Zig Zag Ogretisi (zamanda Yolculuk)

ifrit

RuHaNi WaRliK
Katılım
20 Haz 2005
Mesajlar
2,205
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
192.168.0.1
kafayi siyirtir adama bunlar dikkat edin

ZIG-ZAG ÖĞRETİSİ’NİN KURULUŞU

Hazreti Hızır’ın “Fatihat-ı Fukara” duası ile belirlediği ve her bir katını Fatiha Suresi’nin bir ayeti ile denkleştirdiği “Yedi Gök” katmanından en alttakinin cifir ismi “Zeğ-Zağ”dır. “Arş”ın bu en alt katında “Levh-i Mahfuz” bulunmaktadır. “Zeğ-Zağ” sözcüğünün Kur’an’daki karşılığı, “Zil-Zal” olup; anlamı, “dalgasal oluşumlar, gel-gitler, zig-zag çizen dinamizmler” demektir. Aslında, Fatiha Suresi’nin son ayeti ve Batı alfabelerinin son harfi olan “Z”, Hazreti Hızır’ın simgesidir.

Hazreti Hızır, “Arş”ın “Zeğ-Zağ” katının ilmini almış ve bu sırrı Bağdadi’ye vermiştir. İrşadda, hem Abdülkadir Geylani’ye, hem de Hazreti Hızır’a bağlı olan Bağdadi, Doğulu öğrencilerine “Kadiriliği” ve “Halidiliği”, Batılı öğrencilerine ise “Hızırıliği”, yani “Zig-Zag Öğretisi”ni bırakmıştır. Aslı “Zeğ-Zağ” olarak bilinen bu öğretinin adı, Batı dillerindeki kullanım kolaylığı bakımından “Zig-Zag Öğretisi” olarak değiştirilmiştir.

“Allah katından büyük bir bilimin sahibi olduğu” Kur’an’da belirtilen zaman gezmeni Hazreti Hızır’ın “Hızır Tezkiresi” aracılığıyla Bağdadi’ye dikte ettirdiği eşsiz bilgilerin (Zig-Zag Öğretisi’nin), bugünkü resmi bilimin ne kadar üstünde olduğunu ve çağdaş bilim adamlarına nasıl harika ipuçları sağladığını bu yazı dizisinde sunacağız. Örneğin, geçtiğimiz yüzyıl içersinde, tüm evreni tek başına kapsayan en genel kuram olan kuantum fiziğinin (111) tamamına yakın bulguları, Zig-Zag mensuplarınca başarılmıştır. İlerde göreceğimiz gibi, 11 boyutlu kuantum fiziği (D15), birleşik alanlar (D19), dört temel kuvvet birimleri (K57), karadelikler (K39, S22), parelel evrenler (K156, D8) ve bu konular kapsamındaki bir çok buluş, Bağdadi’nin önderliğindeki Zig-Zag mensuplarınca yapılmış ve Zig-Zag Öğretisi, bugüne kadarki sayısız buluşlarıyla çağdaş bilime öncülük etmiştir.

Vasiyetinde, Hazreti Hızır’dan aldığı bilgileri Batı toplumuna bıraktığını bildiren Bağdadi, ölümünden önce, tezkirelerinin tamamını, ikinci kuşaktan öğrencisi olan Türk asıllı “Hekim Bey”e (bazı kaynaklara göre, “Ekim Bey”), öğretisinin Doğu Ekolü’nü sürdürmesi ve Batı Ekolü’nün kurulması amacıyla bırakmıştır. Hekim Bey, Bağdadi’nin vasiyeti gereği, Hızır Tezkiresi’nin ilk emanetçisi ve koordinatörüdür.
 
HEKİM BEY
Bağdadi’den, Hızır Tezkiresi’ni teslim alan “Hekim Bey”, Kahire’ye yerleşmiş ve ölümüne kadar Kahire’de yaşamış olan Türk asıllı bir Mısır yurttaşıdır. Hekim Bey’in ölümünden sonra, Hızır Tezkiresi, yine Kahire’de yaşamakta olan, “torunu” Hekim Bey’e geçmiştir. Bundan sonra, Doğu Ekolü’nde Tezkire emanetini alanlar, “Hekim Bey” müstear adıyla anılmışlardır.

“Hekim Bey”ler arasında en ünlüsü, Kuzey Afrika ve Halep’de, Fransızlar’a karşı savaşan ve Fransızlar’ın “Aquim Le Toubib”, Araplar’ın “Seyit Hekim” dedikleri, gerçek adı “Şerif Paşa” olarak bilinen Hekim Bey’dir. Türk asıllı olan Şerif Paşa, gençliğinde kazandığı başarılarla, Mısır’da, “Büyük Türk Paşası” lakabını almıştır. Hızır Tezkiresi’ni, Arapça’dan Osmanlı Türkçesi’ne çeviren kişidir.

Zig-Zag Öğretisi’nin önderlerinden, ilerde sözünü edeceğimiz “George Ivanovich Gurdjieff” (1872-1949), Hekim Bey’in yakın dostlarından olup, yazmış olduğu “Meetings with Remarkable Men” (Karşılaştığım Olağanüstü İnsanlar) (K71) adlı kitabında, İstanbul’da tanıştığı Hekim Bey’den uzun uzadıya söz etmiştir. Onunla Asya ve Afrika’da bir çok geziye katılan Gurdjieff, kitabında Hekim Bey’i şöyle anlatır (K71, D64, D65):

“Hekim Bey’le, Almanya’da gittiği askeri okuldan, yaz tatilini geçirmek üzere İstanbul’a geldiği sırada tanıştım. Babası N…. Paşa adında eski bir valiydi ve Üsküdar’da oturmaktaydılar. Onlarla tanışmam ilginçtir. Paşa Babası’nın denize düşürdüğü tesbihi, daha sonra dalıp çıkarmış ve teslim etmek üzere evlerine gitmiştim. Beni evlerinde misafir ettikleri sırada Hekim Bey’le tanıştım. Her ikimiz de gençtik. Onunla uzun sohbetler yapıyor, konuşmalarımız giderek felsefi konulara uzanıyordu. Hekim Bey, o yıl, tıp eğitimi için Almanya’ya gitti. Zira, artık onun vicdani kanaatleri, askeri öğrenimi bırakıp, askeri doktorluk eğitimine yönelmesini gerektirmişti. Devamlı yazışıyorduk. Dört yıl sonra, ben Kafkasya’dayken, tıp eğitimini bitirdiğini ve beni görmeye geleceğini bildiren bir mektubunu aldım. Buluştuk ve birlikte Kafkasya’dan Horasan’a,Tebriz’e ve Hindistan içlerine kadar bir çok gezi yaptık; çeşitli dergahları, dervişleri ziyaret ettik, Doğu’nun gizemi ile içiçe yaşadık. Onun en önemli özelliği, hipnotizmaya ve insan düşüncesinin gücünü sergileyen her türlü olaya olan aşırı ilgisiydi. Bu konularda insanlar üzerinde çeşitli deneyler yapıyor, yaptıklarıyla çevresinde büyük saygı görüyordu. Ancak, onu anlamayanlar, Hekim Bey’in bir büyücü veya sihirbaz olduğuna inanıyorlardı. Ruhsal güçlerini olağanüstü geliştirmişti; bu konularda engin bir bilgiye sahip olduğu gibi, insan organizmasını da çok iyi biliyordu. İnsanlar üzerinde yaptığı deneyler, insan ruhunu derinlemesine incelemek ve hipnotik etkilerin nedenlerini öğrenmek amacını güdüyordu. Sadece Türkiye’den değil, Dünya’nın çeşitli yerlerinden onunla görüşmek ve geleceklerini öğrenmek isteyen insanların sayısı bir hayli fazlaydı. Hekim Bey’in bu konulardaki gücünü ve bilgisini Asya içlerine yaptığımız gezilerde arttırdığının farkındaydım. Avrupalı Asyalı’yı küçük görür; ancak Asya, başta tıp, astroloji ve doğal bilimler olmak üzere bilim alanında o kadar ileri bir düzeye ulaşmıştır ki, Batı uygarlığının o düzeye erişmesi belki de bir kaç yüzyılı bulacaktır.”

Gurdjieff, 1872-1949 yılları arasında yaşamıştır. Kendisi ile aynı yaşlarda olması gereken Hekim Bey’in de aynı dönemde yaşamış olduğunu düşünüyoruz.

Daha sonraki yıllarda, “Hekim Bey” müstear adını kullanan diğer kişileri bilemiyoruz. Aiberg, kitaplarında, son yıllarda, Hızır Tezkiresi’nin emanetçisi olarak “Hekim Bey”lik görevini üstlenen iki kişinin adını veriyor: Bu iki kişiden biri, daha önce sözünü ettiğimiz, NASA’da görevli Mısırlı bilim adamı “Dr. Farouk El-Baz”dır ( S82, E4). Dr. El-Baz halen hayatta olup, kendisini, NASA’daki çalışmalarıyla olduğu kadar Mısır piramitleri ile ilgili çalışmalarından da tanıyoruz. Aiberg’in, kitabında sadece adını verdiği diğer kişi ise, “……. Tepedelenlioğlu”dur. Bu kişinin, Türkiye’de geniş bir aile olan “Tepedelenlioğlu”lardan hangisi olduğunu bilemiyoruz.

Şimdi, “Halidi Öğretisi Batı Ekolü”nün, yani “Zig-Zag Öğretisi”nin kuruluşunu ve tarihsel gelişimini birlikte izleyelim:
 
AXEL HEIBERG
Zig-Zag Öğretisi’nin ilk Batılı kurucusu ve koordinatörü, Danimarka asıllı bir Alman olan “Axel Heiberg”dir (1875-1952) (S17). Heiberg, Bağdadi’nin ikinci kuşak öğrencilerinden olup, tüm yazışmalarında, “K. M. Allein” (Karl Michael Allein) müstear adını kullanmıştır. “Hekim Bey” gibi bu gelenek devam ettirilerek, Heiberg’in halefleri de “K. M. Allein” adıyla anılmışlardır. Heiberg’in Müslüman oluşu ve Zig-Zag Öğretisi’nin başına geçişinin öyküsü oldukça ilginçtir:

Mühendis, bilim adamı, kaşif ve aynı zamanda misyoner olan Axel Heiberg’in asıl amacı, demiryolu inşaatında çalışmak üzere geldiği Şam ve çevresinde Hıristiyanlık propagandası yapmaktır. Axel Heiberg’in misyoner olarak gösterdiği çabalar, özellikle bölgedeki Hıristiyan Araplar’ı fazlasıyla sevindirir. Hatta “Axel” ismi, zamanla “Aziz” olmuş ve kendisi “Aziz Hayber” diye anılmaya başlamıştır.

Heiberg, misyonerlik çalışmalarını hızla yürüttüğü sıralarda, bir grup İskandinavyalı’nın zaman zaman Bağdat’ta toplandığını duyar. Bunların arasında, ünlü Alman matematikçi “Georg Cantor” (1845-1918) da bulunmaktadır. Aldığı adrese giden Heiberg, verilen adresin bir cami olduğunu hayretle görür. Cantor ve sekiz İskandinavyalı’nın bu camide namaz kıldıklarına ve “Mevlana Halid-i Bağdadi” adında birinin dergahında saatler boyu bilim konulu söyleşiler yaptıklarına tanık olur.

Hem merakından, hem de tartışılan konuların üst düzeyde olması nedeniyle, bir süre Bağdat’da kalarak bu toplantıları izler. Ancak, içindeki koyu Hıristiyanlık taassubu nedeniyle, konuşulanlara sürekli bir karşı koyma isteği duymaktadır. Onun bu hissettiklerini duyarcasına, Bağdadi de ona karşı kuşkuludur; diğerlerine gösterdiği yakınlığı ona göstermez. Grubun özel sohbetlerine katılma izni istediğinde, Bağdadi, Cantor aracılığı ile kendisine şunları söyler: “Yanlış hesap Bağdadi’den döner. O hayrı şerre çevirenlerdendir; bizden değildir”. Buna çok üzülen Heiberg, toplantıların peşini yine de bırakmaz. Kozmoloji ve kozmogoni (yaratılış) bilimleri üzerinde Kur’an tefsirlerinin yapıldığı bu söyleşilerde, Heiberg’in yüreğindeki Hıristiyanlık ateşi giderek söner ve yerini İslamiyet’e bırakır. Bağdadi’ye, Cantor aracılığı ile yeni bir mesaj gönderdiğinde ise şu cevabı alır: “Sora sora Bağdadi bulunur. O artık şerri hayra çevirenlerdendir; bizdendir”. Bunun üzerine, Heiberg, Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman olur ve Bağdadi tarafından, kendisine, “Kasım Muhammed” adı verilir.

Axel Heiberg, bir süre sonra Suriye’ye döner. Oradaki Hıristiyan Araplar, bir zamanlar “Aziz Hayber” dedikleri adamın namaz kılmakta olduğunu görünce öfkelenirler. “Muhammed” adını kullandığı için, kendisini, “Muhammed Al-Lain” (Lanetli Muhammed) diyerek aşağılamaya çalışırlar. Bu sırada, Bağdadi’nin ölüm haberi gelir ve Heiberg çok sarsılır. Üzüntüsünden yemez, içmez olur, zayıflar. Bu durumdan istifade etmek isteyen Süryaniler, kendisine güzel bir kadını musallat ederler. Gençliğin verdiği tutkularla kendini bir süre bu kadına kaptıran Axel Heiberg (kendi notları ve günlüğüne göre) bir gün inanılmaz bir olayla karşılaşır:

Halep demiryolunun inşaatında çalışmakta olan bazı Alman, İskandinav ve Flaman teknisyenlerin, bir demiryolu işçisi tarafından ayartılıp müslümanlaştırıldığı söylentileri Heiberg’in kulağına kadar gelmiştir. Bu işçiyi dayanılmaz bir merakla görmeye giden Heiberg, karşısında hiç beklemediği birini bulur. Bu işçi, Bağdat’daki söyleşilerde defalarca yüzyüze geldiği Bağdadi’den başkası değildir. Mevlana Halid-i Bağdadi, pek pejmürde, ancak tertemiz giysilerle demiryolu inşaatında kazma sallamaktadır.

O anda, Bağdadi’nin, ona ve Bağdat’daki söyleşilere katılan diğer sekiz Müslüman Alman mühendise, bu toplantılardan birinde söylemiş olduğu sözleri hatırlar. Bağdadi: “Batı’ya gitmelerini, ilmini Batı’ya götürmelerini, İslam’ın güneşinin Batı’dan doğacağını; Kur’an’ın gizemleri aracılığı ile ve “tezkirelerle” haberleşeceklerini ve “zaman yolculuğu” sayesinde dönem dönem görüşeceklerini” söylemiştir. İşte Bağdadi karşısındadır ve dedikleri çıkmıştır.

Bağdadi, Hazreti Hızır’dan, zaman yolculuğunun ve kendi veliliğinin kazandırdığı imtiyazla, “Diri Şehitler - Yeşil Sarıklılar” olmanın sırrını almıştı. Hatta, bir söyleşisinde, Heiberg’e, “Hazreti İdris’in ölümü tadıp ölmediği ve yüce bir makama alınışının sırrını yaşadığını” söylemişti. Yukarıda yazdığımız vasiyetinde de ebedi olduğunu belirtmiştir.

Bağdadi’nin bu kerametine kendi gözleri ile tanık olduğunu yazan Heiberg ve diğer Batılı Müslüman mühendisler, bir süre sonra ülkelerine dönerler. Hızır Tezkiresi’nin emanetçisi olan Hekim Bey, Bağdadi’nin ölümünden sonra, Tezkire’nin bir nüshasını, Bağdadi’nin öğrencilerinden George Ivanovich Gurjieff’e, İstanbul’da teslim eder. Gurdjieff, bu nüshanın bir kopyasını çıkartarak Axel Heiberg’e verir. Tamamı yedi paragraf olan bu yazıtın İngilizce’ye çevrilen nüshaları, “… ve Hızır Bana Dedi Ki” başlığı ile çoğaltılmıştır.

Axel Heiberg, Bağdadi’nin öğrencisi olarak, Kur’an’daki gizli bilimlerden (K3), özellikle cifir ilminden büyük feyiz almıştır. Hatta, kendisinin, Hazreti Hızır tarafından bizzat eğitildiği, Gurdjieff tarafından ileri sürülmüştür. İslami gizli bilimlere göre, insanın kendi “tüneline” gizlenerek “görünmez” olabileceği sırrına ermiş olan Axel Heiberg’in bir süre Türkiye’de kaldığı bilinmektedir. Kur’an ayetleri ve cifirle bu sırra eren büyük bilgin ve gizemci Axel Heiberg’in, ülkemizde kaldığı yıllarda, Bağdadi’den “el aldığı” görünmezlik yeteneğini zaman zaman “sergilediği”, yazarımız Hans von Aiberg tarafından, “İstanbul seyahatinde belirtiliyor” sözleriyle açıklanmıştır (Aiberg’in bu sözlerinden, bir “İstanbul Seyahati Notları” olduğu anlaşılıyor. Ancak, bu notlar Heiberg’e mi, yoksa Gurdjieff’e mi ait, bunu bilemiyoruz). Hatta, Heiberg, ünlü yazar Herbert G. Wells’in yarattığı “Görünmeyen Adam” (K150) tipinin bizzat kendisi olduğunu söylemiştir (Bu eserde, Axel Heiberg’in açıkça tarif edildiği, bizzat romanın yazarı tarafından belirtilmiştir).





“K. M. ALLEIN” ADININ DOĞUŞU
Daha sonra Kanada’ya geçen Axel Heiberg, diğer Müslüman mühendislerle mektuplaşmalarında, “Kasım Muhammed” adının baş harflerinden “Karl Michael Al-Lein” (Karl M. Allein) parafesini seçerek kullanmaya başlar. Heiberg, “Al-Lain” (Lanetli) anlamındaki lakabını misyonerlik günlerindeki günahının kefareti olarak benimser ve taşır. İşte, “K. M. Allein Mektupları”nın ünlü ve esrarengiz imzası böyle doğmuştur (Bundan sonra, yazımızda “K. M. Allein” yerine, kısaca “KMA” harflerini kullanacağız.

Georg Cantor’un sadece bilimle uğraşması nedeniyle, İslami tebliğlerin koordinatörlük görevini Axel Heiberg üstlenmiştir. Kendisi kadar mümin bir Müslüman olan kardeşi “Dr. Eivind (Edvin) Heiberg” (1870- ? ) ile birlikte, bilim adamlarına bazı İslami tebliğleri göndermeye başlarlar. Tabii, bu tebliğlerin kaynağı, Halidi-Doğu Ekolü’nün koordinatörü ve baş emanetçisi olan Hekim Bey’dir. Daha sonra, Zig-Zag Öğretisi’nin Avrupa sorumluluğunu kardeşine bırakan Axel, Kanada ve ABD’de bu öğretinin nüvesini oluşturmaya çalışır. Bir taraftan Kanada’nın kuzeyindeki bir adaya yerleşip, burada “görünmezlik” deneyleri üzerinde çalışmalar yaparken, diğer taraftan, Avrupa’daki Zig-Zag mensuplarını “KMA” imzalı mektuplarla yönetmeyi sürdürür.

Bugün ABD’de “Baghdad” isimli bir yerleşim merkezi vardır. Bu kentin kurucusu “Marwel Hollyday” adında Doğulu bir inisiyatördür. Bu üç ismin baş harfleri ile “Mevlana Halid-i Bağdadi” isminin baş harflerinin aynı oluşu dikkat çekicidir. Ayrıca, Amerikalı zenci Müslümanlar’ın, bugün, Bağdadi ismine çağrışım yapan “Bagh Dady” adında Doğulu bir inisyatörleri bulunmaktadır. Ancak, bu kişilerin, Zig-Zag Öğretisi ile bir bağıntılarının olup, olmadığını bilmiyoruz
 
“ZIG-ZAG ÖĞRETİSİ” NEDİR ?

Burada tekrar belirtmemiz gerekir ki, Hızır Tezkiresi’nin baş emanetçisi, Halidi Öğretisi Doğu Ekolü’nün koordinatörü olan Hekim Bey’dir. Daha önce değindiğimiz gibi, aslen bir Türk ve asıl adı Şerif Paşa olan Hekim Bey, aslı Arapça olan Hızır Tezkiresi’ni, o çağın Osmanlıca’sına çevirmiştir (Tezkire’nin yukarıda sunduğumuz bölümleri, Şerif Paşa tercümesinden alınmıştır). Şerif Paşa ve onun ölümünden sonra yerine geçerek “Hekim Bey” müstear adını kullanan diğer koordinatörler, ünlü Hızır Tezkiresi’nin tamamını korumakla görevlendirilmişlerdir.

Kur’an’ın cifir aritmetiğinden başka, “misal” denilen bir sembolizmi vardır. Kur’an’daki bu ilahi misallerin gizliliğinin açılması ve bilime mal edilmesi, zamanla ve zincirleme bir sırayla olmaktadır. Bu misaller (sembolizm) tüm insanlara verilmekle birlikte, “Bundan sadece alimlerin anlayacağı” Ankebut Suresi’nin 43. ayetinde şöyle bildirilmiştir:

“Hem bu misaller yok mu, biz onları insanlar için veriyoruz; ancak onlara alimlerden başkası akıl erdiremez.”

Burada kastedilen, bir grup alim değil; alimlerin, çağı, “zamanı geldikçe” bu misalleri anlaması demektir. Bilimsel evrim süreci gereği, zamanı geldiğinde, alimler bu gizliliği kavramaktadırlar. Çünkü Kur’an, “her çağın kitabı” olduğundan, bilimsel evrimin gerektirdiği zaman beklenmekte ve o zamana kadar bu ilahi misaller gizli tutulmaktadır.

Bir “kapalı devre” yayın olan, yani belirli bir zümreye tahsis edilmiş olan Hızır Tezkiresi, Kur’an “misallerinin” açıklanmasında önemli bir görevi üstlenmiştir. Hızır Tezkiresi, “zamanı” ve “gereği” geldiğinde, yani Tezkire’deki cifir simgeleri, Kur’an misallerinin ışığı altında Zig-Zag mensuplarınca bilimsel buluşlara çevrildiğinde, Zig-Zag’ın (Halidi-Doğu Ekolü’nün) koordinatörleri olan “Hekim Bey”ler tarafından, Batı Ekolü’nün koordinatörleri “K. M. Allein”lere, zaman zaman, bölümler halinde gönderilmiştir. Bu görev halen sürdürülmektedir. Böylece, Halidiliğin Batısı ve Doğusu arasında sadece “K. M. Allein” ve “Hekim Bey” köprüsü bulunmaktadır. Doğu Ekolü’nden Batı’ya, aslı Arapça olarak gönderilmekte olan Tezkire bölümleri, Zig-Zag bünyesinde başlıca beş Batı diline çevrilmekte ve Tezkire’de belirtilen bilim dalları ile ilgili bilim adamlarına posta ile yollanmaktadır.

Buraya kadar daha çok tarihsel gelişiminden söz ettiğimiz Zig-Zag Öğretisi acaba gerçekten nedir? Önce şunu belirtelim: Bir mezhep veya tarikat değildir. Uluslararası bir kuruluş, bir örgüt de değildir. Sadece, bir “cemaat” olduğu söylenebilir. Zig-Zag, sadece bilim yoluyla Müslüman olmayı akıl eden, özellikle teorik bilim adamlarının cemaatidir. Bu cemaatteki bilginlerin yaptıkları bilimsel çalışmaların toplu sonuçlarının tümüdür. Bugün için, toplam “313 Batılı Müslüman bilim adamından” oluşan Zig-Zag Öğretisi mensupları, birbirlerini pek az tanırlar. Çünkü, herhangi bir konferans, kongre gibi etkinliklerde bir araya gelmeleri söz konusu değildir. Zig-Zag mensupları, kendi aralarında üç gruba ayrılmışlardır:

“Zick-Zack” Grubu: İçinde Hıristiyan bilim adamlarını da bulunduran, Müslümanlığa aklen yatkın, ya da iyice niyetlenmiş olan fahri üyeler grubudur. Bu gruptakilerin bir çoğu, zamanla, bilimsel ikna yoluyla Müslüman olarak bu gruba alınmaktadırlar.
“Sieg-Saga” Grubu: Müslümanlık’la bağıntısını derinleme sürdüren ve 300 dolayındaki Batılı Müslüman bilim adamından oluşan gruptur. “Sieg-Saga”, “Zafer Destanı” anlamına gelmekte olup, grubun niçin böyle bir isim aldığını ilerki bölümlerde göreceğiz. Bu grupta, “Jacques Cousteau” (S3), “Maurice Bucaille” (S10), “Roger Graudy” (G15) gibi Fransız, “Richard Feynman” (S48), “Gerald Feinberg” (D21, D22), “Stephan Hawking” (S27, S49), “Roger Penrose” (D34) gibi Britanyalı bilim adamları bulunmaktadır. Genelde Fransızlar propagandadan yana olup, Müslüman olduklarını gizlememekte, Britanyalılar ise gizlemekten yana bir tutum sergilemektedirler.

“Zig-Zag” Grubu: En üst düzeydeki, yetkin Zig-Zag Öğretisi mensuplarının oluşturduğu gruptur. Bu grupta, yani gerçek Zig-Zag Öğretisi’nde, milliyetçilik ve propaganda yasaklanmıştır. “Ben” duygusu da yasaklanmıştır; “Biz” ruhu ile ve bilimle Allah yolunda çalışılmaktadır.

Zig-Zag mensupları, “Bir gün gelecek, tüm Dünya Müslüman olacak” hadisinin tecellisinin öncüleri olarak, bugün 60 milyonluk bir kitleyi oluşturmaktadır. Bunun özündeki 6 milyon kişi, sadece müslim değil, aynı zamanda “mümin”dir; onun özündeki yarım milyonluk kitle ise (Zick-Zack, Sieg-Saga ve Zig-Zag Grubu), din ve bilimde ileri derecede seçkin, “zakir”, “arif” ve “alimler” grubudur.

Yukarıda, Hızır Tezkiresi ve Zig-Zag Öğretisi ile ilgili olarak verdiğimiz bilgileri okuyanlar, her şeyden önce, bu yazıların kaynağını bilmek isteyeceklerdir. Bu bilgilerin tümü, daha önce de değindiğimiz gibi, “Hans von Aiberg”in, bu yazı dizisinin son bölümünde sunacağımız yedi kitabından derlenmiştir.

Okuyucuya, çok ilginç, çarpıcı, hatta inanılmaz gelen bu eserlerin yazarı “Hans von Aiberg” acaba kimdir?
 
“BEN ZAMANIM”

Aiberg’in, “Ben Zamanım” başlığı altında yayınladığı diğer bir yazısı da yukarıda yazılanların tamamlayıcısı niteliğinde. Bu yazıyı da aşağıda sunuyoruz:

“Her an “Rabbim ilmimi çok arttır” diye dua ederek, ilk önce “arif” olmaya yöneliniz. Eğer daha ileri gider, daha çok öğrenir ve daha çok “Rabbim ilmimi daha da arttır” denilirse, bu dua, sizin bilmenizi, kavramanızı, analizci akılcılığınızı, sentezci muhakemenizi, mantık iz’anınızı harekete geçirecek, Allah yolundaki bilgi ivmelenmeniz daha çok artacak, zekanız kıvraklaşacak, hafızanız evrensel bir depo gibi binlerce kez genişleyecektir. O zaman büyük bir korkuya kapılacak ve “aklen Arş’a gittiğinizi” görerek, oradaki melekler gibi korkudan titreyeceksiniz. İşte o zaman size “alim adayı” denilebilir ve kozmik sırlar ve gelecek bir sır olmaktan çıkar. Ankebut Suresi’nin 43. ayetindeki gibi, “Insanlara Allah’ın verdiği dersleri ve misalleri, kulları içinde sadece alimlerin anlaması” uyarınca anlar ve anladığınız anda Faatır Suresi’nin 28. ayetindeki gibi, “Kulları içinde yalnızca alimler Allah’tan korkar” sözleriyle de tir tir titrerdiniz.

Okurlarıma sunduğum “Arz-Arş” dizisi, ne günümüzde, ne de gelecekteki ilk kuşak döneminde, Dünya’nın hiç bir yerinde, hiç bir üniversitede okutulmayan ve okutulmayacak olan bir öğretidir. Bu öğretiyi özümseyen ve bir başucu kitabı yapan okurlar, Dünya bilim limitinin üzerine çıkmış olacaklar ve o zaman, bilginlerin alim olmadıklarını göreceklerdir. Bu nedenle, Zig-Zag Öğretisi’nin, müminlerimizce ve bilime gönül vermiş olanlarca bir ders kitabı gibi izlenmesi gerekir. Bu eserlerde, fantezi ve kurgu-bilim hiç yoktur. Okurumuz, bugün bize masal gibi geleni, örneğin UFO’nun içindeki geleceğin insanını, “ileri görüş” olarak değerlendirecektir.

Ben, “ısmarlama” olarak “Allah” demiyor; onu, iliklerime kadar korkuyla hissediyorum. Resulullah ve çevresindeki dört dini gerçekten seviyorum. Nasıl ki, sevgiliye şiir yazmakta özgürsek, bunu ısmarlama olarak yapmıyorsak, biz “Allah korkağı” bilginler için de, “Allah”, “Resulü” ve “sahabesi” bir aşktır. Aslında, ben bilime aşık değilim. Daha doğrusu, bilim şehvetini, İslam’ı iyice idrak edince hemen bıraktım. Çünkü, kendimi bir an, Dünya bilim mafyasının içinde bulmuştum. Ama, Hazreti Süleyman gibi tövbe ederek, şirketlerden ve sermayedar gibi bağımlılıklardan kaçındım. Beynimi laboratuvar yaparak ve hedefimi, Kur’an’ın özel cifir hedeflerine kilitleyerek, hiç acele etmeden, ancak “birden” ortaya çıktım. Ortaya çıkmamdaki zamanlama, kendi içimdeki akıllı dönüşümdü. Bilim aristokrasisini ve kariyerciliğini aşarak, “Halk ahmaktır” diyenleri karşıma alarak, halktan yana, “Hakk’tan yana” oldum.

Bilim Allah’a giden bir köprüdür. Ama biz bu köprüyü aşınca, artık bu köprünün bir cazibesi kalmıyor. O zaman anlıyoruz ki, bilim de bir araçmış, amaç değilmiş. İlminizi son durağa kadar götürürsünüz. Son durak amaçtır artık. O an, bilim hobisini, bilim otoritesi olmayı da aşıyorsunuz. Bunlar, son durakta otobüsten inince bir şey ifade etmiyor. Çünkü siz, “bilinmeyen ülkeye” gelmiş oluyorsunuz. O ülkenin adı, “Gayb Alemi” (Kayıp Dev Alem) dir. Siz orada kayboluyorsunuz. Bilmem, kaybolmanın korkusunu içinizde hiç yaşayan oldu mu? Minicik bir çocuğun karanlık bir sokakta kaybolmasının yarattığı paniği hiç düşündünüz mü? Bilim, sizi ışıklı bir yol gibi Gayb Alemi’ne götürdüğünde, o karanlıklarda başlarsınız tiril tiril titremeye. Orada, cin, peri, hortlak, canlı, cansız hiç bir şey yoktur. Orada, korkacağınız hiç bir şey yoktur. Orada siz bile yoksunuz. Orada “Orası” var. Daha doğrusu, “O” var. “O”ndan korkuyorsunuz. O karanlık kayıp dev alemde sizi korkutan karanlık değildir. Çünkü karanlıktan kasıt, orasının “bilinmeyen alem” olmasıdır. Ama, o alemin bizzat sizi “Yaratan” olduğunu hissediyorsunuz. Eğer karanlıklar olmasaydı, “O”nu apaçık ve net olarak görebilirsiniz. Ne var ki, içinde bulunduğunuz o alem, Nur Suresi’nin 35. ayetinde belirtildiği gibi, “Nur üstüne nur”dur. Bu nuru, ruhunuzun gözü de göremez. Süperspektrum bölgesinde, duyu-ötesi duyular da yetersizdir. Siz, sonsuz boyutlu “Allah”ı, o alemde göremiyor; ancak onu hissediyorsunuz. Karanlığın prizması, mutlak yokluğun gözleri, sessizliğin sesi size sesleniyor. Kendinizi evrenin en yalnızı hissediyorsunuz. Burada siz bile kendinize fazlasınız. Öz varlığınız, nefsiniz bile kalabalık gibi geliyor. Ruhunuz “Ben yok oldum bende” diyor. Çünkü, siz artık “Gayb”den bir parça oluyorsunuz. Sizin adınız “Gayb” oluyor. O zaman şunu anlıyorsunuz: “Ben zamanda gezmiyorum; zaman bende geziyor. Ben zamanım”. Hazreti Hızır bilgiç bilgiç başını sallıyor. Bir süre ona hayran oluyorsunuz. Ama, birden onu da istemiyorsunuz. Burada tek yalnız “siz” olmalısınız. Resulullah beliriyor birden. Ona hayransınız, hayransınız, hayransınız.. “Ya giderse” diye korkuyorsunuz. Ama birden, “Gitsin” istiyorsunuz. Çünkü, o da size, “Ancak ben de sizin gibi bir insanım” diyor. Ama, diyene değil, dedirtene bakıyorum: “De ki, ancak ben de sizin gibi bir insanım” dedirtene. Ben, sen yok; yok da, “biri” var bu Gayb Alemi’nde. “Hiç bir nefis olmasın ki gözetleyeni bulunmasın” diyen. Karanlığın prizması beni gözetliyor. Karanlığın prizması mı? Hayır! “Yaratan”, sadece “O”!. “Gayb’da erdim ben murada; biliyorum “O” burada!”. Sonra, birden “aşağıda” var oluyorsunuz. “Aşağıların en aşağısında!.” Başlangıcın sonu, sonun başlangıcı oluyor. Yine, “De ki, Rabbim ilmimi çok arttır”dan başlıyorsunuz. Allah ilmimizi arttırsın sevgili okurlar.”
 
ZİG-ZAG ÖĞRETİSİ’NİN GELİŞİMİ

Yüzyılı aşkın bir süredir Dünya’nın seçkin bilim adamlarına gönderilen, Mevlana Halid-i Bağdadi kaynaklı KMA mektupları, bilim adamları için, gerek uygulamalı bilimlerdeki akıl almaz deneysel teknolojileri ve gerekse bir o kadar da çok güç teorileri içermektedir. Bu konuda, çok sayıdaki örnekten en ilginç olanlarını aşağıda sunacağız. Ancak, bundan önce, Zig-Zag Öğretisi’nin tarihsel gelişimini kısaca özetlemekte yarar görüyoruz:

Zig-Zag Öğretisi’nin 1850 - 2050 yılları arasındaki 200 yıllık süreci “üç dönemi” kapsar. Bu dönemler şöyle adlandırılmıştır:

1. 1850 - 1950 yılları arası: “Z-Dönemi”,

2. 1950 - 2000 yılları arası: “Q-Dönemi”,

3. 2000 - 2050 yılları arası: “R-Dönemi”.

1850 -1950 yılları arasını kapsayan Z-Dönemi, “Jül-Zül-Thule” diye adlandırılan “Üç Karanlık” dönemi kapsar. Bunu izleyen Q-Dönemi, “Karneyn-Quark-Quazar”ı içeren “Üç Aydınlık” dönemdir. 2000 yılında başlayan R-Dönemi ise, “Rakim” (zaman yolculuğu) dönemidir. Dikkat edilirse, bu üç dönemi simgeleyen harfler bir araya getirildiğinde, “Z-Q-R: Zikir” anlamı çıkmaktadır.

Bağdadi “planına” göre, R-Dönemi sonrasında çıkacak olan “Hazreti Mehdi” bir bilim adamı olacak ve o dönemin Zig-Zag Grubu mensupları ona bağlanacaklardır. Hazreti Mehdi son KMA olacak ve Bağdadi’den beri süregelen Zig-Zag Kurumu tarihsel işlevini tamamladığı için, tarihinde ilk kez açığa çıkarak o yıllarda kendini feshedecektir.

Bağdadi’nin baş öğrencisi Axel Heiberg’i tekrar hatırlayalım: Heiberg, “görünmezlik” deneyleri yapmak üzere, Kanada’nın kuzeyindeki Axel Heiberg Adası’na yerleştiğinde, Avrupa bağlantısını, yardımcısı, Alman matematikçi “Georg Cantor” ile mektuplaşarak sürdürmüştür. Heiberg, “K. M. Allein” ve Cantor, “Steinberg” imzalarını kullanmışlardır. Bu mektuplaşma geleneği, daha sonraki KMA’lar tarafından zamanımıza kadar sürdürülmüş olup halen devam etmektedir. Bu arada, mektuplarda atılan “ikinci” (Asistan) imzalar da, bazıları gerçek, bazıları müstear isimlerle bugüne kadar sürmüştür. Asistanlar, hiç bir zaman ortaya çıkmayan KMA’ların talimatı ile, gereğinde kurye ya da eğitmen olarak ortaya çıkan kimseler olup, yatırım yapılması uygun görülen seçkin bilim adamlarına çok üstün sırları taşımakla görevlidirler.

Z ve Q dönemlerinin gizli dahilerine, 1850 - 2000 yılları arasında gönderilen KMA mektupları, onlara İslamiyet’i tebliğ etmiş ve akla hayale gelmedik teknolojileri içeren bilgilerle hepsini şaşkına uğratmıştır. Bu kişilerle, Müslüman olmaları şartıyla ilk bağıntı kurulduktan sonra, takip eden mektuplarla ve en sonunda “Asistanlar” aracılığı ile bağlantı kurularak, kendilerine çok önemli kozmik sırlar verilmiştir.

Müslüman olarak Zig-Zag Grubu’na katılan ve Zig-Zag Öğretisi’nin gelişimine büyük katkıları olan Batılı bilim adamlarını aşağıda ayrı ayrı sunacağız. Bunların arasına, bir ayrıcalık tanıyarak katacağımız Z-Dönemi’nin akla gelen ilk ismi, Zig-Zag mensubu olmamakla birlikte, Bağdadi ile çağdaş olan, onunla hemen hemen aynı yıllarda yaşamış bulunan ve bulduğu teknikler halen günümüzde bile anlaşılmamış olan büyük deha “Rudjer Bosko
 
KOZYREV’İN “K - DENEYİ”
Bu deneyde, ilk KMA’lardan Gurdjieff’in İsviçre’deki şatosu ile, Kozyrev’in Rusya’da Ural Dağları’ndaki mağarası arasında “aynı mekanlı”, ancak “çift zamanlı” bir “insan nakli” gerçekleştirilmiştir. Nakledilen kişi, Volga Alman Cumhuriyeti’nden Müslüman bir bilim adamı olan ve Zig-Zag’da bir süre KMA’lık görevini de üstlenmiş bulunan “Paul Kamenberg”dir.

Paul Kamenberg’in soyadı, bilindiği gibi, “Kamen Dağı” anlamına gelmektedir. Kamenberg’in bu soyadını, Rusya’da, Ural Dağları üzerinde yer alan “Kamensk-Uralski” kentinden (Anabritannica Ansiklopedisi, c.12, s.454) aldığı, kendisinin de muhtemelen oralı olduğu sanılmaktadır.

Aiberg’in yazdıklarına göre, Paul Kamenberg, biri 1971 ve diğeri 1973 olmak üzere, “iki zamanlı” olarak, Urallar’dan İsviçre’deki şatoya ışınlanmıştır. “Aynı mekanda”, ancak “iki ayrı zamanlı” bu iki Paul Kamenberg, aynen “meleklerin üremesi” gibi multikopya olmuşlardır. Bu deneye, Zig-Zag Grubu’nda “K-Deneyi” adı verilmiştir.

"Uzaya Yol" adlı 1969 yılında yayınlanan ve Rusçadan başka bir dile henüz çevrilmemiş çalışmasında Kozyrev, uzay araştırmalarında roket metodları kullanımının mantıksızlığına değinmiştir. Kozyrev kendi teorisini, yerçekimi ve zaman arasındaki bağıntıyı bulmak ve anti-yerçekimli uzay aracı yapılması için, önermektedir. Zamanın fiziksel özelliklerini değiştirerek üretilecek bir gücün uzay gemilerinde kullanılması gerektiğini yazmıştır.

Kozyrev ile ilgili olarak ayrıca internette şöyle bir yazı karşımıza çıktı: “Nikolai Kozyrev and His Time Machine” (Nikolai Kozyrev ve Onun Zaman Makinası) (S7).
 
L” VE “M” DENEYLERİ

1971 ve 1973 yıllarına multikopya olarak ışınlanmış olan her iki Paul Kamenberg’e, daha sonra, KMA’nın Asistanı “Landsberg” tarafından “L-Deneyi” uygulanır (Burada, şunu belirtelim: Zig-Zag’da, Kozyrev’in ışınlama deneyine “K-Deneyi” denildiği gibi, Landsberg’in deneyine “L-Deneyi” ve ilerde ayrıntılı olarak ele anacağımız Jessup’un Philadelphia Deneyi’ne de “J-Deneyi” denilmektedir).

“L-Deneyi”nde, 1971 yılına ışınlanmış bulunan Paul Kamenberg, Kuzey Kanada’nın kutup bölgesindeki bir kutup istasyonuna ve 1973 yılına ışınlanmış bulunan diğer Paul Kamenberg, Grönland’ın “Thule” bölgesindeki diğer bir kutup istasyonuna tekrar ışınlanır (Axel Heiberg’in, “görünmezlik” deneylerini, Kanada’nın kuzeyinde, muhtemelen kendi adını taşıyan bir adada gerçekleştirdiğini hatırlayalım).

Bundan sonra, 1973 yılına ışınlanmış olan Kamenberg, Thule bölgesindeki istasyondan Kanada’ya ve oradan da “M-Deneyi” ile 2050 yılına tekrar aktarılarak, geride sadece 1971 yılında tek bir Kamenberg bırakılır. Bu deney, birbirinden farklı renk ve kodlardaki çelik muhafazalarda yapılmış ve saniyenin binde biri gibi kısa bir sürede gerçekleşmiştir. M-Deneyi, “beş boyutlu relativite” üzerinden yapıldığından, fizik ile parapsikolojiyi birleştirmekte (“Tayy-ı Mekan” ve “Tayy-ı Zaman” tekniklerini içermekte) ve iki ayrı kutup arasında zaman ötesi bir bağlantıyı gerçekleştirmektedir

Aiberg’in kitaplarında, bu çok ilginç deneylerle ilgili sadece bu kadar bilgi bulunduğundan, daha fazla ayrıntıya giremiyoruz.

K-Deneyi’inde, Paul Kamenberg bir kişi iken, aynı mekanda, fakat farklı zamanlarda yaşayan iki kişi olmuştur. Bu teknik, aynen, ışık hızının üzerindeki bir evrende bulunan meleklerin multikopya yaparak üremeleri yöntemidir. Tüm canlıların, Mahşer Günü yeniden yaratılmalarında da benzer bir nitelik vardır.

2050 yılı M-Deneyi, gerçek bir deneydir. Ancak bu, henüz yaşanmamış bir gerçektir. KMA mektuplarında, “M” harfi, İngilizce “mighty” (güçlü) ve Almanca “magte” veya “machte” olarak geçmektedir. Son iki sözcük, “kudretle başarıldı” anlamındadır. Bunun Hızır Tezkiresi’ndeki karşılığı ise “Mehdi”dir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, 2050 yılında ortaya çıkacak olan Hazreti Mehdi, bir bilim adamı ve son KMA olacak; o dönemin Zig-Zag mensupları ona bağlanacak ve Zig-Zag Grubu, o tarihte ilk kez açığa çıkarak kendi kendini “feshedecektir” (Kamenberg’in niçin 2050 yılına ışınlandığı da buradan anlaşılıyor).

Nikolai Aleksandrovich Kozyrev, içersinde bulunduğumuz yeni yüzyılın teknolojisi diyebileceğimiz “zaman yolculuğunu” ilk kez gerçekleştiren kişi olarak adını Zig-Zag Grubu Onur Kütüğü’ne yazdırmıştır.

Zaman yolculuğu, geleceğe olabileceği gibi, geçmişe de yapılabilir. Bu takdirde, çeşitli olasılıklar akla gelmektedir:
 
GEÇMİŞE GİDİLEBİLİR Mİ ?

Zig-Zag Grubu tarafından, geleceğin ileri teknolojisinin ürünü olarak açıklanan zaman yolculuğunun, gelecekteki torunlarımız tarafından bir “silah” olarak kullanılması pekala mümkündür. Örneğin, gelecekteki torunlarımız, kendilerine zarar verecek bazı olayların oluşumunu önlemek için, geçmişe giderek, tarihin akışını, kendi istekleri doğrultusunda “değiştiriyor” olabilirler.

Geçmişe gönderilen bu kişiler, belki sayıca azdır, belki de bir kaç kişidir; ancak her biri, gelecekteki torunlarımız tarafından titizlikle seçilmiş çok üstün nitelikli kişiler olabilir. Bu kişiler, üstün nitelikleriyle, belki de Dünya’mızdaki milyarlarca kişiyi etkilemiş olabilirler. Bu görüşü doğrulayacak bazı kanıtlar ileri sürebiliriz:

Bir taraftan, zaman yolculuğu hipotezini doğrulyan ip uçları, bu teknolojiyi ellerinde tutanlarca büyük bir gizlilikle saklanırken, diğer taraftan, Dünya’mızda İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana büyük bir teknoloji patlaması yaşanmıştır. İkinci Dünya Savaşı ve akabinda, insanoğlunun yüzyıllar boyunca kolaylıkla bulamayacağı bir sürü köklü teknoloji, nerdeyse bir kaç yıl içersinde ortaya çıkmıştır. Örneğin, jetler, roketler (V1, V2 roketleri), uzay çağı (V3 ve Satürn roketleri), atom bombası ve radar. Daha sonraları ise, laser, renkli TV, transistör, entegre devreler, mikroçipler, sibernetik ve bilgisayar çağı, nükleer reaktörler, uzay istasyonları ve bunlar gibi bir sürü önemli buluş, nerdeyse on yıla sığdırılmıştır. İnsanoğlu, birdenbire nasıl böyle inanılmaz bir atağa kalkmıştır? Acaba, bu önemli buluşların çok kısa sürelerde gerçekleşmiş olması için, insanlık ileri çağlardan “kopya” mı almaktadır?.

J. H. Brennan’ın 1997 yılında yayınlanan “Time Travel: A New Perspective” (Zaman Yolculuğu: Yeni Bir Görüş) kitabında (K22), UFO’ların “gelecek”ten geldiği, çeşitli arkeolojik bulgulara dayanılarak ciddi şekilde iddia edilmektedir. Bu kitap, 1999 yılında, “Zamanda Yolculuk” adıyla ülkemizde de yayınlanmış olup, Aiberg’in kitapları dışında, UFO’ların gelecekten geldiği konusunu gündeme getiren, bizim karşılaştığımız ilk kitaptır.

İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında görülen bütün bu parlak buluşların sahiplerinin hemen hemen tamamının Alman bilginleri olması da işin diğer bir ilginç yanıdır. Hitler, bunlardan yararlanacağına, tam tersine, uyguladığı katı rejim sonucu, bu bilginlerin ABD’ye kaçmaları için elinden geleni yapmıştır. Liderlerin bilime karşı duygulu olmaları gerekir; çünkü savaş endüstrisi bilginlerin tasarımları ile gelişir. Hitler’in ise, gizemli bilgilere inandığı ve yakın çevresi ile bu konularda çaşitli çalışmalara giriştiği bilinmektedir. Sırası gelmişken, Hitler’in, Alman ulusunu felakete sürükleyen garip inançlarından söz etmemiz yerinde olacaktır (D17, D60, D69, S13).

Yukarıda verdiğimiz referansların yanısıra, Internet’te karşılaştığımız Sumeria Sitesi’nin “The Unknown Hitler: Nazi Roots in The Occult” (Bilinmeyen Hitler: Okültizmde Nazi Kökleri) (K78) isimli yazı dizisinde de bu konuda ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır.
 
HORBIGER” ÖĞRETİSİ

Nazizm’in, aydınlara karşı olduğu, kitapları yaktığı herkesçe bilinir; ancak nasıl bir Dünya görüşüne sahip oldukları pek bilinmez. Nazizm’in Dünya görüşü, “Hans Horbiger”in (1860-1931), “Wel Welteislehre” (Ebedi Buz Öğretisi) adıyla bilinen teorisine dayanmaktaydı (K113, K163).

Tüm bilimsel kavramlara karşı çıkan bu teoride, “Evrenin bütün geçmişi, Güneş sisteminin oluşumu ve gelecekte olacak değişimleri”, eski kehanetlere, mitoslara ve efsanelere dayanılarak açıklanmakta ve “Geçmişte çok büyük uygarlıkların ve Tanrı-insanların” olduğu ve bir gün bizim de onlara dönüşeceğimiz ileri sürülmekteydi. Horbiger’in kozmogoni kuramına göre, “Ay, Dünya’nın ilk uydusu değildi. Dünya’nın çevresinde değişik uydular dönmüş ve bu uyduların Dünya’ya düşmesiyle jeolojik çağlar değişime uğramıştı. Çünkü, Ay, Dünya’nın çevresinde giderek Dünya’ya yaklaşan spiral bir yörünge çizmekteydi. Ay’ın yeryüzüne yaklaşmasıyla yerçekiminin dengesi bozulmakta ve bu nedenle, bu dönemlerdeki organizmalar olağanüstü büyümekteydiler. Birinci Zaman’ın sonundaki dev bitkiler ve İkinci Zaman’ın sonundaki dev yaratıklar buna örnekti. Üçüncü Zaman’da, Ay’ın Dünya’ya uzak olduğu dönemde insanlar türemiş ve bu ilk insanlar, İkinci Zaman’dan kalma devlerin yönetimi altında uygarlıklar kurmuşlardı. Üçüncü Zaman’ın sonunda, Ay’ın Dünya’ya düşmesiyle, devler çağı sona ermişti. Mitolojiye bütünüyle bağlı olan bu görüş, eski çağlara ait bir çok efsaneyi açıklamaktaydı. Ayrıca, Horbiger’e göre, içbükey bir Dünya’da yaşamaktaydık (D74, S69) ve yıldızlar birer buz yığınıydı. İnsanlığın tüm geçmişi, “buz ile ateş arasındaki savaşla” açıklanabilirdi. İnsanlık, sanıldığından da uzak bir yerden ve daha “yükseklerden” gelmişti ve bu yüzden, kaderi de çok yüksek olmalıydı. Hitler, bu kaderin gerçekleştirilmesi için Dünya’ya gelmişti.”

Hitler’i, Himmler’i ve milliyetçi sosyalizmin kuramcısı Alfred Rosenberg’i kendine inandıran Horbiger, bir kaç yıl içersinde, kendi görüşlerini içeren üç kalın eser, 40 kadar kitap ve yüzlerce broşür yayınlar. Bir taraftan da, “Dünya Olaylarının Anahtarı” adında yüksek tirajlı bir dergi çıkartır. Böylece, onbinlerce kişiyi bu yolla etkileyerek taraftar kazanır. Başlangıçta, resmi bilimin temsilcileri bu görüşlere karşı çıkarlar. Ancak, “Wel” akımı geniş bir kitleye yayılınca korkarak seslerini çıkartamazlar. Hitler’in iktidara gelmesinden sonra ise, bazı tanınmış bilginler, örneğin rontgen ile birlikte x ışınlarını bulmuş olan ünlü bilim adamı Lenard, fizikçi Oberth ve spektroskopi araştırmaları ile Dünya’ca ünlü Stark ve diğer bazı bilginler zamanla bu görüşleri benimsemişlerdir.

Horbiger Öğretisi konusunda daha ayrıntılı bilgi, L. Pauwels - J. Bergier ikilisinin 1973 yılında yazdıkları “Le Matin des Magiciens” (Büyücülerin Sabahı) kitabından (K113) elde edilebilir. Bu kitap, Türkiye’de, 1973 yılında, “Evrenin Sahipleri” adıyla yayınlanmıştır (K113).

Aslında, Horbiger Öğretisi pek yabana atılacak bir görüş değildir. Savaştan sonra, 1953 yılında yapılan bir araştırma, Almanya, ingiltere ve ABD’de bu görüşe taraftar bir milyondan fazla kişinin bulunduğunu göstermiştir. 1952’de, Elmar Brugg adlı bir Alman yazar, Horbiger’in, XX. yüzyılın Kopernik’i olduğunu ileri sürmüş ve “Ebedi Buz Kuramı sadece bilimsel bir teori değil, evren ile tüm Dünya arasındaki sonsuz bağlantıların bir açıklamasıdır” demiştir.

İngiliz H. S. Bellamy, uzun süredir, “İlk üç Ay’ın Dünya’ya düştüğü; jeolojik zamanların buna göre oluştuğu ve İkinci ve Üçüncü Zaman devlerinin varlığını kabul eden bir antropolojinin bilimselliğinin kabulü” yönünde çaba sarfetmektedir. Bu, aynen Horbiger Öğretisi’dir.

Savaş sırasında V2 roketlerinin kullanımının, Nazi şeflerince geciktirildiği bilinmektedir (S89). Uzaktan güdümlü silah denemelerinin yapıldığı Peenemün’de, General Walter Dornberger, bu denemeleri, raporların Horbiger’ci kozmogoni bilimcilerince incelenmesi amacıyla durdurmaktaydı. Uzayda, “Ebedi Buz”un nasıl tepki göstereceği ve bu denemelerin bir felakete yol açıp, açmayacağı merak ediliyordu. Bu çalışmalar, başladıktan bir süre sonra tekrar ertelenir. Çünkü, Hitler, “V2’lerin başarılı olamayacağını”, ya da “Gökyüzünün öç alacağını” rüyasında görmüştür. Bu rüya. özel bir kendinden geçme halindeyken görüldüğü için, yöneticilerin gözünde, teknisyenlerden daha çok önem kazanmıştır. Bilimcilerin kaynağı Almanya’da, Hitler’in inandığı “Büyük Ruh”, onu etkileyen en büyük güçtür.
 
OYUK DÜNYA TEORİSİ
Hitler ve yakın çevresi, Horbiger’in “Oyuk Dünya Teorisi”ne de tam olarak inanmış ve bu teoriyi kanıtlayabilmek için bazı uygulamalara bile girişmişlerdi (K163):

Nisan 1942’de, Hitler, Georing ve Himmler’in onayları ile, kızılötesi ışınlar çalışmaları ile ünlü Dr. Heinz Fisher yönetimindeki bir araştırma ekibi, Baltık Denizi’ndeki Rügen Adası’na, en gelişmiş radar aygıtları ile donanımlı olarak çıkarlar. Bu aygıtlar, o yıllarda daha henüz pek seyrek olup, sadece Alman savunmasının can alıcı noktalarına yerleştirilmişlerdi. Ancak, Rügen Adası Deneyi, Hitler’in bütün cephelerde yapmayı planladığı genel saldırı açısından son derece önemli görülmekteydi. Dr. Fisher, adaya varır varmaz, radarları 45 derece göğe çevirtir ve böylece bir kaç gün beklenir. Ekip mensupları bile çok şaşırdıkları bu araştırmanın nedenini daha sonra anlarlar. Hitler, Dünya’nın dışbükey değil, “içbükey” olduğuna inanmaktadır. Bu deneyle, düz ışınlar halinde yayılan radar dalgalarının yansıması ile, içbükey kürenin içinde yer alan çok uzaktaki cisimlerin varlığı saptanacaktır. Araştırmanın asıl amacı, İngiltere’de, Scapa Flow’da demirlemiş bulunan İngiliz donanmasının yerinin saptanmasıdır..

Rügen Adası Deneyi, Martin Gardner’in, 1957 yılında yayınlanan, “Fads and Fallacies in The Name of Science” (Bilim Adına Yapılan Yanlışlıklar) adlı kitabında (K62) ayrıntılı olarak anlatılmıştır.

Palomor Dağı Gözlemevi’nden Dr. Kupier, 1946 yılında, Oyuk Dünya Teorisi’ne ilişkin şöyle bir yazı yayınlamıştır: “Alman donanması ve hava kuvvetlerinin yüksek düzey yetkilileri Oyuk Dünya Teorisi’ne inanmışlardı. Bunun, özellikle İngiliz donanmasının yerinin saptanmasında yararlı olacağı kanısındaydılar. Çünkü, Dünya’nın içeriye doğru olan eğimi, gözle görülen ışınlardan daha az eğik olan kızılötesi ışınlarla çok uzaktaki noktaların gözlemlenmesine imkan verecekti.”

Bu çılgın deneyler inanılmaz gibi geliyor; ancak Nazi ileri gelenleri ve askeri uzmanlar bu teoriye içtenlikle inanmışlardı. Hitler Almanyası’nda gizemcilik ve önsezi, bilimsel araştırma ile eşit düzeye getirilmiş ve bu akıl almaz durum, başta Alman Genelkurmayı ve üst düzey yönetimi olmak üzere, politika liderlerini ve hatta bazı bilginleri bile etkilemiştir (D69, S13, S53, S78).
 
BÜYÜK RUH

Bütün bu inanışlar ve gizemcilik, Hitler’in, çılgınlık krizlerine varacak kadar bağlandığı “Büyük Ruh”tan kaynaklanmaktaydı (D17, D60, S78). Örneğin, Hitler’in, Berlin metrosuna doldurarak su baskını ile boğdurttuğu 300 bin Alman’ı, Büyük Ruh’un isteği üzerine öldürttüğü ileri sürülmektedir. Büyük Ruh kimdi ve Hitler’i nasıl bu denli etkilemişti?

Hitler, aslında bir deli değil, tümü medyum olan Yahudi bir ailenin (Hiedler ailesinin) çocuğudur. Hitler’in doğduğu Avusturya-Bavyera sınırındaki Braunau-amm-Inn şehri, nerdeyse tüm yaşayanlarının medyum olduğu bir medyumlar kentidir. Bir çok ünlü medyum bu şehirden çıkmıştır. Böyle bir yerde yetişen Hitler’in çocukluğundan beri karşılaştığı medyumluk olayları ve gizemcilik, bir ülkenin başına geçip lider olmasından sonra onu yöneltmeye devam etmiştir. Örneğin, Hitler’in, üç milyonluk Alman ordusunu Moskova yolunda soğuktan donarak katletmesinde, bu Büyük Ruh’un parmağı vardır.

Çünkü, Büyük Ruh, onu, kış ortasında ani bir yazın geleceğine inandırmıştı. Kış faktörüne karşı hiç bir ciddi önlem almayan Hitler’in Rusya seferindeki acı yenilgisine, Büyük Ruh’a olan sarsılmaz inancı neden olmuştur (S78).

Hitler’in Büyük Ruh inancı, E. G. Bulwer Lytton (1805-1873) tarafından 1873 yılında yazılan “The Coming Race” (Gelen Irk) adlı kitapta (K91) sözü edilen “yeraltı uygarlığına” dayanır. Bu kitapta, söz konusu uygarlığın, “Vril” adı verilen “elektomanyetik gücü” kullanabilme özelliğine sahip oldukları belirtilmiştir. Bu kitapta yazılanlardan çok etkilenen Hitler, bu konuda, başta Tibet ve Moğolistan olmak üzere, Dünya’nın çeşitli yerlerinde araştırmalara girişir. “Vril Örgütü”nün kuruluşunda ve Hitler’in “Ari Irk” teorilerinde bu kitabın etkin olduğu bilinmektedir.

“Time-Life” yayınları arasında yer alan “Mysteries of The Unknown” (Bilinmeyenin Gizemleri) serisinin “Mystic Places” (Mistik Yerler) adlı kitabında (K142), bu konuda şöyle denilmektedir:

“Vril Örgütü, Lord Lytton’un “The Coming Race” adlı kitabında yazılanları gerçekleştirmek üzere kurulmuştur. Aynı amaçla kurulan diğer bir organizasyon ise, Bavaria’daki “Thule Örgütü” idi. Bu örgütün üyeleri arasında, Nazi filozofu Alfred Rosenberg ve Führer’in yardımcısı Rudolf Hess de bulunmaktaydı. Bir medyum karakterinde olan Hitler’in, söz konusu kitapta anlatılan yeraltı uygarlığından bir Büyük Ruh’a inandığı, bu Büyük Ruh’un geceleri ona görünerek çılgınlık krizleri yaşattığı söylenmiştir.”

Hitler’in yakın çevresinden Danzig Hükümet Başkanı Herman Rauschining’in “Hitler Bana Dedi Ki” isimli kitabında, Hitler’in bir Büyük Ruh ile konuştuğu bu çılgınlık krizleri ayrıntılı olarak anlatılmıştır (K113, K142). Bu kitapta, Rauschining, Hitler’in, kendisine şunları söylediğini yazmıştır: “Aramızda yaşayan yeni biri var! O burada! Sana bir sır söyleyeceğim: O korkusuz ve zalim! Ondan korkuyorum.”

Acaba Hitler ve karşı tarafta Stalin, savaş sırasında, başka bir “gizli savaşın” kuklaları mıydılar? Elimizdeki bilgiler, onların yakın çevrelerindeki “başkaları” tarafından çok iyi kullanıldıklarını göstermektedir.

Hitler, bir Büyük Ruh’a inanarak savaşı yönlendirmiştir. Onun bu gizemciliğinde yanında iki telepatı vardı: Bunlardan birincisi, 1920’li yıllarda İstanbul’da kaldığı süre içinde, Gurdjieff tarafından Müslüman yapılarak Zig-Zag Grubu’na alınan “Eric-Jan Hanussen”; diğeri ise, yine İstanbul’da kaldığı sırada Müslümanlığı öğrenerek Zig-Zag Grubu’na girmiş olan, hatta Gurdjieff tarafından Bağdadi ile “buluştuğu” ileri sürülen General “Karl Haushofer”dir.
 
UFO’LAR GELECEKTEN Mİ GELİYOR ?
İçinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisi’nde, bizim Güneş’imiz gibi, 100 milyar yıldız bulunmaktadır. Samanyolu büyük bir galaksi sayılmaz; çünkü içersinde bir trilyon yıldız barındıran daha büyük galaksiler de vardır. Evrende, dağılım hesaplarına göre, içinde 100 milyar yıldız bulunan 200 milyar galaksi bulunmaktadır. Böyle bir galaksi topluluğuna mega galaksi veya Kur’an dilinde, “Müzeyyen Sema” denilir. Tüm evrende, 500 milyar mega galaksinin olması söz konusudur (S26).

Eğer ışık hızı ile gidebilseydik, Dünya’nın çevresinde bir saniyede yedi buçuk kez dönebilir ve bize 150 milyon kilometre uzakta olan Güneş’e sekiz dakikada gidebilirdik. Güneş’imize en yakın yıldız “Alpha Centauri”dir. Bu yıldıza, ışık hızı ile 4.3 yılda, normal uydu hızı ile 43 bin yılda gidebiliriz. Dolayısıyla, bize ulaşmak isteyen bir UFO, en yakınımızdaki yıldızdan bile gelecek olsa, bu uzaklıkları aşmak zorundadır.

Aynı olaya bir de galaksi boyutunda bakalım: Samanyolu Galaksisi’ne en yakın galaksi, Andromeda Galaksisi’dir. Eğer, ışık hızı ile giden uzay aracımızla Andromeda’ya gitmeye kalkışsak, oraya ancak üç milyon yılda ulaşabilirdik. Ancak, Hubble’ın 1929 yılında kanıtladığı gibi, evren sürekli olarak genişlemekte ve bunun sonucunda galaksiler hızla birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar. Bu nedenle, Andromeda da Samanyolu’ndan hızla uzaklaşacak ve biz oraya üç milyon yılda değil, beş milyon yılda varmış olacaktık. Oradan, tekrar Samanyolu Galaksisi’ne dönmek istesek, geriye dönüşümüz, aynı nedenle 12 milyon yılı bulacaktı.

Bu örnekleri, bize en yakın yıldıza ve galaksiye ışık hızı ile gidilse bile, uzaklıkların ne denli büyük olduğunu, evrenin büyüklüğünü belirtmek için verdik. UFO teknolojisinin boyutlarının, bu devasa uzaklıkları aşabilecek yapıda olup, olmadığını tam olarak bilemiyoruz. Ancak, yakın çevremizden bize ulaşmanın güçlüğünü vurgulamak istedik.

Ay’ın keşfi sırasında, Ay modülünün ve astronotların hareketlerinin bir çift UFO tarafından izlenmiş olduğunu ve bu olayın, yaklaşık iki asır önce kaleme alınan Hızır Tezkiresi’nde: “Ademoğluna, Ademoğlunun oğlu olan, Süreyya Kameri ehlinden mahfuz beyz refakat ve nezaret edecektir” şeklinde yer aldığını daha önce belirtmiştik. Hazreti Muhammed’in, “İnsanoğlunun uzayı fethi, Süreyya Yıldızı’na kadar sürecektir” diyen hadisini de dikkate alırsak, UFO’ların, başka Güneş sistemleri veya galaksilerden gelenler değil, zaman yolculuğu teknolojisine sahip olan “torunlarımız” olabileceği ihtimali daha akla yakın gelmektedir. Bu noktada, yazarımız Aiberg’in çok ilginç bir saptamasına burada yer vereceğiz. Sözü ona bırakıyoruz:

“Öğrenciliğim sırasında, NASA, UFO konusunu araştıran 120 kadar bilim adamı ve teknisyenden oluşan gruba beni de davet etmişti. Böyle bir teklifi, sırf uzay teknolojisini yakından görme açısından kabul etmiştim. Bu görev sırasında, umduğumdan da fazlasını görme imkanı buldum. UFO araştırmaları halka kapalı tutulurken, NASA bünyesinde sözleşmeli bir çalışma grubu olarak, atmosferin çok yukarısındaki bir UFO’yu bir uydu aracılığı ile sürekli izledik ve videoya kaydettik. Video kayıtlarını daha sonra incelediğimizde, bu UFO’daki uzaylıların Latin alfabesi kullandıklarını şaşkınlıkla gördük. Çünkü, uzay aracının üzerinde, boya ile değil, sıvı kristalle yazılmış, “Dhurakapalam” yazısı vardı. “Dhurakapalam”, daha önce de belirttiğimiz gibi, Hint-Tibet mitoslarında (K18, K38) yer alan zaman yolculuğu aracının ismidir. Bu yazının altında, “Wanen” yazmakta ve onun yanında da bir takım rakkamlar yer almaktaydı. Alman mitoslarında da, uçan “Wanen”lerden söz edilir. Demek ki, uzaylılar Latince yazıyorlar ve Almanca konuşuyorlardı. Okunabilen en küçük yazı ise, “Volvo-Wagen” idi. Bu yazının yanında da, bir modelin veya bir yapımın tarihi yer alıyordu: “2247”. İşte bu, düğümü çözüyordu: Uzaylılar, bizim zaman yolculuğu yapan “torunlarımızdı”. Onlar, gelecekten geçmişe zaman yolculuğu yapabilecek teknolojiyi bulmuşlardı. Bu olaydan sonra, NASA’daki 120 görevli olarak, UFO’ların zaman yolculuğu teknolojisine sahip olduklarını belirten bir TT (Time Travelling) hipotezi kurmak zorunda kaldık. O zaman, efsanelerdeki “Wanen”ler, “Dhurakapalam”lar da birer masal değildi. Almanlar “Wanen” diyorlardı, Tibetliler “Vaidorg” ve Hindular “Vimana” (D68). Demek ki, bütün bu üstün uzay araçları gelecekten geçmişe geliyorlardı.”

Aiberg, zaman yolculuğunun, yani zamanda geçmişe ve geleceğe gitmenin mümkün olduğunu, yayınlarının “Kara Delikler” ile ilgili bölümlerinde ayrıntılı olarak açıklamıştır: Okurumuza, konunun bilimsel yönlerini ve kuramlarını Aiberg’in kitaplarından izlemesini öneririz.
 
“GEÇMİŞ” DEĞİŞTİRİLEBİLİR Mİ ?
Eğer, gelecekten geçmişe gelenler var ise, bu gelenlerin görevli kişiler olabileceğini ve tarihi değiştirebileceklerini kabul etmemiz gerekir. Bunu, İslam kriptolojisine göre, “Zülkarneyn-Hızır” kıssalarından anlıyoruz:

Hazreti Zülkarneyn, geçmişteki bir “Yecüc-Mecüc” istilasını geleceğe ertelemiştir ki bunun anlamı tarihin değiştirilmesidir (Enbiya Suresi’nin 96. ve 97. ayetleri).

Zaman gezmeni Hazreti Hızır’ın tarihe müdahele edebildiğine dair örnekler pek çoktur. Örneğin, Kehf Suresi’nde çok iyi anlatıldığı gibi, Hazreti Hızır’ın zamanda geri giderek bazı olayları (geminin delinmesi, çocuğun öldürülmesi, duvarın onarılması) değiştirmesi (K1, K161), bir yazgının, Allah emri ile değiştirilebileceğini doğrulamaktadır. Hazreti Hızır, geleceği yaşamış, olanları bilmiş ve o olayların nedenlerini baştan değiştirerek, sonucu etkilemiştir.

Bir hadise göre: “Rabbimiz, her gün Levh-i Mahfuz’a 360 kez nazar eylemektedir”. Bunun anlamı, Allah’ın, duaları kabul edilen bazı kulları için, değişikliklere açık bulunmasıdır.

Resmi bilim de, tarihin değiştirilebileceğini bazı varsayımlarla kabul etmektedir. Örneğin, çift yaratılan parçacıkların (pair production particles), birbirlerinden habersiz bile olsalar, tıpatıp aynı davranmalarını sağlayan kuantum gizli değişkenleri (hidden variables), tarihin değiştirilebileceğini söyler (K111). Bu gizli değişken çiftlerin, zamanda ileri ve geri olarak ilişkilendirilmelerini ve aynı davranışı göstermelerini öngörür.

H. R. Pagels’in, 1982 yılında yayınlanan “The Cosmic Kode: Quantum Physics as The Language of Nature” (Kozmik Kod: Doğanın Dili Kuantum Fiziği) adlı kitabında (K111) bu konuda ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır (Bu kitap, ülkemizde, 1992 yılında aynı isimle yayınlanmıştır). Ayrıca, J. G. Cramer’in, “Quantum Time Travel” (Kuantum Zaman Yolculuğu) adlı yazısında da (D14) bu konu ele alınmıştır.

Evrendeki antimadde’nin zamanda geri gitmesi ile de geçmişi değiştirmenin mümkün olacağı anlaşılmıştır. H. Alfven’in, 1966 yılında yayınlanan “Worlds-Antiworlds” (Dünya’lar-Anti-Dünya’lar) kitabında (K2) da bu konuya değinilmiştir.

Kuantum Teoremi (K111, K112), Kara Delikler (D48, D34, D35) ve Parelel Evrenler (K156, D8, D59, S96) bir arada bağdaştırıldığında, zaman yolculuğunun (D11) mümkün olabileceği (G14), J. Gribbin’in, 1979 yılında yayınlanan “Timewarps” (Zaman Sapmaları) adlı kitabında (K68) enine, boyuna tartışılarak ortaya konulmuştur (Bu kitap, ülkemizde, 1996 yılında, “Kozmik Postacı (Zaman Kayması)” adıyla yayınlanmıştır).

Philadelphia Deneyi’nden (K15, K95) sonra, ABD ordusunca benzer uygulamaların yapıldığı ve bu deneyler sonucunda zaman yolculuğu olaylarının gerçekleştiği bazı kaynaklarca ileri sürülmektedir (K17, K99, K100).

Kur’an ayetleri ile örneklediğimiz tarihin değiştirilmesi görüşüne, “tümevarımcı uzlaşımcı görüş” diyoruz. Bu görüş, (Hazreti Hızır’ın yaptığı gibi) “Tarihin değiştirilebileceğini, torunların, atalarına müdahele edip, geçmişi kendi idealleri doğrultusunda düzenleyebileceklerini” savunur. Bu konudaki çeşitli yayınları dikkate aldığımızda, din ve bilimin “mutabık” olduklarını söyleyebiliriz.

Aiberg, yukarıda sözünü ettiğimiz gibi, başından geçen bir UFO gözlemini de anlatarak, bunu ciddi şekilde iddia ediyor. Ayrıca, Kozyrev’in “Batı’ya Mesajı”ndaki ve Jessup’un baskıdayken bazı bölümleri çalınan kitabındaki iddiaları ve Einstein’in ölüm döşeğindeki sözleri, bunların hepsi bir tek noktada birleşiyor: Einstein’in, “Biz Mahşer’in yedi suvarisiyiz” dediği gibi, acaba yedi Yahudi zaman gezmeni, gelecekten geçmişe giderek, zamanın akışını siyonizm doğrultusunda değiştirdiler mi? Acaba, İkinci Dünya Savaşı’nda, tarih gerçekten değiştirildi mi (S89)?.

Bu bir gerçekse, zamanımızda da, gelecekten gelerek aramıza karışmış olan gizli birilerinin olması pek muhtemeldir. Kur’an kriptolojisinde (ledünni anlamda), böyle bir işaret vardır: “İyi niyetli” ve “kötü niyetli” iki düşman kamp. Bu çok ince sır, Kehf Suresi’nin 32. ayetinden itibaren yer almakta, ancak cifir bilimini bilenlerce anlaşılabilmektedir. “Mehdistler”le, süfyanistleri karşı karşıya getirecek bir din savaşının habercisi olan bu ince sırda, aynı zamanda, Zig-Zag Öğretisi’nin oluşumunun “nedenleri” yatmaktadır.

Kozyrev’in gerçekleştirdiği zaman yolculuğu deneyinden söz ettiğimizde, konunun haliyle “Geçmişe gidilebilir mi?” tartışmasına kadar gitmesi kaçınılmazdı. Bu aşamada da, Aiberg’in, kitaplarının değişik bölümlerinde sözünü ettiği yukardaki çok ilginç konuları gözardı edemezdik. Şimdi, tekrar kaldığımız yere dönüyor, Zig-Zag teoristlerinin çalışmalarını mümkün olan kronolojik sıra ile sunmaya devam ediyoruz:

1940’lı yıllarda, KMA mektupları, David Hilbert ve Arnold Sommerfeld başta olmak üzere, bir çok seçkin bilim adamına adeta yağmaktaydı. Bunların içinde en ilginci, ünlü Philadelphia Deneyi’ni gerçekleştiren Dr. Jessup’un öyküsüdür:
 
MORRIS KETCHUM JESSUP (1900-1959)

Bilim adamı, oşinograf, havacı, astronom, astrofizikçi, teorik fizikçi, matematikçi ve yazar, “Dr. Morris Ketchum Jessup” (1900-1959) (K4, K95, D38), ABD’de, Rockville, Indiana’da doğmuştur. Jessup, Birinci Dünya Savaşı’na çavuş rürbesiyle katılır; 1920’li yıllarda, Iowa ve Michigan Üniversiteleri’nde matematik ve kozmoloji öğrenimi görür. Daha sonra, bir araştırma ekibi ile gittiği Güney Afrika’da astronom olarak çalışırken keşfettiği “Çift Yıldızlar” ile adı astronomi tarihine geçer. Güney Afrika’daki deneyimlerini, doktora çalışmasında toparlar (1933) ve ondan sonra, Washington D.C. deki Carnegie Enstitüsü adına bir araştırma ekibi ile birlikte fotoğrafçı olarak, Maya ve İnka uygarlıklarını incelemek üzere, Güney Amerika’ya gider. Burada yoğun çalışmalar yapan Jessup, bu çalışmaların sonucunda, bu uygarlıklarca kurulan olağanüstü yapıların, ancak Dünya dışı bir teknoloji ile yapılabileceğini açıklar (K95).

Dr. Jessup’un yaşamı ve yaptıkları, ABD’de bugüne kadar yayınlanmış çeşitli kitaplara ve dergilerdeki yazılara konu olmuştur. Bunlardan en önemlileri, R. H. Crabb’ın 1962 yılında yayınlanan, “M. K. Jessup, Allende Letters and Gravity” (M. K. Jessup, Allende Mektupları ve Gravite) (K41); G. Barker’ın 1963 yılında yayınlanan, “The Strange Case of Dr. M. K. Jessup” (Dr. M. K. Jessup’un Garip Durumu) (K4); C. F. Berlitz’in 1977 yılında yayınlanan, “Without A Trace” (İz Bırakmadan) (K15) ve W. L. Moore ve C. F. Berlitz’in 1979 yılında yayınladıkları, “The Philadelphia Experiment: Project Invisibility” (Phildelphia Deneyi: Görünmezlik Projesi) (K95) isimli kitaplarıdır. “Without A Trace”, ülkemizde 1977 yılında “İz Bırakmadan” ismi ile yayınlanmıştır

Bunların dışında, ayrıca, I. D. Sanderson’un 1968 yılında “Pursuit” dergisinde yayınlanan, “M. K. Jessup” (D38) ve H. S. Santesson’un 1975 yılında, yine “Pursuit” dergisinde yayınlanan, “More on Jessup and The Allende Case” (Jessup ve Allende Dosyası Hakkında Yeni Bilgiler) (D39) adlı yazıları da dikkat çekicidir.

Söz konusu yayınlar incelendiğinde, Dr. Jessup’un 1940’lı ve 1950’li yıllar arasındaki yaşamı hakkında nerdeyse pek bir bilgi bulunmadığını hayretle görmekteyiz. Aiberg’in kitaplarında ise, Jessup’un yaşamındaki bu esrarengiz dönemin aydınlatıldığını görüyoruz. Şimdi, yazarımız Aiberg’in, Jessup ile ilgili olarak yazdıklarına bakalım:

Jessup, 1940 yılında, postadan “görünmezliğin” sırlarından ve “Birleşik Alanlar”ın elektromagnetizmasından söz eden inanılmaz formüllerle dolu bir mektup alır. Bu mektuptaki imza, Fransızca’ya uyarlanmış “Charles M. Alain”dir. Daha sonra aldığı aynı imzalı ikinci bir mektupta ise, “Müslüman olması halinde kendisine çok önemli kozmik bilgilerin verileceği, hatta KMA’nın şahsen ortaya çıkabileceği” bildirilir. Jessup, belki de sadece bilim aşkına, bir zenci müftünün huzurunda Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman olur. Müslüman oluşunun hemen ardından, postadan, defter kalınlığında el yazısı ile yazılmış bir mektup alır. Mektupta yazılanlara baktığında şaşkına uğrar; inanılmaz şeyler vardır. “Görünmez olmanın sırları” dinsel açıdan anlatılmakta; bir taşıtı görünmez hale getirmenin tam bilimsel ve akla gelmeyecek elektriksel aygıtları ve dev bobin planları bu mektupta yer almaktadır. Yazılanların altındaki imza, bu kez “Karl Michael Allein” ve Asistan olarak “Heiberg” ikilisine aittir.
 
“HANSEL HEIBERG” ORTAYA ÇIKIYOR


Daha sonra, Jessup’un gerçek bir Müslüman olduğunu inandırmasıyla, KMA adına öteki imza “Heiberg” ortaya çıkar; tanışırlar ve ünlü Philadelphia Deneyi’nin çalışmalarını birlikte yaparlar. Heiberg, daha önce bilim literatüründe hiç adı geçmeyen esrarengiz biridir; ancak Einstein’e bile taş çıkartacak teknik bilgiye sahiptir. Kimse onu tanımamakta, sürekli saklanmakta, Jessup’un evine ancak geceleri gelmektedir. Ön adını bile söylememiştir. Bu kadar gizlilik karşısında dayanamayan Jessup, bir gün Heiberg’in özel çantasını karıştırmadan edemez. Adamın adı: “Hansel Heiberg”dir. Pasaportu, 1908 yılında doğduğunu ve Norveçli olduğunu göstermektedir. Çantada Heiberg’in gizli çalışmalarını gösteren bir sürü döküman vardır. Bu dökümandaki çizimler ve teoremler, “KMA” imzasını taşımaktadır. Jessup, bu belgelerde, bir sürü çizimin yanısıra, UFO benzeri disk biçimli uçan araçların teknolojisinin en ince ayrıntısına kadar verildiğini hayretle görür ve bu çizimleri kopya etmekten kendini alamaz (Daha sonraları yayınladığı “The Case for The UFO” (UFO Dosyası) (K83) isimli kitabının ana kaynağı bu çizimlerdir).

Hansel Heiberg, 1940’lı yıllarda, görünmezlik yeteneğini, “Bedensiz ve araçsız zaman yolculuğu yapma” veya “Kendi tüneline gizlenerek dış uzayda görünmez olabilme” şeklinde tanımlamıştır. Axel Heiberg’in de böyle bir yeteneğe sahip olduğunu daha önce belirtmiştik. Hansel, kendisinin tek başına, sadece dua ve zikir yoluyla oluşturabildiği görünmezlik olayının, bilim yoluyla da gerçekleştirilebileceğine (K118) inanmaktaydı. Çünkü, görünmezlik mekanizmasının, tamamen enerjetik alanlara dayandığını fark etmiş ve olağanüstü şiddetli manyetik alanlarda bunun gerçekleşeceğine inanmıştı.

Hansel Heiberg, zamanın ünlü bilim adamı “Arnold Sommerfeld”e (1869-1951) (S38) ve daha sonraları, genç bilgin “Olexa-Myron Bilaniuk”a (1926-….) (D4, E2) gönderdiği KMA imzalı mektuplarla “Takyon Teoremi”ni (K117, D5, D6, S64) açıklamış ve her iki bilim adamının çalışmalarında bu konuya eğilmelerini sağlamıştır.

Hansel Heiberg, görünmezlik olayını bilimsel yolla gerçekleştirmek amacı ile, 1940’lı yılların başlarında, Dr. Morris Ketchum Jessup ile yukarıda belirttiğimiz şekilde ilişki kurar. Dr. Jessup, o yıllarda, ABD Deniz Kuvvetleri’nin çok değer verdiği büyük bir bilim adamıdır. Yapay manyetik alanlar oluşturularak bir geminin görünmez olup, olamayacağının denenmesi, İkinci Dünya Savaşı’nın en yoğun olduğu bu dönemde, ABD Deniz Kuvvetleri’nin de çok ilgi duyduğu bir projedir. Dr. Jessup ise, böyle bir deneyi üstlenebilecek tek kişidir.

Bu deneyle, maddenin uzayda yer değiştirmesi planlanmıştır. Başka bir deyişle, madde, atomlarına ayrıştırılacak ve başka bir fizik mekanda tekrar bir araya getirilecektir.Yani, bir “ışınlama” deneyi yapılacaktır. Bu deneydeki asıl hedef, Einstein’in Birleşik Alanlar Teorisi’ni (K6), uygulamalı olarak kanıtlamak ve bundan askeri amaçlarla yarar sağlamaktır. Yani, oluşturulacak yapay bir manyetik alanla, savaş gemilerinin düşman gemileri karşısında görünmezliğinin sağlanması amaçlanmıştır.

Birleşik Alanlar Teorisi, “mekan-zaman” ve “madde-enerji” kavramlarının aslında birbirinden ayrı birimler değil, aynı elektromanyetik uyarılar karşısında “birleşebilecek” nitelikte oldukları görüşüne dayanır. Bu teori, UFO’ların nasıl birdenbire görünüp, birdenbire kaybolabildiklerini açıklayabilecek tek teoridir (K17). J. Helms ve L. Harry’nin “Argosy UFO Magazine”de 1977 yılında yayınlanan “The Carlos Allende Letters: Key to The UFO Mystery” (Carlos Allende Mektupları: UFO Gizeminin Anahtarı) başlıklı yazısında bu konuda bazı ipuçları bulunmaktadır.

Yapılacak uygulamada, bir bobinde oluşturulacak olan elektrik alan, kendisine dik bir manyetik alan yaratacaktır. Bu alanlardan her biri, evrenin bir düzlemini temsil eder. Oysa, evrenin üç düzlemi vardır. Demek ki, üçüncü bir alan daha olmalıdır. Projenin bir amacı da, insan eliyle yaratılacak yapay bir manyetik alanla oluşturulabilecek olan bu üçüncü düzlemin, insanlar ve cisimler üzerindeki etkilerinin araştırılmasıdır. Söz konusu deney, çok güçlü manyetik jeneratörler ve bobinlerle bir gemiye ve yakın çevresine elektrik akımı yükleyerek, buradaki elektrik alana dikey durumda yoğun bir manyetik alan oluşturmak ve böylece oluşan bu “dipol” alanda, iç uzaya, yani “tünele” girip, başka bir tünel ucundan çıkmak şeklinde özetlenebilir (İç uzay, tünel ve dipol terimleri, Aiberg’in kitaplarında ayrıntılı olarak anlatılmıştır).
 
PHILADELPHIA DENEYİ

Uygulama, Philadelphia limanındaki, USS Eldridge, DE (Destroyer Escort) 173 borda numaralı bir ABD sahil koruma gemisi üzerinde yapılır (K15, K95, D57, D67, D40, S30).

Tarih: 28 Ekim 1943’dür. Gemiye, 75 KVA gücünde iki dev jeneratör (degausser), her biri 2 megawat CV gücünde üç RF vericisi ve 3000 adet güç arttırıcı tüp monte edilmiştir (S67). Deney başladığında, ilk olarak sisli yeşil bir ışığın çevreyi sardığı görülür. Gemi bu yeşil sise bürünmeye başlar ve içindeki denizcilerle birlikte yavaş yavaş kaybolur. Geminin sadece su üzerindeki çırpıntıları görülmektedir, kendisi görünmez olmuştur. Tam üç dakika sonra, buraya 640 kilometre uzaklıktaki Norfolk limanında, geminin, askeri gözlemcilerin gözleri önünde aniden ortaya çıktığı ve tekrar kaybolduğu ve en son olarak, yeniden Philadelphia limanında belirdiği görülür. Deney, bu şaşırtıcı sonuçlar ortaya çıktığında güçlükle sona erdirilir.

Deney amacına ulaşmıştır. Ancak, deneyden hemen sonra, gemideki personelin bir kısmının tamamen kaybolduğu; geriye kalanların ise, psişik yeteneklerinin çok güçlenmiş olduğu saptanır. Bazıları, deneyde kazandıkları görünmeme yeteneğini, daha sonra günlük yaşamlarında da sürdürürler. Evlerinde otururken, sokakta yürürken, herhangibir zamanda, diğer insanların şaşkın bakışları arasında kaybolup, sonra yeniden ortaya çıktıkları görülür. Kiminin vücutları kısmen görünmez olur. Liman yakınlarındaki bir barda çıkan kavgada, denizcilerden bir kısmının bir görünüp, bir kayboldukları garsonlar tarafından hayretle izlenir. Bir diğerinin, ailesinin gözleri önünde, evinin duvarları içinden geçtiği görülür.

Bazıları ise, donup kalmakta; yani heykel gibi kaskatı kesilmektedir. Bu donmalar, bazen bir kaç saniye, bazen saatlerce sürmektedir. Smith adındaki bir denizcinin donuşu ise 200 gün sürmüştür. Yemeden, içmeden, nefes almadan bu kadar uzun süre donup kalan Smith, kendine geldiğinde, bu süreyi 5 saniye gibi hissettiğini ve bu süre içinde elinde olmadan uzayda gezindiğini ve Dünya’yı dışardan seyrettiğini ifade etmiştir. Donan kişiler, kendi iradeleri ile hareket edememekte, yakınlarındaki kişilerin onlara dokunarak topraklamaları gerekmektedir. Daha sonra, hepsi, bu donma anında, kendilerinin çekimsiz olarak serbestçe yükselip, uzayda gezebildiklerini ifade etmişlerdir. Kaybolan denizciler de, “Birden kendimizi, bedenimizle birlikte uzayda buluyoruz, sonra tekrar kaybolduğumuz yerde ortaya çıkıyoruz” demişlerdir.

Denizcilerin doğru söylediği, acı bir gerçekle anlaşılır: Bir gün, üzerinde pusula bulunduran bir tayfa birdenbire donup kaldığında, arkadaşları ona dokunarak topraklamak isterler. Dokundukları anda, tayfa birden alev alır ve o kadar şiddetli yanar ki, geride hiç bir iz ve kül bırakmaz. Sadece bulunduğu zeminin kömürleşmiş oluşu, tayfanın yandığını göstermektedir (Bu şekilde, dört denizcinin yandığı kaydedilmiştir). Dr. Jessup, bu tayfa yandığı sırada, bulunduğu döşeme ve halıda oluşan yanıkları toplayarak, üstadı Hansel Heiberg’e verir. Heiberg bazı testler yapar ve bu tayfanın, uzayın, kozmik ışınların bulunduğu atmosfer dışı bir bölgesine ışınlanmış olduğu sonucuna varır. Çünkü, halı ve döşeme nümunesinde, Dünya üzerinde hiç olmaması gereken, radyoaktif ışıma ve dedektörlerin “Kozmik Primerler” diye tanımladıkları, Kur’an’da “Şıhap” adıyla bildirilen kozmik ışınları saptamıştır. Bu ışınlar, magnetosferde, bilimsel adıyla “Shower” (Sağanak) denilen bir olayla törpülenmektedirler. Bu nedenle, Dünya’ya ulaşmaları olanaksızdır. İşte halı nümunesinde bu kozmik ışınların saptanmış olması, tayfanın dediklerini doğruluyor, yani onun atmosfer dışına çıktığını ve orada bu ışınlarla alev aldığını kanıtlıyordu. Böylece, tayfaların, uzaya bazen bedenleriyle, bazen ise dondukları anda bilinçleriyle çıktıkları doğrulanmıştı.

Philadelphia Deneyi, sonraki yıllarda bir çok dergiye, kitaba ve filme konu olmuştur. Deneyle ilgili çeşitli görüşler ileri sürülmüş, iddialar ortaya atılmış, fakat olayın ardındaki esrar bir türlü tam olarak gözler önüne serilememiştir. Çok sayıda tanığın olmasının yanısıra, deneyi yaşayan bir o kadar da denizci vardır. Ancak, bunların büyük bölümünde zamanla akıl rahatsızlıkları ortaya çıkmış, bir kısmı intihar etmiş, bir kısmı ise eceliyle ölmüştür. Dolayısıyla, bugün için bu deneyle ilgili somut kanıtlar bulmak oldukça güçtür. Öyle ki, bugün, ABD Deniz Kuvvetleri’nde deneyin kod adının bile ortada bulunmaması, bu olayın yetkililerce hala bir sır olarak saklandığını göstermektedir.

ABD Deniz Kuvvetleri’nin çok gizli “Inter Services Code-Work Index”inde yer alan “Rainbow” kod adının, Philadelphia Deneyi’ne ait olduğu ve bu deneyin, resmi kayıtlarda “Project Rainbow” (Gökkuşağı Projesi) adıyla geçtiği, W. L. Moore ve C. F. Berlitz ikilisinin “The Philadelphia Experiment: Project Invisibility” (Philadelphia Deneyi: Görünmezlik Projesi) kitabında (K95) ve A. H. Hochheimer’in “The Philadelphia Experiment from A to Z” (A’dan Z’ye Philadelphia Deneyi) adlı yayınında (S30) belirtilmiştir. Ayrıca, deneyin, Philadelphia’da çıkan bir gazetede haber olarak yayınlanmış olduğu da bu yayınlarda yer almaktadır.

Bazı kaynaklarca (D45, D67, S30), deneyin ön hazırlık çalışmalarının Nikola Tesla ve Dr. John von Neumann tarafından, 1930-1931 yıllarında, Chicago ve Princeton Üniversiteleri’nde yapıldığı, Tesla’nın 1931-1943 yılları arasında bu projede etkin görev aldığı, hatta 1940 yılında yapılan ilk denemenin başarılı olmasından sonra, 22 Temmuz 1943 ve 12 Ağustos 1943 tarihlerinde, takip eden denemelerin yapıldığı ileri sürülmüştür. Tesla’nın, deneyin gemi personeline zarar vereceği gerekçesi ile projeden ayrılmasından kısa süre sonra şüpheli bir ölümle yaşamını yitirdiğini daha önce belirtmiştik.

Bazı kaynaklarca üç kez tekrarlandığı ileri sürülen deneyi, yandaki diğer bir gemiden gözlemleyen tanıklardan birinin ifadesi şöyledir (D67):

“22 Haziran 1943 sabahı 9.00’da jeneratörler çalıştırıldı. Yeşilimsi bir sis gemiyi örtmeye başladı. Bir an sadece geminin çapasını görebildim, sonra o da kayboldu. Sis ortadan kalktığında gemi kaybolmuştu, sadece denizi görüyorduk. Bizim gemide bulunan üst rütbeli subaylar ve bilim adamları, korku ve heyecan içersinde soluklarını tutarak bu inanılmaz olayı seyrediyorlardı. Gemi ve personeli sadece radardan değil, gözlerimizin önünden yok olmuşlardı. Her şey planlandığı gibi olmuştu. 15 dakika sonra emir verildi ve jeneratörler durduruldu. Önce bir şey olmadı; ardından yeşil sis tekrar ortaya çıktı ve USS Eldridge tekrar görünmeye başladı. Sis azalırken, bir şeylerin yanlış gittiğini hissettik. Hemen gemiye yanaştık. İlk önce, gemi personelinin çoğunun geminin yanlarından sarkarak kusmakta olduklarını gördük. Diğerleri güvertede bilinçsizce, şaşkın şaşkın dolaşıyorlardı. Ekipler gemiye girerek, bu personeli yenileriyle değiştirdiler. Bir kaç gün sonra, yeni bir deneyin yapılması kararlaştırıldı. Bu deneyde de, gemi, istenilen radar görünmezliğine ulaştı; akabinde geminin donanımı değiştirildi. Asıl deney ise, 28 Ekim 1943’de yine aynı gemide gerçekleştirildi. Bu deneyde de, jeneratörler çalıştırıldıktan hemen sonra, destroyer hemen hemen görünmezlik aşamasına ulaştı. Geminin sadece burnu ve kıçı görülüyor, aradaki bazı yerleri ise belli belirsiz seçiliyordu. Sonra, su üzerinde, sadece teknenin bulunduğu yerde çizgi halinde bir iz kaldı. Daha sonra, mavi bir ışık parladı ve o çizgi de yok oldu. Artık, gemi tamamen yok olmuştu. Geminin, bir kaç dakika sonra, Philadelphia’ya millerce uzaktaki Norfolk’da ortaya çıktığı kaydedildi. Ancak, orada göründükten kısa bir süre sonra tekrar kayboldu ve tekrar Philadelphia’da ortaya çıktı. Bu kez durum ciddiydi; tüm personelin başı beladaydı. Bazıları yok olmuştu; bir daha hiç geriye dönemediler. Ama en korkuncu, beş denizcinin, geminin gidip-gelmesi sırasında, metal gövdenin içinde sıkışarak kalmış olmalarıydı. Bu feci bir olaydı. Birisi kurtuldu, ama bir daha asla eski haline dönemedi; aklını yitirmişti. Personelden bazılarının psişik yeteneklerinin olağanüstü gelişmiş olduğu saptandı. Bazıları ise sokakta yürürken kayboluyor, sonra yeniden ortaya çıkıyorlardı.”

Araştırmacı yazar C. F. Berlitz, “Without A Trace” (İz Bırakmadan) adlı kitabında (K15), Dr. Jessup’un yakın arkadaşı, bilim adamı, Dr. Mason Valentine ile yaptığı bir röportaja yer veriyor. Bu röportajda, Berlitz’in, Philadelphia Deneyi’nin bilimsel olarak açıklanmasının mümkün olup, olmadığı konusundaki sorusuna, Dr. Valentine şu cevabı vermiştir:

“Bence Philadelphia Deneyi, bilinen ve alışılmış yollarla açıklanamaz. Bir çok bilim adamı, artık atomun temel yapısının madde zerreciklerinden değil, elektromagnetik alanlardan oluştuğu görüşünde. Bu olay, son derece karmaşık enerji alanlarının birbirini etkileme işlemidir. Eğer, böyle bir evrenin içinde maddenin değişik fazları bulunmasaydı, bu şaşılacak bir şey olurdu. Bir fazdan diğerine geçilmesi, bir yaşam düzeyinden diğerine geçmeye benzer. Bu, boyutlar arası bir değişmedir. Yani, Dünya’lar içinde başka Dünya’lar olabilir. Manyetik alanların boyutsal değişimler yaratabileceğinden zaten kuşkulanılıyordu. Maksatlı olarak olağandışı manyetik koşulların yaratılması, hem fiziksel, hem de yaşamsal olarak maddenin fazını değiştirebilir. Bu durum, bağımsız olmayan, ancak içinde bulunduğumuz madde/zaman/enerji boyutunun bir parçası olan zaman boyutunu saptırabilir. Kısacası, Philadelphia Deneyi büyük bir olasılıkla gerçek bir deneydir.”
 
JESSUP’UN “UFO” KİTABI

Dr. Jessup, deneyden sonra, 1950 yılı başlarında, UFO’larla ilgili bir kitap üzerinde çalışmaya başlar.Yukarıda, Jessup’un, Hansel Heiberg’in çantasında bulduğu bazı çizimleri kopya ettiğini belirtmiştik. Jessup, bu çizimleri, yazmakta olduğu UFO kitabında kullanmaya kalkışır. Ancak, matbaaya baskı için bıraktığı yazıların zaman yolculuğu ve ileri UFO teknolojisi ile ilgili bazı bölümlerinin baskıda çıkmadığını hayretle görür. Yazılar matbaada, klişe için verdiği çizimlerin asılları ise evinde kaybolmuştur. Tam o sıralarda, peşine takılan siyah takım elbiseli kişiler (MIB: Men in Black: K7, S16, S18) nedeniyle, Heiberg ortadan kaybolur. Bir süre sonra, Heiberg’den, “Can güvenliği nedeniyle görüşmemeleri gerektiğini, ancak posta kanalı ile yazışmalarının süreceğini” bildiren bir mektup alır. Böylece, “KMA - Heiberg” imzalı mektuplar tekrar gelmeye başlar. Ancak, bir süre sonra bu mektuplar postada kaybolmaya başlayınca ilişkileri tamamen kesilir.

Jessup’un yazılarının matbada çalınmasından az önce, Yahudi asıllı Rus yazar Velikovsky’nin, “UFO’s and Journey to The History” (UFO’lar ve Tarihe Seyahat) adlı bir kitap yazmaya koyulduğundan daha önce söz etmiştik. Kitabın amacı, Jessup’un “The Case for The UFO” (UFO Dosyası) adını verdiği kitabındaki (K83) fikirlerine karşı gelmektir. Çünkü, Jessup, bu kitabında, “Yedi kişilik Yahudi bir grubun gelecekten zamanımıza gelerek, tarihin doğal akışını siyonizm doğrultusunda değiştirmeyi amaçladıklarını” iddia etmektedir. Kitap henüz basılmamıştır. Ancak, Velikovsky her nasılsa bunu öğrenmiş ve bu kitaba karşıt olan kitabını yazmaya koyulmuştur. Bu sıralarda, Einstein’in de, basında, “UFO’lar gerçektir; orijinlerine dönüyorlar” şeklinde çıkmaya başlayan demeçleri de oldukça ilginçtir. Fakat, Jessup’un kitabının bazı bölümleri yok edilip, ancak bazı eksiklerle yayınlanmasından sonra, Einstein’in demeçleri birden bıçak gibi kesilir; Velikovsky de yeni kitabını yayınlamaktan vazgeçer.



Jessup, ilk kitabı “The Case for The UFO”nun 1955 yılında yayınlanmasından kısa bir süre sonra, “The Expanding Case for The UFO” (Genişleyen UFO Dosyası) (K84), adı altında ikinci bir kitap yayınlamıştır. Bugüne kadar konusunda yazılmış en iyi dört kitaptan biri olarak kabul edilen bu eserlerde, Philadelphia Deneyi ve Birleşik Alanlar Teorisi’ne geniş yer verilmiştir. Jessup, kitaplarında, okurların ve devletin bu konuya yönelmesini ve bu alanda yapılacak çalışmalara finansal kaynak sağlanması için politikacılara baskı yapılmasını önermektedir. Ona göre, UFO konusu ancak bu düzeyde ele alındığında bir çözüme kavuşabilecektir.



Dr. Jessup, kendisine yapılan komploya karşılık olmak üzere, “UFO’s and TT” (UFO’lar ve Zaman Yolculuğu) adındaki üçüncü kitabını yazmaya koyulur. Ancak, bu kitabın yayınlanmasına ömrü yetmeyecektir.

Philadelphia Deneyi, 1950’li yıllarda, ABD Deniz Kuvvetleri’nce ve Dr. Jessup’un katılımı ile bir kere daha denenmiş, ancak bu ikinci deneyde birinciye nazaran daha olumsuz sonuçlar alındığından, deneyden vazgeçilmiş ve hemen birincisi gibi örtbas edilmiştir. Bazı kaynaklar (K99, K100), deneyin, 1983 yılında, “The Project Montauk” Montauk Projesi) adıyla yeniden uygulamaya konulduğundan söz etmektedir (K99, K100). Tabii hepsi gizli tutulan bu uygulamalarla ilgili olarak, ABD’li yetkililerden herhangibir bilgi alma olanağı yoktur.

Tekrar 1950’li yıllara geri dönersek, Dr. Jessup’un bu dönemde yeniden KMA mektupları almaya başlaması ve ABD Deniz Kuvvetleri ile olan ilişkisi oldukça ilginçtir (K95, D57):

Dr. Jessup, her iki kitabının yayınlanmasından sonra, “10 boyutlu uzay-zaman modeli” kurma çalışmalarına girişir. İşte tam bu sıralarda, yeniden KMA mektupları almaya başlar. Bu mektuplardan ilkinin tarihi 13 Şubat 1956’dır. Zarfın üzerinde, “Carlos Miguel Allende” adı vardır (Bu isim, ilerde sözünü edeceğimiz gibi, 11. KMA olan “Jorge Luis Borges” tarafından kullanılmaktaydı). İmla hataları ile dolu olan mektupta (D24), Jessup’un Birleşik Alanlar Teorisi ile ilgili çalışmalarının hemen kesilmesi istenmektedir. Mektubun yazılış şekli, sanki yazarının, Philadelphia Deneyi’ni baştan sona kadar izlediği izlenimini vermektedir.

Gerçekten, deney, S. S. Andrew Furuseth isimli bir şilepten tanıklarca baştan sona kadar izlenmiştir. Bu tanıkların arasında, esrarengiz Bay Allende’nin de olduğu, hatta gemide çekilen toplu resimlerden birinde bulunduğu iddia edilmiştir (K95). Dr. Jessup, aldığı KMA mektubundaki adrese hemen bir cevap yazarak, kendisine daha ayrıntılı bilgi verilmesini ister. Bir süre sonra, Allende’den ikinci bir mektup alır. Mektupta özetle şöyle denilmektedir:

“Sevgili Bay Jessup,

Bu deneyin üzerimde bıraktığı izlenimleri ve olayın nasıl olduğunu, kanıtları ile birlikte size yeniden yazıp, yazamayacağımı soruyorsunuz. Kuşkusuz, size yardım etmek isterim. Eğer bana, bir hipnotizör, bir miktar sodyum pentotal (bilinci uyuşturup, iradeyi kırarak doğruyu söyleten bir ilaç), bir kayıt cihazı ve çok hızlı daktilo yazabilen birini sağlarsanız, size bu konuda gerçekten çok değerli bilgiler verebilirim. Bence bu iş uygun şekilde ele alındığı, bilim adamları ve halka psikolojik bakımdan etkin bir şekilde takdim edildiği takdirde, insanlık hayal ettiği yerlere gidebilir. ABD Deniz Kuvvetleri’nin tesadüfen bulduğu bu nakil şekli ile yıldızlara kolayca gidilebilir. Bundan eminim.”

K. M. Allende

Jessup, ikinci mektupta yazılanları düşündüğü sırada, ABD Deniz Kuvvetleri’nden bir davet mektubu alır. Deniz Kuvvetleri Araştırma Kurumu (ONR), ondan bir konuşma yapmasını istemektedir. Jessup, bu kurumun Washington’daki merkezine gittiğinde, yetkililer, kendisine, daha önce yazmış olduğu UFO kitabını verirler ve “Bu kitabın bir yıl kadar önce kendilerine posta ile gönderilmiş olduğunu” söylerler. Kitabın sayfalarında, değişik renkte kalemlerle yazılmış çeşitli notlar bulunmaktadır. Yazı karakterlerinden anlaşıldığına göre, bu notlar üç değişik kişiye aittir. Bunlardan birini Jessup hemen tanır. Bu üç değişik yazıdan biri, Bay Allende’ye aittir. Kitabın sayfa kenarlarına yazılan notlar, Philadelphia Deneyi ile ilgili üst düzey yorumları ve görüşleri içermektedir. Güç alanlarından, bir cismin nasıl birden kaybolup, tekrar nasıl ortaya çıkarılabileceğinden söz edilmekte ve Deniz Kuvvetleri’nin yaptığı diğer gizli çalışmalara değinilmektedir.

Kitabın bu esrarengiz yorumcuları, ya da eleştirmenleri, sanki “gizli ve eski bir uygarlığın temsilcileri” gibi davranmışlardır. Dr. Jessup’a göre, bu kişiler, Dünya’daki ve evrendeki daha eski bilimsel gelişmeleri, bazı Dünya dışı uzay araçlarının sık sık yeryüzüne indiklerini ve bunlarla ilgili çeşitli uçuş yöntemlerini bilmekteydiler. Hatta, bu notlarda, geçmişte Dünya’yı yok eden bir uzay savaşından bile söz edilmekteydi.

Bütün bunlar, ilk bakışta bir kurgu-bilim kitabından alınmış gibi gözükse de, ABD Hükümeti, bu yorumlanmış kitaba son derece önem verir. Öyle ki, kitap bu haliyle yeniden 25 adet basılır ve son derece gizli bir şekilde, Pentagon’un konuyla ilgili tüm birimlerine dağıtılır. Deniz Kuvvetleri’nin özel (daha doğrusu gizli) işlerini üstlenen, Texas’daki Dallas Varo Şirketi tarafından basılan bu yorumlanmış baskılar, eğer deney bir hayal ürünü idiyse, niçin Deniz Kuvvetleri tarafından yeniden bastırılmış ve ilgili birimlere dağıtılmıştı? Bu baskılardan biri, daha sonraları Araştırmacı Yazar G. Barker tarafından bulunmuş ve 1973 yılında, Saucerian Press tarafından, sınırlı sayıda tekrar yayınlanmıştır (K83). Bu baskının 1995 yılında yeni bir baskısı daha yapılmıştır.

Dr. Jessup’un 1956 yılından sonra tekrar almaya başladığı KMA mektuplarının tam metinleri ve ABD Deniz kuvvetleri’nin konuyla olan yakın ilişkisi, Moore - Berlitz ikilisinin daha önce belirttiğimiz “The Philadelphia Experiment: Project Invisibility” kitabında (K95) ve A. H. Hochheimer’in “The Philadelphia Experiment from A to Z” adlı internet sitesinde ayrıntılı olarak anlatılmıştır (Dr. Jessup ve K. M. Allein ile ilgili araştırmaları, hatta Allein’e ait olduğu ileri sürülen resimleri de kapsayan her iki yayın dilimizde yayınlanmamıştır).

Philadelphia Deneyi ile ilgili Türkçe bilgiler, Aiberg’in kitaplarının dışında, C. F. Berlitz’in “İz Bırakmadan” adlı kitabında (K15) ve “Bilinmeyen” (D57) ve “Fenomen” (D67) dergilerinde bulunabilir. Burada belirttiğimiz kaynaklarda , tabii ki Allende’nin Zig-Zag Grubu ile ilişkisinden herhangibir şekilde söz edilmemektedir. Bu ilişki sadece Aiberg’in kitaplarında yer almıştır.
 
DR. JESSUP’UN ÖLÜMÜ

1959 yılı Nisan ayında, Dr. Jessup, çalışma arkadaşı Dr. Mason Valentine’e, Philadelphia Deneyi ile ilgili bazı kesin sonuçlara ulaştığını söyler. Bu sonuçlara ilişkin bir taslak hazırlamıştır ve konuyu Dr. Valentine ile uzun uzun konuşmak istemektedir. Dr. Valentine, Jessup’u, 20 Nisan akşamı için yemeğe davet eder. Fakat asla görüşemezler. Polis kayıtlarına göre, Dr. Jessup, 20 Nisan 1959 akşamı saat 18.30’da, otomobili ile Miami’deki Matheson’s Hammock Parkı’na girmiş; otomobilini bir kenara park ettikten sonra, egzozunu tıkayarak, arabanın içinde intihar etmiştir. Kayıtlarda, Jessup’un, Dr. Valentine’e göstermek üzere yanına aldığı notlardan ve taslaktan hiç söz edilmemiştir.

Dr. Jessup’un yakın arkadaşları, onun, intihar edecek yaratılışta bir kimse olmadığını israrla belirtirler. Dr. Valentine ise, onun, bazı kişileri rahatsız edecek çalışmalar yapmış olmasından ötürü öldürüldüğünü ileri sürer. Dr. Valentine, “Otomobilin içinde bulunduğunda Jessup’un sağ olduğunu, ancak kurtarmak için hiç bir çaba gösterilmediğini” söyleyerek, resmi raporlara yazılmayan bu ayrıntıyı belirtmiştir (K15). Diğer taraftan, bazı UFO araştırıcıları, Dr. Jessup’un siyah elbiseli kişilerce (K7) öldürüldüğünü ileri sürmüşlerdir.

KMA mektupları bir çok seçkin bilim adamına gönderildiği halde, bu mektupların en sansasyoneli Dr. Jessup’a gelenlerdir. Philadelphia Deneyi gibi inanılmaz bir olayı gerçekleştiren bu adamın intihar süsü verilerek öldürülmesi, olayı tam bir bilim-kurgu romanına dönüştürmüştür. Ancak, olanlar gerçektir. Jessup’un yakın arkadaşı Dr. Valentine, Jessup’un peşine siyah takım elbiseli kişilerin takıldığını ve Jessup’a park yerinde pusu kurulduğunu, basına ve polise inatla açıklamıştır. Dr. Valentine, “Jessup’un hayat dolu bir kişiliğe sahip olduğunu, ölümünden kısa süre önce birlikte olduklarını, intihar etmesinin mümkün olamayacağını” ve Jessup’un, kendisine, “Peşine siyah elbiseli kişilerin takıldığını” ve “Elindeki tüm bilgilerin çalınmış olduğunu” bizzat söylediğini bildirmiştir.

Dr. Jessup, o sıralarda hazırlamakta olduğu “UFO’s and TT” isimli üçüncü kitabında, ilk kitabında komploya uğrayarak yayınlamayı başaramadığı “İleri UFO teknolojisinden, zaman yolculuğundan ve yedi kişilik Yahudi grubun Dünya tarihini değiştirme çabalarından” muhtemelen söz edecekti.

Sonuçta, Philadelphia Deneyi’nin 1 Numaralı Adamı Dr. Jessup’un ölümüyle, deneyle ilgili araştırmalar, belgeler, tanıklar ve onun UFO teknolojisi ve zaman yolculuğu ile ilgili çarpıcı görüşleri tam anlamıyla bir esrar perdesine bürünmüştür. Philadelphia Deneyi’ni gerçekleştiren Dr. Jessup, süper bir Zig-Zag teorisyeni ve teknisyeni olup, özellikle UFO teknolojisi başta olmak üzere tüm buluşları “gelecekte” anlaşılacaktır.

Philadelphia Deneyi’nin gerçekleştirilmesinde Dr. Jessup ile işbirliği yapan Hansel Heiberg, daha sonra ülkemize yerleşip, “Mehmet Rifat Ayberk” ismini alarak TC vatandaşı olmuştur ve kabri halen Elazığ’da bulunmaktadır.

Dr. Jessup ve Philadelphia Deneyi ile ilgili bilgileri burada fazla ayrıntıya girmeden sunmuş bulunuyoruz. Bu ilginç konu, ABD kamuoyunda, bugüne kadar bir çok kitaba, dergiye, konferansa, TV yayınına ve internet sitesine konu olmuş, çeşitli filmler yapılmış ve özellikle son 20 yılda pek çok kişinin giderek artan bir ilgi odağı haline gelmiştir. Okurumuza kolaylık sağlamak üzere, Dr. Jessup ve Philadelphia Deneyi ile ilgili kaynakları aşağıda sıralıyoruz:

Kitaplar: K4, K15, K17, K41, K59, K83, K84, K95, K99, K100.

Dergiler: D23, D24, D38, D39, D40, D45, D57, D67.

Internet: S30, S67, S71, S72.

Gazete : G7.
 
TA-HA” PLANI

Bilimi, kuark-mezon teoremleri ile, Planck Sabiti’nin tabanına zorlayarak, arkadaki imkansızın ötesini gündeme alan KMA mektupları, Bağdadi’nin öğrencisi Cantor’un (S34) bulduğu Sonsuz Serileri yeniden kullanarak, sonsuzluğun bilinmez sınırı yerine, başlangıcının belirlenmesi politikasını benimser.

Bu husus, KMA notlarında şöyle belirtilmiştir: “Sonsuzluğun başlangıcı, bizim maddi evrenimizin bittiği Planck Sabiti’nin minimumundan başlamalıdır. Çünkü, kuantlaşma sadece Planck Sabiti limitleri içindedir ve bundan ötede kuantlaşma olamayacağı Hilbert (S37) tarafından kanıtlanmıştır.”

Ötemizde kalan bu evrenin matematiği ve fiziğinin araştırılması için, Zig-Zag bünyesinde iki ekip oluşturulur. Bu ekiplerden, matematikçiler, “Ta” ve fizikçiler, “Ha” kodları ile anılırlar. KMA, bu plana, “Ta-Ha” adını vermiştir. Bilindiği gibi, Ta-Ha, Kur’an’daki bir surenin adıdır. Bu soyut evrenin “Ta-Ha” koduyla anılması, Bağdadi’nin, yaşadığımız somut evrene, “Ya-Sin” adını vermesi ile eş anlamlıdır.
 
Geri
Üst