Tektip toplum modern değildir
Modern toplumun tektip, türdeş, homojen bir toplum sayıldığı bir dönem vardı.
Diyelim ki 19. yüzyıldan 20. yüzyılın son çeyreğine kadar uzanan dönemde hakim olan anlayışla, insanlar arasında din, dil, etnisite, kişilik, yetenek, ihtiyaç farklarının görmezden gelinmesi, herkesin eşit muamele görmesi, tek bir kültüre asimile edilmesi, tek bir potada eritilmesi modern toplumun gereği sayıldı.
Bu modernlik anlayışı, Cumhuriyet Türkiye'sine de hakim oldu. Nihayet 1990'lardan itibaren toplumun dayatmasıyla, çok acı tecrübelerden geçerek farklılıklarımızın ve bunlara saygı gösterilmesi gereğinin bilincine varmaya başladık. Denebilir ki o tarihlerden itibaren de eski tip modern bir toplumdan, yeni tip modern bir topluma, dilerseniz postmodern topluma, yani farklı kimliklerin, farklı ihtiyaçların tanındığı ve saygı gördüğü türden bir topluma geçişin sancılarını yaşıyoruz.
Ne yazık ki bugünlerde artık aşılmakta olduğunu sandığımız tektipçi zihniyetin askerlik ve yükseköğretim alanlarındaki diriliş denemelerine tanık oluyoruz. Genelkurmay Başkanlığı farklı konumları dikkate alınmaksızın 18 yaşın üzerindeki bütün erkeklerin 12 ay zorunlu askerlik yapmasını öngören, tektip bir askerlik sistemi geliştirme arayışında. Gerekçe, TSK'nın yani devletin ihtiyacının bu yönde olması. Peki ya toplumun ya da yurttaşların ihtiyaçları ne olacak? Türkiye neden hâlâ, felsefisi, dini inançları nedeniyle eline silah almama, askerlik yerine başka tür bir toplum hizmeti görme imkânını tanıyan vicdani ret hakkını tanımayan türden bir demokrasi olmaya devam ediyor? Yurtdışında çalışan yurttaşlarımıza, işlerini kaybetmemeleri için tanınan belirli bir bedel karşılığında kısa dönem askerlik yapma imkânı niçin kaldırılmak isteniyor? Yaklaşık bir buçuk milyon insanın asker kaçağı olduğu bilindiği halde, "bedelli askerlik" imkânı getirilmesi neden düşünülmüyor? Niçin bütün çağdaş demokrasiler gibi giderek profesyonelleşen bir orduya geçiş yönünde adımları hızlandırmak yerine tektip zorunlu askerliğe dönüş gündeme geliyor? Asıl sorulması gereken sorular bunlar değil midir?
Tektipçi zihniyetinin öteki dirilişleri de yükseköğretim alanında yaşanıyor. Yükseköğretim sisteminin, 12 Eylül askerî diktatörlüğünün dayattığı YÖK tipi, tektip üniversite dayatmasından kurtulmakta olduğuna; çağdaş toplumun gereklerine uygun çoğulcu bir yükseköğretim sistemine geçmekte olduğumuza inandığımız; en azından vakıf üniversiteleri için farklı eğitim programları ve sistemlerini deneme imkânının genişlediğini sandığımız bir dönemde, başta Sabancı Üniversitesi olmak üzere çeşitli vakıf üniversitelerine yeniden YÖK'ün dar yeleğini giydirme girişimleriyle karşı karşıyayız. Bu dayatmadan kesinlikle vazgeçilmeli. Yapılması gereken, tam tersine, denenen ve başarılı olan sistemleri isterlerse öteki üniversitelerin de benimsemelerine kapı açılmalı.
Tektipçi zihniyetin bir üçüncü dirilişi de AKP hükümetinin çıkarmak istediği bir kanunla tüm üniversite öğretim üyelerine tam gün çalışma zorunluluğunun getirilmek istenmesi. Söz konusu yasa tasarısı, basında ve dolayısıyla kamuoyunda yalnızca tıp doktorlarını ilgilendiriyormuş gibi anlaşıldı. Oysa getirilmek istenen zorunluluk, yalnız tıp doktorlarını değil, vakıf üniversiteleri dahil tüm yükseköğretim kurumlarında çalışan, tüm öğretim üyelerini kapsıyor.
Bu haliyle kanun tasarısı üniversitelerimizde belki 12 Eylül YÖK'ünden bu yana en büyük öğretim üyesi kıyımına neden olabilir, üniversiteleri bazı en değerli elemanlardan yararlanma imkânından yoksun bırakabilir. Öte yandan bütün yurttaşlara olduğu gibi, öğretim üyelerine de zamanlarını diledikleri gibi kullanma, değerlendirme imkânının tanınması, seçme özgürlüğünü koruyan demokratik toplumun bir gereği değil midir? Hükümet, bu iyi düşünülmemiş, iyice tartışılmamış, çok sakıncalı yasa tasarısından vazgeçmelidir.
Modern toplumun tektip, türdeş, homojen bir toplum sayıldığı bir dönem vardı.
Diyelim ki 19. yüzyıldan 20. yüzyılın son çeyreğine kadar uzanan dönemde hakim olan anlayışla, insanlar arasında din, dil, etnisite, kişilik, yetenek, ihtiyaç farklarının görmezden gelinmesi, herkesin eşit muamele görmesi, tek bir kültüre asimile edilmesi, tek bir potada eritilmesi modern toplumun gereği sayıldı.
Bu modernlik anlayışı, Cumhuriyet Türkiye'sine de hakim oldu. Nihayet 1990'lardan itibaren toplumun dayatmasıyla, çok acı tecrübelerden geçerek farklılıklarımızın ve bunlara saygı gösterilmesi gereğinin bilincine varmaya başladık. Denebilir ki o tarihlerden itibaren de eski tip modern bir toplumdan, yeni tip modern bir topluma, dilerseniz postmodern topluma, yani farklı kimliklerin, farklı ihtiyaçların tanındığı ve saygı gördüğü türden bir topluma geçişin sancılarını yaşıyoruz.
Ne yazık ki bugünlerde artık aşılmakta olduğunu sandığımız tektipçi zihniyetin askerlik ve yükseköğretim alanlarındaki diriliş denemelerine tanık oluyoruz. Genelkurmay Başkanlığı farklı konumları dikkate alınmaksızın 18 yaşın üzerindeki bütün erkeklerin 12 ay zorunlu askerlik yapmasını öngören, tektip bir askerlik sistemi geliştirme arayışında. Gerekçe, TSK'nın yani devletin ihtiyacının bu yönde olması. Peki ya toplumun ya da yurttaşların ihtiyaçları ne olacak? Türkiye neden hâlâ, felsefisi, dini inançları nedeniyle eline silah almama, askerlik yerine başka tür bir toplum hizmeti görme imkânını tanıyan vicdani ret hakkını tanımayan türden bir demokrasi olmaya devam ediyor? Yurtdışında çalışan yurttaşlarımıza, işlerini kaybetmemeleri için tanınan belirli bir bedel karşılığında kısa dönem askerlik yapma imkânı niçin kaldırılmak isteniyor? Yaklaşık bir buçuk milyon insanın asker kaçağı olduğu bilindiği halde, "bedelli askerlik" imkânı getirilmesi neden düşünülmüyor? Niçin bütün çağdaş demokrasiler gibi giderek profesyonelleşen bir orduya geçiş yönünde adımları hızlandırmak yerine tektip zorunlu askerliğe dönüş gündeme geliyor? Asıl sorulması gereken sorular bunlar değil midir?
Tektipçi zihniyetinin öteki dirilişleri de yükseköğretim alanında yaşanıyor. Yükseköğretim sisteminin, 12 Eylül askerî diktatörlüğünün dayattığı YÖK tipi, tektip üniversite dayatmasından kurtulmakta olduğuna; çağdaş toplumun gereklerine uygun çoğulcu bir yükseköğretim sistemine geçmekte olduğumuza inandığımız; en azından vakıf üniversiteleri için farklı eğitim programları ve sistemlerini deneme imkânının genişlediğini sandığımız bir dönemde, başta Sabancı Üniversitesi olmak üzere çeşitli vakıf üniversitelerine yeniden YÖK'ün dar yeleğini giydirme girişimleriyle karşı karşıyayız. Bu dayatmadan kesinlikle vazgeçilmeli. Yapılması gereken, tam tersine, denenen ve başarılı olan sistemleri isterlerse öteki üniversitelerin de benimsemelerine kapı açılmalı.
Tektipçi zihniyetin bir üçüncü dirilişi de AKP hükümetinin çıkarmak istediği bir kanunla tüm üniversite öğretim üyelerine tam gün çalışma zorunluluğunun getirilmek istenmesi. Söz konusu yasa tasarısı, basında ve dolayısıyla kamuoyunda yalnızca tıp doktorlarını ilgilendiriyormuş gibi anlaşıldı. Oysa getirilmek istenen zorunluluk, yalnız tıp doktorlarını değil, vakıf üniversiteleri dahil tüm yükseköğretim kurumlarında çalışan, tüm öğretim üyelerini kapsıyor.
Bu haliyle kanun tasarısı üniversitelerimizde belki 12 Eylül YÖK'ünden bu yana en büyük öğretim üyesi kıyımına neden olabilir, üniversiteleri bazı en değerli elemanlardan yararlanma imkânından yoksun bırakabilir. Öte yandan bütün yurttaşlara olduğu gibi, öğretim üyelerine de zamanlarını diledikleri gibi kullanma, değerlendirme imkânının tanınması, seçme özgürlüğünü koruyan demokratik toplumun bir gereği değil midir? Hükümet, bu iyi düşünülmemiş, iyice tartışılmamış, çok sakıncalı yasa tasarısından vazgeçmelidir.