendisine, Mekke’den postalanmış ingilizce bir mektup gelir. Çok iyi bir İngilizce ile yazılmış bu esrarengiz mektupta, Borges, İslam dinine çağrılmakta; en yakın bir İslami merkeze din değiştirmek üzere başvurması halinde, kendisine çok önemli kozmik sırların verileceği bildirilmektedir. Borges, mektubun bir arkadaş şakası olmadığını hemen anlar. Çünkü, sonsuz ötesi matematiğin hiç kimseye nasip olmamış muhteşem ve çok özel sembolleri bu mektupta listelenmiştir. İşin ciddiyetini anlayan Borges, hiç direnmeden, bir İslami merkeze giderek Müslüman olur. Bir süre sonra, adresine, sonsuz ötesi sembollerin nasıl kullanılacağını açıklayan, paket kalınlığında ikinci bir mektup gelir. Mektupta, KMA ve Geinberg ikilisinin imzaları vardır. Borges, o günkü duygularını, “Hayatımın ilk kalp krizini geçirmek üzereydim; çünkü, en büyük hobim olan sonsuz ötesi matematikte ikinci bir Cantor olmak üzereydim. Üstelik mektupla öğrenim görüyordum” diyerek dile getirmiştir. Tek yanlı mektuplaşma bir süre daha devam eder. Sonra, mektuptaki ikinci imza olan Geinberg ortaya çıkar. Borges’le bir kaç kez gizlice buluşurlar; eldeki bilgileri birleştirirler. O güne kadar bilinen Takyon Evreni’nin (Misal Alemi’nin) sonsuz sanılan limitlerinin de sonlu çıkmasıyla , onun da ötesindeki sınırsız, mutlak sonsuz gündeme gelmiştir. Allah’ın varlığının ispatı için, bu kısıtlı sonsuzun aşılması gerekmektedir.
 
ELİF NOKTALARI
Borges, bu sorunu çözmeyi başlıca görev bilerek kendini İslamiyet’e öylesine verir ki, sonunda, Geinberg’in yardımlarıyla “mutlak sonsuzu” kanıtlayan “Elif Noktaları”nı bulur. Borges’in yoğun çalışmalar sonucu bulduğu Elif Noktaları ile mutlak sonsuzun tanımı yapılabilmiştir. Böylece, bu tanımla, evrenin tümdengelimli incelenmesinde bilim adamlarına harika ipuçları sağlanmıştır.

“Elif”, Arap alfabesinin ilk harfi ve en önemlisi 1 sayısının ta kendisi olup, Hızır Tezkiresi’ndeki şifrelerden biridir. Elif Noktaları ile sınırlı olan sonsuzumuz, daha önce kanıtlanan Takyon Evreni’nin ötesinde olduğu için, hiç bir zaman sınanamaz ve hep teorik kalacaktır. Ancak, Elif Noktaları’nın yararı sayısızdır. Bir kere, sonsuz üzeri sonsuzdan +1 büyük olduklarından, Allah varlığına giden tek “Mir’aç Yolu” olduğu teorik olarak kanıtlanmıştır. Yani, “Allah’ın varlığının” delilidir. Tamamı 43 tane olan bu noktaların her biri, “Rabb-ül Alemin” sözlerinin karşılığı bir evreni simgelemektedir.

Konunun bilimsel ayrıntılarına burada girmiyoruz. Ancak, şunu belirtmek gerekir ki, bu buluş, bu alanda uğraş veren bilim adamları için Müslümanlığı kabul etme nedeni olmuştur. Takyon Evreni’nin sonsuzluğu Allah’ın varlığına delil değil, tam tersine onun reddi gibi bir sonuç vermekteyken, Borges’in Elif Noktaları’nı ispatlamasıyla, Aiberg’in ifadesi ile tam 34 Batılı bilim adamı hemen Müslüman olmuşlardır.

Borges, Elif Noktaları’ndan, 1949 yılında (ülkemizde 1998 yılında) yayınlanan, “El Aleph” (Alef) adlı eserinde (K25) söz etmiştir. Bu eserin bazı bölümlerini Borges’in anlatımıyla aşağıda sunuyoruz:

“… Doğru bodruma ineceksin. Seni uyarayım: Dümdüz, sırtüstü yatmalısın. Görüş açısının, tam bir karanlık, tam bir hareketsizlik içinde belli bir noktaya ayarlanması gerekli. Gözünü yerden ondokuzuncu basamağa dikmelisin. Seni aşağıya bıraktıktan sonra merdivenin kapağını kapatacağım. Tamamen yalnız kalacaksın… Bir ya da iki dakika sonra, Elif’i göreceksin… Gözlerimi kapattım. Gözlerimi açtım ve Elif’i gördüm. Şimdi öykümün anlatılması, aktarılması olanaksız özüne geliyorum. Bir yazar olarak çıkmazım da bu noktada başlıyor…Yapmak istediğim şey gerçekten olanak dışı. Çünkü, sonsuza giden bir dizinin birimlerini sıralamak olanaksız. Ben, bir tek dev saniye içinde, hem fevkalade, hem korkunç olan milyonlarca eylem gördüm; hiç biri de beni, hepsi mekanda aynı noktayı kapladıkları halde, birbirlerini gölgelememeleri, örtmemeleri kadar etkilemedi. Gözlerimin yakaladığı şey eşzamanlıydı; ama şimdi yazacaklarım zaman içinde sıralanacak, çünkü dil sıralayıcıdır. Ne olursa olsun, hatırlayabildiğim kadarını aktarmayı deneyeceğim: Basamağın arka kısmında, sağa doğru, neredeyse dayanılmaz bir parlaklıkta, gökkuşağının tüm renklerini içeren bir çember gördüm. Önce, döndüğünü sandım; ama sonra, bu titreşimin, kapsadığı Dünya’nın sersemleticiliğinden gelen bir yanılgı olduğunu anladım. Elif’in çapı, herhalde bir kaç santimden fazla değildi; ama tüm alem gerçekten ve eksiksiz içindeydi. Her şey (söz gelimi bir aynanın yüzü) sonsuzdu; çünkü her şeyi, evrendeki bir açıdan açıkça görebiliyordum… Denizin dalgalanışını gördüm; günün doğuşunu, günün batışını gördüm… Amerika’daki insan yığınlarını gördüm; siyah bir piramidin ortasındaki gümüş rengi örümcek ağını gördüm… Bitmez, tükenmez sayıda gözün, bir aynaya bakar gibi, bende kendilerine baktıklarını gördüm; yeryüzündeki bütün aynaları gördüm, hiç biri beni yansıtmıyordu; Soler Sokağı’ndaki bir evde otuz yıl önce gördüğüm yer çinilerinin aynılarını gördüm… Bir yan sokakta kurumuş topraktan bir tümsek gördüm; eskiden orada bir ağaç vardı… Kaplanlar, pitonlar, bizonlar, gel-gitler, ordular gördüm… Bir zamanlar o eşsiz Beatriz Viterbo olan çürümüş kemikleri ve tozu gördüm; kendi koyu kanımın dolaşımını gördüm; aşkın birleştiriciliğini ve ölümün değiştiriciliğini gördüm. Elif’’i her noktadan ve her açıdan gördüm; Elif’de Dünya’yı ve Dünya’da Elif’i gördüm; Kendi yüzümü ve kendi barsaklarımı gördüm; senin yüzünü gördüm. Sersemledim ve ağladım. Çünkü, gözlerim herkesin adını bildiği ve kimsenin bakamadığı o gizli ve ancak tahmin edilebilecek şeyi, o tasavvur edilmez alemi görmüşlerdi...”
 
Hazreti Muhammed’in bir hadisinde, “Bu Dünya’da uykudayız; ölünce uyanırız” demesi gibi, Borges de içinde bulunduğumuz fiziksel evrende “rüyada” olduğumuzu söylemiştir. M. Talbot’un, “Myscism and The New Physics” (Mistizm ve Yeni Fizik) adlı kitabında (K133), Borges’le ilgili olarak bu konuya değinilmiştir.

Borges, 1938 yılında geçirdiği ciddi bir rahatsızlık sonucu konuşma yeteneğini kaybeder. Adını, “Abd-Al-Hack Borg” (Abdülhak Borg) olarak da değiştiren Borges, Zig-Zag Grubu’ndaki çalışmaları sonucunda, 1941 yılında, Zig-Zag Öğretisi koordinatörlüğüne yükselir, “K. M. Allein” ismini devralır. Ancak, onun bu konudaki çalışmaları Peron yönetimini rahatsız etmiş olmalı ki, 1946 yılında, Buenos Aires kütüphanesindeki görevinden alınır. Peron Hükümeti’nin 1955 yılında devrilmesine kadar zor yıllar geçirir; bu arada kendini iyice yayıncılığa verir. Aynı yıl, 1920’lerden beri azalmakta olan görme yeteneğini de kaybeder. 1961 yılında, Uluslararası Yayıncılık Ödülü’nü, Samuel Beckett’le birlikte paylaşarak alması, ününün Dünya çapında yayılmasına yol açar.

Borges’in bugüne kadar yayınlanmış bir çok öykü, deneme ve şiirinde, aslında Zig-Zag Öğretisi’nin gerçekleri yansıtılmıştır. Ancak onun gizemli yazılarındaki sembolizmin, çevirilerde, genellikle anlaşılamayarak tahrif edildiği ve gerçek anlamından saptırıldığı görülmektedir. Bunun son örneği Türkiye’de yaşanmıştır. Ülkemizde bir çok eseri çeşitli yayınevleri tarafından yayınlanmış olan Borges’in çevirilerinin konunun tam anlamını yansıttığı söylenemez.

Borges’in, yukarıda belirttiğimiz “El Aleph” (Alef) in dışında, eserlerinden başlıcaları şunlardır: 1936 (ülkemizde 1990) yılında yayınlanan, “Historia de la Eternidad” (Sonsuzluğun Tarihi) (K24); 1962 (ülkemizde 1998) yılında yayınlanan, “Ficciones (The Garden of Forking Paths)” (Ficciones: Hayaller ve Hikayeler:Yolları Çatallaşan Bahçe) (K26); 1968 yılında yayınlanan “L’ecriture de Dieu” (Düş Kaplanları) (K27); 1975 (ülkemizde 1999) yılında yayınlanan “El Libro de Arena” (Kum Kitabı) (K28); 1980 (ülkemizde 1999) yılında yayınlanan “Siete Noches” (Yedi Gece) (K29).

Bu eserlerden, “Sonsuzluğun Tarihi”nde, zaman ve sonsuzluk kavramları çok iyi işlenmiştir. “Düş Kaplanları”nda, bir leoparın beneklerinden başlanarak evrenin tüm yasaları birer birer anlatılmıştır. “Yolları Çatallanan Bahçe”deki temel kavram, “zaman yolculuğu” ve “parelel evrenler”dir. Şimdi bu eserin bazı bölümlerini Borges’in anlatımı ile sunuyoruz:

“… O cümle dikkatimi çekmişti: “Yolları Çatallanan Bahçe’mi çeşitli geleceklere (hepsine değil) bırakıyorum”. Daha ilk bakışta anladım. Yolları Çatallanan Bahçe, o karmakarışık romandı. “Çeşitli geleceklere (hepsine değil) sözü, çattallanmanın mekanda değil, zamanda olduğunu düşündürüyordu. Eseri iyice okuyunca bu kuramım doğrulandı. Bütün kurgusal eserlerde, kişi, birden fazla seçenekle karşılaştığında, bir tekini seçer ve ötekilerden vazgeçer. Tsui Pen’in kurgusal eserinde ise, yazar, ayni anda hepsini birden seçiyordu. Yazar, böylelikle, kendileri de çoğalıp çatallanan çok sayıda gelecek, çok sayıda da zaman yaratıyordu. Romandaki çelişkilerin açıklaması da bu işte. Diyelim ki, Fang diye birinin bildiği bir sır var; bir yabancı çalıyor kapısını; Fang bu adamı öldürebilir; bu adam Fang’ı öldürebilir; ikisi de kaçıp kurtulabilirler; ikisi de ölebilir vs. Tsui Pen’in eserinde akla gelebilecek bütün çözümler içerilmiş; her biri de başka çatallanmalar için birer çıkış noktası. Bazen bu labirentin yolları kavuşur; örneğin siz bu eve geldiniz; muhtemelen geçmişlerden birinde düşmanımsınız, bir başkasında dostum… Yolları Çatallanan Bahçe, konusu zaman olan uçsuz bucaksız bir bilmece. Yolları Çatallanan Bahçe, Tsiu Pen’in algıladığı biçimiyle, evrenin belki tamam olmayan, ama doğru bir görünümüdür. Newton’la Schopenhauer’in tersine, atanız mutlak bir zamana inanmıyordu. Sonsuz zaman dizilerine, gittikçe büyüyen, baş döndürücü bir hızla birbirlerine kavuşup ayrılan parelel zamanların oluşturduğu bir ağa inanıyordu. Yüzyıllar boyu birbirine yaklaşan, çatallanan, sekteye uğrayan, ya da birbirlerinden habersiz zamanlardan örülen bu ağ, bütün olasılıkları kucaklamaktadır. Biz bu zamanların bir çoğunda var olmayız; ben olmam; ötekilerde ben var olurum, siz olmazsınız; başkalarında ne siz, ne de ben var olmayız. Talihin yüzüme gülüp de sizi karşıma çıkardığı şu içinde bulunduğumuz zamanda evime geldiniz; bir başkasında, bahçeden geçerken cesedimi buldunuz; yine bir başka birinde, aynı sözleri söylüyorum ama, ben bir aldatmaca, bir hayaletim. “Her birinde” dedim, sesimin titremesine engel olamayarak, “Size teşekkür borçluyum ve Tsui Pen’in bahçesini eksiksiz bir biçimde kurduğunuz için size büyük saygı duyuyorum”. “Hepsine değil” diye mırıldandı gülümseyerek. “Zaman, sayısız geleceğe doğru hiç durmamacasına çatallanıyor. Bunlardan birinde ben de sizin düşmanınızım”. Sözünü ettiğim kıpırdaşma bir kere daha geçti içimden. Evi çevreleyen ıslak bahçe sonsuz sayıda insanla dolup taşıyordu sanki. Bu kişiler Albert’le bendik; başka zaman boyutlarında aldığımız türlü biçimlerde gizli ve etkileyici idik. Gözlerimi kaldırdım; o zar inceliğindeki karabasan çözülüp yok oldu…”

Din ile bilimi birleştirip, hem bir İslam alimi ve hem de (Cantor ve Hilbert ile birlikte) Dünya’nın sayılı üç sonsuz ötesi matematikçisinden biri olan Jorge Luis Borges’in çalışmaları, F. Merrel’in, “Unthinking Thinking: Jorge Luis Borges, Mathematics and New Physics” (Düşünülmeyen Düşünce: Jorge Luis Borges, Matematiği ve Yeni Fizik) adlı yayınında (K92) ayrıntılı olarak ele alınmıştır.

“İç içe girmiş binlerce nedenin sonsuz, aralıksız akışına kader” diyen Borges, aynı zamanda çok iyi bir karadelik uzmanıdır. Ayrıca, Kur’an, Tevrat ve İncil üzerinde yaptığı uzun araştırmalarla Zig-Zag Öğretisi’ne büyük yararlar sağlamıştır. Bir taraftan, Zig-Zag mensupları arasında, KMA olarak, teori dağıtımında koordinatörlük görevini yerine getirirken, diğer taraftan, seçme bilim adamlarına, “İslam’a Çağrı” mesajlarını zamanında ve yerli yerinde göndererek İslamiyet’e yeni üyeler kazandırmakta çok başarılı olmuştur. “C. M. Allein” adını, İspanyolca “Carlos Miguel Allende” olarak da kullanan Borges, 1986 yılındaki ölümüne kadar bu ismi, Kozyrev’den sonra en uzun süreli kullanan kişidir.

Cenevre’de (Geneva’da) hayata gözlerini kapayan Borges’in naaşı, Aiberg’in israrla belirttiği gibi: “Vasiyeti üzerine, İstanbul’daki Aşiyan Kabristanı’nın “Bülbül Tepesi” mevkiine (Tevfik Fikret’in kabrinin bulunduğu bölüme) sessizce defnedilmiştir”.

Bu konuda Aiberg ile yaptığımız görüşmeyi ve “Jorge Luis Borges Center for Studies and Documentation”den (Jorge Luis Borges Çalışma ve Dokümantasyon Merkezi’nden) aldığımız yanıtı (E1) daha önce yayınlamıştık.
 
11 BOYUTLU SÜPER SİCİM TEOREMİ

Murray Gell-Mann’ın rüya olayı ile ilgili olarak okuduğumuz Hızır Tezkiresi’nin son cümlesini tekrarlayalım:

“Her kim, yazılmamış söylendiğinde, onu vakti gelince idrak ederse, “yedi mesani buutun” batındaki sırrının, sebit “yedi” ile sabit olmuş “Kuvve-i Irkiyye” esrarı ilahisine murabbasıyla mazhar olur.”

Bu cümleyi sadeleştirelim:

“Her kim yazılmamış söylendiğinde, zamanı gelince onu kavrarsa, “yedi şifreli boyutun” içteki sırrına ait “Yedi Irk Kuvveti”nin ilahi sırrına açıktaki “dört boyutlusu” ile birlikte ulaşmış olur.”

Bu cümlenin açıklamasını daha önce yapmakla beraber, tekrarlamakta yarar görüyoruz: Kur’an’ın “7” ile belirlenmiş ve “içerde” (tünel içinde) saklı yedi boyutu daha vardır. Bu boyutlar açığa çıkmamış, saklı kalmışlardır. Gerçekte, bir kuantın, iplikçik veya sicim halinde “10” ve zar (membran) halinde “1” adet olmak üzere, toplam “11 boyutlu” olduğu matematiksel olarak ispatlanmıştır.

Açıkta (içinde bulunduğumuz evrende) dört boyut olduğuna göre, geri kalan yedi boyut, içerde (tünel içinde) saklı kalmışlardır. Eğer bunların tümü açığa çıkmış olsaydı, biz 11 boyutlu bir evrende bulunacaktık. Böylece, Planck Uzayı, dışa açılmış dört boyutu ve Hilbert Uzayı, içerde kalmış yedi boyutu içermektedir. Büyük Patlama’da, dört boyut (üçü mekan, biri zaman) açığa çıkarken, diğer yedi boyut tünelin ardında kalmışlardır. Bunlar, “enfus”unda (kendi nefislerinde), yani Hilbert Uzayı’nda saklı kalmışlardır. Bu nedenle, dört boyut, bize, “sabit murabba” (dörtlü) olarak gözükürken, diğer yedi boyut, “sabit mesani” (saklı) olarak görünmemektedir.

Böylece, Hızır Tezkiresi’nin yol göstermesi ile Zig-Zag Grubu’nca geliştirilen, 11 boyutlu “Süper Sicim (String) Teoremi” ortaya çıkar. Bu teoride, evrendeki temel nesnelerin, noktasal parçacıklar değil, “titreşen” ince iplikçikler (sicimler) olduğu açıklanır. 11 boyutun yedisi, Hilbert Uzayı’nın minik mekanında saklı kalmış, dördü evrenimize açılmıştır. Takyon Evreni’nde ise, durum bunun tersidir: Açılmış yedi boyut vardır; dördü saklı kalmış, yani bizim evrenimize açılmıştır. Böylece, her iki evren arasında, tersine bir boyut simetrisi bulunmaktadır. 1984-1988 yılları arasında yürütülen bu çalışmalara, Salam (S31), Bergshöff, Duff, Pope, Bilencowe ve Ergin Sezgin adındaki Türk bilim adamı katılmışlardır.

Süper Sicim Teorisi, Hızır Tezkiresi’nde belirtilen bazı ipuçları üzerinde kurulmuştur. Hatta, Bağdadi’den Axel Heiberg’e iletilen, Bağdadi’nin kendi Kur’an’ının içinde, “11 düğüm atılmış bir ibrişim” bulunmaktadır. Bu ibrişim, konulduğu tarihten beri, bu Kur’an’ın Vakıa Suresi’nin yazılı olduğu sayfalar arasında muhafaza edilmektedir. Bağdadi’nin, ibrişimi, Vakıa Suresi’nin sayfaları arasına koyması, onun, bu surenin ne denli önemli olduğunu işaret eden bir vasiyetidir.
 
11 BOYUTLU SÜPER ZAR TEOREMİ

11 boyutlu “Süper Sicim Teoremi”, kuantların noktasal olmayıp, birer sicim (iplikçik) olduklarını belirtir. 1988 yılında ispatlanan bu teoremde, evrenin yapısı, 11 boyutlu (kendisi 1 boyutlu) sicimlerin dokusudur. Bunlar, enerji düzeylerine göre sürekli titreşmektedirler. 11 boyutlu “Süper Zar (Membran) Teoremi” ise, bunun bir aşama ilerisi olup, kuantların birer yüzeyi olduğunu (iki boyutlu olduğunu) ve bunların evren hacminde dinamik olduklarını belirtir. Fiziğin 11 boyutlu olarak birleştirilmesi, şimdilik bu ikinci teori aşamasındadır. Yani evrenin yapısının, şimdilik, 11 boyutlu sicimler, ya da zarlar üzerine kurulu olduğunu anlıyoruz. Bunlara, “Süper Teorem-1” ve “Süper Teorem-2” diyoruz. Fizik evrenin tamamını açıklayan her iki teorem, Zig-Zag Grubu’nca başarılmış ve matematiksel ispatları yapılmıştır. Böylece, noktasal (boyutsuz) kuantlar yerine, “1 boyutlu sicim” veya “2 boyutlu zar” teoremleri getirilmiştir.

Gelecekte, kuantların, sadece 11 boyutlu (açık, ya da kapalı tüp biçiminde) zarlar değil, “evren küpü” (kürsi) biçiminde oldukları ve bir mekanda dinamik halde bulunduklarının anlaşılmasıyla Kuant Teoremi sonuçlandırılmış olacaktır. Bunu, bize, Bakara Suresi’nin 255. ayeti, “Allah’ın Kürsisi’nin tüm evrenleri kapsaması” sırrı ile bildirmektedir.

Süper Sicim ve Zar Teoremleri, evrenin yapısının bir iplikçikler (sicimler) şebekesi olduğunu belirler. Bu şebekenin iplikçikleri, “bozon”lardır. Bozonlar, “Evrende her şey Allah’ı zikreder” ayeti uyarınca sürekli olarak titreşim halindedirler. Bu titreşimin kalıcı olanına, kararlı madde (stabil kütle) diyoruz. Çevremizde gördüğümüz her şey, aslında titreşen bozonlardan (zikreden dalgalardan) ibarettir. Şimdiki halde, Süper Zar Teoremi ile ulaştığımız nokta, “evren sicim ağı”, ya da diğer adıyla “evren zarı” üzerindeki cisimlerin birer madde değil, “madde dalgası” olduğudur. Bozonlar, fermionlar, ya da yaratılan her cisim, sadece ve sadece dinamik bir şekilde titreşen (bu titreşimlerle Allah’ı zikreden) dalgalardır.

11 boyutlu süper “zar”ın yedi “mesani” boyutunun saklı olduğu Hilbert Uzayı, Takyon Evreni’ne, dolayısıyla Süper Uzay’a açılmaktadır. Süper Uzay ise, (Hızır Tezkiresi’nde anlatıldığı gibi) “üçte bir, üçte iki” oranlarında somutlaşabilen “Hudut Evren”den başlar. Oradan, bizim bulunduğumuz evrene intikal eden “Sonsuz Özenerji” (Ennur), tizken (yüksek hızlı iken) pesleşerek (hızını düşürerek) madde dalgalarına dönüşür. Madde dalgaları, zarı dokuyan titreşim halindeki iplikçikler (sicimler) demektir. Yani, evrenimizdeki her şey, “Allah’ı zikreden” dinamik rezonanslar (titreşimler) halindedir. Maddi evrenimizin öteki yüzünde ise, takyonik (esiri, soyut) evren başlamaktadır. Takyon Alemi, meleklerl, ruhları ve akla gelebilecek her türlü bilinçli varlığı (süper maddeleri) kapsar.

Kuantum fiziği, maddenin kuant denilen temel birimlerden kurulu olduğunu anlatır. Kısaca, kendi sınırlarını belirlemekle, maddenin fiziği belirlenmiştir. Bu arada, ardında, kuantlaşmamış bir Sonsuz Özenerji bulunduğunu ve “beşinci” bir boyut olan, gözleyen, akıllı varlığın “bilincini” (K80) haber vermiş, böylece madde ötesine ulaşılmıştır. Kuantum Teoremi, başlıca, düalite, nedensellik, belirsizlik ve ışık hızı yasalarına bağlıdır. Eğer ışık hızı aşılırsa, maddi evreni tanımlayan kuantum fiziği çalışmaz. Işık hızı aşıldığında, nedensellik ilkesi tersine döner; enerji (Nar), aslı olan Sonsuz Özenerji’ye (Nur’a) dönüşür ve maddi evren ortadan kalkar; Takyon Alemi’ne (Süper Uzay’a, Misal Alemi’ne) iade oluruz.

1900 yılında, Zig-Zag Grubu’nun ilk mensuplarından Max Planck ile başlayan bu uzun yolda başarılan görkemli teoremlere, Hızır Tezkiresi ve KMA kapalı devre yayınları sayesinde erişilmiştir. Zig-Zag Grubu’nun, iyi zamanlamalarla Tezkire alametlerini (sembollerini) çözümlemeleri ile bu sonuca ulaşılmıştır. Özellikle, “renk dinamiği”, “kuarklar” ve “kuark iplikçikleri”, başlıbaşına Tezkire şifrelerinin çözümlenmesi sonucu bulunmuştur.
 
BİZ ONA ŞAHDAMARINDAN DAHA YAKINIZ”

Bir tek kuant, yani bir tek iplikçik (string), dört boyutlu relativitede, bize tek boyutlu gözükür. Yani, sadece uzunluğu vardır; bir kalınlığı ve eni yoktur. Beş boyutlu relativitede (Kaluza-Klein boyutuyla) bakıldığında, sanki bir büyülteç kullanılmış gibi, saklı dairesel boyutlar olduğu ortaya çıkar. Buradan anlıyoruz ki, kuantlar, aynı zamanda saklı (mesani) “mini-tünelcik”lerdir. Fakat bunlar, Hilbert Uzayı Mesafesi’nin ardında, dolayısıyla Planck Mesafesi’nin altında kaldıklarından, bize, tek boyutlu soyut iplikçikler (sicimler) gibi görünmektedirler. Kaluza’ya göre, elektromagnetizma, bu saklı dairesel boyutların bir sonucudur. Bu görüşü ispatlayan Klein’in bulgusuna göre, beşinci boyut, sürekli bir daire çizmektedir. Bu daireler bitişik olduklarından, ortaya “tünel” dediğimiz ve ispatladığımız en mini “Sur Borusu” (Corn Hole) çıkmaktadır. Bilincimiz (beşinci boyut), melekler, saklı olarak göremediğimiz her şey bu minicik tünelin içindedir. Bu tünelin Kur’an’daki adı, “Şahdamarı”dır.

Kaf Suresi’nin 16. ayeti şöyledir:

“Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona Şahdamarı’ndan daha yakınız”

Bu şu demektir: Bizim Allah katı ile her türlü bağlantımız, rızkımızın ikmali, tüm Süper Uzay düşünce fonksiyonlarımız, canlılardaki içgüdü ve benzer fonksiyonların tamamı, bu mini Sur Borucukları ile sağlanmaktadır.
 
KARADELİKLER - AKDELİKLER
Vakıa Suresi, teorik fiziğe yol gösteren önemli gizliliklere sahip olduğu gibi, aynı zamanda 18. Yüzyıldan sonra olacak bazı olayları bildiren bir kehanet kaynağıdır; yani, geleceğe dönüktür. Nitekim, Hazreti Muhammed, “Vakıa Suresi’ni evlatlarınıza öğretin; onlar da kendi evlatlarına öğretsinler” diyerek bu surenin önemini vurgulamıştır.

Bu surenin 76. ayetinde, “mevakiin nücum” (yıldızların yerlerine) yemin edilmektedir. Burada, yıldız değil, “yıldızın yeri” söz konusudur. Kur’an sözlerinin yedi anlamı içersinde, “yıldız yerlerinin”anlamı olarak karadelikler (K8, K39, K55, K98, K136, D34, D35, D50, S22) en önemlisidir.

Yukarıda verdiğimiz kaynaklardan, K. Ferguson’un 1991 (ülkemizde 1996) yılında yayınlanan “Black Holes in Space Time” (Uzay-Zaman’da Karadelikler) adlı kitabından (K55) ve J. G. Taylor’un 1973 (ülkemizde 1983) yılında yayınlanan “Black Holes: The End of The Universe?” (Karadelik: Evrenin Sonu Mu?) adlı kitabından (K136), karadelikler hakkında ayrıntılı bilgi alınabilir.

Büzüşmeyen ve ışımayan dev bir yıldızı, bilim dünyasında ilk kez “Laplace” tanımlamıştır. Einstein ise, genel relativite matematiğinde, evrenin, içindeki maddelerin ağırlığı ile eğilip büğrüldüğünü hissetmemişti. Aynı yıl, Karl Scwarzschild bu denklemlerin çok özel bir çözümünü bulduğunda gözlerine inanamadı. Denklemler, karadelik halinde çöken bir yıldızı öngörmekteydi.

Bir karadelik, çöken bir yıldızın büzüşmesi ile oluşur. Yani, karadelik bir kütle değil, çekim yüzeyidir. Dolayısıyla, karadeliğe düşen biri, onun zar (membran) yüzeyinden geçerek ardındaki tünele girer. Tünelin öteki ucu, “akdelik”dir (235). Tünelin kendisi ise, “Worm Hole” (Kurt Deliği) olarak adlandırılır (D11, D12). Bu tünel, mini bir “Sur Borusu”dur. Çok geniş başlayan bu borucuk o kadar incelir ki, sonunda bir atom onun yanında bir galaksi gibi kalır. Uzayın, Schwarzschild’in gösterdiği biçimde hunileşip, uçurumlaşması olayına, fizikte ve matematikte “Tekillik” (Singularity) adı verilmiştir. Tekillik, karşıtı olmayan ve bizim matematik sayılarımızın tükendiği, değerlerin sıfırdan küçük olduğu, maddeyi atomlara, atomları atomaltı parçacıklara ayırıp, en küçük bileşen (yani kuant) olarak enerjiye çeviren noktadır.

Karadelik hunisini bulan ve bunu “Berzah”da boğazlaştıran, öğretimizin Müslüman Alman mensubu Schwarzschild’den sonra, karadeliğe çekilen bir maddenin karşıt bir huniden atılması mantığı ile, “Akdelik Teoremi” oluşturulmuştur. Bu teoreme göre, “dönen halka tekillikli” bir karadeliğin eşleniğinden uygun bir hızla giren biri, kendini parelel bir evrende bulur.

Karadelikleri, Schwarzschild; tünelleri, Rothschild, akdelikleri ise, “Weisschild” (yazarımız Aiberg) bulmuştur. Bu nedenle, daha önce de belirttiğimiz gibi, Einstein-Nathan Rosen-Padolsky tarafından önerilen “Rosen Köprüsü” yerine, Schwarzschild-Rothschild-Weisschild soyadlarının başharflerinden oluşan “SWR Köprüsü” denilmesi daha uygun olacaktır (Weisschild, Aiberg’in annesinin kızlık soyadıdır).

Aslında, karadelik-tünel-akdelik olgusuna, üçü bir arada olmak üzere kısaca tünel denilmektedir. Tünel Teoremi’ne, Vakıa Suresi’nin “yıldız yerleri” sırrı ile ulaşılmıştır. Genel Relativite Teoremi, Kuantum Teoremi’nin mini boyutlarına indirgendiğinde, evrendeki her somut parçacığın ardında bir tüneli bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Bu tünel, o parçacığın kendisinden bile küçüktür. Zig-Zag Grubu, Relativite ve Kuantum Teoremleri’ni birleştiren bu sonuca, 1972 yılında ulaşmıştır. Bu bulguda dayandıkları hareket noktası, sadece Vakıa Suresi’nin 75. Ve 76. ayetleridir (Daha önce belirttiğimiz gibi, 1910-1915 yıllarında, Hendrik Antoon Lorentz’e gelen KMA mektuplarında da, Vakıa Suresi’nin 3. ayetine dikkat çekilmişti).

Yukarıda sözünü ettiğimiz teoriler, Aiberg’in eserlerinde ayrıntılı olarak yer almaktadır. Bu yazı dizisinde, bilimsel verilere daha fazla girerek konuyu dağıtmak istemediğimizden, okurlarımıza, daha fazla bilgi için doğrudan Aiberg’in eserlerini izlemelerini öneririz.
 
ZİG-ZAG GRUBU’NUN SON DÖNEM ÇALIŞMALARI
Zig-Zag Grubu’nun son dönem çalışmalarını Aiberg şöyle özetliyor:

“Kur’an’daki ilahi misallerin (sembolizmin) tamamen Müslüman bilim adamlarına yöneldiği bilincine varmıştık. Mektuplarla, kapalı devre iç yazışmalarımız ve yayınlarımızla, ilahi misallerin bilimin hangi konusuyla ilgili olduğunu işliyor, misalleri mevcut bilime uyarlıyorduk. Kur’an sembollerinin bilime katılması, ya da birer ipucu olması, Zig-Zag Öğretisi’nin en genel tanımıdır. Çünkü, Zig-Zag’ın kuruluşu, bizzat Bağdadi’nin “misaller” ipucu üzerindedir. Misalleri anlama bilimi ise, Hazreti Hızır’a verilmiş bir yetkidir. Hazreti Hızır, geçmişteki bu saklı bilimleri, zamanı gelince, Bağdadi gibi kendisine tabi olanlara dikte ettirmektedir. Bu bilgiler, en son olarak da “Hazreti Mehdi”ye teslim edilecektir. Bu yüzden, Hazreti Mehdi bir alim olacaktır. Bu misalleri anlayanlar, sadece ve sadece Ankebut Suresi’nin 43. ayetinde sözü edilen alimlerdir.”


Zig-Zag Grubu’nun son dönem çalışmalarına, Müslüman bilim adamları “Richard Phillips Feynman” (1918-1988) (K56, K57, S48); “John Archibald Wheleer” (1911-….) (K151, D35); “Abdus Salam” (1926-1996) (D36, D72, S1, S31, S32, G16, G18); “Roger Penrose” (1931-….) (K75, K114, K115, D34); “Steven Weinberg” (1933-….) (K149) ve “Roy Patrick Kerr”in (1934-….) (D11, D29) önemli katkıları olmuştur.









Son dönemin en önemli ismi ise, bilim tarihinin gelmiş geçmiş en büyük bilim adamı olarak kabul edilen, “Stephen William Hawking”dir. Aiberg tarafından, gizli Müslüman olduğu bildirilen Hawking’in yaşamı ve çalışmaları (K54, K73, K74, K75, K160, S27, S28, S49, G14) ile ilgili bazı bilgileri ve onun Papa ile olan ilginç görüşmesini aşağıda sunuyoruz:
 
STEPHEN HAWKING (1942-....)

“Stephen William Hawking” (1942-….) (S49), “başlangıç tekilliğini” bulan, yani herşeyin başlangıcının bir “tekillik” olduğunu ispatlayarak, Dünya’da ilk kez Allah’ı tanımlayan bilim adamıdır. Bununla da kalmamış, “yaratılışı” çözümlemiştir. Yaratılışın tekil olduğunu (Allah’dan geldiğini); maddenin, mini karadeliklerin “sızıntılarından” türediğini kanıtlamıştır.

Hawking’in yaşam öyküsü aslında acılarla doludur (K73). 1942 yılında, Oxford, İngiltere’de doğan Stephen Hawking, Cambridge Üniversitesi’nde öğrenci iken, tedavisi mümkün olmayan “Amyotrophic Lateral Sclerosis (ALS)” (Motor-Nöron Bozukluğu) hastalığına yakalanır ve tüm vücudu giderek felç olur. 1985 yılında konuşma yeteneğini de yitiren ünlü bilim adamı, bugün, sadece iki parmağı ile kullanabildiği özel bilgisayarı aracılığıyla dış Dünya ile iletişim kurabilmektedir.

Dünya’nın gelmiş geçmiş en büyük fizik ve matematik dehası sayılan Hawking, bu hastalığa yakalandığında ümitsizliğe kapılır, depresyona girerek kendini içkiye verir. Ancak, 1963 yılında tanıştığı Jane Wilde onu hayata geri döndürür. Hawking’in gizemli kişiliği, Wilde’ı çok etkilemiştir. İki yıl sonra evlenirler. Hawking artık ölümü düşünmemektedir; kendini bilime verir. Evlendikten kısa bir süre sonra, ilk tezlerini oluşturmaya başlar. Evrenin yaratılışı, 1960’lı yılların en çok konuşulan konularından biridir. Bilim adamları, evrenin düzenli olarak genişlediğini düşünmekte, ancak yaratılışına bir çözüm getirememektedir. Hawking, o dönemde, evrenin sonsuz yoğunluktaki tek bir noktadan yaratıldığını bulur ve bu fikrini, Londra Üniversitesi’nin tanınmış matematikçi ve fizikçilerinden Roger Penrose’a açar. Birlikte çalışarak, 1969 yılında, Einstein’in Relativite Teoremi ile bağdaşan teoremlerini ortaya koyarlar. Einstein’in zamanı ve mekanı, bu tek noktada birleşmektedir. “Daha başka bir deyişle” der Hawking: “Zamanın da bir başlangıcı olduğunu gösterdik”.

1970’li yıllarda tekerlekli sandalyeye oturmak ve yaşamının kalan kısmını orada geçirmek zorunda kalan Hawking, durumuna yine de eskisi kadar üzülmez. Çünkü, geliştirdiği her teori, onu ruhsal açıdan beslemekte, yaşama sevinci vermektedir.

“En büyük zaferim” dediği Karadelikler Teorisi ilgiyle karşılandığında, “Nihayet kendimi temize çıkardım” demiştir. 1971 yılında, teoremini daha da ileriye götürerek, karadeliklerin, sadece ölü yıldızların bir aşaması olmadığını; evrenin başlangıcında, o süreçte oluşan muazzam güçlere bağlı olarak, mini karadeliklerin de oluştuğunu açıklar. Hawking’e göre, sadece bizim galaksimizde, en fazla bir proton büyüklüğünde, ancak Everest Dağı kadar da ağır, en az bir milyona yakın karadelik bulunmaktadır. Stephen Hawking’in 1973 yılında ulaştığı şaşırtıcı sonuçlar, inanılmaz bir teorinin başlangıcını oluşturur: Karadelikler sürekli olarak bazı parçacıklar göndermektedir (Buna, daha sonra Hawking Işıması adı verilmiştir). Bu durum, karadeliklerin, zamanın dışında kalması demektir (K74). Bu teori, o zamana kadar bilinenlere öylesine ters düşmektedir ki, Hawking, hesaplamalarını defalarca kontrol etme gereğini duyar. 1974 yılında, “Karadelikler Yoluyla Parçacık Oluşumu” adlı çalışmasını bilim dünyasına açıklar. Bilim dünyasında bir dönüm noktası olarak nitelenen bu başarısından sonra, aynı yıl içersinde, Cambridge Üniversitesi’nde, (birincisi Isaac Newton’a (1642-1727), ikincisi Paul Adrien Maurice Dirac’a (1902-1984) verilen) “Lucasion Professor of Mathematics” payesi ve kürsüsü, üçüncü kişi olarak Stephen Hawking’e verilir.
 
Einstein’in başarısı, sadece kuantum fiziğine olan katkıları ve Relativite Teoremi ile sınırlıdır. Hawking, mini karadeliklerin ve kara boşlukların astronomisini oluşturmuş ve bu astronomi sayesinde, bilim tarihinde ilk kez, Relativite, Kuantum ve Birleşik Alanlar Teorileri’ni tek bir teoremde biraraya getirerek, evrenin karmaşık yaratılışını çözümlemiş ve bunların tamamını geliştirerek, yaratılışın bir “Tekillik” (Allah) tarafından başlatıldığını ispatlamıştır (K75).

Uzay-zaman konusunda herkesin anlayabileceği bir kitap yazmayı kafasına koyan Hawking, bu amacını 1988 yılında yayınladığı, “The Brief History of Time” (Zamanın Kısa Tarihi) adlı kitabıyla (K73) gerçekleştirir. Aynı yıl içersinde ülkemizde de yayınlanan bu kitap, en çok satan kitaplar listesinde en uzun süre kalarak “Guinnes Book of Records” a girmiştir. Hawking, bu kitabında, “Yaratıcıya ihtiyacımız olduğunu ve insan aklının en büyük zaferinin, Tanrı’nın ne düşündüğünü bilmek olduğunu” söylemiştir.

Hawking, Newton’un kürsüsü olan Lucasion profesörlüğüne layık görülen üçüncü Britanyalı’dır. Ancak, bilim dünyasının bu dev ismine halen bir Nobel Ödülü verilmemesi dikkat çekicidir. Nobel Ödülü, bugüne kadar, İslam aleminden sadece Pakistanlı Profesör Abdus Salam’a (S32) verilmiştir. Buluşları ile Einstein’ı kat be kat geçen Hawking’e, bugüne kadar bir kaç özel Nobel Ödülü verilmesi gerekirken, sadece bazı payelerle geçiştirilmiş olmasının başlıca nedeni, onun gizli de olsa Müslüman olmasından iyice kuşkulanılmasıdır (Aiberg’in bu notları yazdığı tarihten 12 yıl sonra bile, içinde bulunduğumuz 2000 yılında, Hawking’e hala bir Nobel Ödülü’nün verilmemiş olması dikkat çekicidir). Gerçekten, Hawking, Müslümanlığını şimdilik açıklamaktan kaçınmakta; ancak Zig-Zag Öğretisi mensuplarına gönderdiği özel mesajlarda, bunun diğer Zig-Zag yazarlarınca açıklanmasını istemektedir (Bu istek, Aiberg’in kitaplarında yerine getirilmiştir).

Hawking bir röportajda (G14), “Tanrı kavramını gözardı ederek, evrenin başlangıcından söz etmek zor olur. Evrenin yaratılışı üzerindeki çalışmalarım, bilim ve din arasındaki bir çizgidedir. Fakat ben bu çizginin bilim tarafında kalmaya çalışıyorum” demiştir. Onun bu tercihi, Tanrı arayışını okuyucuya empoze etmek yerine, bilimin gerçeklerini onlara dolaysız sunmaktır. Eğer Hawking, kitaplarında, Allah, Kur’an ve İslamiyet’ten söz etseydi, bunu empoze kabul edebilecek ön fikirli Batı toplumunda belki de hiç okunmayacaktı. Dolayısıyla, onun, arayış içindeki bilim adamlarını ve okuyucularını, “Tanrısızlıktan, Tanrı kavramına” getirmek üzere bir yol izlediği sonucuna varıyoruz.

Allah’ın kozmik yaratma tekilliğine uzanacak kadar büyük bir deha olan Stephen Hawking ve onunla birlikte çalışmalarda bulunan İngiliz matematikçi “Roger Penrose” (K75, K114, K115, D34), Zig-Zag Grubu’nun değerli birer üyesidirler. Hawking, bugüne kadar yaptığı sayısız buluşla bir çok Batılı bilim adamının Allah’a yaklaşmasını ve Müslüman olmasını sağlamıştır. Günümüzde, bilim dergilerinde, evren ve yaratılış ile ilgili olarak yazılan makalelerin tamamına yakını, Hawking’in bulgularından türemiştir. Çağımızın, hatta her çağın en büyük kozmogoni uzmanı olan Hawking’in teoremleri, hala aynı hayret ve hararetle güncelliğini korumaktadır.

Stephen Hawking’in ateist olmadığı, Tanrı tekilliğini bizzat ispatlamış olması ile apaçık ortadadır. Hıristiyan olmadığını ise, Hawking, bir makalesinde şöyke açıklamıştır:

“1981 yılında, Vatikan’da, Papa’nın düzenlediği kozmoloji konulu bir seminere, konferans vermek üzere davet edildim. Konferansta, “Evrenin bir başlangıcı olduğunu, bir yaratılış tekilliğinden geldiğini, sınırsız olduğunu ve bunun da ötesinde, evrenin katları olduğunu ispatlı olarak anlattım. Fakat, Papa, herhalde benim konferansa pek fazla kulak vermemiş olacak ki, daha sonra davetlilerle yapılan görüşme sırasında beni kutlamakla birlikte, Büyük Patlama’nın oluşumunu ve öncesini “araştırmamamı” benden özel olarak istedi. Çünkü, ona göre, yaratılış anı ve öncesi, Tanrı’nın işiydi; Tanrı’nın işine ise hiç karışılmazdı. Aslında, ben, yaratılışla birlikte, yaratılış öncesinin de sonlu-sonsuz olduğunu, dolayısıyla bir başlangıç olan yaratılış anının hem var, hem de yok olduğunu kastetmiştim. Tanrı’yı bu kadar dar bir evrenin içine yerleştiren Papa ise, onu evrenden biraz önce yaratılmış bir yaratık yapıvermişti. Oysa, fiziksel yaratılış, kendinden önceki bir dizi yaratılışın devamıydı. Tanrı, nasıl bu peşpeşe yaratılışlar dizisinin bir halkası olurdu? Bu nedenle, konferansı izleyenlere, “Tanrı evreni yaratmadan önce ne yapıyordu? diye sordum. Tanrı’yı yermek için değil, kilisenin 300 yıllık hatasını yeniden tekrarlamaması için böyle konuştum. Benim Tanrı’m, Papa’nın Tanrı’sı değildi. Papa’nın Tanrı’sı bir yaratıktı. Ama, benim bilim yoluyla ve içimdeki gizli güçlerle bulduğum gerçek Tanrı, “Mutlak Yaratan”dı. “Tek Yaratan”, ortağı ve benzeri olmayan, her şeyin üstünde bir “Tekillik” (Singularity). Benim Tanrı’m, Papa’nın temsil ettiği görüşün (Hıristiyanlığın) beyinlerindeki hayali, sahte Tanrı’yı bile yaratandı. Bu konferansı verdiğim 1981 yılında, ne tuhaftır ki, bundan 300 yıl önce, aynı kilisenin Papa’sı karşısında uğraş veren Galilei’nin durumuna düşmüştüm. Papa, cehaletin inatçı, israrcı bir temsilcisi gibiydi. Benim dinim, bilimin yol gösterdiği, içimdeki gizli gücün diniydi. Papa’nın dini değildi.”

Hawking, evreni, Arz’dan Arş’a kadar genişleterek, bilimi Allah’a ulaştırmış; tek bir evren yerine, (Alemlerin Rabbi uyarınca) sayısız parelel evreni bulmuş ve insanlık tarihinde ilk kez, bunu bilimle ispat etmiştir (K75). Onun bilimiyle, diğer dinlerce öngörülen dünyasallık olgusu, evrenselliğe dönüşmüş ve Kur’an’ın yüce boyutlarına ulaşmıştır.

Stephen Hawking,1995 yılında, Oxford Üniversitesi’nde yapılan bir konferansta, zaman yolculuğu konusunda şunları söylemiştir (G14): “Sizi temin ederim ki, henüz yapan birini görmememize ve olduğunu kanıtlayamamıza rağmen, zamanda yolculuk mümkündür. Evrendeki karadelikler, zaman yolculuğunu mümkün kılabilir. Çünkü, karadeliklerin, gelecekteki uygarlıklar tarafından kullanılabileceği yolunda “ciddi iddialar” ve “bulgular” var.”

Hawking’in bu sözleri, yazarımız Aiberg’in, “Gelecekten gelen zaman gezmenleri Dünya tarihini değiştirmiş olabilirler” tezini destekler, hatta doğrular niteliktedir. Çünkü, Hawking, bu konuda “ciddi iddialar” ve “bulgulardan” söz etmektedir.

Aynı konferansta, “Zamanda yolculuk mümkünse, niçin kimse gelecekten gelip, bize bunun nasıl olduğunu göstermiyor?” sorusuna, Hawking şu cevabı vermiştir: “İnsanoğlunun doğası gözönüne alındığında, gelecekten bir insanın günümüze gelmeyeceğine ve biz zavallı, geri kalmış atalarına, zamanda yolculuğun sırlarını anlatmayacağına inanmak çok zor.”

Hawking, bu konferansta, Kuantum Teoremi ile ilgili olarak da şöyle bir örnek verir: “Bir an için, enerjiyi para olarak düşünün. Eğer bankadaki hesabınızda para varsa, bu parayı istediğiniz gibi çekebilirsiniz. Ama, klasik yasalara göre, bankadaki hesap mevcudunuzdan fazla para çekemezsiniz. Ancak, fiziğin en engin ve genişlemeye müsait Kuantum Teoremi’nde bu mümkündür. Yani, hesabınızdaki mevcudunuzun üzerinde para çekebilirsiniz. Başka bir deyişle, Kuantum Teoremi yardımıyla, mevcut olan enerjinin üzerinde bir enerjiyi kullanabilirsiniz.”
 
MADDE ÖTESİ ALEMLERE YOLCULUK

Evrenin başlangıcının Tanrı tekilliğinden geldiğini ve parelel evrenlerin varlığının Hawking tarafından ispatlandığını belirtmiştik. Bağdadi’nin, Hazreti Hızır ile birlikte, İçinde bulunduğumuz maddi alemin dışındaki alemlere yaptığı yolculuk, Hızır Tezkiresi’nde ayrıntılı olarak anlatılmıştır.

Hızır Tezkiresi’nin aşağıda sunacağımız bu bölümü, Zig-Zag Grubu’nun Türkçe bilen mensuplarına gönderilen Osmanlıca versiyonunun aynıdır:

“Maddi Alem’in hitama erdiği yarım müşahhas, yarım mücerret “alemde”, cümle zerreler cebel azametindeydi. Yoldaşım Hızır mihmandarlığında, ol acib alemde bir nebze dahi seyran eyledik. Lisanın kifayet etmediği acib cezb letafet müşahede ile, ol “Hudut Alem”in, hem sıfatlarla, hem esma ile hüsna ile latifliğine, ölmeden bir dahi “öldük”. Herhangi göz tamamı Mücerret Alem’e intikal veyahut mir’aç ederse keşfeder ki, cümle sıfatlar namevcut olup, yegane Allah esmasına gark olmuş, her bir esma-i zikretmektedir. Ol aleme zülcelal ve’l ikram Allah misafiri olan mesrur adem, derhal halilürrahman olur. Kim celle celalühü Cenab-ı Hakk Halil’ini, Muhammed selatü selam Halil’inden tercih eyler, her kim ol letafeti müşahede etse, en ulvi cebel zirvesine uhruç ederdi. Naçiz zatım mecnun olduğunda, ol Mücerret Alem’den, yarım mücerret, yarım müşahhas “aleme”, azametli ulvi bir zirveye zelil oldum.

Yoldaşım Hızır, ol zirvenin “sırrından” sarf etti: Ol Silsile-i Cebel, “Kaf” ismi ile yadedilir. Cebel-i Kaf’ın zirveleri salim olup, yamacı cüzi selamettedir; vadisi ise, süfli olup, ifritlerle meskundur. Vadi ve nehrin adı, “Fırat”tır. Lakin, ol Fırat, Bağdat mecrasından akan Fırat değildir. Her kim Cebel-i Kaf silsilesinin zirvelerinden birine muvassal olursa, cümle “sekiz zirveyi” daha müşahede eder. Zakir alim eğer İfrit Vadisi’nde kalmışsa, acele zikrine bile inkita devam eder. “Hayrettir” deyip, ifritlere teshirle mecnun olmaktan imtina ede. Her bir zakir alimin ismiyle münasip mütenasip ve ahenkdar bir zirvesi, Cenab-ı Hakk’dan bahşiş edilmiştir. Her kim kendi hususi zirvesine, müşkülatı ve zahmeti ile vasıl olursa, cümle zirveleri müşahede eder. Ol sekiz zirveli “Cibal-i Kaf” silsilesidir. Vadide zikir, medd-ü cezir gibi ufkidir, tehlike arz eder. Lakin, yamacın zikri, ufkiye meyillidir. Zirvede zikir, şakuli mevceler arz eder. Muvassal olan zakir alime, gayrı cebel zirveleri dahi aşikar olur. Silsile-i Cibal-i Kaf’ın sekiz cebelini müşahede ve idrak eyler.

Yoldaşım Hızır, ilminden sarf ile cümlesinin ismini emanet etti. İptidası aliyyü’l alası olup, Ali Radyallahüanhü’nün ilm makamıdır ki, sabebine binaen, “Cebel-i Ayn” ismiyle yadedilir. Mütebaki cebel ol sebepten tevazuyla cibale sağır kalmış, isim mevzuunda haya edip, reddetmiştir. Kim ismi sade “Cebel” diye yadedilir, salisen “Cebel-i Taç”, Cebel-i Durrağ”, “Cebel-i Hadid”, Cebel-i Fein”, “Cebel-i Ğayn” velahiri “Cebel-i Hayy” ismiyle yadedilmişlerdir. Cebel-i Hayy, Cebel-i Ayn’dan sonra en azametlisidir. Cümlesine, “Cibal-i Kaf” ismi verilmiştir.

Naçiz zatım (gibi) Hızır yoldaşı olan “Garib-i Gureba”mın her birinin ismiyle mütenasip ve ahenklidirler. Yekün sekiz adet olan Cebel-i Kaf silsilesi, yarı Mücerret Alem’den, tamamı Mücerret Alem’e, batından değil, zahirde tarık-ı ilm ile vasıl olan zakir alim, hem ol cebeli, hem sırrını fethedecektir. Fethe miftah, ol cebellerin cümlesinin ıraktan kahverengi, yakından sarı, lal ve mai terkiplerinden müteşekkildir. (Her kim) Yoldaşım Hızır ile temaşa eylediğim yarı Mücerret Alem’e ilm mufassal ile muvassıl ve muvaffak olursa, bu ilahi malumatın mühürü “gariplerim” için açıla. Emanetin tevdii için, indimizden “alamet” beklene. Alemetin işareti, Cebel-i Kaf’ın “sekiz cebelinin” ismi, “ecnebi gariplerimin” ismi ile mütenasiptir. Ol gurebamın ismi “sekize” itmam olunca, “işaret” sayıla ve Tezkire teslim edile.”

Şimdi Hızır Tezkiresi’nin yukarıdaki bölümünü günümüz Türkçe’sine çevirerek aşağıda sunuyoruz:

“Somut Alem’in sona erdiği, o yarı somut, yarı soyut “alemde”, zerreler dağ büyüklüğündeydi. Yoldaşım Hazreti Hızır rehberliğinde, o olağanüstü alemi bir nebze izledik. Sözle anlatılamayacak kadar acayip ve çekici güzellikler gördük. O “Hudut Alem”in, hem sıfatlarla nitelendirildiğini, hem isimle çağrıldığını, hem de güzelliklerle dolu olduğunu, güzel bir ölümle, ölmeden önce “ölerek” yaşadık. Hangi göz, Soyut Alem’e intikal veya mir’aç ederse, orada sıfatların olmadığını, sadece Allah’ın isimlerinin kol gezdiğini ve her bir ismin zikrini keşfeder. O alemde, celal ve ikram sahibi Allah’ın konuğu olan mutlu kişiler, hemen Allah dostu olurlar. Allah ise, dostlarını, Resul-ül Allah’ın dostlarından seçer. Kim Allah dostu olmanın güzelliğini müşahede ederse, en yüce dağ başının doruğuna uçarcasına tırmanır. Yola çıktığımda, Soyut Alem’den, yarı somut, yarı soyut “alemde”, görkemli bir zirvede kendimi buldum.

Yoldaşım Hızır, bu zirvenin “sırrından” söz etti: O dağlar, “Kaf Sıradağları” adıyla anılır. Kaf Sıradağları’nın dorukları güvenli olup, yamaçları daha az güvenlidir; vadileri ise ifritlerle doludur. Vadi ve nehrin adı “Fırat” olup, bu Fırat, Bağdat mecrasında olan Fırat değildir. Kim Kaf Sıradağları’nın doruklarına ulaşırsa, bu dağların tamamının “sekiz tane” olduğunu görür. Zikir yoluyla bu alame giden bilginler, İfrit Vadisi’ne yükseldiklerinde şaşırıp da zikirlerine ara vermesinler, yoksa bu ifritler onları sihirler ve deli eder. Bu dağların doruklarının, her bir zikir eden bilgin adıyla münasip ve uyumlu birer “adı” vardır ki, bu adlar Allah’dan armağandır. Her kim kendi özel zirvesine, zorluğu ve zahmetine rağmen erişirse, sekiz zirveli Kaf Sıradağları silsilesinin diğer doruklarını da gözlemler. Zikir, vadide, “gel-git dalgaları” gibi yataydır, tehlike arzeder. Yamaçtaki zikir de yataydaki gibidir. Lakin, doruktaki zikir, dikine dalgalar yayar. Bu zikirle doruğuna ulaşan bilgin, buranın Kaf Sıradağları olduğunu kavrar ve bu dağların tamamının sekiz tane olduğunu gözlemler.

Yoldaşım Hızır, kendi “sırrından” vererek, o sekiz Kaf Dağı’nın adını saydı: İlki, en yükseği olup, ismi “Ayn” (Göz, ya da Arapça bir harf) dır. Burası Hazreti Ali’nin bilim makamındandır. Bundan sonraki küçük bir dağ olup, ilkinin yücelik ve büyüklüğünden utanarak isim almayı red etmiştir ki, bu sadece “Dağ” olarak anılır. Toplam olarak sekiz dağın isimleri şunlardır: “Ayn Dağı”, “Dağ”, “Taç Dağı”, “Durrağ Dağı”, “Demirdağ”, “Fein Dağı”, “Ğayn” Dağı”, “Hayat Dağı”. Hayat Dağı, Ayn Dağı’ndan sonra en büyüğüdür. Bu dağların tümüne, “Kaf Sıradağları” adı verilmiştir.

Bu dağların her biri, benim gibi, Hazreti Hızır’ın yoldaşı olan “Batılı Gariplerimin” her birinin ismiyle münasip ve uyumludur. Sekiz dağdan oluşan Kaf Sıradağları’nın sırrını, Yarı Soyut Alem’den, tamamı Soyut Alem’e, gizli (ledünni) yolla değil, açıkça “bilim” yoluyla ulaşan kişi, o dağın hem kendisini, hem de gizemini fethetmiş olacaktır. Bu fethin anahtarı şudur: O dağların tümü, uzaktan kahverengi, yakından sarı, kırmızı ve mavi görünen bileşimlerden oluşmuştur. Yoldaşım Hızır ile gezdiğim bu Yarı Soyut Alem’e “bilim” yoluyla ulaşılır ve başarılı olunursa, bu ilahi bilgilerin mührü, “Gariplerim” (Batılı Müslüman Bilginler) için açılsın ve emanetin yerine verilmesi için, katımızdan “işaret” beklensin. O “Gariplerimin” ismi “sekiz”e tamamlandığında, bu durum, katımızdan “işaret” sayılmalı ve Tezkire teslim edilmeli.”

Bağdadi’nin, “Gariplerim” diye hitap ettiği zümre, (Batı: Garp anlamıyla), doğrudan doğruya, "Batılı Müslüman bilginler”dır. Hızır Tezkiresi’nin bu bölümünde, Batılı Müslüman bilginlerin, Kaf Sıradağları’nın içerdiği sırlara, kendi bilimsel çabaları ile ulaşmaları halinde, Tezkire’nin mührü açılarak ilgili bilginlere gönderilmesi vasiyet edilmiş; bunun işareti olarak da, Batılı Müslüman bilginlerin isimlerinin, sekiz Kaf Dağı’nın ismi ile “uyumlu olması” gerektiği gösterilmiştir
 
KAF SIRADAĞLARI’NIN SIRRI
Hızır Tezkiresi’nin Kaf Sıradağları ile ilgili sırlarının anlaşılması için Zig-Zag Grubu’nca büyük çabalar harcanmış, ancak uzun süre çözüme ulaşılamamıştı. Çözüm, aşağıda anlatacağımız olay sonucu ortaya çıkmıştır:

Axel Heiberg’in varislerinden biri, bir gün, Zig-Zag Grubu’na bir dosya armağan eder. Dosyadaki yazılar, bizzat Axel Heiberg’in Almanca notlarıdır. Bu notlara göre, Heiberg, Bağdadi’nin sağlığında, Hızır Tezkiresi’nin orijinalini incelemiş ve gerekli gördüğü yerleri Almanca’ya çevirmiştir. Bu çevirinin bazı sayfalarında İngilizce ve Arapça notlar da bulunmaktadır. Heiberg’in bu notları incelendiğinde, Tezkire’nin “Cebel” (Dağlar) ile ilgili bölümünün ne anlama geldiği biraz daha açıklığa kavuşur. Bu bölümle ilgili kısmı aynen aktarıyoruz:
 
1. Cebel-i Ayn (Ayn Dağı): Nikola Tesla (1856-1943), Nikolai A. Kozyrev (1908-….) ve George I. Gurdjieff’e (1872-1949) gönderilen KMA mektuplarındaki ikinci imza: “Adelberg”dir. “Adel”, Almanca “Kutsal” demektir.

2. Cebel (Dağ): Max Planck (1858-1947), Arnold Sommerfeld (1868-1951) ve Louis V. Broglie’ye (1892-1987) (K30) gönderilen KMA mektuplarındaki ikinci imza, sırasıyla, “Bergen”, “Berg” ve “Bergier”dir. “Berg”, tüm Germen dillerinde “dağ” demektir.

3. Cebel-i Tacc (Taç Dağı): Murray Gell-Mann’e (1929-….) gönderilen KMA mektuplarındaki ikinci imza, “Cronnjberg”dir. Danimarka dilinde, “cronn: taç” ve “bjerg”: dağ” demektir.

4. Cebel-i Durrağ (Durrağ Dağı): Shin’ichiro Tomanaga (1906-1979) ve Hideki Yukowa’ya (1907-1981) gelen KMA mektuplarındaki ikinci imza, “Drakensberg” dir. Flamanca olan bu sözcük, “Korkulu Dağ” anlamına gelmektedir. Ayrıca, Gurdjieff’in Tibet’te, Kozyrev’in “Ural-Kaman Dağları”nda ve Haushofer’in “Drakensberg”de olduğunu bildirdiği, “Dhurakhapalam” ve “Draken” sözcükleri arasında büyük bir analoji vardır (Kozyrev’in, Urallar’daki mağarasından, Paul Kamenberg’e ışınlama deneyi uyguladığını hatırlayalım).

5. Cebel-i Hadid (Demir Dağı): David Hilbert (1862-1943), Stefan Banach (1892-1945) ve Alfred Tarsky’e (1902-1983) gelen KMA mektuplarındaki ikinci imza, “Eisenberg”dir. “Eisen”, Almanca “demir” demektir.

6. Cebel-i Fein (Fein Dağı): Oleksa-Myron Bilaniuk (1926-….) ve tüm takyon ekibine gönderilen KMA mektuplarındaki ikinci imza, “Feinberg”dir. Zig-Zag Grubu’nda üç tane Feinberg bulunmaktadır.

7. Cebeli- Ğayn (Ğayn Dağı): Jorge Luis Borges’e (1899-1986) gönderilen KMA mektuplarındaki ikinci imza, “Geinberg”dir. “Gein”in okunuşu, “gayn”dır.

8. Cebel-i Hayy (Hayat Dağı): Morris Ketchum Jessup’a (1900-1959) gönderilen KMA mektuplarındaki ikinci imza, “Heiberg”dir.
Yukarıdaki sıralama, kronolojik olarak değil, ikinci imzaların (Asistan’ların) baş harflerine göre yapılmıştır. KMA mektuplarındaki Asistan imzaların, Hızır Tezkiresi’nde belirtilen Kaf Sıradağları’nın isimleri ile çok yakın bir uyum içersinde olmaları tabii ki bir raslantı sayılamaz. Okurlarımız, bunun kozmik bir şaka olabileceğini bile düşünebilirler. Bu konuda yoruma girmiyoruz; fakat bu isimlerin Dünya bilim tarihindeki önemlerinin literatürden araştırılmasını öneririz. Bağdadi’nin, bundan 150 yıl kadar önce, bu Kaf Sıradağları’nı sahiplenen bilim adamlarının özdeş isimleri konusunda bilinçli olduğuna inancımız tam.

Kaf Sıradağları’nın doruklarının isimleri ile özdeş bilim adamlarının isimlerinin esrarı, sadece Hızır Tezkiresi ile bildirilmiş bir “işaret” idi. Bu işaret, Bağdadi’nin emanetçisi “Hekim Bey”lerin sonuncusu olan “Farouk El-Baz”ın Batı’ya göndermesi gereken yeni Tezkire bölümü içindi. Aslında, işaretin cevabını El-Baz da bilmiyor, sadece, çözüldüğünde aklen ikna olması gerekiyordu.

Bağdadi’nin bu tarz işaretleri, Batı’da çözümlenip, Doğu’ya iletilince, Tezkire’nin yeni bir bölümü, Mısır’daki emanetçiden Batı’ya gönderiliyordu. Böylece, Batı’daki çalışmalar, KMA mektupları ile, dağıtım için Zig-Zag mensuplarına ve bilgi için de Doğulu emanetçiye (Hekim Bey’e) iletilmekteydi
 
TA-HA” VE “YA-SİN”

Hızır Tezkiresi’nin takip eden bölümü, Arapça’dan çevrilerek aşağıda özetlenmiştir:

“Giderken farkına varmadığımız, dönüşte dikkatimi çeken, yarı somut, yarı soyut “evrenin” birbirine değdiği, hassas ve kıl kadar ince ara bölgede, “Ta-Ha” ile “Ya-Sin”, birbirleri ile, “1/3”, ya da” 2/3” oranlarında birleşmek zorunda kalıyorlardı. Çünkü, onları bir yandan, “tardiyyun” (tardyon), öte yandan “tahayyun” (takyon) birbirlerine perçinliyor ve ister istemez birleşerek bir “zerrecik” oluyorlardı. Bunlar, iki alemin arasında sanki kahverengi taştan yapılmış bir duvar, bir su bendi gibiydiler. Bu kahverengi taş duvar olmasaydı, “Nur” bu evrene hücum eder ve yakardı. O duvar, her iki evrenin ortak katkısı ile oluşmuştur ve çok gereklidir. Somut Alemi, öbür aleme “kaçmaktan”; öbür alemdeki “Nur”u da bu tarafa gelmekten koruyor. O duvarın adı. “Kuvve”dir. Rengi de kahverengidir. “Kuvve”ler kısmen somut taneciklerdir, kısmen de değildir. Fakat, “Nar” ve “Nur”, birbirlerine sadece bu (yarı takyon, yarı tardyon) “teğet” bölgede (işbirliğine) zorunludurlar. Onun dışında, birbirlerinden bağımsızdırlar."

Tezkire’nin yukarıda özetlediğimiz Arapça bölümünden sonra, takip eden bölümü Osmanlıca olup, bu bölümü de aynen aşağıda sunuyoruz:

“… Ol Alem-i Mücerreteyn dahilinde “Ha”, haram mensebesinde memnudur. Alem-i Mücerrereyn tekmil “Nur”a gark kılınıp, Alaim-i Sema’nın eflatun, zifir mai, mai yeşil renklerinden terkip edilmiştir. Nur, alevli, harlı değildir; lakin her kim temas etse, kavurmaz, alevsiz, ziyasız Esir-i Nevra neşreder. Maddi Ecsam Alemi’nde, ol Nur, zerre-i noktaya mahbustur. “Nar” ise, lal, narenciye, sarı alevle yanar. Ziyası mevcut olup, temas edeni kavurur. Yarım müşahhas, yarım mücerret ol Hudut Alem’de, her iki alevden mürekkep, melez ve acib bir alev hülasası daha mevcuttur. O alevin terkibi, Nar ile Nur’un “üçe” taksim edilip, “bir” veya “iki” bölüğü yekdiğerine giriftardır. Nar ile Nur yekdiğerine cem edildiğinde, Alem-i Hudut’da yegane renk kahve ziyasıdır. Ol acib kahverengi ziya, ne müşahhas, ne mücerret alemlerde mevcuttur; ol Hudut Alemi’ne mahsus renktir. Her iki alem de, o kahverengi alevi ebyad zan eyler. Hakikatte kahverengi olduğunu, hududa vasıl olup nazar eden idrak eyler, hayrettir. Maddenin merkezi dahi ol kahverengiyle itmam kılınmıştır. Ol kahverengi, biri lal, biri sarı Nar’dan ve üçüncüsü, mai Nur’dan cem ve terkip edilmiştir. Alem-i Hudut’da, sıfattan bir kısım ol alevin kahverengine tekabüle muvaffaktırlar. İsimler, “Kuvve-i Kudret”tir. Sıfat, letafettir. Ol letafet sıfatını, tali sıfatlarla tarif etmek elzemdir. Onların cümlesi “24” tali sıfattır: “Acib”, “Nefis”, “Cahih”, “Cazip”, “Ahsen”, “Sefil”, “Üla”, “Zemin”, “Zirve”, “Hürr”, “Latif”, “Zarif”, “Hafif”, “Tariv”, “Şakiv”, “Ram”, “Duçar”, “Meftun”, “Zeki”, “Akil”, “Halim”, “Masum”, “Suhul”, “Zemherririye” tarifi lazımdır. Cem’an “24 kuvve” halk olunmuştur ki, o kuvveye de Anasır-ı Erbaa keyfiyeti sebebiyle, “dört” harf-i tarif kifayet eyler. Hurufat, “Ta”, “Ha”, “Ya”, “Sin”den ibarettir. Cem’i cümlesi “28”e tekabül eyler kim Huruf-u Elifba’nın tamamıdır. Topyekün zerre nüvesi, ol “24 kuvve” ve “dört elemandan” müteşekkildir. Bu kuvvelerin “3” adedi bir “nüve” peydah eder. Kim kuvveler sarı, lal ve mai olup, nüve kahverengidir. Lakin, maade renklerin tefriki gayri kaabildir. İki taraftan ebyad intibaı verirse de, hakikatte kahverengidir…”

Şimdi yukarıdaki metni sadeleştirerek Türkçe açıklamasına girelim:

“O Soyut Evren içinde, “Nar” haram derecesinde yasaktır. O Soyut Evren’de asla ateş yoktur, (orası) tamamen Nur’a (Sonsuz Özenerji’ye) boğulmuştur. Nur, gökkuşağının mor, lacivert, mavi ve yeşil renklerinin karışımından oluşur. Nur, alevli, sıcak ve ışıklı değildir (Sıfat olmayan yerde soğuk-sıcak da olamaz). Ona kim değse kavrulmaz. Gün ışığı gibi değil, “esiri-aura ışıma” (fluoresans gibi soğuk aydınlık) yayar. Somut Evren’de, o Nur, noktasal zerrelere (taneciklere) hapis olmuştur. Nar (ateş) ise, kırmızı, turuncu ve sarı bir alevle yanar. Işığı vardır ve değeni yakar. Yarı somut ve/veya yarı soyut o Hudut Alem’de, her iki tür alevden(Nar ve Nur’dan) birleşik, melez, olağanüstü bir “alev özü” vardır. O alevin terkibi, Nar ve Nur’un “üçe” bölünüp, “bir”, ya da “ikisinin” birbirine karışımıdır. Nar ve Nur’un bu kesirleri toplandığında, o Hudut (yarı somut, yarı soyut) Alem’de, bir tek rengi, kahverengi ışığı oluştururlar. Bu kahverengi ışığı, ne bizim Somut Evren,(kendi taraflarından bakınca) “beyaz” renkte sanırlar. Gerçekte, hududa ulaşan, onun (beyaz değil), aslında kahverengi olduğunu şaşkınlıkla görür. Maddenin merkezi de, o kahverengi renkle tamam edilmiştir. O kahverenginin bileşenlerinde, Nar’ın kırmızı ve sarı, Nur’un mavi renginin katılımı vardır (Gerçekte, doğada kahverengi renk olarak bulunmakla birlikte, asla doğal kahverengi ışık yoktur). Hudut Alem’de, sıfatlar ve isimlerden “bir” ve “ikisi”, “üçe” tamamlanıp kahverengi olurlar. İsimler, “kuvve” (kuvvet) kudretidir; sıfatlar ise letafettir, O letafeti ikincil sıfatlarla tanımlamak gerekir. Onların tümü “24 sıfattır”: Bunları, “Acib” (Strange), “Nefis” (Savour), “Sahih” (Truth), “Cazip” (Charm), “Ahsen” (Beuty), “Sefil” (Down), “Ula” (Up), “Zemin” (Bottom), “Zirve” (Top), “Hürr”(Freedom), “Latif” (Fine), … diye nitelendirmek gerekir. Toplam 24 “kuvve” (kuark) yaratılmıştır ki, bunları açıklamaya dört harf yeterlidir. Bu harfler, “Ta”, “Ha”, “Ya”,(kuark) ve “dört” unsurdan kuruludur. “Üç tane kuvve” bir çekirdek ortaya çıkarır ki, bu kuvveler(kuarklar) sarı, kırmızı ve mavi renkte, çekirdek ise kahverengidir. Ancak başka renklerin ayırt edilmesi mümkün değildir (Kahverengi karışım içinde diğer renkler ayırt edilemez). İki yandan (Tardyon ve Takyon Evrenleri’ndeki varlıklar baktıklarında) beyaz izlenimi verir, ancak gerçekte renk kahverengidir.”

Hızır Tezkiresi’nde belirtilen kuarkların, “güzellik, çekicilik, lezzet” gibi sıfatlarla tanımlanmaları dikkat çekicidir. Ancak, bu sıfatların 1800’lü yıllarda konulmuş olması, isimlendirme ve sıfatlandırmanın bir tesadüfler mekanizmasının elinde olmadığını, bunun ilahi ve kozmik güdümlerle yapıldığını göstermektedir. Tıpkı yeni doğan çocuğa verilen ismin, aslında ezelde ,“Levh-i Mahfuz”da yazılı olması gibi, çeşitli bilimsel buluşların, bu arada kuark derecelendirmesinin ve isimlerinin çok önceleri konulduğunu, hem Hızır Tezkiresi’nin içeriğinde ve hem de daha önce sözünü ettiğimiz James Joyce’un eserlerinde (acib-strange, cazip-charm, ahsen-beauty, sefil-down, ula-up, zemin-bottom, zirve-top, …) görmekteyiz.

Hızır Tezkiresi’nden anlaşılabileceği gibi, Kainat’ın soyut (Nur) tarafı, gökkuşağının soğuk (mor, lacivert, mavi) renklerini; somut (Nar) tarafı ise, sıcak (sarı, turuncu, kırmızı) renklerini almıştır. Aradaki Hudut Alem’de ise, gökkuşağında yer almayan, kahverengi ışınlar bulunmaktadır. Öyle ki, bizim evrenimizde veya Soyut Evren’de (Mücerret Alem’de) bulunanlar, kendi taraflarından baktıklarında, bu Hudut Evren’i beyaz olarak algılıyorlar; ancak tam oraya gidildiğinde kahverengi olduğu anlaşılıyor. Bu Hudut Evren’de, ayrıca, yine kahverengi Kaf Sıradağları bulunuyor.

Tezkire’nin bu metninin Zig-Zag birimlerine ulaşmasından sonra, yukarıda açıklanmamış olan renk dinamiği sayesinde, o güne kadar tıkanmış olan “Kuark-Gluon Teoremi”nin çözümlenmesi mümkün olmuştur. 11. KMA Jorge Luis Borges’in “Carlo M. Alano” imzası ve ikinci imza olarak “Heiberg” adıyla gönderilen KMA mektuplarıyla gerçekleştirilen bu “Chromodynamics” (Renk Dinamiği Kuramı), bilim dünyasında hemen kabul görmüştür. Bu konunun ayrıntılı açıklamasına girmiyoruz. Girdiğimiz takdirde, içeriğindeki teknik ayrıntılar nedeniyle asıl konumuzun dışına çıkmış oluruz. Okurumuz, bu konunun ayrıntılı açıklamasını Aiberg’in eserlerinden izleyebilir.

Kuarklar’ın bazıları deneysel olarak bulunmuş, bazılarının varlığı ise sadece matematiksel olarak ispatlanmıştır. Örneğin, “S” (Strange) ve “B” (Bottom) kuarkları, hızlandırıcılarda deneysel olarak bulunmuşlardır. Diğer taraftan, Kur’an’ın Cin Suresi’nde geçen ve “Şıhab” denilen kozmik parçacıkların bünyesindeki “T” (Top) kuarkı, sadece matematiksel olarak ispatlanmıştır. Zig-Zag Öğretisi’nin öngördüğü bu kuarkın deneysel olarak saptanamamasının nedeni, çok yüksek enerji gerektirmesidir. Şu sıralarda, kalan kuarklar, SCS hızlandırıcıları ile yapılan çeşitli uygulamalarla deneysel olarak da kanıtlanmaya başlanmıştır. İşin ilgiç yanı, aldıkları isimlerin, bundan 150 yıl önce Bağdadi ve daha sonra Joyce tarafından açıklamış olmasıdır.
 
WEISSSCHILD ASTRONOMİSİ

Karadelikleri, Alman kozmologu Karl Schwarzschild’in; karadeliklerin ardındaki Worm Hole denilen tüneli, Danimarka asıllı Alman Serp Rothschid’in bulduğunu daha önce belirtmiştik. Her ikisi de birer Müslüman Zig-Zag mensubu olan bu bilim adamlarından sonra, karadeliklerin çıkış ucu olan akdelikleri de, Danimarka asıllı Alman “Hans Weissschild” bulmuştur. Hans Weissschild, yazarımız Hans von Aiberg’den başkası değildir. Aiberg akdelikleri kanıtladığında, annesi “Eva Weissschild”in kızlık soyadını kullanmıştır. Dikkat edilirse, tünel astronomisini kuran bu üç bilginin soyadlarının başlarında, Almanca “scwarz” (siyah), “rot” (kırmızı) ve “weiss” (beyaz) sözcükleri yer almaktadır. Her üçünün soyadında yer alan “schild” sözcüğü ise, Almanca “madalya-şild” anlamındadır. Burada ilginç bir rastlantıyla karşılaşıyoruz: Kronolojik sırayla, “Siyah Şild, Kırmızı Şild, Beyaz Şild” anlamındaki soyadlarının temsil ettiği bu üç renk, eski Almanya bayrağının yatay şerit renkleridir.

Aiberg, akdeliklerin bulucusu olarak neden “Weissschild” ismini kullandığını ve bu buluşunu şöyle açıklıyor:

“Karadeliklerin bulucusu Karl Schwarzschild, karadelik için, “Yıldızların ölümü ile insanın ölümü farklı değil; her ikisi de bir kara kabire gömülüyorlar” demişti. Bu mantık ile düşünürsek, bir akdelik de, bir yıldızın doğumu demekti. Ölümün simgesi karadelik ise, doğumun simgesi de akdelik olmalıydı. Bu nedenle, beni doğuran annemin kızlık soyadını kullanmayı doğru buldum. O dönemde, kozmoloji bir kaç sayfa yazılı bilgiden ve kozmogoni sadece Büyük Patlama Teoremi’nden ibaretti. Karadelikler, Schwarzschild tarafından ortaya konulmuş olmasına rağmen, buna hemen hemen hiç kimse inanmıyordu. 1961 yılında yüksek öğrenime başladığımda, astrofizik ve mikrofiziği yutar gibi okumaktaydım. 1964 yılında, yüksek öğrenimimin üçüncü sınıfındayken, Schwarzschild ve Rothschild grubunun karadelik ve tünel sürecini sanki bir tek ben benimsemiştim. Hatta, onların da akıl edemediği tünelin çıkış ucunu, “akdelik” adıyla Weissschild Astronomisi olarak belirlemiştim.

Bu konuyu, öğretmenim “Werner Karl Heisenberg” (1901-1976) (K76, K77) ile tartışmak üzere bir gün Berlin Üniversitesi’ne gittim. Kuantum fiziğinin mimarlarından biri ve “Belirsizlik” (Indeterminizm) ilkesinin kurucusu olan Heisenberg’in matrislerine tünel sürecinin varlığını borçlu olmamız nedeniyle, özellikle ondan destek almak için gitmiştim. Ancak, Heisenberg’in karadeliklere inanmadığını hayretle gördüm. Matemetiksel “Weissschild Metrikleri Teoremi”mi inceledikten sonra, “Schwarzchild”in yıldızının hiç görünmemesine karşılık, senin yıldızın doğduğuna göre ışık vermelidir; ama şu anda gökte öyle bir şey yok” demişti.

Aslında, ışımasını beklediğim akdelik niteliğindeki yıldızlar, 1960 yılı teknolojisinde “mavi dev yıldızlar” olarak gözlenmiş ve tanımlanmıştı. Ancak bu yıldızların “aradıklarım” olduğunun herkes gibi ben de farkında değildim. Beş yıl sonra, 1965 yılında, ışıyan bu mavi devlerin, yıldız ya da galaksi olmadıkları anlaşılınca, akdelik hipotezime tekrar geri döndüm. 1965 yılı, bilimin sihirli bir yılıydı. “Big Bang” ve “kuazar”(quasar) lar (S2) ortaya konulmuş, ufuklar çok güçlü aygıtlarla gözlenmeye başlanmıştı. Bilinen yıldızlardan çok farklı olan bu esrarengiz ışıyan yıldızlara “kuazar”lar adı verilmişti. Kuazarlar, çok küçük bir ışıma kaynağına, ancak akıl almaz bir aydınlığa sahip olup, evrenin en uzak noktalarında (15-20 milyar ışık yılı ötede) bulunmaktadırlar. Bu en küçük, en aydınlık, en uzak özellikleriyle, akdelik tanımına tam olarak uymaktadırlar. En uzakta olduğu halde en güçlü ışımayı yapan kuazarlar, komşu ülkedeki bir sokak lambasının, evimizin içini, evin içindeki bir lambadan daha fazla aydınlatması kadar güçlüdürler. “Alan Sandage” tarafından tanımlanan kuazarların akdelikler olduğu konusunda, “Junghans Weissschild” takma adıyla yazdıklarım bilim çevrelerince bayağı tutuldu. İsmimim tanınması akdelikler sayesinde olmuştu. Karadelik adı, 1969 yılında, “John Archibald Wheeler” (1911-….) (K151) tarafından konulduğunda, buna benzer olarak ben de “Akdelik” (White Hole - Weisses Loch) adını önerdim. Kuazarların bulunması, “Weissschild Astronomisi”ni destekleyen en önemli buluş olmuştu.”

Aiberg, 1970’li yıllarda, “bozon”ların bulunuşuna ve “Birleşik Alanlar Teoremi”ne katkıda bulunmuştur. Bundan daha önce ise, “Karadelikler sürecinde hiç bir sürekliliğin sona ermediğini, karadelik tünellerinin varlıklara (ve sonsuzluğa) yol verdiğini, böylece tünel sürecinde hiç bir varlığın sonunun gelmediğini, “bir başka evrene sıçrayarak burada yeni ömrünü sürdürdüğünü” ve ölümsüzlük denilen yeni bir başlangıç ile varlığın sonlu ömrünün sonsuza yeniden açıldığını” bulmuştu. Sonsuzun kendisinin, varlığı sona ermeden, başka bir sonsuza açılma sürekliliğine, doktorasında “Transtunnel Contiuum”adını vermiştir. Bu tezinde, hem kuantların noktasal olmayıp, tünel biçiminde mini mini iplikçikler olduğu ve hem de sonsuzun doğrultusunun tüneller olduğunu fiziko-matematik yöntemlerle ispatlamıştır.

Weissschild Astronomisi, Aiberg’in eserlerinde ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Madde-enerji-bilinç kavramlarının, tardyon, lukson ve takyonlarla açıklanmasından sonra, “Esir” ve tünelin tanımlarını yapan yazar, “Cosmo-Osmos” adıyla “gizli değişkenler”in (hidden variables) mekanizmasını açıklamış, tünel sürecini “Sur Borusu” kavramına ulaştırmıştır. “Süper Uzay” tanımıyla “Misal Alemi”ni, “Hiper Uzay” tanımıyla da “Mutlak Misal Alemi”ni açıklamıştır. Ayrıca, dört matematik işlemi tek işleme indirgeyerek, iki boyutlu matematik olan “Beşinci İşlem”i bulmuştur.

Öğretimizde, tüm Kainat’ın “Birer çiftten kurulu sonsuz alemlerden oluştuğu” görüşü benimsenmiştir. Herhangibir tekillik ile bu evrenler arasında bağlantı sağlanabilmektedir. Kainat’ın, içerdiği milyarlarca karadelik ile, birbirleriyle dolaysız bağlanmış bir tüneller yumağı olduğunu söyleyebiliriz. Sadece matematik denklemlerle anlatılabilen bu parakozmolojik uzay modeli, “Aiberg Uzay Modeli” olarak tescil edilmiştir. Bu modelde, her evren çiftine açılan tünellerden sonsuz tanesi, bir üst boyut sistemi olan “Süper Uzay”a (Aşağı Misal Alemi’ne) açılmaktadır. Böylece, uzaklıklar ortadan kalkmakta, zaman sıfırlanmakta ve (hiç bir adım atılmadan ve hiç bir salise geçmeden) tüm parelel alemlere, dolaysız ve her nokta ile bağlantı kurarak ilişkiye geçilebilmektedir. Buna, “Aiberg Uzay Yürüyümü” adı verilmiştir.

Aiberg’in teorileri (hipotezleri, varsayımları değil), çağının bilimini o kadar aşmıştır ki, relativitenin 1905 ile 1921 yılları arasında nasıl sözü bile edilmemiş ise, onun teorileri de darbeci bulunmuştur. John Archibald Wheeler, Aiberg’in teorilerini “21. yüzyılın bilimi” olarak adlandırmış ve Aiberg’in transkozmogoni doktorasına, “Aiberg Uzayı” adının verilmesini önermiştir. Aiberg’in kitaplarında yer alan, Zig-Zag Öğretisi’nin özgün teoremlerinin tamamı, “Aiberg Uzayı” ismi altında yer almıştır.

Bütün bu çalışmaların yapılabilmesi için nelerin gerekli olduğunu, bakınız Aiberg nasıl açıklıyor:

“Bu çok ileri teknolojiyi gerçekleştirebilmek için, “Sonsuz Ötesi Beşinci İşlem” matematiğini ve Cantor’un Sonsuz Serileri’ni bilmek gerekir. Rasyonel matematikten başka, soyut (imajiner) matematiği; anomali denilen negatif ihtimalleri determine eden “kare matriks” cebirini; üç boyutlu küb matriks cebirinin on ve onbir boyutlu geometri düzeyinde uzay transformasyonlarını; kristalojik Raumgitter transformasyonlarını; Elif Noktaları (Sonsuz Ötesi matematik) ile Tekillik (Singularity) kardinallerini; Sanskrit-Sami sembolizmini, Ebced ve Kur’an Arapça’sındaki Cifir şifrelerini iyi bilmek gerekir. Bunları değil yazmak, öğrenmek bile bir kaç ömür tutar. Dolayısıyla, beni aşan Cifir’i yazmam için belki de 20 yıl daha çalışmam gerekir. Bunun yerine, Cifir’den bildiğim kadarını, konularımızda yeri geldikçe kullanmaya çalıştım. Cifir, gelmiş geçmiş tüm varlıkların, evrendeki her canlının, Kıyamet’e kadar olan tüm Levh-i Mahfuz “yazgısını”, Sonsuz Seriler kavramları içersinde tesbit ederek, en özel adresleri de bulabilmektir.”

Aiberg’e, olağanüstü buluşlarını neye borçlu olduğu bir röportajda sorulduğunda, yazarımız şöyle cevaplamıştır:

“Kur’an rehberimdi. Teori aramaya gerek yok; Kur’an’ın ilmini öğrensinler. Çünkü, bilim adamlarının bütün düşündükleri, düşünecekleri ve düşünemeyecekleri tüm teoriler, bu kutsal kitapta bulunmaktadır. Kur’an, bir anlamda, “Teoriler Fihristi”dir. Kur’an’dan başka kitaplara bakılırsa, örneğin mevcut dört İncil’den, birbiriyle çatışan dört ayrı teori doğar. Oysa gerçek bir tanedir ve o da Kur’an’dır.

Aiberg, Müslüman olduğunu, topluma ilk kez bu sözleriyle açıklamıştır.
 
ZAMAN”IN EFENDİSİ
Bilimsel ayrıntılara girmeden açıklamaya çalıştığımız Hızır Tezkiresi ve Zig-Zag Öğretisi’nin yukarıdaki bölümlerinden sonra, sanırız artık sıra, bütün bu bilimlerin kaynağı, “Zaman”ın Efendisi “Hazreti Hızır”a gelmiş olmalıdır:

Öğretimizin kurucusu olan Hazreti Hızır, kendisine Allah katından ilim verilmiş olan ve bu ilimle her çağa ulaşabilen bir “zaman gezmeni”dir. 5000 yıldan beri, Afrika’ya, hatta Endonezya’ya kadar uzanan bir coğrafyada, kendisinin diri olarak görüldüğüne dair söylentiler vardır. Öyle ki, bir zamanlar, Hindistan’daki İngiliz makamlarının bir bilim kurumuna verdikleri raporda, “Bir görülüp, bir kaybolan kişi” diye sözünü ettikleri bu kutsal kişinin, ülkemizde de varlığını ileri süren bir çok kişi olduğu bir hayli dillerdedir. Biliyoruz ki, bu konuda çağlar boyu Türk halkının dilinden düşmeyen sayısız olgu vardır.

Kur’an’ın Kehf Suresi’nin 65. ayeti şöyledir:

"Orada kullarımızdan öyle birini buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, lutfumuzdan bir ilim öğretmiştik.”

Hazreti Hızır’ın adı, Kur’an’ın hiç bir yerinde geçmez. Ancak onun ismi, tüm gerçek hadislerde bol bol zikredilmiştir. Adının Kur’an’da geçmemesiyle ilgili olarak, Hazreti Hızır, Hızır Tezkiresi’nde şöyle demektedir:

“Rabbimiz bile, kendine, bencilce “Ben” demezken, Zat-ı Şahane’sinden “O” diye söz ederken, eşsiz olmasına rağmen “Biz” derken, benim ismim nedir ki, ne haddime!”

Kitab-ı Mukaddes’de “Melki-Sedek” (K12) ismi ile anılan Hazreti Hızır’ın zaman gezmenliği hakkında, Kehf Suresi’nde çok önemli bilgiler yer almaktadır. Bundan önce, A. C. Akıncı’nın, 1995 yılında yayınlanan, “Hızır’ı Arayan Peygamber” kitabından (K1) özetlediğimiz bir bölümü sunalım:

“Musa, İsrailoğulları için hutbeye kalktığında, kendisine, “İnsanların en bilgini kimdir?” diye sorulur. O da, “En alim benim” diye cevap verir. Ancak, ilmi, “Allah bilir” diyerek Allah’a havale etmediği için, Allah ona hitap eder ve “İki denizin birleştiği yerde, kullarımdan biri var. O, senden daha alimdir” diyerek vahiy eder. Musa: “Rabbim! Onu nasıl bulabilirim?” dediğinde, Allah: “Bir balık al, zembile koy, balığı nerede kaybedersen, işte senden daha alim olan kulum oradadır” der. Hazreti Musa söyleneni yapar, yanına muhafızı Yuşa’yı alarak yola koyulur. Yanlarına aldıkları cansız balık nerede kaybolursa, bu olay Hazreti Hızır’ın orada olduğunun işareti olacaktır.”

Bundan sonrasını, Kehf Suresi’nden izleyelim:

“Bir zamanlar, Musa, genç dostuna şöyle demişti: “İki denizin birleştiği yere (kadar, aradan) uzun yıllar da geçse hiç durmadan yürüyeceğim (Kehf-60).”

“Bu ikisi, iki denizin birleştiği yere vardıklarında, balığı unuttular. Bunun üzerine, balık da denizde bir deliğe doğru yola koyuldu (Kehf-61).”

“Orayı geçip gittiklerinde, Musa, genç arkadaşına dedi ki: “Hadi getir şu sabah yemeğimizi, vallahi bu yolculuğumuz yüzünden epey (sıkıntı) çektik (Kehf-62).”

Yemeğe oturdukları sırada, muhafızı, balığın zembilde olmadığını görür.

“Genç adam: “Gördün mü? Hani kayaya sığınmıştık ya, işte o sırada balığı unuttum. Onu bana unutturan Şeytan’dan başkası olamaz. Balık, denizin içinde acayip bir şekilde yolunu bulup (gitti)” dedi (Kehf-63).”

Gerçekten, zembildeki balık bir süre önce “canlanarak” denize atlayıp gitmiş, her ikisi de farkına varmamışlardır.

“Hazreti Musa: “Arayıp durduğumuz işte o idi” dedi. Bunun üzerine, kendi izlerini takip ederek gerisin geriye döndüler (Kehf-64).”

“Orada (geriye döndükleri yerde), kullarımızdan öyle birini buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, lutfumuzdan bir ilim öğretmiştik (Kehf-65).”

“Musa, ona (Hazreti Hızır’a): “Sana öğretilenden bana da öğretmen şartıyla sana tabi olayım mı?” dedi (Kehf-66).”

“(Hazreti Hızır:) “Doğrusu, sen benimle beraberliğe dayanamazsın (Kehf-67). Havsalanın alamadığı şeye nasıl dayanacaksın?” dedi (Kehf-68).”

“Musa: “İnşallah beni sabırlı bulacaksın; hiç bir işte sana karşı gelmeyeceğim” dedi (Kehf-69).”

“(Hazreti Hızır:) “Eğer bana tabi olursan, ben söz açmadıkça, bana hiç bir şey hakkında soru sorma” dedi (Kehf-70).”

“(Böylece, her) ikisi birlikte yola koyuldular. Bir süre sonra, bir gemiye bindiklerinde, (Hazreti Hızır) o gemiyi (bir balta ile) deldi. Musa: “İçindekileri boğmak için mi deldin gemiyi? Vallahi korkunç bir iş yaptın” dedi (Kehf-71).”

“(Hazreti Hızır:) “Ben sana demedim mi? Benimle beraberliğe asla dayanamazsın” dedi (Kehf-72).”

“Musa: “Unuttuğum için beni azarlama. Bu yaptığımdan dolayı da bana zorluk çıkarma” dedi (Kehf-73).”

“Yine yola koyuldular. Bir süre sonra bir erkek çocuğa rastladıklarında, (Hazreti Hızır) tuttu, o çocuğu öldürdü. Musa: “Tertemiz bir canı, bir cana karşılık olmaksızın öldürdün ha! Vallahi çok kötü bir iş yaptın” dedi (Kehf-74).”

“(Hazreti Hızır:) “Ben sana demedim mi, sen benimle beraberliğe asla dayanamazsın” dedi (Kehf-75).”

“Musa. “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık bana yoldaşlık etme. Benim artık ileri sürecek bir mazeretim kalmadı” dedi (Kehf-76).”

“Yine yola devam ettiler. Biraz sonra bir şehire geldiler. Şehir halkından yemek istediler. Ama onlar bu ikisini konuk etmekten çekindiler. Orada, yıkılmak üzere olan bir duvara yaslandılar. Genç adam (Hazreti Hızır) tuttu, o duvarı onardı. Musa: “İsteseydin bunun karşılığında bir ücret bile alırdın” dedi (Kehf-77).”
 
Geri
Üst