Tarihi GizemLer.. { BiLgi Deposu }

MozoLe Miяach

Çǿκ کε√díκ طę ∂طí
5000 Yıllık Buzadam


Zaman: İO 3300-3200
Mekân: İtalyan Alpleri

Alplerde olay: Hauslabjoch'ta bulunan ceset. Ölü adamın kimliği henüz tespit edilemedi. Cesedin yanında bulunan eşyalardan, kazanın on dokuzuncu yüzyılda olmuş olacağı tahmin ediliyor. POLİS RAPORU, KONRAD SPİNDLER'DEN, 1994.

19 Eylül 1991'de iki Alman dağcısı modern çağlardaki mükemmel korunmuş ilk en eski insan cesedini buldular. Yer İtalyan Güney Tiroller'inde, Avusturya uluslararası sınırından yalnızca 90 metre berideydi. Alpler'in bu bölümü, adını dar ve uzun Ötztal Vadisi'nden alan Ötztaler Alpleri olarak bilinir.

Ceset günümüzde bir Avusturyalı gazetecinin, vadinin adından yola çıkarak "Ötztal" ve Himalayalar'daki efsanevi dev kar adamını simgeleyen "yeti" sözcüklerinden türettiği "Ötzi" adıyla anılmaktadır. Ancak çoğu kimse ondan, yalnızca "Buzadam" olarak da söz eder.

Bu keşfin ıssızlığı Buzadam'ın sonunun nasıl geldiği konusunda pek çok varsayımın ortaya atılmasına neden olmuştur. Bilimsel analizler adamın kişisel sağlığı, yanında taşıdıkları ve cesedinin yakınlarında bulunan malzemeleri hakkında pek çok ayrıntı sağlamıştır. Buzadamın kimliğini gösteren ve arkeologların, Alpler'in o yüksek noktasında ne aradığı konusunda varsayımlar ileri sürmelerini sağlayan bu malzemelerdir.


1991 Eylül'ünde hâlâ kısmen buzlar içinde sıkışmış olan Buzadam. Gövdesinin üst kısmı buzdan kurtarılmış. Ceset İnnsbruck'taki Adli Tıp Enstitüsü'ne kaldırıldıktan sonra yaşı ve önemi anlaşılmıştır.

BEDEN, GİYSİLER VE MALZEMELER

Cesedin 25 ile 45 yaşlarında bir adama ait olduğu anlaşılmıştır. Çok iyi korunmuş olması, hücrelerin moleküler yapısının da günümüze kalmasını sağlamıştır. Bu olağanüstü korunmanın nedeni Buzadam'ı ölümüne götüren ve ölümden sonra da devam eden bir dizi olaydır. Adamın erken bir sonbahar tipisine tutulduktan sonra öldüğü tahmin edilmektedir.

Üzerini örten ince kar tabakası, ceset sonbahar rüzgârlarıyla kururken böcek larvalarının saldırısını önlemiştir. Kısacası burada yalnızca doğal bir "dondurarak kurutma" olayı yaşanmıştır. Yoğun karlı bir kış başladığında cesedin durumu artık büyük ölçüde sabitleşmişti.

Daha güvenilir olması için dört ayrı laboratuvarda yapılan hücrelerin radyokarbon testlerinde, bu olayların İÖ 3300 ve 3200 yılları arasında yeraldığı tespit edilmiştir. Ceset 1991 Temmuz'unda rüzgârın sahradan taşıdığı tozların da hızlandırmasıyla başlayan kar erimesine kadar 5000 yıl orada gömülü kalmış olmalıdır.

Buzadamın korunması böylece esrarengiz olmaktan çok şaşırtıcıdır ve yanında taşıdığı eşya gerçekten ortaya pek çok sorunun çıkmasına neden olmuştur. Buz oyuğunun içinde yatan cesedin çevresinde, sapı porsuk ağacından bir bakır balta, tamamlanmamış bir yay, karaçam tahtası ve hayvan derisinden yapılma bir sırt çantası, bir çakmaktaşı bıçak ve kını, iki çakmaktaşı uçlu oku ve on iki tamamlanmamış oklu geyik derisinden bir sadak ve kemerine asılı buzağı derisinden bir kese vardı.


Ötztal cesedi ve malzemelerinden bazıları. Tahta sapına bağlı bakır balta cesedin yakınlarında bulunmuş ve yaşı hakkında ilk belirtileri sağlamıştı.

Bunların yanı sıra, giysilerinin parçaları da günümüze kalmıştı: Hayvan postundan bacak sargıları, pançoyu andıran bir dış giysi, içlerine sıcak tutması için ot doldurulmuş deri ayakkabılar ve bir yer örtüsü ya da battaniye olabilecek otlardan bir pelerin.

Sıcak tutan ve günümüzün sugeçirmez malzemelerinin yokluğuna rağmen, bu giysiler de, en azından kış ayları dışında sert Alp iklimi için yeterli görünüyordu. Ama aynı şey Buzadam'ın taşıdığı malzemeler için söylenemez. Yayının ve oklarının çoğunun bir avlanma ya da saldırıya karşı koyma için tamamlanmamış olması, Ötzi'nin bu yolculuk için iyi hazırlanmış olmadığını göstermektedir.

Ayrıca, adam çok sağlıklı da değildi. Tırnaklarından birinin analizinden, ölmeden önceki altı ay içinde en az üç kere ciddi bir hastalık geçirdiği anlaşılmıştı (tırnaklarının büyümesi kesintiye uğramıştı). Adamın sırtının altında, sol bacağında ve sağ diz ve ayak bileğinde dövmeler vardı.

Bunlar süs olabilirse de, Buzadam'da kireçlenme olduğu anlaşıldığına göre dövmelerin tedavi edici bir işlevleri de olmuş olabilir. Adamın bağırsak muhteviyatının analizi, Buzadam'da kronik ishale neden olabilecek bir bağırsak iltihabı olduğunu da göstermiştir. Ancak en ciddisi, kaburgalarının sekizinin çok uzun olmayan bir süre önce kırıldığının da saptanmış olmasıydı.

Kemikler kaynamaya başlamıştı bile. Bu da Buzadam;ın bir şiddet olayına karışıp köyünden kaçtığı ve henüz tamamlanmamış malzemesiyle Alpler'den geçerken erken bir kış fırtınasına tutulduğu varsayımlarının ortaya atılmasına neden olmuştur.


(Solda) Buzadamın malzemeleri ve peleriniyle canlandırılmış hali. Sazdan ya da ottan yapılma pelerinler 18. yüzyılda Avrupa'nın bazı yerlerinde hâlâ giyilmekteydi. (Sağda) Tamamlanmamış yay ve oklar. Buzadam eğer avlanmaya niyet etmişse hiç de İyi hazırlanmış değildi.

ÇOBAN MI, ŞAMAN MI?

Buzadam hakkında başka yorumlar da mümkündür. Bunlardan biri de adamın bir çoban olmasıdır. Gövdesindeki yosunlarda yapılan incelemeler, bunların Alpler'in güneyinden geldiği göstermektedir ki, bundan da adamın, öldüğü yerin yalnızca 20 kilometre güneyinde olan Vinschgau'lu olduğu sonucu çıkarılabilir.

Pollen, adamın sonbahar başlarında öldüğünü ileri sürmüştür: Bu takdirde sürüsünü yaylalarda otlatan sağlıksız bir çoban olduğu da düşünülebilir. Buzadam, bulunduğu sığ oyuğa şiddetli ama erken bir fırtınadan korunmak için sığınmış ve orada donup ölmüş de olabilir.

Ancak herkes böylesine yavan bir açıklamayla yetinecek değildi. Bazıları Buzadam'ın bir şaman ya da bir ritüel uzmanı olduğunu iddia etmiştir. Tamamlanmamış avcılık malzemesi, dövmeler, beyaz mermerden delikli ve deri püsküllü bir boncuk bu iddiayı desteklemek için kullanılmıştır. Bilindiği gibi şamanlar genelde ıssız yerlerde ruh dünyasıyla ilişki kurarlar ve bu da onun yüksek dağlara çıkışını açıklayabilir.

Uluslararası bir uzmanlar ekibi, Buzadam'ın yaşını, sağlık durumunu ve ölüm nedenlerini ayrıntılı bir incelemeyle araştırmışlardır.

Etnografik örnekler parlak ya da cilalı taşların özel bir önem ya da güç taşıdığına inanıldığını göstermektedir. Buzadam'ın samanlığı konusundaki kanıtların pek fazla olduğu söylenemezse de, bu da kolay kolay gözardı edilmeyecek bir olasılıktır.

Cesedin böyle korunmuş bir biçimde bulunması, onu başka şeylerle kıyaslama olanağı vermemektedir. Daha fazla kanıt olsaydı Buzadam'a, ritüel ya da dini bir statü vermeye bu kadar istekli olmazdık. Malzemesinin garipliğine rağmen onu hayattaki konumuna göre değil, İÖ 4. binyıl sonlarında Alpler'in yükseklerinde yaşayan bir toplumun kaderi ve cesediyle önem kazanan tipik bir üyesi olarak değerlendirirdik.


Cilalı mermer bilya ve bağlı püsküller, Buzadam'ın bir şaman olduğu iddiasına yol açmıştır.




Tufan ve Nuh'un Gemisi

Zaman: Efsane / İÖ 6. binyıl ortaları
Mekân: Güneybatı Türkiye / Karadeniz?

Ve allah Nuh'a dedi: Önüme bütün beşerin sonu geldi; çünkü onların sebebile yeryüzü zorbalıkla doldu ve işte ben onları yeryüzü ile beraber yok edeceğim. Kendine gofer ağacından bir gemi yap... Ve ben, işte ben kendisinde hayat nefesi olan bütün beşeri yok etmek için yeryüzü üzerine sular tufanı getiriyorum. TEKVİN 6: 13,17

Kitabı Mukaddes'te dünyanın tümünü boğan büyük Tufan hikâyesi Tekvin kitabının 6-9 bölümlerinde anlatılır. Tanrı, yarattıklarını insanlığın günahları nedeniyle yok etmeye karar verdiğinde namuslu bir insan olduğu için yalnızca Nuh'u kurtarmıştı. Tanrı ona, küçük küçük odaları olan bir eve benzeyen bir gemi yapması için ayrıntılı bir talimat verdi. Yağmurlar başlayınca Nuh ailesini ve yeryüzündeki yaratıkların her birinden birer çifti gemisine aldı.

Yağmurlar toprağın tümü örtülene kadar yağdı ama sonra kesildi ve sel suları çekilmeye başladı. Gemi Ağrı Dağı üzerinde kaldı. Nuh gemiyi terk edip edemeyeceğini anlamak için kuşları salıverdi. Önce bir kuzgun ve sonra da üç kere bir güvercin gönderdi. Sonuncu kuş geri dönmeyince yeryüzünün kurumakta olduğunu ve gemiden inebileceklerini anladı.

Kuru toprağa ayak basınca ilk işi bir kurban adamak oldu. Tanrı bunu kabul etti ve bir daha insanların günahları için dünyayı cezalandırmamaya karar verdi. Nuh ile bir ahit yaptı ve ona "Semereli olun ve çoğalın ve yeryüzünü doldurun" emrini verdi (Tekvin 9:1). Yeryüzündeki bütün hayvanlara insanlar bakacaktı ve bu ahdin işareti olarak Tanrı gökyüzüne gökkuşağını yerleştirdi.

Nuh'un Gemisi'nin Aranması

İnsanlar çok eski çağlardan beri Nuh'un gemisinin oturduğu dağ tepesini aramışlardı. Zamanımızda bile geminin kalıntılarını bulmak için seferler düzenlenmiştir ve Yakındoğu'da seçilecek pek çok dağ vardır. Bunlardan biri Irak'ta (eski Mezopotamya'da) Kerkük yakınlarında eskiden Nısır Dağı olarak anılan Pir Ömer Gudrun'dur.

Burası Zagros Dağları'nda, eski Asur ülkesinin doğusundadır. Yine gözde yerlerden biri Van Gölü doğusundaki yüksek dağlardır. Asur İmparatorluğu zamanında (İÖ yaklaşık 9-7. yüzyıllar) burası Urartu krallığıydı (bu adla Kitabı Mukaddes'teki Ararat adının benzerliğine dikkat ediniz). Bu sıradağların en yüksek tepesi olan Masis Dağı da zaman zaman Nuh'un gemisinin arandığı yerlerden biri olmuştur.

Van Gölü'nün güneydoğusundaki dağlar da aranmış ve kimi zaman iyimserlik dalgalarına neden olmuşsa da gemi asla bulunamamıştır. Tekvin Kitabı'ndaki Nuh hikâyesi, tarihi terimlerle ifade edilmiş olmadığı için bunda şaşılacak bir şey yoktur. Hikâye biçim olarak mitolojiktir. Kendisine tapanlarla doğrudan doğruya konuşan bir Tanrı imajını korumaktadır. Tanrı "tek ve mutlak" olarak tanımlanmıştır ama her nasılsa insan karakterlidir ve o dönemin diğer Yakındoğu halklarının Tanrılarından pek farklı değildir.


(Solda) Nuh'un Gemisi, Ağrı Dağı üzerinde: Bir güvercin gagasında yapraklı bir dal parçasıyla dönerek suların çekilmekte olduğu haberini getiriyor. (Sağda) Eski Babil'den ünlü Gılgamış Destanı'nın Nuh'un Mezopotamya'daki karşıtı olan Utnapiştim'in tufan hikâyesinin anlatıldığı ikinci tableti (İÖ yaklaşık 2000-1800 yılları).

Tufanın İzlerinin Araştırılması

Büyük bir Tufan ve sonra dünyaya yeni bir hayat getirmek üzere oradan sağ çıkan kahramanın hikâyesi Güney Amerika'dan Avustralasya'ya ve Akdeniz' den Mezopotamya'ya kadar eski mitolojilerin çoğunda görülür. Yunan Tufan kahramanının adı Deucalion'du. Nuh gibi o da karısıyla bir gemi yapmış, içini hayvanlarla doldurmuş ve yok olmaktan kurtulmak için denizlere açılmıştı. Eski Mezopotamya'da Tufan kahramanı çeşitli dönemlerde Ziusudra, Atrahasis ve Utnapiştim adlarını almıştır.

Tevrat'taki Nuh hikâyesine en çok benzeyen bu Mezopotamya efsanesidir. Brİtish Museum'dan George Smith 1873'te Gılgamış Destanı'nı yayınlamıştır. Uruklar'ın bu efsane kralı yakın dostu Enkidu'yla bir çok serüven yaşar. Enkidu ölünce çok üzülen Gılgamış, karısıyla beraber Tufan'dan sağ çıkan ve Tanrılar'ın ölümsüzlük bağışladığı atası Utnapiştim'den ebedi hayatın sırrını öğrenmek üzere yola çıkar. Utnapiştim'in hikâyesi ayrıntılı olarak anlatılır ve Tanrılar'ının çokluğu dışında Tevrat'ın Nuh ve Gemisi hikâyesinin benzeridir.

Mezopotamya'nın bütün kentleri zorunlu olarak bu nehirlerin ya da onların kollarının birinin boyunca kurulmuşlar ve nehirler yerleşim birimlerine hayat verirken taşkın tehlikesi de getirmişlerdi. Eğer nehrin yukarısında, Suriye ya da Türkiye'de aşırı yağışlar olmuşsa ya da karlar dağlarda çok çabuk erimişse, o zaman bu büyük nehirler taşar ve çevrelerindeki küçük yerlere büyük zararlar verirdi. Bu gibi durumlarda bir taşma izi, beklenen bir şeydir. Günümüzde güneyde pek çok eski yerleşim birimi artık çöllerde kalmıştır. Bunun nedeni zamanla nehirlerin yataklarını değiştirmiş olmasıdır.


Venedik'te San Marco kilisesinin mozaikleri: Nuh ile ailesi gemide. Nuh hayvanları çifter çifter gemiden indiriyor.

Karadeniz mi Taştı?

William Ryan ve Walter Pitman adlı iki Amerikalı bilimadamı yeni ve gayet ilginç bir kuram ortaya atmışlardır. Bunların ikisi de özellikle Karadeniz'le ilgilenen jeofizikçilerdir. Onlara göre Büyük Tufan, Karadeniz'de İÖ 6. binyılda gerçekten olmuş çok büyük bir âfettir. Karadeniz o zamanlar şimdi jeologların Yeni Euxine Gölü adını verdikleri bir tatlı su gölüydü.

O sıralarda yüzeyi deniz düzeyinin 150 metre altındaydı. Buzul çağı sonunda buzdağlarının erimesi dünyanın tümünde denizlerin yükselmesine neden oldu. Akdeniz (ki, o da Cebelitarık Boğazı yoluyla Atlas Okyanusu'ndan beslenmekteydi) tuzlu suyunu Çanakkale Boğazı'ndan Marmara Denizi'ne boşalttı. Denizin doğusunda bir kara parçası Marmara'nın Yeni Euxine'yle birleşmesini önlüyordu. Ancak deniz yükseldikçe su bu bölgeyi ilk başlarda yavaş ve sonra belki daha büyük bir hızla aşmaya başladı.

Sonra herhalde Türkiye'de çok olan depremlerden biri sırasında toprak ayrıldı ve milyonlarca ton tuzlu su günümüz Boğaziçi'ne dolup oradan da çok aşağılardaki göle dolmaya başladı. Ryan ve Pitman iki yıl boyunca bu dar kanaldan günde 10 mil küp suyun batıdan doğuya boşaldığını ve böylece kendisine bir yatak kazarak önündeki her şeyi silip süpürdüğünü tahmin etmektedirler. Bu durumda bile Karadeniz'in tümü günde 15 santim yükselecek, gölün kıyısındaki düz arazi günde 1,5 km kadar toprak altında kalacaktır.

Gölün çevresinde tıpkı Yakındoğu'nun diğer yerlerinde olduğu gibi çiftçilikle geçinen insanlar yaşamaktaydı. Bunların çoğu yükselen sulardan hayvanlarını alıp kayıklarla, eşeklerle hatta gerekirse yaya olarak kaçmış olacaklardır. Dört bir yana kaçan bu gruplar Tufan'ın korkunç anılarını da taşıyacaklardı. Bu anılar zamanla kuşaklar boyu saz şairleri ve sıradan insanlar tarafından şarkılar ve hikâyeler olarak anlatıldıkça folklora ve efsanelere dönüşeceklerdi.

Kuram buydu ve bu kuram da şimdi Karadeniz'in tabanı uzaktan kumandalı kameralı denizaltı araçlarıyla araştırılarak sınanmaktadır. Kameraların gönderdiği görüntüler grubun gemisinde izlenmektedir. ilk bulgular heyecan vericidir: 91 metre derinlikte binaya benzer kalıntılara rastlanılmıştır ve bu araştırmalar sıklaştırılacaktır.

İki Amerikalı bilimadamına göre Tufan efsanesinin kökeni budur. Nuh'un hikâyesi bunun bir anısı, Mezopotamya destanları ikinci ve hatta Yunanistan'daki Deucalion efsanesi bir üçüncüsü olabilir. Bu fikrin kanıtlanması güçse de, kolaylıkla gözardı edilemeyeceği de kesindir.


(Solda) Sir Leonard Woolley'nin 1920'lerde güney Mezopotamya'da Ur'da kazdırdığı Büyük Tufan Çukuru. Woolley, Tufan'ın kanıtlarını bulduğunu sanmışsa da, iki iskân katmanının arasındaki alüvyon katmanı, Ur kentinin bile tümünü etkilemeyen bir taşkına işaret etmekteydi. (Sağda) Karadeniz'in şimdi batmış olan eski kıyı çizgisini araştıran bir gemide, Robert Ballard başkanlığındaki ekip uzaktan kumandalı kameralarla deniz dibini tarıyor.

Tekvin'den Tufan Seçmeleri

"Ve onu şöyle yapacaksın: Geminin uzunluğu üç yüz arşın, genişliği elli arşın ve yüksekliği otuz arşın olacaktır. Gemiye ışıklık yapacaksın ve onu yukarı doğru bir arşına tamamlayacaksın ve geminin kapısını yan tarafına koyacaksın; alt, ikinci ve üçüncü katlı olarak onu yapacaksın. (...)

Fakat seninle ahdimi sabit kılacağım ve sen ve seninle beraber oğulların ve senin karın ve oğullarının karıları gemiye gireceksiniz. Ve seninle beraber sağ kalmak için her yaşayan, bütün beden sahibi olanlardan, her nevinden ikişer olarak gemiye getireceksin, erkek ve dişi olacaklar.

Cinslerine göre kuşlardan ve cinslerine göre sığırlardan, cinslerine göre toprakta her sürünenden, her neviden ikişer olarak, sağ kalmak için sana gelecekler. Ve sen yenilen her yemekten kendine al ve yanını topla ve sana ve onlara da yiyecek olacaktır. Ve Nuh, Allah'ın kendisine emrettiği her şeye göre yaptı; öyle yaptı."
Tekvin, 6: 15-22.


İÖ 6. binyılda Karadeniz taşkını. Deniz yüzeyi 150 metre yükselmiş ve tatlı sudan tuzlu suya bir geçiş olmuştur..


Musa ve Çıkış (1.Bölüm)

Zaman: İÖ 13. yüzyıl?
Mekân: Mısır/Sina Yarımadası

İsrail'in Allahı Rab şöyle diyor: Kavmimi salıver ki, çölde bana bayram etsinler. ÇIKIŞ 5: l

Tevrat'ın Çıkış Kitabı İsrailliler'in Mısır'da baskı altında bulunmalarının ve Musa tarafından kölelikten kurtarılmalarının hikayesiyle başlar. Musa İsrailli bir çiftin oğlu olmasına rağmen Mısırlı bir prenses tarafından yetiştirilmişti.

Yetişkinliğinde bîr İsrailli köleyi döverken yakaladığı Mısırlı bir kâhyayı öldürmüştür. Yaptığı iş açığa çıkınca Musa çöle kaçmak zorunda kaldı. Burada Yanan Çalı önünde Tanrı'dan bir vahiy aldı. Bunun sonucunda Mısır'a döndü ve kardeşi Harun ile İsrailliler'in salıverilmelerini talep etti. Firavun bu isteği reddederek ülkesinin başına on felaket getirdi.

Ailenin ilk doğan çocuğunun ölmesi olan onuncu felaket bütün Mısırlı aileleri de etkilediği için Firavun İsraillilerden Mısır'ı terk etmelerini istedi. Tanrı Mısır'ın doğusundaki çölde İsrailliler'in geçebilmeleri için Kızıldeniz'in açılmasını sağladı ama sonra sular yine kapandı ve Firavun fikir değiştirdiği için onları kovalayan Mısırlılar boğuldular.

Bilim adamlarının hepsi Musa'nın varolduğuna ya da Mısır'dan çıkışın yazıldığı gibi olduğuna inanmaz. Çoğu, on felaketin ve Kızıldeniz'i geçme mucizelerinin sunulduğu biçimiyle efsanevi olduğuna inanırlarsa da, özellikle Çıkış, Sayılar ve Tesniye kitaplarında yeralan metinlerde tarihi bilgiler vardır.

İki düşünce akımına genelde "minimalist" ve "maksimalist" adları verilir ve Çıkış hikâyesi üzerindeki tartışma İsrail tarihi için Tevrat'ın bir kaynak olarak kullanılıp kullanılamayacağına ilişkin daha büyük tartışmanın bir parçasıdır.


Sina Dağı ve çevresindeki dorukların havadan görünüşü.

Minimalistler, on felaket ve Kızıldeniz'in yarılması mucizeleri konusunda Mısır'da, Sina'da ya da başka bir yerde kesin kanıtlar olmaması üzerinde dururlar. Onlar Tevrat'taki hikâyelerin sözde anlattıkları olaydan çok sonra, İÖ 6. ve 2. yüzyıllar arasında ortaya çıktığına inanırlar. Ayrıca o zaman tarih yazmak diye bir şey olmadığından Tevrat'taki hikâyeler yalnızca efsane ve folklor olarak güvenilmez ve yanlıştır. Arkeolojik ve tarihi araştırmalar bu nedenle Tevrat'a ışık tutamaz.

Diğer yandan çoğunluk görüşünü oluşturan "maksimalistler", Tevrat'ın, anlattığı olaylardan çok sonra yazılmış olduğunu kabul etmelerine rağmen, metinler konusunda farklı görüşe sahiptirler. Nabukadnezzar ve Babilliler İÖ 587/6'da Birinci Tapınak'ı yıkıp halk liderlerini Kudüs ve Yehuda'dan Babil'e sürgüne götürmüşlerdi. İşte Tevrat'ın kitaplarından çoğu sürgünlerin çeşitli yazılı ve sözlü kaynaklarından toplanarak orada son şeklini almıştır. Bu nedenle Tevrat hikâyelerinde önemli miktarda tarihi bilgi vardır.

Bu bilimadamları Sina Dağı'nda Yasa'yı (Torah) alan Musa'nın başında bulunduğu gruba ilişkin bir metin oluşuna işaret ederler. Musa önderliğinde Çıkış'a ek olarak Tevrat metinlerinde Sina'da pek çok yolculuk hakkında izler bulunduğundan eski İsrailliler'in uzun bir dönem içinde gidip gelmiş oldukları en azından mümkündür. Çıkış yolu ve bugün Sina'da adları bilinmeyen mekânların yerleri konusunda emin olmak imkansızsa da bu bilimadamları arkeolojik ve tarihi araştırmaların kutsal kitap hikâyeleri üzerine ışık tutabileceğine inanırlar.


İsrailliler Kızıldeniz'i geçerlerken kendilerini kovalayan Mısırlılar sularda boğuluyor. Suriye'de Dura-Europos'taki sinagogdan bir fresk, 3. yüzyıl ortaları.
 

MozoLe Miяach

Çǿκ کε√díκ طę ∂طí
Musa ve Çıkış (2.Bölüm)

MISIR'DAKİLER İSRAİLLİLER MİYDİ?

Minimalistler ne Musa ya da Çıkış için ne de Kenan'da İsrailli varlığı için somut bir kanıt olmadığını ve Tevrat'ın bu bölümünün daha sonraki bir dönemde uydurulduğunu savunurlar. Ancak maksimalistler Mısır, Sina'da ya da başka bir yerde Musa ve Çıkış'la ilişkili belirli bir şey olmamasına rağmen, Mısır'da Sami ırkından insanların bulunduğuna ve ÎÖ 13-12 yüzyıllarda Yehuda'nın merkezi yaylalarına yeni bir halkın geldiğini gösteren ikinci derecede kanıtlar bulunmasına işaret ederler.

Bunlar Mısır tarihinin bilinen gerçeklerini kullanarak İÖ 19. yüzyıldan ve belki de daha öncesinden Sami göçebe gruplarının Mısır'a ticaret yapmaya, gıda maddesi almaya ve bazıları da mümkün olursa özellikle Nil deltasının doğu kısmına yerleşmeye geldiklerini gösterirler.

Bu göçebeler arasında İsrailliler'in ataları, Yakub'un liderliğindeki patriyarkal klanlar da vardı. Bunlar Mısır'a Yusuf'a katılmaya gelmişler ve kendilerine şimdi Doğu Delta Bölgesi'yle ilişkilendirilen Goshen ülkesine firavun emriyle yerleşip firavunun hayvanlarını gütme görevi verilmişti.

Mısırlılar'ın bir zayıflık döneminde özgün yerleşimcilerin soyundan gelenler Delta Bölgesi'nde kendi hâkimiyetlerini elde edip başkentlerini Avaris'te kurdular. Bunlar tarihte Hiksoslar adıyla anılırlar ki, bu kelimenin anlamı "yabancı dağlık ülkenin reisleri" demektir ve bu da güney Kenan'ın iyi bir tanımıdır.

İÖ 16. yüzyıl ortalarında yeniden başa gelen yerli bir hanedan bunların liderlerini Mısır'dan kovmuştur. Sami köylülerin çoğu ülkede kalmışlar ve deltanın tarımcı nüfusunun bir parçası olmuşlardır. Tevrat'ta "Yusuf'u bilmeyen yeni bir kral" (Çıkış 1:8) tarafından "esir edilen"ler bu insanlardır.

Burada herhalde İÖ 1307'de iktidara gelen ve üsleri yaptıklarına bakılırsa Doğu Delta Bölgesi'yle ailevi bağları olan 19. hanedan firavunlarına yapılan bir atıftır. Bunların başkenti Avaris'ten pek uzak olmayan Pi-Ramessu idi (Tevrat'ta Raamses, günümüzde Qantir).

Bu firavunlar aralarında Pi-Atum (Tevrat'ta Pithom, günümüzde Teli el-Rataba) da olan başka kentler de kurdular ve Sina ile diğer yerlerden bedevilerin girişini önlemek için bir sınır kaleleri zinciri ve ikmal depoları inşa ettiler.

Firavunlar bu işlerde bölge halkını Ortaçağ Avrupası'ndakine benzeyen bir angarya çalışma sisteminde kullandılar. Mısır köylüleri arasında diğer göçmenlerin yanısıra Hiksoslar'ın soyundan gelenler de vardı ve hiç kuşkusuz bu insanların hepsi bu zorunlu çalışmadan kaçmak istiyorlardı. Böylece İsrailliler'in karışık bir halk grubuyla birlikte Mısır'ı terk ettikleri söylenir (Ve İsrailoğulları, çocuklardan başka altı yüz bin kadar yaya erkekler olarak Ramses'ten Sukkot'a göç ettiler. Ve koyunlar, sığırlar, pek çok hayvanlarla karışık çok halk da onlarla beraber çıktı. (...) Ve İsrailoğullarının Mısır'da oturdukları müddet dört yüz otuz yıl idi. Ve vaki oldu ki, dört yüz otuz yılın sonunda Rabbin bütün orduları Mısır diyarından aynı günde çıktılar. Onları Mısır diyarından çıkardığı için Rabbe çok ehemmiyetle tutulacak bir gecedir. Çıkış 12:38-41).

Bu nedenle pek çok uzman Çıkış'ın en iyi İÖ 13. yüzyılda II. Ramses'in uzun hükümdarlığı dönemine (İÖ yaklaşık 1290-1224) uyduğuna inanırlar.


Solda) Musa, On Emir'in yazılı olduğu tabletleri taşıyor, İsrailliler aşağıda; Alba Kitabı Mukaddes'i, 1422. (Sağda) İsrail Merneptah Dikilitaşı'nda, firavunun Kenan'daki zaferleri ve İsrail halkının yok edilişi anlatılıyor.

HİCRET YOLU

Musa'nın İsrailliler'i Mısır'dan hangi yoldan çıkardığı gerçekten tam bir muammadır. İbrânice "Yam Suf'un İngilizce'ye neden "Saz" (Reed) Denizi yerine Kızıl (Red) Deniz olarak çevrildiği bile bilinmemektedir. Ve bu denizin nerede olduğu da bilinmemektedir. İsrail yerleşim alanlarının yerleri konusunda bir fikirbirliği de yoktur, ancak bu şaşırtıcı değildir: Sina'nın bedevi kabileleri İbrani yer adlarını devam ettirmeyeceklerdi.

Hicret'in ve çöllerde dolaşılan yolların ve Sina Dağı'nın yerinin de izini sürmek mümkün değildir. İsrailliler'in Kenan'a doğru yollarına devam etmeden yaklaşık kırk yıl konakladıkları Kadeş-Barnea, Kuzeydoğu Sina'daki Ayn Kudeyrat vahası olabilir ama bölgede o dönemden kalan herhangi bir bulguya rastlanılmamıştır.

VAAT EDİLEN ÜLKE

Musa ölüp de Moab'da Nebo Dağı'na gömülünce (Tesniye 34:1,5) halkını Şeria'dan geçirip Kenan dağlık ülkesine götüren Yeşu oldu. Yeşu ve Hâkimler kitaplarında anlatılan fetihlerin pek bir kanıtı yoksa da bu tepelerde ilk kez küçük çiftçi köyleri kurulduğunun delilleri vardır.

Bunlar İÖ 13 ile 11. yüzyıllar arasından kalmadır. Aynı dönemde Doğu Akdeniz kıyılarından topraklar Ege dünyasından gelen göçmenlerin saldırısına uğramaktaydı. Mısır metinlerinde bu gruplardan "Deniz İnsanları" olarak söz edilir. Bunların arasında şimdi Gazze Şeridi olarak bilinen.yere yerleşen Filistinliler vardı. Kıyı ovalarındaki karışıklıktan kaçanlar dağlık iç bölgede kendilerine yeni köyler kurdular ve burada doğudan gelen İsrailliler ile karşılaştılar.

Bu iki grubun birlikle kurdukları tarım köylerinde pek çok teknolojik yeniliğe rastlanılmıştır. O çağın kıyı yerleşim birimlerinin aksine bu köylerin çoğundaki hayvan kalıntıları arasında domuz kemiklerine rastlanılmamış olması ilginç bir gerçektir. (Daha sonraki Yahudilik'te domuz eti, dini yasalarla yasaklanmıştı.) Bu olgu dağlık köylerde yalnızca İsrailliler'in varlıklarını işaret etmekle kalmayıp, bu toplulukları onların inançlarının yönettiğini de gösteriyor olabilir.

İsrailliler'in İÖ 12. yüzyıl sonları ve 11. yüzyılda Kenan ülkesinde bulunduklarının kesin bir kanıtı daha vardır. Mısır firavunu Merneptah, hükümdarlığının beşinci yılında (İÖ yaklaşık 1219) Mısır hâkimiyetini tekrar kurmak umuduyla bölgede bir sefere çıkmıştır.

Firavun Merneptah, daha sonra Karnak'ta fetihlerini anlatmak için diktiği bir anıtta Kenan ülkesinde diğerlerinin yanı sıra İsrail halkını da tümüyle ortadan kaldırdığını belirtmiştir. İsrailliler'in varlığının Tevrat dışında yer aldığı ilk belgenin, onun tümden imha edildiğini iddia etmesi çok ilginçtir.

Böylece, Musa ve Çıkış konusunda doğrudan doğruya bir kanıt yoksa da, fazlasıyla var olan çevresel kanıtlar gözardı edilemez. Bu sonuçta kişisel bir inanç ya da iman konusu olarak kalacaksa da, Tevrat'ta nakledilen olayların temelde gerçek olduğuna inananlar için, bu metinler hep bir esrar gölgesi altında olacaktır.


İsrailliler'in Sina yarımadasından Kenan'a muhtemel göç yollarını gösteren harita.


Mısır'da Luksor'da Medinet Habu duvarlarında resmedilmiş Deniz İnsanları. Başlıklar, Filistinliler olduğunu gösteriyor.


Kayıp Sodom ve Gomorra (1.Bölüm)


Sodom ve Gomorra'nın yıkılması: 16. yüzyıl başlarında bir Alman Kitabı Mukaddes gobleninden ayrıntı.


Zaman: İÖ 3150-1550
Mekân: Ürdün

Ve Rab Sodom üzerine ve Gomorra üzerine göklerden kükürt ve ateş yağdırdı; ve o şehirleri ve bütün havzayı ve şehirlerde oturanların hepsini ve toprağın nebatını altüst etti. TEKVİN 19:24-25

Sodom ve Gomorra kentlerinin yıkılması Kitabı Mukaddes'in Eski Ahit kitabında anlatılan en ilginç hikâyelerden biridir ve aynı hikâye Kur'an'da da yinelenmiştir. Başlıca karakterler en büyük patriyark olan İbrahim ile yeğeni Lût'tur.

Kentler bugün de hâlâ geçerli olan toprak hakları, eşcinsellik, ardıllık ve aile içi zina gibi ciddi ahlaki ikilemlerin yükü altındaydılar. Olay Kitabı Mukaddes ahlak kuralları için bir benzetme olarak görülmüşse de, bu kentlerin ve hikâyede anlatılan olayların varlıkları konusunda herhangi bir kanıt var mıdır?

KİTABI MUKADDES'İN HİKÂYESİ

Hikâyede İbrahim ile Lût, Kenan topraklarında çobanlar olarak sürülerini otlatırlar. Hayvanlar çoğalınca ülke ikisine de yetmez. Bunun üzerine İbrahim ayrılmalarına karar verir ve gideceği yeri ilk seçme hakkını Lût'a verir. Lût, Şeria Vadisinin bol sulu ovasını seçer ve "havzanın beş zengin kentinden" biri olan Sodom yakınlarına yerleşir. Diğer kentler Adma, Tseboim ve Tsoar'dır.

Ancak Sodom erkekleri günahkâr eşcinsellerdir ve Tanrı eğer pişmanlık getirmedikleri takdirde hepsini yok edeceği uyarısında bulunmuştur. İbrahim, Tanrı ile suçluların yanı sıra dürüst insanları da yok etmenin ahlaklılığını tartışır; sonunda Sodom'daki tek dürüst insanın Lût olduğu anlaşılır.

Lût'u Sodom'u bekleyen felaket konusunda uyarmak üzere iki melek gönderilir. Sodomlular Lût'un tanrısal ziyaretçilerini duyunca evine gidip görmek isterler. Kötü Sodomlular'ın melekleri taciz edeceklerinden korkan Lût, kalabalığa onlar yerine iki bakire kızını sunar. Melekler kapı önündeki Sodomlular'ı kör edip Lût'a ailesini alıp kaçmasını söylerler.

Tanrı Sodom ve Gomorra kentlerine kükürt ve ateş yağdırırken Lût karısı ve iki kızıyla Tsoar kentine kaçmaya başlar. Ancak yolda Lût'un karısı Tanrı'nın arkasına bakmama emrine uymayınca bir tuz "direğine" dönüşür. Lût, Tsoar'da kalmaya korkarak kızlarıyla bir mağaraya sığınır. Kızlar uzun bir tecrit döneminden sonra kendilerine bir çocuk verip soylarının devamını sağlayacak bir erkek bulamayacaklarından korkarlar. Bu nedenle babalarını sarhoş edip ne yaptığını fark edemeyeceği bir sırada iğfal etmeye karar verirler. Bu zina birleşmesinden iki erkek evlat doğar: Moablılar ve Ammonoğulları kabilelerinin ataları olan Moab ve Ben-ammi.

Bu hikâyenin herhangi bir noktasının doğruluğu hakkında elimizde hangi kanıtlar vardır? Lût Gölü bölgesinde Sodom ve Gomorra hikâyesini doğrulayacak bazı doğal ve jeolojik olgulara rastlanılmıştır. Ayrıca, son zamanlardaki arkeolojik keşifler de kutsal kitabın hikâyelerine belirli bir inanılırlık kazandırmaktadır.

OLGULARIN DOĞAL OLARAK MEYDANA GELMESİ

İki büyük kara kütlesinin birbirlerinden ayrılması sonucunda Lût Gölü'nde sık sık depremler olur. Tarihi kayıtlardan başka yerlerde kentlerin geçmişte depremlerle yok olduklarını biliriz ve eğer bunlar fay hattı üzerindeyseler depremler de daha şiddetli olur. Aynı jeolojik süreç yeryüzünün en alçak su kütlesini de yaratmıştır.

Deniz yüzeyinin yaklaşık 400 metre altında derin bir vadide yer alan Lût Gölü tuz oranı çok yüksek bir sudur, tuz yoğunluğu dibe doğru giderek artar ve kıyılarında sık sık tuz oluşumlarına rastlanır. Bu tuz sütunları kimi zaman bir tesadüf sonucu insan biçiminde olabilir ve Lût Gölü'ne düşen her şey kısa zamanda tuzla kaplanır ve gölde bakteriler dışında bitki ve hayvan varlığının yaşamasına engel olur. Bu nedenle Lût'un karısının tuz sütununa dönüşmesi hikâyesinin böyle bir olağandışı ama doğal süreçten kaynaklandığını düşünmek güç değildir.

Lût Gölü'nün diğer bir garip özelliği de zift bakımından zengin olmasıdır ve bu da zaman zaman iri topaklar ya da petrol birikintileri olarak yüzeye çıkar. Sodom ve Gomorra krallarının Suriye krallarıyla bir savaş sırasında kaçarlarken "zift kuyularına" düşmeleri olayı da akla bu durumu getirir (Ve Siddim Vadisi zift kuyuları ile dolu idi ve Sodom ve Gomorra kralları kaçtılar ve orada düştüler ve geri kalanlar dağa kaçtılar; Tekvin 14:10).

Dahası, Lût Gölü kıyılarının yumuşak kireçli topraklarında yumruk büyüklüğünde kükürt toplarına rastlanır. Eski Ahit'in Sodom ve Gomorra hikâyesini yazanlar, "kükürt taşı" adını verdikleri bu alev alan topları mutlaka biliyor olmalıydılar. O nedenle göklerden yağan ateş yağmurunun kentleri yakıp yıktığı hikâyesi bu garip nesnelerden kaynaklanmış olabilir.


Kayıp Sodom ve Gomorra (2.Bölüm)



(Solda) Lût Gölü çevresindeki yumuşak kireç tabakasının doğal erozyonu Lût'un karısının sonunu hatırlatan sütunla oluşturur. (Sağda) Lût Gölü'nün Erken Tunç Çağı yerleşimlerini (bir olasılıkla "ova şehirleri"ni) gösteren harita.

SODOM VE GOMORRA'YI ARARKEN

Kitabı Mukaddes bilginleri ve arkeologlar yüz yıldan uzun bir süredir Sodom ve Gomorra kentlerinin bulunduğu yerleri saptamaya çalışmaktadırlar. İlk önceleri bunların Lût Gölü'nün kuzeyinde mi yoksa güneyinde mı olduğu tartışılmıştı.

De Saulcy, 1851'de Lût Gölü'nün kuzeybatısında yaptığı bir araştırmada Eriha ve Kumran'ın kayıp kentler olduğunu ileri sürdü. 1920'lerde Peder Alexis Mallon'un kuzeydoğu kıyısındaki Teleylat Ghassul'da yaptığı kazılar büyük bir Kalkolitik Dönem (İÖ yaklaşık 3600) yerleşim birimini ortaya çıkardı ki, bu daha inanılır bir alternatif olarak görüldü. Bu önerinin aksayan yanı, çoğu bilimadamlarının Sodom ve Gomorra hikâyesinin yeraldığına inandıkları Tunç Çağı'nda (İÖ 3150-1550) bu alanda bir yerleşim izine rastlanılmamış olmasıydı.

1896'da bugünkü Şeria'da Medeba'da 6 ile 7. yüzyıldan kalma bir mozaik harita bulundu. Bu haritada Lût'un kaçtığı ilk kent olan Tsoar, Lût Gölü'nün güneydoğu uçundaydı. Klasik tarihçiler Diodorus, Strabon, Joscphus ve Tacitus ve daha sonra ortaçağ Arap coğrafyacıları Yakut, Mesudi, Mukaddesi ve İbn Abbas bu bölgeyi tarif etmişlerdi.

William F. Albright, Rahip Melvin G. Kyle, Peder Alexis Mallon ve diğerleri 1924'te bölgeyi araştırarak Tsoar'ın yerini doğrulamaya çalıştılar. Tsoar'ın Moab ülkesi olarak saptanması kendilerini, Kitabı Mukaddes'te Arnon olarak belirlenen Mucip Nehri'nin güneyini araştırmaya yöneltti. Lisan yarımadasını ve yakınlardaki vadileri araştırdıktan sonra çağdaş Safi kasabasının eski Tsoar olduğunda karar kıldılar. Sir John Maundevil de 1322 ile 1356 arasında Safi'yi ziyaret ettiğinde bu kuramı çok daha önce ileri sürmüştü.

Sodom ve Gomorra'nın araştırılmasına 1930'larda Lût Gölü'nün güneyindeki sığ havzayı araştıran Le P.F.M. Abel, F. Frank ve Nelson Glueck katıldılar. Bu tuz kaplı alan Eski Ahit'in "tuz denizinin yanındaki Siddim vadisi" tanımına uymaktadır (Bunların hepsi Siddim vadisinde [bir tuz denizidir] birleştiler,-Tekvin 14:3).

Konstantinos Politis tarafından yapılan son araştırmada Safi'nin gerçekten Tsoar olduğu anlaşıldı ve tam da Medeba haritasının gösterdiği yerde çıkmıştı.

"Havza şehirleri"nin (Ve Lût, Havza şehirlerinde oturdu ve Sodom'a doğru çadır kurardı; Tekvin 13: 12} Lût Gölü'nün suları altında kaybolmuş olduğu önerisi ilk kez 4. yüzyıl hacılarından Egeria tarafından ileri sürülmüştür.

Çok daha sonra 19. yüzyıl sonlarında William Lynch'in, Albright'ın ve Kyle'ın denizin kuzey ucunda olduğunu bildirdikleri birkaç küçük ada, günümüzde su altında kalmıştır. Lût Gölü günümüzde, ABD'nin uzay kuruluşu olan NASA tarafından, uydu fotoğrafları ve suyun altında da deniz tabanı incelemeleriyle araştırılmaktadır. Araştırmalar sonucunda ulaşılan genel yargıya göre, Sodom ve Gomorra'nın, kıyıdan çok, Lût Gölü'nün altında bulunabileceği kuramı kesinlikle inanılır gibi görünmektedir.


(Solda) Şeria'da Medeba'da bulunan 6-7. yüzyıl mozaik haritasında Lût'un Tsoar kenti dışında sığındığı yer gösteriliyor. (Ortada) Bab ed-Drah kazısında Erken Tunç Çağı'na (İÖ yaklaşık 3000) ait yanmış bir yerleşim alanı. (Sağda) Tuzdan oluşmuş Sodom Dağı'nın (Cebel Usdam) içi. Su, tuzu eriterek bu yüksek mağaraları oluşturuyor.

SON ARKEOLOJİK KANITLAR

Paul Lapp, Walter Rast, Thomas Shaub ve Burton MacDonald tarafından yakın zamanlarda eski kıyı boylarında ve Lût Gölü'nün güney havzasının jeolojik fay hatlarında araştırmalar ve kazılar yapılmıştır.

Araştırmacılar 1970'li ve 80'li yıllarda oralarda bir zamanlar büyük yerleşim alanları olduğunu keşfetmişlerdir. Bab ed-Drah gibi bazıları Erken Tunç Çağı'nda (İÖ yaklaşık 3000 yılları} yanarak yok olmuşlardır. Bunlar efsanevi "havza şehirleri" olabilirler mi? 1976'da bu kentlerin Suriye'deki Ebla'da bulunan Erken Tunç Çağı tabletlerinde yer aldıkları saptanmıştır. Bu keşif, kentlerin tarihi varlıklarını doğrulamakta mıdır?

Konstantinos Politis 1990'larda Safi yakınlarında Deyr'Ayn'Abata'yı kazmış ve ilk Bizans Hıristiyanları'nın Lût'un, Sodom ve Gomorra'nın yıkılmasından sonra Kitabı Mukaddes'te anlatılanlara göre, sığındığı mağara olduğuna inanılan mağaranın üzerinde inşa edilmiş bir kilise kalıntısı bulmuştur.

Erken ve Orta Tunç çağlan kalıntılarının bulunması da mağaranın Tekvin hikâyesinin geçtiği söylenen dönemde iskân edildiğini göstermektedir. Bu arada yakın çevrelerdeki kazılarda da benzer Orta Tunç Çağı eserlerine rastlanılmıştır.

Eski Ahit aslında bir ahlaki rehberlik kitabı olarak görülüyorsa da, çağdaş arkeolojik ve jeolojik keşiflerin Sodom ve Gomorra hikâyesinin yer almış olabileceği fiziki ve tarihi mekânları doğruluyor olması gayet ilginçtir.
 

MozoLe Miяach

Çǿκ کε√díκ طę ∂طí
Atlantis (1.Bölüm)


(Solda) Atlantis hikâyesinin özgün kaynağı olan Platon'un (İÖ 427-347) I. yüzyılda yapılmış mermer büstü. Platon, Timaio ve Kritias diyaloglarında Atlantis'i ortaya atmış ve toplumunu ayrıntılarıyla ele almıştır. (Sağda) Athanasius Kircher'in Atlantis haritası (1678). Platon'un da belirttiği gibi ülkeyi Herakles Sütunları'nın ötesine, Atlas Okyanusu'nun ortalarına yerleştirir. Kuzeyin aşağı tarafta olduğuna dikkat!


Zaman: Bilinmiyor (İÖ yaklaşık 9600?/1520? / efsane)
Yer: Akdeniz? / Atlas Okyanusu?

Dün kentinden ve hemşehrilerinden söz ettiğinde aklıma tekrarlamakta olduğum bir hikâye gelmişti ve senin, nasıl bir esrarengiz rastlantıyla Solon'un anlattıklarıyla harfiyen uyuştuğunu görmekle şaşırdığımı söylemiştim. PLATON, KRİTİAS, İÖ 4. YÜZYIL.

İnsanlığın Çok Eski çağlarının derinliklerindeki ve eski dünyanın tümüne hâkim olan büyük ve güçlü bir milletin akıl almayan bir felaket sonucunda neredeyse bir gece içinde sona ermiş olması insanları iki bin yıldır meşgul etmektedir. Burada büyük Atlantis ada milletinden söz ettiğimiz kuşkusuzdur.

ATLANTİS: EFSANENİN İÇERİĞİ

Atlantis'in doruk noktasına 11 bin yıl önce eriştiği söylenirse de, literatürde ortaya çıkışı ancak 2350 yıl önce, İÖ 359 ve 347 yılları arasıdır. Ülkenin adı Yunan filozofu Platon'un Sokrates ile öğrencileri arasındaki hayali konuşmalarının iki diyalogunda (Timaio ve Kritias) ortaya çıkar. Timaio diyalogunun başında Sokrates bir gün önceki "mükemmel" toplum konuşmasına değinir.

Platon burada uzun yıllar önce yazdığı en ünlü diyalogu olan Devlet'e atıfta bulunmaktadır. Platon, Sokrates'e Devlet'te sunulan mükemmel hükümetin unsurlarını saydırır: Zanaatkarlar ve çiftçiler askeriyeden ayrılacaktır, askerler merhametli olacak, atletizm ve müzik eğitimi alacak, komün halinde yaşayacak ve altına, gümüşe ya da herhangi bir özel mülke sahip olmayacaklardır.

Sokrates varsayımsal tartışmalardan bıkıp öğrencilerine uygulamalı felsefe denilebilecek bir ödev verir. Devlet'te vazedilen kavramlara göre yaşayan bir toplumu haklı bir savaşa sokarak mükemmelleştirmelerini söyler.

Hocasının önerisini yerine getiren Kritias şöyle der: "O halde, Sokrates, garip ama gerçekten doğru olan şu hikâyeyi dinle." Kritias bu hikâyeyi dedesinden (onun da adı Kritias'tır) dinlediğini söyler. Dedesi de babası Dropides'ten, o da Yunan bilgesi Solon'dan dinlemiştir. Solon ise İÖ 600 yılından hemen sonra bulunduğu Mısır'da Mısır rahiplerinden duymuştur. Böylece Platon'un kendi anlatımına göre Kritias'tâ iki yüz yıl önce ortaya atılmış bir hikâyeyi dolaylı olarak duymaktayız.

MÜKEMMEL DEVLET, ATİNADIR, ATLANTİS DEĞİL

Mısırlı rahipler Solon'a "bütün kentlerin en iyi yönetileni" olan eski Atina hakkında bir hikâye anlatmışlardı. Platon'un mükemmel devlet modeli işte zamanından 9300 yıl öncesinin bu eski Atina'sıdır. Rahipler Solon'a, eski Atinalılar'ın en büyük kahramanlık eylemini anlatırlar: Atinalılar "Avrupa'nın ve Asya'nın tümüne bir sefer açan büyük bir devleti" savaşta yenmişlerdir. Bu yayılmacı millet "Herakles Sütunları"nın ötesinden, Atlas Okyanusu'ndan gelmiştir. Ve bu büyük devletin adı Atlantis'ti.

Atlantis, ta Mısır'a kadar kuzey Afrika'nın tümünde egemendi. Ancak Kritias'ın söylediğine göre o savaşta Atinalılar tarafından yenilen Atlantis, tanrılar tarafından depremler ve sellerle ortadan kaldırılmıştı.

Kritias, Atlantis hikâyesini anlattıktan sonra Sokrates'e şöyle der: "Dün kentinden ve hemşehrilerinden söz ettiğinde aklıma tekrarlamakta olduğum bir hikâye gelmişti ve senin, nasıl bir esrarengiz rastlantıyla Solon'un anlattıklarıyla harfiyen uyuştuğunu görmekle şaşırdığımı söylemiştim."



(Solda) Girit'in doğusunda Zakros'taki Minos sarayından kristal bir vazo. Minoslular'ın sanat ve mimarideki gayet apaçık teknik gelişmişlikleri, bu etki uygarlık ile Platon'un diyaloglarında anlatılan aşırı gelişmiş Atlantis toplumu arasında ortak noktalar aranılmasına yöneltmiştir. (Sağda) İspanya'da bulunmuş ve İÖ 450 yıllarına ait olan "Elche Leydisi". Bazı aşırı kuramcılar bunun bir Atlantis rahibesi olduğunu iddia ederler.



Atlantis (2.Bölüm)

ATLANTİS İÇİN TARİHİ BİR KAYNAK MI?

Platon, Atlantis ya da eski Atina tarifini gerçek tarihe mi dayandırmıştır, yoksa bütün olayı uydurmuş mudur? Platon'un zamanındaki Yunanlılar'ın perspektifinden bile eski sayılacak önemli bir Akdeniz uygarlığı vardı ve bu da, en azından kısmen büyük doğal felaketlerle imha olmuştu: Minoslular'ın Girit'i.

Bazı çağdaş bilimadamları Atlantis'in yeri ve boyutları Kritias'ta yanlış ifade edilmiş ya da abartılmış olsa da, (belki de yanlış çeviri nedeniyle) Platon'un hikâyesinin Yunanistan'ın doğusunda ve Ege Denizi'nde Girit'in kuzeyindeki Thera adasının yanardağ patlamasına dayandığı fikrindedirler.

İÖ 17. ya da 16. yüzyıldaki Thera patlamasından kalan volkanik püskürtüler, 1838'de patladığında on binlerce insanın ölümüne neden olan Krakatoa'nınkinin iki katıdır. Thera'daki daha büyük patlama çok etkili olmuş olmalıdır ve bu nedenle de tesirin dolaylı olduğu Mısır gibi ülkelerin tarihi kayıtlarında yer alması mümkündür.

Bazıları için Minoslular'ın Girit'i Atlantis'tir ve Platon, Kritias'ta ülkenin Thera patlamasıyla yokolmasını çarpıtmıştır. Ancak bu iddiayı sürdürebilmek için Girit'in yerinin neden yanlış olduğu, boyutlarının neden farklı olduğu, neden yanlış zamanda gelişmiş olduğu, Atina ile hiç savaşmadığını ve bir felaketle yok edilmemiş olduğunu açıklamak gerekecektir.

Arkeoloji, Minos kıyı topluluklarının Thera'daki patlamanın yarattığı tsunami dalgalarıyla ağır hasara uğradığı halde Minos uygarlığının daha iki yüzyıl yaşadığını ve hatta geliştiğini kanıtlamıştır.

Başka bilimadamları Thera'daki ünlü Minos kolonisinin Atlantis için model olduğunu iddia etmişlerdir. Minoslular'ın buradaki yerleşim merkezi yanardağın patlamasıyla yok olmuştu, ancak Platon'un da eski bir uygarlığın bir ileri karakolunun yok edilmesinden söz etmediği de kesindir. Yine de, Thera, Platon'un Atlantis modeli olamayacak kadar yanlış yerde, yanlış boyutta ve yanlış çağdadır.


(Solda) Atina ile Isparta arasındaki Peloponnesos Savaşı'nda (İÖ 431-404) öldürülen iki savaşçı: Khairedemos ve Lykeas. Platon zamanında yapılan bu savaşta her iki kentin çeşitli cepheleri -örneğin Isparta'nın politik yapısı- Platon tarafından Atlantis ile Atina arasındaki çatışmayı formüle etmek için kullanılmış olabilir. (Sağda) Ignatius Donnelly'nin "Dolphin Boğazı"nı gösteren Atlas Okyanusu haritası, Donnelly burasının kayıp kıta Atlantis'in denize batmış kalıntısı olduğuna inanıyordu.

ATLANTİS: ÇAĞDAŞ FANTEZİ

Atlantis konusunda herhangi bir tartışma bu kayıp kıta hakkında 19. ve 20. yüzyıllarda ileri sürülen gerçekten garip iddialardan söz edilmeden tamamlanmış olamaz. Minnesota Eyaleti kongre üyesi, iki kere başkanlık adayı ve amatör bir tarihçi olan Ignatius Donnelly 1881'de, "Atlantis: The Antediluvian World" adlı kitabını yayımlayarak efsaneyi herkesten çok canlandıran kişidir.

Donnelly'ye göre Platon'un Atlantis'i Mısır, Mezopotamya, İndus Vadisi ve Avrupa'nın olduğu kadar Güney ve Kuzey Amerika uygarlıklarının kaynağı ve büyük kültürel başarıların kökenidir. Donnelly'nin tezi çağdaş arkeoloji ya da jeoloji araştırmaları altındaki dayanak noktalarından yoksundur. Bu kültürlerin evrimlerini, değil Atlantis'e, başka herhangi bir tek ana kaynağa borçlu olduklarını gösteren herhangi bir kanıt yoktur.

Ancak, diğer 19. ve 20. yüzyıl düşünürleriyle karşılaştırıldığında Donnelly, bir entelektüel itidal örneğidir. Helena Blavatsky'nin liderliğini yaptığı Teosofistler, Atlantisliler'in uçakla uçtuklarını ve uzaydan gelen yabancılardan aldıkları ekinleri biçtiklerini iddia ediyorlardı.

Daha yakın zamanlarda, geç 20. yüzyılda yaşayan psişikler, kayıp kıtadan ruhlarla bağlantı kurduklarını iddia etmişler ve modern dünya insanlarına Atlantisliler'den çeşitli öğütler aktırmışlardı. Kuşkusuz bu iddiaları destekleyen hiçbir kanıt yoktur.


(Solda) Girit'te Knossos'ta Taht Odası. Tahtın iki yanında bitkiler ve yarı aslan yarı kartal yaratıklar resmedilmiş. Minos Girit'i önemli bir erken dönem Akdeniz uygarlığıdır ve Platon'un zamanında artık çok eskilerde kalmıştı. Platon, Atlantis tanımını bu topluma mı dayandırmıştır? Ne yazık ki, bütün gerçekler bu kurama uyum göstermiyor. (Sağda) Minoslular'ın Knossos Sarayı ya da Tapınağı, İÖ 2. binyıl ortalarından kalmıştır. Burası çok odalı ve gayet zarif duvar resimleriyle büyük bir yapıdır.

Platon'un Görüşü

Platon'un, diyaloglarını kurmak için iyi bildiği tarihi kayıtları kullandığı kuşkusuzdur. Belki de onun zamanından bin yıl önce güçlü bir devleti yok eden doğal bir afetin gelenekleri vardı ve Platon mesajını iletmek İçin bu hikâyeleri kullanmıştı.

Ancak, Kritias'ın kısmi bir mecazi yorumunu destekleyenler bile Platon'un tarih yazma niyetinde olmadığını, hikâyenin bazı unsurlarını vermeye çalıştığı derste mecaz olarak kullanmak istediğini kabul ederler. Örneğin, Atlantis Destroyed adlı kitabında Rodney Castleden, Platon'un Atlantis'inin Minos Girit'i ile Thera'nın iyi bir eşleştirilmesi olduğunu ve hikâyenin o bölümünün Atina'yı Isparta ile karşı karşıya getiren daha yakın tarihteki Peloponnesos Savaşı'nın anlatımı olduğunu iddia eder. Bu savaşta Isparta muzaffer çıkmıştı ve Isparta'nın politik yapısı Platon'un eski Atina tanımına girmiş görünmektedir.

Son olarak, Kritias'ta Atlantis'te belirli eski toplumların ayrıntılarının paralellerini aramak Platon'un vurgulamak istediği bir şey değildir. Onun Kritias'ın ağzından söylettiği şeyler tarihi anlatmak amacını değil, ne de olsa tarihçi olmayıp bir filozof olan yazar için daha önemli bir işlev yüklenir.

Platon, görüşünü belirtmek için Atlantis'i neredeyse yenilmesi imkânsız bir düşman olarak göstermektedir. Platon'un Atlantis'i ayrıntılı olarak tanımlaması okura onun maddi zenginliğini, teknolojik gelişmişliğini ve askeri gücünü anlatmaktır.

Kritias daha küçük, maddi açıdan yoksul, teknolojik olarak o kadar gelişmemiş ve askeri açıdan zayıf Atinalılar'ın Atlantisliler'i yenebileceği ana mesajını iletir: Tarihte önemli olan yalnızca servet ya da güç değildir. Daha da önemli olan insanların kendi kendilerini yönetme biçimleridir.

Platon için mükemmel bir devletin ve toplumun entelektüel başarısı, maddi refah ya da güçten önemlidir. Bu noktayı vurgulamak için esaslı bir hikâye anlatması da Platon'un bir öğretmen olarak üstünlüğünü gösterir.

EDEBİYAT VE ATLANTİS

Atlantis efsanesi, Ortaçağ'da Yunanlılar'dan Arap coğrafyacılara, onlardan da Avrupalı yazarlara geçmiştir. Montaigne, Buffon ve Voltaire gibi yazarlar bile bu efsaneye inanmışlardır.

Atlantis efsanesinin etkisiyle çok sayıda edebi yapıtlar da yazılmıştır. Francis Bacon'un fizik bilimlerinin ideal devletini betimleyen "Nova Atlantis (Yeni Atlantis)", İsveçli Rudbeck'in "Atland eller Mahneim (Atlantis ya da Mahneim)", Kristof Kolomb'u, yitik eski kıtaları aramaya çıkan biri olarak tasarlayan Katalan yazar Jacinto Verdaguer'in "L'Atlantida" adlı şiiri, Gerhardt Hauptmann'ın aynı efsaneyi simgeleştirerek, bir kadın oyuncuya âşık olan bir bilim adamının psikolojisine uyguladığı romanı Atlantis ve P. Benoit'in "Atlantide" adlı kitapları bunlardan bazılarıdır.

Ayrıca jeoloji biliminde Atlantis adı resmi olarak, Atlas Okyanusu'nun yerinde bulunduğu varsayılan karalara verilen bir addır.
 

MozoLe Miяach

Çǿκ کε√díκ طę ∂طí
Kutsal Ahit Sandığı



Sandığın tekerlekli bir araba üzerindeki klasik görünümü: Celile'de Kafernaum'daki sinagogda 4. yüzyıldan kalma bir röliyef. Sandık burada kaplama kapılı, kenarları sütunlu bir Bizans tapınağı olarak betimlenmiş.


Zaman: İÖ 13. yüzyıl?
Mekân: İsrail

Ve vaki olurdu ki, sandık göç ettiği zaman Musa derdi: Kalk, ya Rab ve düşmanların dağılsınlar ve senden nefret edenler senin önünden kaçsınlar. Ve konduğu zaman derdi; Ya Rab, İsrail'in on binlerce binlerine dön. SAYILAR 10: 35-36

Eski İsrail tarihçelerinde Kutsal Ahit Sandığı, pek çok rolü üstlenmiş muamma bir olgudur. İsrailoğulları Mısır'dan çıktıktan hemen sonra çölde yapılan Kutsal Ahit Sandığı, Tanrı'nın Sina Dağı'nda Musa'ya verdiği Ahit Levhaları'nın taşındığı kutuydu. Levhalar ve onların içinde bulunduğu sandık böylece Tanrı ile İsrailoğulları arasındaki ahdin tanıklığıydı. Tanrı'nın kesin buyruğu üzerine (Çıkış 25: 10) sandık akasya ağacından yapılmıştı, uzunluğu iki buçuk, eni bir buçuk ve yüksekliği de bir buçuk arşındı, içi ve dışı saf altınla kaplıydı ve üzerinde altın pervaz vardı.

Altın kapağının üstünde kanatlarıyla sandığı koruyan iki çocuk melek vardı. Sandığın kenarındaki halkalara, akasya ağacından, altın kaplama sırıklar takılır ve sandık bu sırıklarla taşınırdı. Kollar sandığın halkalarında takılı kalır, ondan ayrılmaz ve Tanrı'nın verdiği şehadet sandığın içinde saklanırdı. Sandık gidilen her yere taşınacak ve kamp kurulduğu zaman tam orta yerde bulunan, halis altın iplikle dokunmuş ve "Kefaret Örtüsü" de denilen bir örtünün altında korunacaktı.

Çıkış 25: 22'de Tanrı Musa'ya şöyle der: "Ve seninle orada buluşacağım ve seninle Kefaret Örtüsü Üzerinden, Kutsal Ahit Sandığı üstündeki melekler arasından söyleşeceğim." Bu nedenle sandık kimi zaman Tanrı'nın ayak taburesi ve kimi zaman da Merhamet İskemlesi olarak görülür.

İsrailoğulları'nı Kenan ülkesine götüren ve oraya vardıktan sonra Eriha'nın düşüşünde aracı olan sandıktı. Sandık kendi başına da savaşabilirdi ve bir keresinde Ebenezer Savaşı'nda Filistinliler tarafından ele geçirildiğinde sahte bir putu parçalamıştı. Hatta kendisine izin verilmeden dokunan bir İsrailoğlu'nu bile öldürmüştü.

Kutsal Ahit Sandığı daha sonra Kral Davud tarafından Kudüs'e getirildi ve daha sonra Süleyman tarafından yeni tapınağının en kutsal yerine yerleştirildi. Sandık milletin en değerli ve önemli malı ve atalarının Tanrı ile girdiği özel ahit ilişkisinin güçlü bir hatırlatıcısıydı.


(Solda) Kutsal Ahit Sandığı, geleneksel olarak savaşlarda taşınırdı. Jean Fouquet'nin (1425-80) bu tablosunda sandık, Eriha çevresinde dolaştırılarak İsrailliler'in kenti ele geçirmelerine yardımcı oluyor. (Sağda) Suriye'de Dura-Europos'ta 3. yüzyıldan kalma sinagogdan bir freskte Filistinliler sandığı gönderiyorlar.

SANDIĞIN AKIBETİ

Ancak bu, Kutsal Ahit Sandığı'nı saran mistikliğin yalnızca başlangıcıdır. Zaman boyunca farklı kültürel geçmişten insanların hayallerine hâkim olan Sandık efsanesi âdeta canlı bir durum almıştır.

Çok kimse sandığın Babilliler'in Kudüs'ü İÖ 587/6'da ele geçirip yıktıkları zaman yok edildiğine inanır. Ancak daha sonraki yıllarda Hahamlar, sandığın kaderi hakkında farklı görüşleri benimsemişlerdir. Peygamber Yeremya'nın sandığı Nebo Dağı'na sakladığına, Kral Yeşua'nın (İÖ 639-609) Tapınak Dağı'nın bir mağarasına gizlediğine, Kral Yehoaş'ın Babil'e sürgüne giderken yanında götürdüğüne inanılır. En garip inanç da sandığın sunak ateşi için odunların depolandığı odun sundurmasının altına saklanmış olduğudur.


(Solda) Roma'da Titus Kemeri'nden röliyef. Muzaffer Roma askerleri 70 yılında Kudüs'ü yağmaladıktan sonra tapınak eşyalarını götürüyorlar. Son zamanlardaki bir kurama göre sandık, Romalılar tapınağı yakmadan önce Lût Gölü kıyısındaki Kumran'a kaçırılmıştır. (Sağda) İÖ 9.-8. yüzyıldan kalma küçük bir fildişi panoda bir sfenks. Belki de sandığı koruyan melekler buna benziyorlardı.

Diğer başka garip inanışlar da vardır. Diğer pek çok şeyin yanı sıra sandığın Tapınak Dağı'na döneceği ve Mesih Çağı'nı kabul için yapılacak yeni bir tapınağın en kutsal yerine yerleştirileceğine inanılmaktadır. Eski Arap vakanüvisleri sandığın Arabistan'da güvenli bir yere götürüldüğünü yazarlar. Tapınak Şövalyeleri, Haçlı Seferi sırasında Kudüs'ü ele geçirdiklerinde sandığı aramışlar ama bulamamışlardır. Yine sandığın Vatikan mahzenlerinde saklandığı iddia edilmiştir.

Bazıları onun Mısır Firavunu Şişak (Şoşenk olarak da bilinir, İÖ 945-924) Kenan ülkesine girdiğinde götürüldüğünü düşünürler. Yakın zamanlarda ileri sürülen bir kurama göre Romalılar 70 yılında ikinci tapınağı yaktıklarında sandık yeraltı tünellerinden otuz kilometre ötedeki Kumran civarına taşınmıştır ve hâlâ orada gömülüdür.

Bir başka efsaneye göre sandık, tapınağa yerleştirildikten hemen sonra çalınmış ve Kral Süleyman ile Seba Kraliçesi'nin oğlu Menelek tarafından Habeşistan'a götürülmüştür. Habeşistan'daki Falaşalar, sandığa Habeşistan'a götürülürken eşlik eden Yahudiler'in soyundan geldiklerini iddia etmektedirler.

Habeş hükümdarının geleneksel unvanlarından biri de "Yahuda Aslanı"ydı ve eski Habeş kraliyet ailesi Davud ile Süleyman'ın soyundan geldiklerini iddia ederlerdi. Habeş Kilisesi yüzyıllardır sandığın kendi aralarında saklı olduğunu söylemiştir.

Kutsal Ahit Sandığı efsanelerinin esrarı ne olursa olsun, özgün sandığın Musa'nın zamanından günümüze kadar 3000 yıldır kalmış olması mümkün değildir. Büyük bir olasılıkla sandık, Babilliler İÖ 587 yılında Kudüs'ü ele geçirip Süleyman tapınağını yerle bir ettikleri zaman imha edilmiştir.


Theseus ve Minotauros

Zaman: Efsanevi/Tunç Çağı
Mekân: Ege Denizi'nde Girit

Böylece Minos, utancını gizlemek için canavarı bir hapishanede saklamaya karar verdi ve büyük yetenek sahibi ünlü mimar Daedalos'un çizimiyle bir yer yaptı. Bu hapishane gözleri aldatan labirent geçitleriyle... OVİDÎUS, 1. YÜZYIL

Theseus ve Minotauros hikâyesinin (ki, bazı bölümleri İÖ 6. yüzyıl sonralarına kadar izlenebilir) İÖ 2. yüzyıl kaynağı Atinalı Apollodoros'a göre Theseus, Atina'nın eski bir kralıydı. Babası ölümlü kral Aigeus ise de, "biyolojik babası"nın Tanrı Poseidon olduğu iddia edilmiştir.

Theseus'un hikâyesinin ana konusu bir gencin çeşitli güçlüklerle başederek ergenliğe erişmesidir. Yunan mitolojisinde çok rastlanıldığı üzere erkekliğe giden yol gurur, ironi ve hüzünle kaplıdır. Ancak bu hikâyenin başka bir tarihsel gerçeği var mıdır?

Theseus'un Troizen köyünde doğumundan sonra Aigeus, yeğenleri Pallasoğulları'nın intikamından korktuğu için çocuğunu Atina'ya götürmemişti. Troizen'den ayrılırken, büyük bir kayanın altına kılıcını ve sandaletlerini gizlemiş ve karısı Aithra'ya çocuğu bu nesneleri kayanın altından tek başına çıkartacak kadar büyüyene ve güçlenene kadar köyde tutmasını söylemişti. Ancak bu işi başardıktan sonra Theseus'un Atina'ya babasının yanına gitmeye izni olacaktı.

Theseus on altı yaşına geldiğinde güçlü kuvvetli bir delikanlı oldu. Annesi Aithra da onu kayanın yanına götürdü. Delikanlı kayayı kolayca kaldırıp babasının eşyalarını aldı. Bu görevi başardıktan sonra aldığı talimat uyarınca Atina'ya gitmeye karar verdi. Aithra onun deniz yoluyla gitmesini istiyorsa da, Theseus haydutlar, yolkesenler ve vahşi hayvanlarla dolu tehlikeli kara yolunu seçti.

Beklenildiği gibi yol boyunca pek çok tehlikeyle karşılaştı ve hepsinin üstesinden geldi. Büyük gücünü ve kurnazlığını kullanan Theseus, başka kahramanlıkların yanı sıra Periphates'i öldürüp onun gürzünü elinden aldı, eşkıya Skiron'u yenerek denize attı, kötü yürekli Prokrustes'i öldürdü, "Crommion'un vahşi dişi domuzu"nu imha etti.


(Solda) Theseus, Minotauros'a bu göz kamaştırıcı labirentin ortasında öldürücü darbeyi vurmaya hazırlanıyor. Salzburg yakınlarında bir Roma villasından mozaik, 400 yılları civarı. (Sağda) İÖ yaklaşık 500-413 yıllarına ait Knossos'tan gümüş bir sikkede koşan Minatauros, efsane ile süregelen ilişkiyi gösteriyor.


ATİNA'NIN KAN BEDELİ: MİNOTAUROS'U BESLEMEK

Theseus, Atina'ya geldiğinde ülkesine çöken büyük bir felaketle karşılaştı. Uzun yıllar önce -Apollodoros, Troya Savaşı'ndan üç kuşak önce der- Girit Kralı Minos'un oğlu Androgeas, Atina'ya karşı bir savaşta öldürülmüştü. Kral Minos öfkesi ve yası için kan parası istedi ve Atinalılar da Girit'le daha büyük bir çatışmaya girmemek için bunu kabul ettiler. Her yıl (efsanenin bazı anlatımlarında dokuz yılda bir kere) Atinalı yedi genç erkek ve yedi genç kız Girit'e götürülecekler ve burada yarı insan yarı boğa Minotauros'a yem olmak üzere verilecekler ve o da onları Labyrenthos (labirent) hapishanesinde öldürecekti.



Knossos Sarayı'ndaki bu duvar resminde bir törende genç cambazlar ve saldıran boğa. Bu tür uygulamalar Atina gençlerinin Minotauros'a kurban edilmeleri hikâyesinin temeli olabilir mi?

Minotauros'un kökeni Kral Minos'un tanrıları kandırma boş çabasına kadar izlenebilir. Minos, tanrılara kurban edeceği kusursuz bir boğa için dua etmiş, Poseidon da buna razı gelmişti. Boğa o kadar muhteşem bir hayvandı ki, Minos onu kendine saklayıp daha az kusursuz bir hayvan kurban etmeye karar verdi.

Poseidon, Minos'un yaptığı işi anlayarak ona bir ceza verdi. Öfkeli Tanrı'nın Minos'un karısı Pasiphae'ye yaptığı büyü nedeniyle kadın tanrısal boğaya âşık oldu. Boğayla birleşmesi sonrası hamile kalıp Minotauros'u doğurdu. Minos ünlü mimar Daedalos'a Minotauros'un hapsedileceği karmaşık bir Labyrenthos inşa ettirdi ve böylece Girit halkı bu yarı insan yarı boğa yaratığın tahribatından korunmuş oldu.

Theseus Atina'ya vardığında, son kurban grubu kendilerini Girit'e ve ölümlerine götürecek olan kara yelkenli gemiye binmek üzereydi. Theseus, Minotauros'u yenip bu korkunç kurban işine son vereceğine inanarak seçilmişlerden birinin yerine geçmek istedi. Kral Aigeus oğlunu vazgeçirmeye çalıştı ama sonunda bir şartla isteğini kabul etti: Theseus, Minotauros'u öldürüp Labyrenthos'tan kurtulabilirse Girit gemisiyle muzaffer olarak Atina'ya dönerken babasının başardığım anlaması için kara yelkenler yerine beyaz yelkenler takacaktı.

Theseus ile diğerleri Girit'e varınca Labyrenthos'a götürüldüler. Kral Minos ile Pasiphae'nin kızı kurnaz Ariadne, Theseus'u görür görmez ona âşık oldu ve Labyrenthos'ta kaybolmasını önlemek için basit bir strateji geliştirdi.

Theseus uyumakta olan Minotauros'a erişinceye kadar kızın verdiği ipek iplik yumağını boşalttı. Minotauros uyandı ve çok şiddetli bir mücadeleden sonra Theseus canavarı öldürdü. Sonra ipi izleyerek kapıya ulaştı ve Atina'ya döndü. Ancak ne yazık ki yelkenleri değiştirmeyi unutmuştu. Aigeus kara yelkenleri görünce, oğlunun öldüğünü düşündü ve acısından yüksek bir yardan denize atlayarak hayatına son verdi.


(Solda) Genelde kalpsiz bir canavar olarak resmedilmesine rağmen G. F. Watts'ın Minotauros'u burada hüzünlü görünmektedir. (Sağda) Theseus, Minotauros'u öldürdükten sonra cansız gövdesi üzerinde dinleniyor. Antonio Canova'nın heykeli, 1781-83.

THESEUS VE MİNOTAUROS: GERÇEK PAYI VAR MI?

Girit'teki bu efsane konusunda herhangi bir arkeolojik kanıt var mıdır? Yarı insan yarı boğa yaratığı bir kenara bırakırsak Apollodoros'un Girit'te Kral Minos'tan söz etmesinin ilginç olduğunu görürüz. Girit'te Knossos'ta 1900 yılında Sir Arthur Evans'ın başlattığı arkeolojik kazılar daha önce bilinmeyen bir uygarlığın varlığını ortaya çıkarmıştır.

Evans buna Kral Minos'un adıyla Minos uygarlığı adını vermiş ve doruk noktasına İÖ 50 ile 1420 arasında eriştiğini saptamıştır. Eski Giritliler'in boğaların nemli rol oynadığı bir dinleri vardı. Knossos'ta çok büyük bir Minos sarayındaki bir freskte bir dini tören olabilecek bir sahnede cambazlar bir boğanın üzerinde takla atmaktadırlar. Sarayın duvarları kireçtaşından stilize edilmiş büyük boğa boynuzlarıyla süslüdür. Sarayda bulunmuş tören kapları boğa başı biçiminde yapılmıştır.

Knossos Sarayı'nın planı da 20 bin metrekareye yayılmış yüzlerce, belki de bin odalı bir labirent görünümündedir. Bu gerçek bir labirent olup insanlar tapınak ile Minotauros'un Labyrenthos'u arasındaki ilişkiyi çok eskiden beri kurmuşlardı. İÖ 500 yılında, tapınak çoktan terk edilmiş olduğu sırada Giritliler, bir yüzünde Minotauros bir yüzünde bir labirent olan paralar basmışlardı.

Bu nedenle Theseus ve Minotauros efsanesinin, efsane dürbünüyle bakılan gerçek bir tarih olayını taşıdığı düşünülebilir. Hikâye Yunanlılar'ın Minos uygarlığına tabi olduğu bir dönemi yansıtıyor olabilir ve Minotauros'un Labyrenthos'u da, Knossos'taki kazılar sonrası ortaya çıkan Tunç Çağı saray-tapınağının karmaşık oda düzeninin mitolojik yorumu olabilir.

Araştırmacılar Rodney Castleden ve J. Lesley Fitton, Theseus'un Minotauros'u öldürüp Yunanlılar'ın Minoslular'a ödedikleri korkunç kan parasına son vermelerinin Yunan uygarlığının yükselerek Minoslular'ın Tunç Çağı boyunduruğundan kurtulmalarının efsanevi bir mecazı olduğunu iddia etmektedirler.

Girit dönüşü Theseus'un kral oluşu, tanrıça Athena şerefine Panathencia, Poseidon şerefine de İsthos şenliklerini düzenlemesi, halkın çıkarlarını gözeten, zenginlerle soyluların ayrıcalıklarını kısıtlayan toplumsal yasalar çıkarması, bir yanda çeşitli yiğitliklerini sürdürmesi, hatta arkadaşı Lapith kralı Peirithos'la birlikte Argonautlar'ın seferlerine katılması, Kalydon avına gitmesi, Oidipus'u Attika'ya kabul edip rahatça ölmesini sağlaması başka efsanevi özelliklerindendir.


(Solda) Knossos'tan boğa başlı törensel sıvı kabı. Minoslular'ın sanatında sık sık boğa simgelerine rastlanılması bunların büyük dini önemlerine işaret etmektedir. Yunanlılar'ın yarı insan yarı boğa Minotauros efsanesinin kaynağı bu olabilir. (Sağda) Knossos Sarayının planı: Merkezdeki büyük bir avlu çevresinde koridorlardan ve odalardan oluşan bir labirent.
 

MozoLe Miяach

Çǿκ کε√díκ طę ∂طí
Kral Arthur ve Kutsal Kâse (1.Bölüm)

Kral Arthur rolünde Clive Owen


Aynı Filmden başka bir sahne


Zaman: 400-600 yılları
Mekân: Britanya

Eğer tam olarak ne olduğunu görebilsek kendimizi, Odisseia ya da Eski Ahit kadar iyi bir temele dayanan, esin kaynağından ve insanlığın mirasından kopması imkânsız bir konuyla karşı karşıya bulurduk. Bunların hepsi gerçektir, gerçek olmalıdır ve ayrıca gerçek olması daha çok ve daha iyidir. WINSTON CHURCHILL, 1956

Kral arthur efsaneleri "gerçek" midir? Ve bunlar tarihi gerçekleri yansıtmakta mıdır? Çağdaş Arthur meraklılarının çoğu, Churchill'in bu saptırıcı özdeyişi karşısında pek rahat değillerdir. Bu insanlar elimizdeki tarihi ve arkeolojik kanıtlarla Arthur'un varlığını kanıtlamamız "gerektiğine" inanmaktadırlar. Ancak bu, sorunu daraltmak olur. Arthur esrarının "gerçeği" yalnızca tarih ve arkeolojide değil, aynı zamanda mitolojide, folklorda, edebi eleştiride ve diğer disiplinlerdedir. Camelot'yu araştırırken bir değil pek çok Arthur ile karşılaşmaya hazır olmalıdır.

Tarihi bir Arthur bir olasılık ise de, sağlam kanıt eksikliği vardır. Arthur'un eylemlerinin ilk yazılı kayıtları -Annales Cambriae (Galler Tarihi Olayları) ve ünlü Historia Brittonum (Britanyalılar'ın Tarihi)- 8. ve 9. yüzyıllarda Arthur'un ölümü için verilen tarihten (Annales Cambriae'de 537) 300 yıl sonra yazılmıştır.

Arthur'dan söz edilen Gal şiiri Y Gododdin daha eski olabilir (şiir sözlü olarak 600 yıllarında söylenmeye başlamıştır) ancak yazılı olarak 13. yüzyılda görülür. Arthur'un varlığı konusunda bir ilk kaynak yoktur. Altıncı yüzyıl başlarında yazan Britanyalı Gildas, Arthur'dan söz etmez, iki yüzyıl sonra Gildas ve diğer birincil kaynaklara dayanarak ünlü tarihini yazan Bede de, Arthur'dan söz etmemektedir. Çağından kalma belge olmayınca tarihçiler de Arthur'un varlığını güçlü bir biçimde savunamamışlardır.


(Solda) Glastonbury Tor bir zamanlar bataklıkla çevriliydi ve Ortaçağ'da Avalon Adası olarak bilinirdi. (Sağda) Cornwall'da "Tintagef Adası" olarak bilinen kayalık burnun havadan görünüşü.

ARTHUR VE ARKEOLOJİ

Glaston manastırında keşişler 1191'de eski mezarlıklarını kazınca ilginç bir mezarla karşılaştılar, îçi oyuk bir kütük tabutta iriyarı bir erkekle sarı saçları hâlâ duran bir kadının kemikleri vardı. Mezarın yanındaki devrilmiş bir kurşun haçın üzerinde Latince bir yazı okunuyordu: Hic iacet sepultus incli-tus ıex Arturius in insula Avalonia (Burada Avalon Adası'nda ünlü Kral Arthur yatıyor).

Bu kazı konusu tartışmalı olmasaydı, Arthur ve Avalon konularının fazla bir esrarı olmayacaktı. Ancak Glastonbury keşişleri ne aradıklarını biliyorlardı -bir ozan, hamileri Kral II. Henry'yi sözde "uyarmıştı"- ve Arthur'un kemiklerinin bulunması, manastırı yeniden inşa edecek geliri sağlayacak hacıların akmasını sağlayacaktı.

Arthur'u Avrupa'da meşhur eden kitap -Monmouth'lu Geoffrey'in History of the Kings of Britain'i (1136'da yazılmıştı)- o sırada çağdaş bilimadamları tarafından eleştirilmekteydi. Ayrıca günümüz bilimadamları da haçtaki (ki kemiklerle birlikte o da kayıptır) harflerin Arthur'un sözde yaşadığı çağdan çok sonrasına ait olduğunu ve keşişlerin sahtekârlık yaptığına kanaat getirmişlerdir.

Sahtekâr olsun ya da olmasınlar, Glastonbury keşişleri Arthur'un var olup olmadığı konusunda maddi delil arayan ilk kişilerdi. Camelot araştırması ilk eski çağ araştırmacılarını büyülemiş, bunlar Güney Cadbury gibi yerlerle Arthur'u ilişkilendirmişlerdi. Ancak 20. yüzyılda modern arkeolojinin gelişmesiyle "Arthur Çağı" hakkında (5 ve 7. yüzyıllar) yeni ve ikna edici kanıtlar ortaya çıkmaya başladı.

İlk keşif Cornwall'da Tintagel'de, Geoffrey'in History'sinde Arthur'un doğum yeri olarak gösterilen bölgede yapıldı. Ralegh Radford'un kazıları daha sonraki Norman şatosunun altında taştan yapılma birkaç küçük bina ile binlerce çömlek parçasını ortaya çıkardı. Yapılarda dikkati çekecek bir şey yoksa da, çanak çömlek parçaları 5. yüzyıldan 7. yüzyıla kadar Doğu Akdeniz'den ve Kuzey Afrika'dan getirtilen zarif sofra takımlarıyla amforalara (şarap ve yağ kapları olmalıydı) aitti.

Radford, Tintagel'i, Britanya'nın Roma İmparatorluğu'nun bir eyaleti olması sona erdikten yüzyıl sonra, keşişleri Akdeniz dünyasıyla ticaret yapan bir Kelt manastırı olarak yorumladı. Daha yakın zamanlarda bilimadamları Tintagel'i vergi alan ve çevresindekilere armağanlar dağıtan güçlü bir reisin üssü olarak görmektedirler. Bu reis Arthur muydu?

Tintagel'de yapılan son kazılarda daha pek çok küçük bina çıkmış ve bir kanalizasyon hendeğini örten arduvaz levha üzerindeki Latince ARTOGNOV kelimesine rastlanılmıştır. Bunun Galli karşılığı Arthnou demektir. Bu, Arthur'un varlığına işaret etmezse de, altıncı yüzyılda Tintagel'de Latince okuryazarlığının ve düzenli bir mühendisliğin varolduğunun kanıtıdır.

Dikkatleri çeken diğer bir kazı da Leslie Alcock'un 1960lı yılların sonunda Güney Cadbury'deki çalışmasıdır. Yüzyıllardır "Camelot" olarak bilinen bir yerde Alcock, bir tepeye inşa edilmiş Demir Devri'nden kalma bir kale kazısında burasının Neolitik Dönem'den Geç Sakson dönemine kadar iskân edilmiş olduğunu saptamıştır.

"Arthur" döneminde (5. ve 6. yüzyıllar) kale tahkim edilmiş, çevredeki düzlükte yeni binalar ve bu arada büyük bir "şölen" salonu yapılmıştır. Burada Tintagel'de bulunanların eşi çanak çömlek parçalarının bulunması Güney Cadbury'nin de 5. ve 6. yüzyıllarda lüks mallar ticaretinde faal olduğunu göstermiştir. Ayrıca, yeni surları inşa etmek ve korumak için gerekecek insangücü önemli bir yerel kralın varlığına da işaret etmektedir.


(Solda) Winchester Yuvarlak Masası: 13. ya da 14. yüzyılda yapılmış olan bu büyük meşe ağacından masa, VIII. Henry'nin hükümdarlığı zamanında yapılmıştır (Arthur burada, bir Tudor Kralı'na benzemektedir). (Sağda) Tintagel'de C bölgesinde kazı yapan Glasgow Üniversitesi ekibi.


Kral Arthur ve Kutsal Kâse (2.Bölüm)

KUTSAL KÂSE

Myrddin (Merlin) ve Tristan ile Isolde efsaneleri gibi Kutsal Kâse de Arthur efsanelerine daha sonraları eklenen bağımsız bir efsane olabilir. Kâse, 1190 yıllarında Chretien de Troyes tarafından yazılan Fransız şiiri Perceval'de. ilk ortaya çıktığında sakat Balıkçı Kral'ın şatosunda, içinde ayin ekmekleri sunulan süslü bir tabaktır (Eski Fransızca'da graal). Şiir yarım kaldığı için daha sonraki yazarlara kâseyi çok çeşitli biçimlerde sunma özgürlüğü tanınmıştır. Bunlardan bazıları Hıristiyanlık öncesi, Kelt'lerin tılsımlı kazanlar masallarını yansıtır.

Ancak bu masalların en popüleri, kâseyi Son Yemek'in kupasıyla, san graal ya da "kutsal kâse"yle ilişkilendirendir. Ortaçağ söylencelerine göre bu kutsal emanet, Arimethalı Yusuf'un eline geçmiş, onun ailesi de bunu Glastonbury'de adanın ilk Hıristiyan cemaatinin kurulması sırasında Britanya'ya getirmiştir.

Hiç kuşkusuz Glastonbury keşişleri bu efsanenin oluşmasında üzerlerine düşen rolü oynamışlardır. Yine de arkeologlar Glastonbury'de bu ilk Hıristiyan cemaati söylencesinin doğru olup olmadığını merak etmişlerdir. Ralegh Radford 1950'li yılların sonunda manastırın bazı bölümlerinde kazılar yapmıştır. Sakson binalarının altında çok eski zamanlardan kalma bazı yapılar bulmuş ve bunları kurucuların kilisesi olarak tanımlamıştır.

Ayrıca, eski mezarlıklarda Glastonbury keşişlerinin gerçekten dedikleri yerlerde kazılar yapıp eski zamanlardan kalma mezarlar bulduklarını saptamıştır. On yıl sonra Philip Rahtz, yakınlardaki Glastonbury Tor'da yaptığı kazılarda ahşap bina kalıntıları, maden işçiliği molozları ve bu iskânı Arthur dönemine kadar geri götürmesini sağlayan çömlek parçaları bulmuştur.


(Solda) Tintagel'de 1998'de yapılan kazılarda Artognov adının yazılı olduğu taş levha. (Sağda) 8. yüzyıl yapımı olan süslü Ardagh Kupası pek çok çağdaş yazarın Kutsal Kâse imajıdır.

BİR ZAMANLARIN VE GELECEĞİN KRALI

Bu arkeolojik faaliyetlere rağmen tarihi bir Arthur'la özdeşleştirilecek herhangi bir şey bulunmuş değildir. Bu arada, İngiltere ve Amerika'da bir Arthur kitapları sanayii başını alıp yürümüştür. Bu detektif hikâyelerini andıran eserlerde çeşitli Arthur adayları vardır: 2. yüzyıl Romalı generali Lucius Artorius Castus, Bröton savaşbeyi Riothamus, Gwynedd adında pek bilinmeyen bir Galler kralı ve İskoç kralı Âedân mac Gabrâin'in oğlu Artuir.

Bu arada yerel turizm şirketleri, Arthur'un Cornwallı mı, Galli mi, yoksa İskoç mu ilan edileceğini merakla beklemektedirler!

Arthur'un bir parçasını elde etme çabası yeni bir şey değildir. Ünlü İngiliz kralı Aslan Yürekli Richard, bizzat katıldığı Haçlı Seferi sırasında bir yoldaşına, Excalibur olduğu söylenen bir kılıç vermiştir, VIII. Henry, imparator V. Şarl'a Winchester Sarayı'nda asılı olan "gerçek" Yuvarlak Masa" tablosunu (ancak tabloda Henry'nin kendisinin tıpatıp benzeri vardır) göstermiştir.

Hem İngiliz hem de Galli prensler, kendi siyasal hedeflerini desteklemek için Merlin'in Arthur hakkındaki kehanetlerini kullanmışlardır ve Spenser ve Alfred Tennyson gibi çok sonraki şairler hüküm sürmekte olan kralların zaferlerini büyütmek için Arthur hakkında yeni hikâyeler yazmışlardır. Ortaçağ efsanelerinin çoğunda Arthur'un sonu bir gizlilik perdesiyle örtülü olduğu için, kendisi, her kuşakta yeniden ortaya atılıp tartışılacak, kusursuz bir "geçmişin ve geleceğin" kralıdır.
 

MozoLe Miяach

Çǿκ کε√díκ طę ∂طí
Kıyamet 2012'de mi?


Zaman: 250-909
Mekân: Orta Amerika

Ve yine bir aşağılanma, yıkım ve yok olma geliyor... Gökyüzünden reçine yağmuru yağdı. Yüz Oyan adında biri geldi: Onların gözlerini çıkardı. Kan Akıtıcı geldi: Kafalarını kopardı. POPOLVUH, 16. YÜZYIL.

2012 aralık ayında dünyada yaşayan insanlar korkunç bir felaketle yeryüzünden silinecekler. Son yangınlara, sel ve şeytanların istilasına bakarak bunun beklenmedik ve korkunç bir biçimde geleceği söylenebilir. En azından eski Maya takviminin "nihai geri sayımı"na girerken bunları beklememiz gerektiği söylenmektedir.

Belki bir iki gün farkla o kader ayının 23. günü, Uzun Sayı döngüsünün 13 Bak'tun'unun sonuncu günü olacak ve böylece İÖ 3114 yılında böyle bir olayla başlayan 1.872.000 günlük yolculuğunu tamamlayacaktır. Bu gayet ayrıntılı sistem hakkında ne biliyoruz ve Mayalar 2012'de ne olacağını düşünmüşlerdi?


(Solda) Bir hiyeroglif kitabı olan Dresden Codex'inden bu sahnede, yeryüzünün tufanla yok edilmesi görülmektedir Bir gökyüzü kaymanı ve yaşlı bir tanrıça, Tanrı L'nin üzerine su döküyor. (Sağda) Bu boyalı vazoda Ait Dünya'nın puro içen tanrısı Tanrı L'nin, İÖ 3114 yılındaki son yaratılışta önemli bir törene başkanlık etmesi gösterilmektedir. Siyah zeminin, ışığın gelmesinden önceki ilk dünyayı simgelediği sanılmaktadır.


Quirigua kentindeki Dikilitaş C adı verilen anıtta, İÖ 3114 yılındaki yaratılış olayları en iyi şekilde tanımlanmıştır. Bir yanında 13 Bak'tun'un tamamlanması anlatılmaktadır (ayrıntı). Üç nokta ve iki çizgiden oluşan 13 sayısında (farklı renkte) her nokta biri ve çizgi de beşi simgelemektedir.

Orta Amerika'nın eski uygarlıklarından en gelişmişi ve okuryazarı olan Mayalar, döngüsel bir evrene inanırlardı. Onlara göre evren birbirini izleyen yaratılışlar ve yokoluşlar yaşamıştı. Bu fikirlerin en iyi kaynağı, Guatemala yaylalarının Quiche Mayaları tarafından herhalde 16. yüzyılda (belki de hiyeroglifle yazılmış özgününe dayanarak) yazdıkları Popol Vuh ya da "Danışma Kitabı"dır.

Kitap göğün ve yeryüzünün ayrılıp ilk ışığın dünyaya düşmesiyle başlar. Yaratıcı Tanrılar ondan sonra dünyayı insanla doldurmaya çalışırlar. İlk çabaları yeryüzünün hayvanlarını oluşturur, ancak bunlar konuşamadıkları ve yaratıcılarını övemedikleri için başarısızlık olarak ormana sürülürler. İkinci denemede kilden insanlar yaparlar ama anlamsızca saçmalamaya ve bedenleri dökülmeye başlayınca onları parçalarlar. Üçüncü yaratılışında insanlar tahtadan yapılır ama bu kere de ruhları yoktur ve yaratanlarını unuturlar.

Tanrılar onları imha etmek için yalnızca tufan, ateş ve şeytan göndermekle kalmayıp kap kaçaklarını bile onlara karşı ayaklandırırlar ve yüzlerini taşlarla parçalarlar. Sonunda tanrılar hayatın ana maddesi olarak mısır mayasını denerler ve şimdiki insan yaratılmış olur.

Popol Vuh efsanesinde, Maya uygarlığının doruk noktası olan klasik dönemin (250-909) sanatından daha pek çok şey vardır, ancak burada çok daha eski çağların fikirlerinin de bulunduğu açıkça görülmektedir. Klasik Mayalar, döngüsel bir evrene inanıyorlardıysa, o halde hem yaratılışın hem de kıyametin zamanlaması Uzun Sayı takvimlerinde şifreli olarak yer almış bulunmalıdır.

Bu sistemin ne zaman ya da nerede icat edildiği bilinmemektedir. Ancak şu anda elimizde olan en eski tarih İÖ 32'dir. Uzun Sayı tarihleri beş rakamlı olarak yazılır ve genelde bizim onlu sistemimiz yerine 20'li bir temel kullanır. En yüksek değer normalde Bak'tun'du -144.000 günlük bir birim- ama biz pek az ifade edilen ve 13 katsayısıyla gösterilen 19 daha yüksek sistem olduğunu biliyoruz. Böylece Uzun Sayı'nın tümü akıl almaz bir boyuta ulaşıyor ve trilyonlarca yılı kapsıyordu (evrenimizin varoluşundan çok daha uzun bir süre).

Arkeolojideki gelişmeler sonrasında, Maya yazısını çözmekte gerçekleştirilen ilerlemeler, son 13 Bak'tun olan İÖ 3114 yılının olayları hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamıştır. Burada üzerinde durulan şey yoketme değil, yaratmadır: Tanrılar'ın "düzenlenme"si, merkezi bir "ocak" oluşturulması ve "taşların ekilmesi" vardır. Bu gerçek bir sıfır yılı olmadığından, kitabelerde İÖ 3114 yılından çok önceki efsanevi olaylardan da söz edilmektedir.

Aynı biçimde Mayalar'ın gelecek için hesapladıkları tarihlerde 4772 yılında bir kraliyet yıldönümü kutlanacaktır. Böylece 2012'nin "zamanın sonu"nu temsil ettiğini söylemenin bir anlamı olamaz.

Yalnızca Tortuguero'da bulunan bir yazıtta, 13 Bak'tun'un 2012'de sona ereceği kehanetinde bulunulmaktadır. Ne yazık ki, taş hasarlıdır ve kısmen okunabilmektedir. Tanınmış bir Maya Tanrısı olan b'olon okte'den sözederken "yem" (inen) ekini kullanmaktadır. Bu, Postklasik Dönem'de (909-1697) Maya sanatında çok popüler olan Dalan tanrı imajını hatırlatmaktadır.

Tahmin edeceğimiz, hatta bildiğiniz gibi Uzun Sayı, geniş vizyonunun ancak bir kısmını görecek kadar yaşamıştır. Meksika'da Tonina'da son tarih 909'da kazınmıştı, çünkü bir önceki yüzyılda bölgeyi kasıp kavuran toplumsal, ekolojik ve demografik kriz, klasik uygarlığı sona erdirmişti.

Ancak 16. yüzyıl olaylarıyla kıyaslanınca bu felaket hafif kalmaktadır. Bu tarihten sonraki Avrupalılar'ın istilası, bütün Amerika yerlileri için olduğu gibi, sayısız Maya için de bir ölüm fermanıydı. Hastalıklarla kırılmış, işkence ve ölüm tehdidiyle yeni bir dine, Hıristiyanlık'a girmeye zorlanmış ve geleneksel öğretinin hemen hemen tamamen silinmiş olmasıyla bu felaket, eski kehanetlere değer bir felaketti.
 

MozoLe Miяach

Çǿκ کε√díκ طę ∂طí
Düş-Zamanı Anıları


Zaman: Ebedi
Mekân: Avustralya

Avustralya Aborijin sanatı bütün dünyaya sunulmuş dünyanın son büyük sanat geleneğidir. WALLY CARAUNA, 1993

Avrupalılar 1788'de Brîtanya Birinci Filosu'nun Botany Körfezine çıkmasıyla Avustralya'yı ele geçirdiklerinde, ülkeyi kendi Avrupalı değerlerine göre biçimlendirmişlerdir. Avrupalılar kıtanın haritasını çıkarmışlar, devasa araziyi tarlalara ve çiftliklere bölmüşler, sanki boş bir toprakmış gibi doğal yerlerine İngilizce adlar vermişlerdir. Aynı kültürel gelenekten arkeologlar ise, Aborijinler'in Avustralya'ya yerleşme tarihlerini tespit için ciddi bir kaygı içinde olmuşlardır. En son tahminleri 60.000 yıl ya da daha öncesidir.

Avustralya Aborijinleri'nin bazı konularda kendi görüşleri vardır. Yeryüzünün yaratılıp düzenlendiği, dere ve tepelerin yapıldığı, insanların kendi ülkelerine yerleştirildikleri Düş-Zamanı'ndan bu yana, burada olduklarını bilip söylemektedirler. Bu Aborijin kavramını ifade için kullandığımız "Düş-Zamanı", onların orijinal dillerinde kullandıkları sözcüğe göre, hiç de uygun bir çeviri değildir. "Düş", farklı ve doğru olan gerçekliğe uyanacağımız maddi olmayan bir dünyayı ima etmesiyle, elbette yanlış bir sözcüktür. " Zaman" da, geçmişte olan ve şimdiki zamandan ayrı olan belirli bir dönemi akla getirdiği için, tamamen yanlış bir sözcüktür.

Düş görmenin ayrılmaz bir parçası, burada olmanın "her zamanlığı", nesnelerin oldukları ve olmaları gerektiği gibi olmalarıdır. Zaman, yani ölçülmüş kronolojik zaman, zaman içinde değişiklik -arkeolojinin ve batı ampirik biliminin bu merkezi dayanakları- Aborijinler'in kastettiği zaman kavramının içine girmez.

(Solda) Düş-Yeri, her zaman değilse de, genellikle resimde görülen bu doğal kireçtaşı kayası gibi manzaranın belirgin bir noktasıdır. (Sağda) Ngalyod (Gökkuşağı Yılanı), Bruce Nabegeyo (1995). Gökkuşağı Yılanı, Düş-Zamanı hikâyelerinin başlıca unsurudur. Bu modern resimde Gökkuşağı'nın başı, yaratıkların en güçlüsü olan tuzlu su timsahının başı olarak resmedilmiştir.

DÜŞ-ZAMANI SANATI

Eski Avustralya Aborijinleri, eski kaya resimleri ve kaya oymalarıyla resimli bir kayıt bırakmışlardır. Resimlerdeki hayvanların ve kuşların çoğu bugün o topraklarda bulunmaktadır: Brolga ve krokodil, miğferli kakadu, Düş-Zamanı hikâyelerinde önemli olan yaratıklardır.

Sık rastlanan bir motif, kimi zaman bir çalı hindisi izi kadar küçük, kimi zaman bir emu ya da daha da büyük olan kuş izleridir. Bu sonuncular büyütülmüş emu izleri midir? Kimbilir belki de daha büyük bir kuşun izidir. Aşırı büyük ve insan ayağı biçiminde izleri de vardır.

Kuzey Avustralya'da Kakadu Milli Parkı ile çevresindeki bölgedeki kaya resimleri, en azından 4 bin yıllık, büyük bir olasılıkla çok daha eskidir. Daha eski resimlerde, 20. yüzyılda yalnızca Tasmanya'da kalan keseli, etobur Tasmanya kaplanlarının pek çok resmi vardır.

Avustralya kıtasında bir zamanlar varolan kaplan, insanların Güneydoğu Asya'dan köpek getirmesinden bu yana kaybolmuştur. Bu köpekler vahşi dingolar olmuş ve daha orta boylu bir yırtıcı hayvan olarak kaplan soyunu tüketmiştir. Dingonun Avustralya'ya geldiği dönemde Tasmanya, Buzul Çağı sonrasında deniz düzeyinin yükselmesiyle anakaradan ayrılmış olduğundan, hayvan Tasmanya'da yaşamaya devam edebilmiştir.

(Solda) Avustralya'da kaya resmi, yaşayan bir gelenektir. Kakadu Milli Parkı'ndaki bu büyük fresk l960'larda eski resimlerin üstüne yapılmıştır. (Sağda) Avustralya kayalarındaki insan ayak izleri, zamanın eskiliğini taşımaktadır. Bazılarının üzerinden daha sonra beyaz boyayla geçilmiştir. Orta Avustralya'da yakın zamanların "nokta resimleri"nin temeli, eski kaya resimleridir.

ESKİ GEÇMİŞİN KAYITLARI

Dingoların Kuzey Avustralya'ya 4 bin yıl önce geldiklerini tahmin ediyoruz, bu yüzden Tasmanya kaplanlarının resimleri, soyu tükenmiş bir türün resimleridir ama yalnızca o süre içinde tükenmiş olan bir soyun.

Ancak Kakadu Milli Parkı'nın bile dışındaki ıssız "taş ülkesi"nin tepelerindeki bir resim, çok daha eski bir şeye işaret etmektedir. İyi tasvir edilmiş ve iyi korunmuş olan bu resimde, Tasmanya kaplanı ya da bir kanguru ya da çağdaş bir keseli türü olmadığı kesin bir yetişkin ve bir yavru yaratık vardır. Bunun küçük ön ayakları (ve keseliler gibi) eli andıran atileri vardır. Ortasında sanki gövdesinin altından sarkan iri ve sivri memeleri vardır. (Oysa keselilerin memeleri, yavrularının büyüdüğü kesenin içindedir.)

Küçük ya da yavru olanda da buna benzer bir şey görünmektedir. Yoksa bu yaratık bir megafauna mıdır? Kimileri bunun yalnızca Palorchestes adı verilen ve yalnızca bulunabilmiş fosil kemiklerinden tanınan bir yaratık olduğu görüşündedirler.

Ne yazık ki, bugüne kadar bu resimlerden yalnızca bir tanesini biliyoruz. Ancak yüksek kayalık bölgede daha başkaları bulunabilir. Buralarda resimlerle dolu sayısız kaya mağarası bulunmaktadır ancak bunlar fazla ziyaret edilmemiş ve kaya sanatı bakımından tam olarak araştırılmamıştır.

Düş-Zamanı hikâyelerinin başlıca figürlerinden biri, ülke içinde dolaşırken yeryüzüne biçim veren ve dramatik izini kayalar ve dereler ve göller oluşturarak bırakan Gökkuşağı Yılanı'dır. Gökkuşağı Yılanı, çağdaş Avustralya pitonlarından bile daha büyük yılanların anısını mı taşımaktadır? Aborijinler'in sel ve kabaran sular hikâyeleri, Buzul Çağı'nın sonunda yükselen deniz düzeyinin insanları daha eski bir kıyı şeridinden içerilere ittiği zamanların anılarını mı korumaktadır?

Bu konuda, denizin yükselişinin zamanının tespit edildiği Kakadu Milli Parkı'nda, yükselmenin son aşamalarından kalma bir kaya resminde, ilginç bir ipucu verilmektedir: Denizin o yükselmesi anında, "kıyı insanları"nın daha önce içerilere yerleşmiş olan "taş insanları" ile yeni ilişkilere girdiklerini ve savaştıklarını gösteren resimlerin sayısında da kesinlikle bir artış vardır. Eh, işte bu da yorumlanması gereken bir başka ipucudur.

(Solda) Orta Avustralya'dan bir churinga. Düş-Zamanı'nın atalarının bu kutsal nesnelere dönüştükleri düşünülmektedir. (Sağda) Başını yukarı ve sağa çevirmiş, yavrusu sağında duran bu garip yaratık soyu çoktan tükenmiş megafauna olabilir.


Dil Nasıl Gelişti?


Zaman: 0,5-1 milyon yıl önce
Mekân: Afrika

Dil kültürel bir yapı değildir... o beyinlerimizin biyolojik yapısının belirli bir parçasıdır. STEPHEN PINKER, 1994.

Birbirimizle konuşmak, bizim yapabileceğimiz en basit ve en karmaşık şeylerden biridir. Konuşmak bir zahmet gerektirmez, üstelik keyif verir. İnsan olmanın ve toplumun katılımcı bir üyesi olmanın bir parçasıdır. Biz bir tür olarak en derin duygularımızı, bilgi ve anlayışta ilerlememizi ve çoğunlukla da, günlük yaşantımızın önemsiz şeylerini iletmek için dili kullanırız.

İletişim kurduğumuzda evrimin en şaşırtıcı ürünlerinden birini -dili-kullanmaktayız. Çıkardığımız seslerin pek çoğu genelde benzersizdir. Her biri sahip olduğumuzun farkına bile varmadığımız gayet karmaşık gramer kurallarına uygundur ve toplumun sıradan bir üyesinin emrindeki 60 bin kelimelik bir dağarcıktan seçilip alınır. Dilsiz bir hayatı hayal bile güçtür ve insanlar konuşamadıkları zaman sözlü kelime kadar karmaşık işaret dilleri kullanırlar.

İnsanın ses kutusu ya da gırtlak, insanlarda şempanzelere oranla boyun anatomisinin daha alt kısmındadır. Bu durum şempazenin çıkarabileceği sesleri kısıtlar. Gırtlağın aşağı kayması dilin gelişmesinde önemli bir gelişme olmuştur.

Evrimle ilgilenen biri için konuşulan belirli bir dil, dili konuşma yeteneği kadar ilginç değildir. Çin'de doğmuş bir çocuğu alıp İngiltere'ye yerleştirirseniz akıcı bir İngilizce konuşan biri olarak yetişecektir. Evde Çince, okulda İngilizce konuşuluyorsa, çocuk iki dilli olacaktır. Bunun nedeni bütün dillerin temelde benzerlikleri olmasıdır. Bebekler, hayatlarının ilk yıllarında karşılaştıkları dilleri öğrenmek için programlanmış beyinlerle doğarlar. Çocuk ikinci yılında günde en az on sözcük öğreniyor ve bunları, karmaşıklığı ve içeriğiyle anababasını çoğunlukla şaşırtacak cümleler içinde birleştiriyordur.

Hayvansal iletişimin başka hiçbir sisteminin, insan dili ile uzaktan yakından bir benzerliği yoktur. Kuş cıvıltısı, maymun bağırmaları ve karınca pheromone'ları çok gelişmiştir ama hiçbirinin gelecekteki ya da geçmişteki olaylara, o anın dışında olup bitenlere ya da belki yalnızca hayalde olanlara gönderme yapma olasılığı yoktur. Yaşayan en yakın akrabalarımız olan şempanzeler bile ses ve jestlerle iletişim kurarlar ve laboratuvardaki sembolleri kullanmayı öğrenebilirler.

Bilimadamları yıllardır şempanzelerde insansı bir dil parıltısı görmek için uğraşmışlardır ve bunlardan çoğu da, böyle bir şeyin olmadığı sonucuna varmıştır. Şempanzelerin birkaç yüz "sözcük" ten fazlasını öğrenemedikleri ve kendi çıkardıkları seslerin "gramer" karmaşıklığının sözcüklerin çok basit bir sıralanmasından ileri gidemediği anlaşılmıştır.

Beş milyon yıl önce Doğu Afrika ormanlarında yaşayan insan atalarımızın da şempanzeler kadar "dil" yetenekleri olduğu tahmin edilmektedir ki, bu da konuşma dilleri olmaması demektir. Birbirleriyle sesle ve işaretlerle iletişim kuruyor olmalılardı. Buradan insan diline geçiş, herhalde çok ağır olmuş ve bir tek "dil-benzeri" geçiş adımından çok, 130 bin yıl önce türümüz Homo sapiens'in ortaya çıkışıyla tam karmaşık modern bir dille sonuçlanan küçük adımlarla gerçekleşmiştir.

(Solda) İsrail'in Kebara Mağarası'ndaki bir mezarlıkta, 1963'teiyi korunmuş bir Neanderthal iskeleti bulunmuştu. (Sağda) Sue Savage-Rumbaugh ve sözlü İngilizce'yi epey anlayan Panbanisha adlı bir bonobo.

DİLİN ÖN KOŞULLARI

Dilin evrimi, sesleri anlamak ve çıkarmak için gerekli sinir sürecini üstlenebilecek kadar büyük bir beyne sahip olmaya bağlıydı. Ancak ne kadar büyük bir beyin gerektiği pek kesin değildir. Örneğin, şempanzelerin ve australopithecus'ların 450 çelik beyni yetersiz görünmektedir, ancak 1,5 milyon yıl öncesinin Homo ergaster'i 900 cc'lik beyniyle yeterli beyin gücüne sahip görünmektedir. Sinir bağlantıları o sırada henüz gelişmemiş olabilirse de. Homo ergaster, dilin evrimi için iki diğer ön koşula daha sahipti: İki ayak üzerinde duruyordu ve et yiyordu.

İki ayak üzerinde yürümek ve koşmak, bu tür hareketleri idare etmek için yüksek derecede denetimli bir soluma sistemi gerektiriyordu. Bu, konuşulan dilin özelliği olan, çok sayıda farklı ses üretmek için de gerekliydi. Ataları gibi çok miktarda tohum, sap ve kök yemek yerine et yiyen Homo ergaster'in dişleri de küçüktü. Bu da dile, dudaklara ve yanaklara daha çok esneklik verdiği için çok geniş bir ses yelpazesi imkânı sağlamaktaydı.

Homo ergaster'in büyük beyni, iki ayaklılığı ve küçük dişleri, dil ile ilgisiz nedenlerle evrim geçirmiş olmalıdır. Ancak bütün bunlar olana kadar dil evrimi gerçekleşemezdi: Bunlar evrimin gerekli ön koşullarıydı. Sesli ve jestli iletişim bir kere yerleştikten sonra, giderek sıklıkta ve karmaşıklıkta artarak daha geniş bir sözlük ve daha gelişmiş bir gramer oluşmuş olmalıdır. Avların yerini ya da alet yapımını daha etkili olarak iletebilen bireylerin ve diğerlerinin seslerini daha iyi anlayanların avantajlı oldukları tahmin edilebilir. Ancak ilk dil, duygu iletmekte ve özellikle toplumsal ilişkiler kurmakta da kullanılmış olmalıdır.

Günümüz antropologlarının bazıları, konuşmanın kökeninin dedikodu olduğuna inanır: Dil, giderek genişleyen grupların kopmalarını önleyen "tutkal" olmuştur. Bazıları dilin, bireyin zekâsıyla gösteriş yapma yolu olduğunu düşünmektedirler: Tıpkı tavuskuşlarının dişilerine parlak tüylerini göstermeleri gibi, eski erkek ve kadınlar da karşı cinse gösteriş yapmak için giderek artan ve bir dereceye kadar gereksiz sözcükler kullanmayı benimsemiş olabilirler. Dilin ana işlevlerinden biri, başkalarının zihinlerini insanın kendisi gibi düşünmeye yöneltmek olduğundan hitabet yetenekleri önemli olmalıydı.

(Solda) Daha önceki insan akrabalarına kıyasla küçülmüş azı dişleriyle Homo ergoster'in alt çenesi. Dişlerdeki bu değişiklik diyetle ilişkiliydi ve bunun bir yan ürünü de çeşitli sesler çıkarabilmek olmuştur. (Sağda) Bu, boğazımızda bulunan ve ses sistemimize ilişkin yumuşak dokuların bağlı olduğu ilk dil kemiğidir.

DİLİN EVRİMİ

Dil için bu ayıklayıcı baskıların insan evriminin hangi aşamasında en önemli olduğu konusu da belirsizdir. İnsan anatomisinin sözlü dil yeteneğini yansıtan temel unsurları ne yazık ki yumuşak dokular ya da beyindeki sinir devreleri olup, bunlar arkeolojik bir iz bırakmazlar. Bu nedenle insan sesini şempanzeninkinden ayırt etmek için gırtlağın ne zaman boyuna indiği ya da insanın hızlı konuşma seslerini ne zaman algılayıp bunları işitilebilir farklı sözcükler halinde ayırabildiği bilinmemektedir.

İnsan beyninin 600 ile 200 bin yıl arasında büyümesi ve 1200-1500 cc boyutlarına erişmesi, beyinde konuşma için yeni devreler yaratmış olabilir. Ancak dilin evrimi diğer idrak yeteneklerinden ayrı olarak gelişmiş olamaz, bilinç ve yaratıcı zekâ gibi şeyler, birbiri üstüne eklenmiş olmalıdır. Ne de olsa insan, aklındakinin ne olduğunu bilmediği takdirde düşündüklerini söylemesinin bir anlamı olmayacaktır.

90 bin yıl öncesinin kemik zıpkınları ve Güney Afrika mağaralarının 120 bin yıl önceki aşı boyaları kanıtlarının ışığında, ilk Homo sapiens'm konuşma dili olduğu kuşkusuzdur: İnsanların neyi neden yaptıkları hakkında konuşmadan, vücutlarını boyamaları ve karmaşık aletler yapmaları düşünülemez. Ancak diğer insan soyları da bazı konuşma yetenekleri geliştirmiş olmalılardır.

Neanderthaller'in anatomik kanıtları onların, gelişmiş dil kullanıcıları olduğunu akla getirmektedir. İsrail'de Kebara Mağarası'nda bulunmuş (yaklaşık 63 bin yıl öncesine ait) bir dil kemiği, bizimkinden pek büyük bir farkı olmayan bir ses sitemini göstermektedir. Ancak Neanderthaller'in çağdaş insanlar kadar geniş bir sözlük ve karmaşık bir gramer geliştirip geliştirmedikleri tartışmalıdır.

Böylece dilin evrimi uzun ve yavaş bir süreç olmuştur. Nihai kökleri bugün maymunlar tarafından kullanılan iletişim sistemlerinde yatmaktadır. Yerleşmek için ön koşullara, birbirleriyle ilişkisi olmayan talihli oluşumlara ve sonra da üremede avantajlı olmak için hem ses çıkaran hem de anlayan bireyler için ayıklamacı baskıların olmasına gerek vardı. Bu baskılar herhalde büyük toplumsal gruplar içinde yaşamayla, yiyecek bulma ve elde etme sorunlarıyla ve alet yapımı hakkında iletişim kurmayla ilişkiliydi. İyi bir tahminle en az 250 bin yıl öncesinin büyük beyinli insanlarının, gelişmiş avcı-toplayıcı olmasının yanı sıra ateşli birer dedikoducu olduğu da söylenebilir.

EFSANELER...

Eskiden, dilin tanrısal bir kökeni olduğuna inanılır ve dilin "Allah"ın insana verdiği nimetlerden" biri olduğu varsaydırdı. Tevrat'ta Âdem, Allah'ın yardımıyla yaratıkları adlandırmıştı. Hindulara göre dili Tanrı İndra, İskandinav mitolojisine göre ise rünik alfabeyi bulan Tanrı Odin yaratmıştır.

Tevrat'ta, başlangıçta bütün dünyanın "dilinin bir, sözünün bir" olduğu belirtilir. Ama insanlar gökyüzüne ulaşacak bir kule (Babil Kulesi) yapmaya kalkışınca Tanrı onların dillerini böler ve böylece ortaya, birbirlerini anlamalarını önleyen çok sayıda dil çıkar. Arap inançlarında da, yazıyı ve dili Âdem'e veren Tanrı'dır.
 

MozoLe Miяach

Çǿκ کε√díκ طę ∂طí
Mağara Resimlerinin Sırrı (1.Bölüm)



Zaman: 20 bin-10 bin yıl önce
Mekân: Batı Avrupa

Ey sen, sessiz şekil, sen de şaşırtma bizi
Sonsuzluk gibi.
JOHNKEATS, 1819

Jean-Marıe Chauvet ile iki arkadaşı 1994 yılının Aralık ayında Fransa'nın Ardeche Bölgesi'nde mağaralarda araştırma yapmaktaydılar. İnsanlığın ilk resimlerini bulmayı umuyorlardı ama o ana kadar fazla bir başarı elde edememişlerdi. Hepsi de Üst Paleolitik Dönemin (40 bin -10 bin yıl önce) görkemli yeraltı resimlerini ve Lascaux, Niaux ve diğer ünlü yerlerin resimlerini biliyorlardı. Ancak Ardeche Irmağı'nın üzerindeki tepenin derinliklerinde bulacakları şeye hiç de hazırlıklı değillerdi.

Bir yamacı tırmanınca küçük bir kaya çıkıntısına rastladılar. Arka tarafında bir moloz yığını vardı. Taşları dikkatle yoklayarak bir hava akımı aradılar.

Evet, bir hava akımı hissedebiliyorlardı. Heyecanla düşmüş taş ve toprağı kaldırınca tepenin derinliklerine inen dar bir tünel gördüler. Uzun uğraşlardan sonra geniş ve parıltılı bir yeraltı odasına indiler. Gözlerine ilk çarpan şey duvardaki kırmızı bir insan eli izi oldu: Biri çok ama çok uzun zaman önce o mağarada bulunmuştu.

Biraz ilerleyince at, aslan, bizon, suaygırı ve artık soyu tükenmiş olan tüylü mamut resimleriyle karşılaştılar. Bunlardan bir kısmı boyanmış, bir kısmı mağaranın çamur duvarlarına kazınmıştı. Karanlığı delen lambalarının ışığında mağara ayılarının iskeletleri, ateş yakılan ocaklar, meşalelerini duvarlara dayamış insanların bıraktıkları izler göründü. Araştırmacılar kendilerini kayıp ve belki de kutsal bir dünyaya tecavüz eden insanlar gibi hissediyorlardı.


(Solda) Rouffignac'ın resimlenmiş tavanından bir bölüm. Ortada Buzul Çağı'nda batı Avrupa'da yaşayan büyük bir mamut. Ayrıca büyük ve kıvrık boynuzlu bir tür dağ keçisi olan ibex. (Sağda) Gabillou Mağarası'nda (Dordogne, Fransa) bir "büyücü". Çizilen figürün boynuzları ve kuyruğu vardır ve dans eder gibidir. Ağzından çıkan çizginin, iki dört köşe biçimle birleşmesi Lascaux'da bulunanların eşidir.

CEVAPLANMAYAN SORULAR

Şimdiki adıyla Chauvet Mağarasının bulunması 20. yüzyılın en büyük arkeolojik keşiflerinden biriydi. Ancak pek çok arkeolojik keşif gibi bu da yanıtlaya-bileceğinden çok soru yaratmıştı.

Çıplak ayakizleri çamurda hâlâ belli olan bu insanlar bu karanlık yere ne zaman girmişlerdi? Resim yapmak için neden bu kadar derini seçmişlerdi? Bu esrarengiz yeraltı faaliyeti bugün "sanat" adım verdiğimiz şeyin kökeni miydi? Bu mağara resimleri ile Üst Paleolitik alanlardaki kazılarda çıkarılan küçük heykelcikler ve kemik, boynuz ve fildişi parçaları üzerine kazınmış figürlerle nasıl bir ilişki içindeydi? Bu sorular daha önce de sorulmuştu ama şimdi yeni bir aciliyet kazanmış oluyorlardı.

Chauvet resimlerinin yaşını saptamak nispeten kolaydı. Siyah boyadan alınan karbon örnekleri radyokarbon tarihleme yöntemiyle analiz edildi. Chauvet resimleri 720 yıl yanılma payı ile 32.410 yıl öncesine aitti. Çok gelişmiş resimler olmalarına rağmen bunlar bugüne kadar bulunmuş en eski resimlerdir.

Batı Avrupa'da Neanderthaller'in ardılları olan tam çağdaş insanın ilk görünmesine yakın yapılmışlardı. Bu nedenle yeni -ve şimdiye kadar yanıtlanmamış- bir soru daha çıkmıştı: "Sanat" uzun bir gelişme dönemi olmadan tam olarak biçimlenmiş ve gelişmiş olarak mı başlamıştı? Ve resimler neden derin mağaralarda yapılıyordu?

Mağara resimlerinin en güzel örneklerine daha çok Avrupa'da, özellikle de Kuzey ispanya ile Güney Fransa'nın dağlık kesimlerinde rastlanmakla birlikte, Türkiye sınırları içindeki en güzel mağara resmi, Antalya yakınlarındaki Katran Dağı'nda bulunan Öküzini Mağarası'nın girişindeki kazıma boğa resmidir.


(Solda) Mamut fildişinden yapılmış bu insan başı, bir başparmak boyundadır. Arkeolojik tekniklerin bugünkü kadar ciddi olmadığı 20. yüzyıl başlarında Brassempouy'da (Landes, Fransa) bir kazıda çıkmıştır. Sonuç olarak kesin yeri bilinmediği için günümüzde gerçekliği tartışmalıdır. (Sağda) Peche-Merle'deki (Lot, Fransa) bu doğal kaya formasyonu bir at başını akla getirmiş görünmektedir. Her iki at da bir insan elinin çevresine üflenen boyalarla oluşturulmuş insan ellerinin negatifleriyle çevrilidir. Sağdaki atta yapılan radyokarbon testi 24.600 yıllık olduğunu ortaya koymuştur.


Mağara Resimlerinin Sırrı (2.Bölüm)



BÜYÜK "NEDEN?" SORUSU

Yüz yıl önce araştırmacılar o zaman bilinen birkaç Üst Paleolitik Dönem resminin "yalnızca" sanat sanat içindir ilkesine göre yapıldığını ve resim yapmanın kaya duvarlara rastgele çiziktirmeler yapmaktan doğan bir zaman geçirme aracı olduğunu iddia etmişlerdi. Ancak insanların kırsalda gördükleri hayvanları çizmek için öyle büyük güçlüklerle emekleyerek, sürünerek ve tırmanarak mağaralarına girdiklerini düşünmek güçtü.

Sonra "sanat sanat içindir" kavramının "basit" olup olmadığı da haklı olarak sorgulanmıştı. Gerçekten de pek çok sanat tarihçisi, "sanat sanat içindir" diye bir şey olduğuna inanmıyordu. Sanat her zaman toplumsal bir çerçeve içindeydi ve bir amaca yönelikti.

Bu tehlikeli yeraltı seferleri için bir açıklama gelmekte gecikmedi. Fransız araştırmacısı Salomon Reinach, bunun nedeninin "iyilikçi tılsım" olduğunu iddia etti. Ona göre insanlar avladıkları hayvanlar üzerinde üstünlük sağlamak için resim yapıyorlardı. Böyle bir faaliyetin esrara bürünmesi ve insanların yaşadıkları yerden uzakta yapılması mantıklıydı. Daha sonra aslan resimleri bulunduğunda zamanın önde gelen Fransız tarihçilerinden Abbe Henri Breuil, İnsanların bunları yırtıcı hayvanın gücünü kendilerine almak için yaptıklarını söyledi.

Araştırmacılar daha sonra, bu iyilikçi tılsım açıklamasının çok basit olduğunu hissetmeye başladılar. Bu tür açıklamalar, resimlerin çeşitliliğini açıklamıyordu ve çok farklı toplum türlerinde yaşayan insanlar arasındaki zayıf benzetmelere dayanıyordu. Ayrıca gün ışığına çıkmakta olan unsurları da açıklamamaktaydı. Örneğin, resimleri yapanların resmin çizgilerini tamamlamak için kayanın biçimini kullandıkları gerçeğinin bir açıklaması yoktu.

Abbe Henri Breuil'in eski bir öğrencisi olan Andre Leroi-Gourhan, 1960'lı yıllarda ortaya yepyeni bir açıklama attı. Bu antropolog Claude Levi-Strauss tarafından geliştirilen felsefi tutum olan yapısalcılığa dayanıyordu. Yapısalcılık, insan beyninin yapısı nedeniyle bütün insanların ikili zıtlıklarla düşündüklerini iddia eder. Böylece düşüncemizin temelinde kültür:doğa, sıcak:soğuk, aydınlık:karanlık, kutsal: kutsal olmayan, çiğ:pişmiş, vahşi:evcil, biz:eek:nlar ve erkek:dişi gibi zıtlıklar vardır.

Leroi-Gourhan bunlardan sonuncusu üzerinde durdu. Görüşlerini sade bir biçimde açıklamaya çalışırsak Leroi-Gourhan, Üst Paleolitik Dönem'in, bütün 20 bin yılı boyunca mağaraların erkek:dişi ilkesine göre düzenlenmiş organize sığınaklar olduğuna inanıyordu.

At gibi bazı hayvanlar "erkeklik", bizon ve Avrupa bizonu gibiler "dişilik" simgesiydi. "Dişi" türler mağaraların orta kısımlarında yer alırken "erkek" türler her yana dağılmışlardı. Aslan, ayı ve diğer tehlikeli hayvanlar ise mağaraların derinliklerinde bulunuyorlardı.

Araştırmacılar şimdiki kanıtların Leroi-Gour-han'ın bu iddiasını desteklemediğini iddia etmektedir: Resimler mağaralarda rastgele yerlere çizilmişlerdir. Sonuçta, Leroi-Gourhan da bu esrarı çözememiştir,


(Solda) Rouffignac'taki (Dordogne, Fransa) bu at başı, mağara duvarından çıkan bir çakmak taşı üzerine resmedilmiştir. Hayvanın gövdesinin geri kalanı duvarın içinde gizli ya da ardında imiş görüntüsü verilmiştir. (Sağda) Chauvet Mağarası'nda (Ardeche, Fransa) Aslan panosu. Mağara 1994'te keşfedilmiştir. Buradaki resimlerin 30 bin yıldan eski olduğu tespit edilmiştir. Mağara duvarının yumuşak yüzeyi resimlerin yapılabilmesi için düzeltilmiş ve yine kazıyarak bazı boyanmış ayrıntıların belirginleşmesi sağlanmıştır. Bu pano mağaranın derinlikli indedir.

RUHLAR DÜNYASI

Günümüzde, yine insan beyninin "devrelerine" dayanan ve sorunlu ikili zıtlıkları işin içine sokmayan bir açıklama daha vardır. Bu, dünyada avcılık ve toplayıcılık yapan toplumların çoğunda, farklı türlerine rağmen, şamanizm adı verilebilecek bir inanç sistemi bulunduğu gözlemine dayanır. Şamanist bir toplum katmanlı bir kozmosa inanır: İnsanların yaşadıkları katman, altında ve üstündeki ruhların yaşadıkları dünyalar.

Samanların görevi ruhlarla konuşabilmek, hastaları iyileştirmek, hayvanların hareketlerini kontrol edebilmek ve havayı değiştirmek için bu katmanlara geçmektir. Bu geçişi sağlamak için değişik bir bilinçlilik durumuna geçerler. Bu durumlar hafif uzaklaşmalardan, derin translara ve rüyalara kadar değişir. Bu farklı durumda kimi zaman kendilerine güç veren ve ruhsal dünyada rehberlik yapan bir hayvan-yardımcıyla ilişki kurarlar.

Şamanist açıklamaya göre, Üst Paleolitik Dönem'de mağaralar herhalde alt dünyaya giden yollar olarak görülüyordu. Bunlara fiziksel olarak girmek, değişik bir ruhsal duruma psikolojik girişten farksız görünmüş olabilir. O öteki dünyada şamanlar hayvan-yardımcı ruhlar arayacaklardı. Meşalelerinin titrek ışığında görerek ve dokunarak, onlar için kendileriyle ürkütücü ruh dünyası arasındaki "zar" olan duvarları yoklamışlardır.


Bir ruh-hayvan bulduklarına inandıklarında hayvanı zardan bu yana geçmesi için ikna etmişler, sonra da resim yapıcılar olarak hünerlerini kullanıp aslında bir görüntü olan şeyi kaya üzerinde "sabitleştirmiş"lerdir. Resim ile kaya arasındaki bu yakın ilişki, mağara duvarlarına çizilen pek çok resmin neden kaya yüzeyinin bir parçası olduğunu ya da neden kayadan çıkarmış gibi göründüğünü açıklar.

Diğer yandan bazı resimler o kadar büyük ve karmaşıktır ki, bunlar herhalde tek tek kişilerden çok gruplar tarafından yapılmış olabilir. O dönemde yaşayan insanlar bu gösterişli resimler karşısında, kendilerini mağaraların derinliklerinde bekleyen ve henüz ulaşamadıkları şeylere hazırlamış olabilirler.

Şamanizm, dinamik bir inanç ve ideoloji sistemiydi ve üstelik insanlar tarafından farklı toplumsal koşullar altında değiştirilebilirdi. Alt dünyaya girildiğine inanç gibi şeyler, herhalde Üst Paleolitik Dönem'de aynı kalmıştır, ancak binyıl devam ettikçe diğer unsurlar hiç kuşkusuz değişime uğramıştır.

Chauvet Mağarasının ve diğer yeraltı "galerilerinin ortaya attığı büyük soruların bazıları şamanist açıklamayla cevaplanmaktadır. Ama diğerleri, cevapsız kalmaya hâlâ devam etmektedir. Örneğin, bizon resminin anlamı atınkinden nasıl farklıdır?

Bir kemik parçasına yapılan at resmi ile yeraltındaki mağaraya çizilen at resmi farklı şeyler midir? Bunları bilemiyoruz. Keats'in, Yunan Vazosu şiirinde olduğu gibi sessiz görüntüler "bizi sonsuzluk gibi şaşırtmaktadır. Yine de Chauvet'de ve diğer resimli mağaralarda elimizi uzatıp ilk "gerçek insan"ın kayıp dünyasına -hemen hemen- dokunabiliriz.


Lascaux'da (Dordogne, Fransa) gayet süslü Axial Galeri. Tavana resmedilen atlar, Avrupa bizonları ve çeşitli işaretleri seyirciyi sarar gibidir.
 
Üst