türk ocağı
serdengeçti
UÇ’TAKİ İZLER...ALPERENLER…
Işığın yükseldiği Doğu’dan.. en Doğu’dan revân olmuşlardı yola
Işık bir kez yükselmişti Doğu’dan.. tefekkürün, zühdün, şefkatin, ferâgatin, ruhun, cesaretin vatanı Doğu’dan.. ve bu ışığın seyahati, binlerce yıl sürecek, son huzmelerini Viyana önlerinde bırakıp, gökyüzünün esrarlı karanlığına/karalığına karışarak kaybolacaktı...
……..
O kutlu ışığın tekrar parlayacağı ân ile bekleşip, gözleri semâlarda gezinen “umut nesli”nin merâmını teybîn bâbındadır…
.........................
Sayıları kum tanesi kadar çok, sarı-uçuk benizli, ufak-tefek ama sayılarının çokluğunca kalleş komşuları vardı... Hiç geçinemediler, hatta çoğu zaman savaştılar onlarla. Gâh galebe çaldılar, gâh akıllarının pek ermediği, zamanın siyasî komplolarına, âteşîn Çinli kadınlara mağlûb oldular...
Gün geldi; rivâyet odur ki; bir dağın içine, Ergenekon’a sığınmak zorunda kaldılar.. Yılmadılar, dağları erittiler; Börteçine adlı bir bozkurt önderliğinde yeniden ve yeni baştan başladılar; illerini, törelerini yaymağa...
Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe illerini ve törelerini bozmadılar. Kırk yiğittiler, kırkların başındaki Kürşad ve otuz dokuz yiğit Çin Sarayı’na baskın verdiler. Canlarını soylarının devamına armağan ettiler, canlarını soylarının en değerli hazinesine; hürriyetlerine bağışladılar ki; canları demek; hürriyetleri demek, canları demek; soylarının devamı demekti onların... Ve dâhi onlar; Kızılelma yolunda diken ayıklayanlardı ve bu yolda kaçınılmaz olan kanlarının akması idi; onlar kanlarını da verdiler / daha asırlar boyunca vereceklerdi de...
Düşmanlarının öldürücü darbeleri çoğun, sırtlarında yer bulabildi onların. Ama onlar ilk hamle sıralarını düşmanlarına verdiler hep. Mertçe dövüştüler, mertçe savaştılar. Ölüm vuruşlarını aslâ düşmanlarının sırtlarına yapmadılar... Onlar mağlûb olurken de, muzaffer olurken de güzeldiler ve daima güzel kaldılar.
Onlar, Oğuz Ata’nın çocuklarıydı ve atlarının altun nallarından dökülen tozların, iz bırakmadığı bir karış toprak parçası bırakmadılar; Tanrı Dağları’ndan tepeden baktıkları coğrafyaya. Kendilerinden binlerce yıl sonraki tarihin balistik incelemesinde ortaya çıkacaktı ki; Avrupa’nın içlerinde, Viyana önlerinde görülen nal izleriyle, Tanrı Dağları önlerindeki izler birbirinin aynı idi... Bir başka benzerlik daha vardı, o soylu binicilerin, soylu atlarının altun tozundan nal izleri arasında ki, o benzerlik de; izlerin Batı’ya, hep Batı’ya yönelmiş olmasıydı... Güneş onların arkasından doğdu hep ve onların yolunu ışıtıp, onlara yön tayin etti... Vatan mefhumunu topraktan aldılar; bayrağa ve imana bağladılar; tüm millî kinlere gönüllerini kapatarak, her inanca hürmetkâr kaldılar. Maddeyi buharlaştırdılar onlar ve alan değil veren oldular, istismar eden değil, imar eden oldular.
Tanrı Dağları’ndan Türkistan İlleri’ne, Kafkasya’nın dar geçitlerinden Kırım’ın Bahçesarayı’na, Malazgirt’ten şehirlerin en şereflisi Medine’ye, Söğüt’ten Bursa’ya, İstanbul’dan Edirne’ye, Üsküp’ten Kosova’ya ve nihayetinde Viyana’ya kadar devam eden bir mefkûreydi bu; Türk’ün Cihan Hakimiyeti Mefkûresi... Türk’ün yaklaştıkça uzaklaşan Kızılelması’ydı bu gidiş, bu meydân-ı merdan...
Zaman geldi Alperenler oldular. Rumeli denen gülistan’da kokularını saçtılar dört yüzyıl. Sesleri rüzgârları kıran o atlılar, bir yelkeni bayrak yaptılar, açık vâdilere ayaklarını vurdular ihanetle; Zaman geldi, demirci ustasının elinde dövülen kılıç gibi yıllarca pişirilerek 16. Asır Hıristiyanlığının sakatlanmış ruhuna neşter vurup Martali Matyas oldular; aykırı bahçelerde kutlu çiçekler olarak kök saldılar, dâvâları sırlı idi, üç kişiden öte bilinmez idi.. bilinmediler; sırroldular, sırlara, üçlere, yedilere, kırklara karıştılar...
Ân geldi, bilinmek istediler; Mimar Sinan oldular, Itrî oldular, Dede Efendi oldular.. Oldular hep oldular... Bülbülün sesini taklîd etmediler, ama bülbülün gül ile aşkından çok şeyler anladılar, bu ummânda sayısız kulaçlar attılar; Şeyh Galib’in mumdan gemileriyle aşk denizinde erimeden yüz yıllarca gezindiler. Bu aşktan gönüllerimize nice nağmeler fısıldadılar. Mevlâna’ya “cennetin açılan kapılarının sesleri”ni tahattur ettiren musîkiden notalar dizdiler hâfızamızın en derin kuytularına.
Kur’ân’ın; “Hokka ve kalem ve onunla yazana and olsun” âyeti ve Hz. Peygamber’in güzel yazıyı teşvik eden mesajı onlara hurufât ile taaşşûku ilhâm etti ve onlar göğüs kafeslerimize nazenin elif’ler çektiler, mahviyyetkâr mim’ler koydular. Mâbedlerimize sayısız kompozisyonlarla Ayet’el-kürsîler nakşettiler, Fetih Sureleri’nin estetik hatlarını;“Renksizlik renge esir olunca” diyen Mevlâna gibi renge ihtiyaç duymadan çektiler, çünkü, onlar hattını nakşettikleri her harfi bir meleğin beklediğine inanıyorlardı ve dahi onlar gönüllerimizi de ilmek ilmek, nakış nakış işlediler, bu toprakları ‘kozaya çevirdiler’... Ezberlenecek pek kitapları yoktu onların, lâkin onlar gönüllerini cilâlamışlar, istekten, hasislikten, hırstan, kinden arındırmışlardı. Gönülleri aynalar gibiydi ve hadsiz hesapsız tüm suretler onların gönüllerine aksedebilirdi. Nasıl ki, Musa’nın gönül aynasında parlayıp, koynuna sokup çıkardığı elinde gaybın suretsiz ve hudutsuz sureti parlamışsa, onların gönüllerine yansıyanlara da ya susulur ya da şaşırılırdı.
Onlar her birini “el- Medinetü’l-fâzıla” idrakiyle masal gibi şehirler inşâ ettiler. İnşâ ettikleri şehirlerde, câmi, medrese, kamu binaları ve hayra yönelik binalarda taş, meskenlerin yapımında ise ebediyet karşısında fâniliği temsîlen ahşap ve kireç gibi dayanıksız malzemeleri tercih ettiler ve taş ev yaptıranları her daim ayıplayıp, “dünyaya kazık kakmak istiyor” diyerek “şeddâdî” diye nitelendirdiler. Onlar Selimiye’yi yükseltip yüceltirken, çevresindeki evlerin pencerelerini küçültüp, dünyaya ve maddeye karşı mânâya yücelik kazandıracak kadar da misafir gibi yaşadılar bu dünyada...
Tarihe akan, tarihe şahitlik eden ırmakların kıyılarında gezindiler soylu atlarıyla. Avrupa Motzart’ı dinliyordu o zaman; onlar Motzart’a, soylu atlarının nal seslerinden beste yaptırdılar. Arda’ya Helime ile Recep’i, Tuna’ya da Aliş ile Zeyneb’i kaptırdılar ve Vardar’ın, Drina’nın, nazlı Tuna’nın ve Boğaziçi’nin üzerine inci gerdanlık niyetine köprüler kurdular. O nehirlerin ve Boğaziçi’nin üzerine, Abdülhak Şinasi’nin deyişiyle; “Dünyanın en ince ve en emsalsiz güzelliğini gözler ve ruhlar için yaşanmış bir rüya haline getirmek üzere yapılmış ve sanki ancak rüyalarda binilen salıncaklar”a benzer kayıklar saldılar...
Onlar hayratlarında da dinî umdelerden moral ve kültürel destek bulmuşlardı. Hayratlarını yaparken onlar, “Biz her şeyi sudan diri kıldık” âyetinden hareketle öldükten sonra geride “kapanmayan” sayısız hayır defterlerini “cârî” bıraktılar. “Sahibü’l-hayrat ve’l-hasenât” idi onlar ve geride bıraktıkları çeşmelere su içmek için uzanan her dudağın hayır duası ile günahlarından bir kaçını daha affettirip, öbür dünyaya biraz daha hafifleyerek gitme ümid ve endişesini bir arada yaşarlardı... Fuzulî’nin “Su Kasidesi”ndeki gibi “mücerret” sular, Nesim’in Sâdabad çeşmeleri gibi “müşahhas” sular, “hafif” sular, “sert” sular, “kaba” sular, “latif” sular, “hâzım” sular, “emrâzı eriten” sular, “şifalı” sular, “mübârek” sular, “sağ” sular.. ve daha nice vasıflarla muttasıf idi onların suları. Musluklu, akar sulu, servi motifli, sabunluklu, bakır taslı, ta’lik kitabeli, yalaklı, üçkurnalı, burmalı, firuze çinili, müzeyyen, sade idi çeşmeleri...
Temeddün ettiler; beşerî zaruretlerin insaf ve itidal hadleriyle hâlledildiği “Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn” şehirler kurdular ve kurdukları her şehirle kendi Medinetü’l-fazıla’larını inşâ ettiler.
Harflerle meşk ettiler; mâbedlerimizi donattılar.
Her biri ayrı birer insan haddehanesi olan tekkeler kurdular; ve o ‘tekkelerde kurt ile kuzuyu beraber yaydılar’.
Suyun üstüne yazı yazdılar; cins-i lâtifin boynunu süslercesine köprüler kurdular suların üstüne.
Sahibü’l-hayrat ve’l-hasenât oldular; “biz her şeyi sudan diri kıldık” ayetiyle tezyin ettikleri çeşmelerle müzeyyen kıldılar şehirlerini.
“Sabredenlere müjdele” ayetinden işâret aldılar; zamanı ve sükûneti sabır ile tasarruf ettiler, “ibnü’l-vakt” olmanın sırrına âgâh oldular.
Tasavvuf musîkisi ile nice mânânın şifrelerini çözdüler; kendilerinden sonrakilere nice şifreler bıraktılar çözülmeyi bekleyen.
……….
Onlar hiç arkalarına bakmadılar, yorulana kızmadılar. Ne gidene, ne de kalana yas tuttular; hem tahammül, hem de sefer etmeyi Oğuz Ataları’ndan öğrenmişlerdi, onlar da öyle yaptılar; hem tahammül ettiler, hem de sefer... O, akınlara gidenlerin, o, akınlardan gelenlerin ve her gelişlerinde zaferler getirenlerin atlarının nal izlerinde geriye dönük bir tek iz bile bulamadı tarihçiler...
Taa ki, tarihin geriye doğru, tersine seyretmeğe başlayacağı, Viyana önlerindeki bozguna kadar... O bozgundan kanatları yorgun, kalpleri yaralı, gözleri nemli döndüler... Bu dönüşün esaslı bir dönüş olduğunun farkında mıydılar bilinmez, lâkin, yola çıktıkları zamanı onlar bile unutmuşlardı; uzun, uzunluğunca çileli gurbet kocatmıştı onları ve güneş de yollarını eskisi gibi ışıtmıyordu, yol göstermiyordu onlara artık.
‘Yollarını hayaletler kesiyordu’ ve tanımadıkları bir dünyanın içinde bulmuşlardı kendilerini; “mağlûpların dünyası”’ydı bu dünya... ‘Canavarlarla dolu karanlık’ bir dünyaydı bu. Cemil Meriç’in o muhteşem ifadesiyle; “Murdar bir hâl’den muhteşem bir maziye kanatlanmak” isterken, Koçi Bey; “Süleyman devrine dön!” yani “kanun u kadîm”e diye haykırıyordu, IV. Murat’a...
Onlar ne “Süleyman devri”ne, ne de “kanun u kadîm”e dönebildiler, fakat tersine dönen bir şey vardı; devran... Tarih saati, tarihin saati geriye doğru çalışmağa başlamıştı. Bu dünyanın zembereğini kuranların, ne zembereğe güçleri yetiyordu artık, ne de olan bitenden bir şey anlıyorlardı. Ama olan olmuş ve biten bitmişti ve onlar tükenmişti...
……….
İşte bundan sonrasına dair kelâmı, Cemil Meriç’e bırakalım:
“Sen bir Az-Gelişmişsin
Kıt’aları ipek bir kumaş gibi keserdik. Kelleler damlardı kılıçlarımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar...
Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, “Ben Avrupalıyım” demeğe başladı, “Asya bir cüzzamlılar diyarıdır.”
Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara, ve kulağına: “Hayır delikanlı” diye fısıldadılar, “sen bir az gelişmişsin.”
Ve Hıristiyan Batı’nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir “nişân-ı zişân” gibi gururla benimsedi aydınlarımız.”
…………..
Ülkücüler, Alperenler…
Yas tutmak ve yenilmek yok.
Hâtıralarımızla bahtiyar ve hâtıralarımızla güçlüyüz artık..
Kaldığımız yerden devam edeceğiz.. Yine ‘kurt ile kuzuyu berâber yayabileceğimiz insan haddehâneleri’ kuracağız. Hayatımız ideallerimizi ne kadar yaşattığımızla anlam kazanacak. Yine mazluma umut, yine zalime korku olacağız. Ocaklarımız tütmeye devam edecek. Ateşini kuvvetlendireceğiz.Yeni Yunuslar,yeni Emirler,yeni Sultanlar,yeni Galipler,yeni Erdemler,yeni Afşinler yeni Yağmurlar, yeni Ersagunlar, yeni Yavuzlar, yeni Fatihler, yeni Itrîler, yeni Sinanlar, yeni Levnîler, yeni Osman Hamdiler, yeni Akifler yine bizim ocaklarımızdan doğacaklar, kök salacaklar vatanımıza. Yine ve yeni Turan yeni Kızılelmalarımız olacak. Onlardan hiç vazgeçmeyeceğiz. Yeni rûyalar göreceğiz, rûyalarımıza inanacağız. “Ey Keş Dağı, bizden Muhsin Başkanımızı aldın, ama ideallerimizi alamayacaksın..” diyeceğiz ve işe koyulacağız. Yine “Yaratılanı seveceğiz yaratandan dolayı”. Yine hangi coğrafyada bir insanlık dramı olsa içimiz kan ağlayacak. Mazlumun yanında zalimin karşısında olacağız. Haksızlık karşısında susan dil olmayacağız. Allah bir, vatan bir, bayrak bir, dilimiz bir, kıblemiz bir, acımız bir, neş’emiz bir, yasımız bir olacağız, bir tarağın dişleri gibi, bir vücûdun âzâları gibi olacağız.
Ve’l-hâsılı biz hep olacağız.
Adnan İslamoğulları
K:http://www.nizamialem.org/index.php...ctak-zler-alperenler&catid=64:adnan&Itemid=77
Işığın yükseldiği Doğu’dan.. en Doğu’dan revân olmuşlardı yola
Işık bir kez yükselmişti Doğu’dan.. tefekkürün, zühdün, şefkatin, ferâgatin, ruhun, cesaretin vatanı Doğu’dan.. ve bu ışığın seyahati, binlerce yıl sürecek, son huzmelerini Viyana önlerinde bırakıp, gökyüzünün esrarlı karanlığına/karalığına karışarak kaybolacaktı...
……..
O kutlu ışığın tekrar parlayacağı ân ile bekleşip, gözleri semâlarda gezinen “umut nesli”nin merâmını teybîn bâbındadır…
.........................
Sayıları kum tanesi kadar çok, sarı-uçuk benizli, ufak-tefek ama sayılarının çokluğunca kalleş komşuları vardı... Hiç geçinemediler, hatta çoğu zaman savaştılar onlarla. Gâh galebe çaldılar, gâh akıllarının pek ermediği, zamanın siyasî komplolarına, âteşîn Çinli kadınlara mağlûb oldular...
Gün geldi; rivâyet odur ki; bir dağın içine, Ergenekon’a sığınmak zorunda kaldılar.. Yılmadılar, dağları erittiler; Börteçine adlı bir bozkurt önderliğinde yeniden ve yeni baştan başladılar; illerini, törelerini yaymağa...
Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe illerini ve törelerini bozmadılar. Kırk yiğittiler, kırkların başındaki Kürşad ve otuz dokuz yiğit Çin Sarayı’na baskın verdiler. Canlarını soylarının devamına armağan ettiler, canlarını soylarının en değerli hazinesine; hürriyetlerine bağışladılar ki; canları demek; hürriyetleri demek, canları demek; soylarının devamı demekti onların... Ve dâhi onlar; Kızılelma yolunda diken ayıklayanlardı ve bu yolda kaçınılmaz olan kanlarının akması idi; onlar kanlarını da verdiler / daha asırlar boyunca vereceklerdi de...
Düşmanlarının öldürücü darbeleri çoğun, sırtlarında yer bulabildi onların. Ama onlar ilk hamle sıralarını düşmanlarına verdiler hep. Mertçe dövüştüler, mertçe savaştılar. Ölüm vuruşlarını aslâ düşmanlarının sırtlarına yapmadılar... Onlar mağlûb olurken de, muzaffer olurken de güzeldiler ve daima güzel kaldılar.
Onlar, Oğuz Ata’nın çocuklarıydı ve atlarının altun nallarından dökülen tozların, iz bırakmadığı bir karış toprak parçası bırakmadılar; Tanrı Dağları’ndan tepeden baktıkları coğrafyaya. Kendilerinden binlerce yıl sonraki tarihin balistik incelemesinde ortaya çıkacaktı ki; Avrupa’nın içlerinde, Viyana önlerinde görülen nal izleriyle, Tanrı Dağları önlerindeki izler birbirinin aynı idi... Bir başka benzerlik daha vardı, o soylu binicilerin, soylu atlarının altun tozundan nal izleri arasında ki, o benzerlik de; izlerin Batı’ya, hep Batı’ya yönelmiş olmasıydı... Güneş onların arkasından doğdu hep ve onların yolunu ışıtıp, onlara yön tayin etti... Vatan mefhumunu topraktan aldılar; bayrağa ve imana bağladılar; tüm millî kinlere gönüllerini kapatarak, her inanca hürmetkâr kaldılar. Maddeyi buharlaştırdılar onlar ve alan değil veren oldular, istismar eden değil, imar eden oldular.
Tanrı Dağları’ndan Türkistan İlleri’ne, Kafkasya’nın dar geçitlerinden Kırım’ın Bahçesarayı’na, Malazgirt’ten şehirlerin en şereflisi Medine’ye, Söğüt’ten Bursa’ya, İstanbul’dan Edirne’ye, Üsküp’ten Kosova’ya ve nihayetinde Viyana’ya kadar devam eden bir mefkûreydi bu; Türk’ün Cihan Hakimiyeti Mefkûresi... Türk’ün yaklaştıkça uzaklaşan Kızılelması’ydı bu gidiş, bu meydân-ı merdan...
Zaman geldi Alperenler oldular. Rumeli denen gülistan’da kokularını saçtılar dört yüzyıl. Sesleri rüzgârları kıran o atlılar, bir yelkeni bayrak yaptılar, açık vâdilere ayaklarını vurdular ihanetle; Zaman geldi, demirci ustasının elinde dövülen kılıç gibi yıllarca pişirilerek 16. Asır Hıristiyanlığının sakatlanmış ruhuna neşter vurup Martali Matyas oldular; aykırı bahçelerde kutlu çiçekler olarak kök saldılar, dâvâları sırlı idi, üç kişiden öte bilinmez idi.. bilinmediler; sırroldular, sırlara, üçlere, yedilere, kırklara karıştılar...
Ân geldi, bilinmek istediler; Mimar Sinan oldular, Itrî oldular, Dede Efendi oldular.. Oldular hep oldular... Bülbülün sesini taklîd etmediler, ama bülbülün gül ile aşkından çok şeyler anladılar, bu ummânda sayısız kulaçlar attılar; Şeyh Galib’in mumdan gemileriyle aşk denizinde erimeden yüz yıllarca gezindiler. Bu aşktan gönüllerimize nice nağmeler fısıldadılar. Mevlâna’ya “cennetin açılan kapılarının sesleri”ni tahattur ettiren musîkiden notalar dizdiler hâfızamızın en derin kuytularına.
Kur’ân’ın; “Hokka ve kalem ve onunla yazana and olsun” âyeti ve Hz. Peygamber’in güzel yazıyı teşvik eden mesajı onlara hurufât ile taaşşûku ilhâm etti ve onlar göğüs kafeslerimize nazenin elif’ler çektiler, mahviyyetkâr mim’ler koydular. Mâbedlerimize sayısız kompozisyonlarla Ayet’el-kürsîler nakşettiler, Fetih Sureleri’nin estetik hatlarını;“Renksizlik renge esir olunca” diyen Mevlâna gibi renge ihtiyaç duymadan çektiler, çünkü, onlar hattını nakşettikleri her harfi bir meleğin beklediğine inanıyorlardı ve dahi onlar gönüllerimizi de ilmek ilmek, nakış nakış işlediler, bu toprakları ‘kozaya çevirdiler’... Ezberlenecek pek kitapları yoktu onların, lâkin onlar gönüllerini cilâlamışlar, istekten, hasislikten, hırstan, kinden arındırmışlardı. Gönülleri aynalar gibiydi ve hadsiz hesapsız tüm suretler onların gönüllerine aksedebilirdi. Nasıl ki, Musa’nın gönül aynasında parlayıp, koynuna sokup çıkardığı elinde gaybın suretsiz ve hudutsuz sureti parlamışsa, onların gönüllerine yansıyanlara da ya susulur ya da şaşırılırdı.
Onlar her birini “el- Medinetü’l-fâzıla” idrakiyle masal gibi şehirler inşâ ettiler. İnşâ ettikleri şehirlerde, câmi, medrese, kamu binaları ve hayra yönelik binalarda taş, meskenlerin yapımında ise ebediyet karşısında fâniliği temsîlen ahşap ve kireç gibi dayanıksız malzemeleri tercih ettiler ve taş ev yaptıranları her daim ayıplayıp, “dünyaya kazık kakmak istiyor” diyerek “şeddâdî” diye nitelendirdiler. Onlar Selimiye’yi yükseltip yüceltirken, çevresindeki evlerin pencerelerini küçültüp, dünyaya ve maddeye karşı mânâya yücelik kazandıracak kadar da misafir gibi yaşadılar bu dünyada...
Tarihe akan, tarihe şahitlik eden ırmakların kıyılarında gezindiler soylu atlarıyla. Avrupa Motzart’ı dinliyordu o zaman; onlar Motzart’a, soylu atlarının nal seslerinden beste yaptırdılar. Arda’ya Helime ile Recep’i, Tuna’ya da Aliş ile Zeyneb’i kaptırdılar ve Vardar’ın, Drina’nın, nazlı Tuna’nın ve Boğaziçi’nin üzerine inci gerdanlık niyetine köprüler kurdular. O nehirlerin ve Boğaziçi’nin üzerine, Abdülhak Şinasi’nin deyişiyle; “Dünyanın en ince ve en emsalsiz güzelliğini gözler ve ruhlar için yaşanmış bir rüya haline getirmek üzere yapılmış ve sanki ancak rüyalarda binilen salıncaklar”a benzer kayıklar saldılar...
Onlar hayratlarında da dinî umdelerden moral ve kültürel destek bulmuşlardı. Hayratlarını yaparken onlar, “Biz her şeyi sudan diri kıldık” âyetinden hareketle öldükten sonra geride “kapanmayan” sayısız hayır defterlerini “cârî” bıraktılar. “Sahibü’l-hayrat ve’l-hasenât” idi onlar ve geride bıraktıkları çeşmelere su içmek için uzanan her dudağın hayır duası ile günahlarından bir kaçını daha affettirip, öbür dünyaya biraz daha hafifleyerek gitme ümid ve endişesini bir arada yaşarlardı... Fuzulî’nin “Su Kasidesi”ndeki gibi “mücerret” sular, Nesim’in Sâdabad çeşmeleri gibi “müşahhas” sular, “hafif” sular, “sert” sular, “kaba” sular, “latif” sular, “hâzım” sular, “emrâzı eriten” sular, “şifalı” sular, “mübârek” sular, “sağ” sular.. ve daha nice vasıflarla muttasıf idi onların suları. Musluklu, akar sulu, servi motifli, sabunluklu, bakır taslı, ta’lik kitabeli, yalaklı, üçkurnalı, burmalı, firuze çinili, müzeyyen, sade idi çeşmeleri...
Temeddün ettiler; beşerî zaruretlerin insaf ve itidal hadleriyle hâlledildiği “Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn” şehirler kurdular ve kurdukları her şehirle kendi Medinetü’l-fazıla’larını inşâ ettiler.
Harflerle meşk ettiler; mâbedlerimizi donattılar.
Her biri ayrı birer insan haddehanesi olan tekkeler kurdular; ve o ‘tekkelerde kurt ile kuzuyu beraber yaydılar’.
Suyun üstüne yazı yazdılar; cins-i lâtifin boynunu süslercesine köprüler kurdular suların üstüne.
Sahibü’l-hayrat ve’l-hasenât oldular; “biz her şeyi sudan diri kıldık” ayetiyle tezyin ettikleri çeşmelerle müzeyyen kıldılar şehirlerini.
“Sabredenlere müjdele” ayetinden işâret aldılar; zamanı ve sükûneti sabır ile tasarruf ettiler, “ibnü’l-vakt” olmanın sırrına âgâh oldular.
Tasavvuf musîkisi ile nice mânânın şifrelerini çözdüler; kendilerinden sonrakilere nice şifreler bıraktılar çözülmeyi bekleyen.
……….
Onlar hiç arkalarına bakmadılar, yorulana kızmadılar. Ne gidene, ne de kalana yas tuttular; hem tahammül, hem de sefer etmeyi Oğuz Ataları’ndan öğrenmişlerdi, onlar da öyle yaptılar; hem tahammül ettiler, hem de sefer... O, akınlara gidenlerin, o, akınlardan gelenlerin ve her gelişlerinde zaferler getirenlerin atlarının nal izlerinde geriye dönük bir tek iz bile bulamadı tarihçiler...
Taa ki, tarihin geriye doğru, tersine seyretmeğe başlayacağı, Viyana önlerindeki bozguna kadar... O bozgundan kanatları yorgun, kalpleri yaralı, gözleri nemli döndüler... Bu dönüşün esaslı bir dönüş olduğunun farkında mıydılar bilinmez, lâkin, yola çıktıkları zamanı onlar bile unutmuşlardı; uzun, uzunluğunca çileli gurbet kocatmıştı onları ve güneş de yollarını eskisi gibi ışıtmıyordu, yol göstermiyordu onlara artık.
‘Yollarını hayaletler kesiyordu’ ve tanımadıkları bir dünyanın içinde bulmuşlardı kendilerini; “mağlûpların dünyası”’ydı bu dünya... ‘Canavarlarla dolu karanlık’ bir dünyaydı bu. Cemil Meriç’in o muhteşem ifadesiyle; “Murdar bir hâl’den muhteşem bir maziye kanatlanmak” isterken, Koçi Bey; “Süleyman devrine dön!” yani “kanun u kadîm”e diye haykırıyordu, IV. Murat’a...
Onlar ne “Süleyman devri”ne, ne de “kanun u kadîm”e dönebildiler, fakat tersine dönen bir şey vardı; devran... Tarih saati, tarihin saati geriye doğru çalışmağa başlamıştı. Bu dünyanın zembereğini kuranların, ne zembereğe güçleri yetiyordu artık, ne de olan bitenden bir şey anlıyorlardı. Ama olan olmuş ve biten bitmişti ve onlar tükenmişti...
……….
İşte bundan sonrasına dair kelâmı, Cemil Meriç’e bırakalım:
“Sen bir Az-Gelişmişsin
Kıt’aları ipek bir kumaş gibi keserdik. Kelleler damlardı kılıçlarımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar...
Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, “Ben Avrupalıyım” demeğe başladı, “Asya bir cüzzamlılar diyarıdır.”
Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara, ve kulağına: “Hayır delikanlı” diye fısıldadılar, “sen bir az gelişmişsin.”
Ve Hıristiyan Batı’nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir “nişân-ı zişân” gibi gururla benimsedi aydınlarımız.”
…………..
Ülkücüler, Alperenler…
Yas tutmak ve yenilmek yok.
Hâtıralarımızla bahtiyar ve hâtıralarımızla güçlüyüz artık..
Kaldığımız yerden devam edeceğiz.. Yine ‘kurt ile kuzuyu berâber yayabileceğimiz insan haddehâneleri’ kuracağız. Hayatımız ideallerimizi ne kadar yaşattığımızla anlam kazanacak. Yine mazluma umut, yine zalime korku olacağız. Ocaklarımız tütmeye devam edecek. Ateşini kuvvetlendireceğiz.Yeni Yunuslar,yeni Emirler,yeni Sultanlar,yeni Galipler,yeni Erdemler,yeni Afşinler yeni Yağmurlar, yeni Ersagunlar, yeni Yavuzlar, yeni Fatihler, yeni Itrîler, yeni Sinanlar, yeni Levnîler, yeni Osman Hamdiler, yeni Akifler yine bizim ocaklarımızdan doğacaklar, kök salacaklar vatanımıza. Yine ve yeni Turan yeni Kızılelmalarımız olacak. Onlardan hiç vazgeçmeyeceğiz. Yeni rûyalar göreceğiz, rûyalarımıza inanacağız. “Ey Keş Dağı, bizden Muhsin Başkanımızı aldın, ama ideallerimizi alamayacaksın..” diyeceğiz ve işe koyulacağız. Yine “Yaratılanı seveceğiz yaratandan dolayı”. Yine hangi coğrafyada bir insanlık dramı olsa içimiz kan ağlayacak. Mazlumun yanında zalimin karşısında olacağız. Haksızlık karşısında susan dil olmayacağız. Allah bir, vatan bir, bayrak bir, dilimiz bir, kıblemiz bir, acımız bir, neş’emiz bir, yasımız bir olacağız, bir tarağın dişleri gibi, bir vücûdun âzâları gibi olacağız.
Ve’l-hâsılı biz hep olacağız.
Adnan İslamoğulları
K:http://www.nizamialem.org/index.php...ctak-zler-alperenler&catid=64:adnan&Itemid=77