neb34
Banned
- Katılım
- 20 Nis 2007
- Mesajlar
- 1,110
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Burada çok kısa bir sûrette tahlîl etmeye çalıştığımız bu gerçekler ve onların Dünya’nın geleceğine te’siri uzun uzadıya anlatılması gereken ehemmiyetli bir meseledir. Burada “Türkiye, İslâm Âlemi ve Siyonizm’in geleceği” ne dâir birkaç husûsu kısaca arz etmek istiyorum
Gitgide dehhâmeleşen Siyonizm zulüm ve istismârının, tarihte bir çok ülkede ve pek çok kereler müşâhede edilegelmiş olduğu sûrette, ciddî aksülamellerle karşılaşması mukadderdir. Üstelik bu defa bu aksülameller Araplara mahsus ve “millî” vasfında değil, âlemşümûl bir karakterde zuhûra gelecektir. Dünyanın globalleşmesi, siyonizme hep fayda sağlayacak değil ya!..
Diğer taraftan İsrail’in Kudüs gibi, üç dine âid bir mukaddes toprak üzerindeki ısrarlı iddiası Müslümanlar kadar, Hıristiyanların da bu hususta hareketlenmesine sebep olacaktır. Daha şimdiden, İsrail’in -itibar olarak- dönüşe geçmiş olduğunu söyleyebiliriz. Zira O, bütün insanlığa karşı -adetâ- müşahhas bir husûmet ve nefret hedefi hâline gelmiş bulunmaktadır.
Türkiye ise, aksine yeniden büyük bir şahlanışın arefesindedir. Bu görüşü haklı kılan esbâb-ı mûcibe ve onun fiiliyâttaki tezâhürlerini anlatmadan önce İsrail, Türkiye ve İslâm Âlemi’nin geleceğine dair düşünceleri iki ayrı perspektiften inceleyelim:
a- “Hıttîn Korkusu” Perspektifinden
b- Kader Perspektifinden
A- “Hıttîn” Korkusu Ve Bunun Âmil Olduğu Plân
Ortadoğu coğrafyasına yabancı bir unsur olarak yahudilerden önce hristiyan Batılılar gelip yerleşmişlerdi. Onların âkıbeti yahudilerin tarih boyunca kulaklarına küpe olmuş ve onlar gibi yok edilmek korkusuyla kendilerini dâimâ bıçak sırtında hissetmişlerdir.
Gerçekten Haçlılar, 1095 yılında tertipledikleri bir seferle 1099′da Kudüs’ü zabtedip büyük bir katliâm yaparak buraya yerleşmişlerdi. Kısa zamanda Antakya’ya kadar uzanan bir “Haçlı Krallığı” kurmuşlardı. Fakat İslâm Âlemi’nin o zamanki dağınıklığından istifâde ederek gerçekleştirdikleri bu zafer uzun sürmemiştir. 1187 yılında “Taberiye Gölü” yakınındaki “Hıttîn” adlı tepenin eteklerinde Selahaddin-i Eyyubî tarafından müdhiş bir bozguna uğratılmış, çoğu susuzluktan helâk olmuştur. Haçlıların bu mağlubiyeti üzerine 2 Ekim 1187′de Kudüs’e giren Selahaddin-i Eyyubî insanlık tarihinde misal teşkil edecek dehşetli bir adâletle Kudüs halkının yaralarını sarmış ve bu kadîm İslâm diyarını yeniden müslümanlara kazandırmıştır. O gece Miraç kandilinin yıldönümüydü. Selahaddin Eyyubî bu vesîleyle afv-ı umûmî ilân etmişse de kılıç artığı Haçlılar, bu eşsiz merhameti bir taktik eseri zannederek kaçıp Akra kalesine sığınmışlardı. Bu kale ve civarında bir müddet daha mukâvemete devam etmişlerse de meşhur Memlük Emîri Sultan Halil tarafından 1291′de kılıçtan geçirilip denize dökülmüşlerdir. Bu topyekûn yok edilme Roma İmparatoru Titus ‘un zaferine benzemiyordu. O Mabed-i Süleyman’ı yıkmıştı, fakat yahudileri kılıçtan geçirip yok etmiş değildi. Ancak müslümanların bu zaferiyle o coğrafî bölgeye hâriçten dâhil olmuş hıristiyan unsur tamamen yok edilip ortadan kaldırılmıştır. Şimdi şu kadar asır sonra yahudiler de aynı coğrafyaya yabancı bir unsur olarak hulûl edip devlet kurmuşlardır. Ancak vaktiyle hıristiyanların yaşadığı mâcerâ dolayısıyla “Hıttîn, yani yok edilme korkusu” her yahudinin şuuraltında derin izler bırakmıştır. Bunun için yahudiler aynı âkıbete uğramamak için sırf Ortadoğu milletleri, hâssaten araplara karşı çeşitli plânlar yapıp geliştirmişlerdir. İsrail Devleti’nin bekasını temin maksadına bağlı olan bu plânlar her ne kadar gizli tutulmakta ise de bunlardan zaman zaman bazı sızıntılar ve bu bâbda bazı bilgiler Dünyâ umûmî efkârının ıttılâına mâruz kalmaktan kurtulamamıştır. Gerçekten İsrail Dışişlerinde vazifeli Oded Yinon ‘un 1982 yılında Dünya Siyonist Teşkilâtı’na bağlı Enformasyon Dairesi’nin ibrânice yayın organı olan “Kivunim” de yer alan bir rapor işte bu sızıntıların en dikkat çekici olanıydı. “1980′lerde İsrail İçin Strateji” adını taşıyan bu rapor, İsrail’in bütün Ortadoğuyu kendi beka stratejisi icabı olarak nasıl şekillendirmek lâzım geldiğini gözler önüne koyuyordu. Ona göre 20. asrın başlarında Ortadoğu’daki devletlerin hududları İngilizler tarafından âdetâ cetvelle çizilmiş olup tamamen sunî bir mâhiyet arzetmekteydi. Mezkûr rapora göre ne Irak’ta bir ırak milleti, ne Suriye’de bir suriye milleti, ne Ürdün’de veya Mısır’da… bir millet olmanın icâbına göre tekevvün etmiş bir siyâsî câmiâ mevcud değildir. Bunlar kâh ırk ve kâh da mezhep itibariyle kozmopolittirler. Bu bölünme İsrail’in Ortadoğu’da tutunması maksadıyla gerçekleşmiş olmasına rağmen bu hususta kâmil bir netice hâsıl olmak için bir kere daha tekrarlanmalıydı. Kısacası İsrail’in etrafındaki bütün devletler ki, buna Türkiye de dâhildir- yeniden birer ikişer ve bazı ahvâlde üçer yeni parçaya ayrılmalı, Osmanlı mirasında teşekkül etmiş olan devletçikler daha da ufalanıp İsrail karşısında mukavemet gücünü büsbütün kaybetmeliydiler. 1982 tarihli bu rapora rağmen, raporun mantığı 1975′ten itibaren fiilen tatbik sahasına konulmuştur. Küçücük Lübnan bu yahudi emeline ilk olarak muhatab olmuş ve onun beş bölgeye bölünmesi planlanmıştır: Hıristiyan Mârûnî, müslüman sünnî, müslüman alevî, dürzî vs. Henüz yaraları kapanmamış bulunan Lübnan iç harbinin derûnî sebebi bu yahudi emeliydi.
Bahsi geçen raporda komşu Suriye’nin de alevî-sünnî, kürt vesâir sûretle en az üçe bölünmesi plânlanmıştır. Bu kader aynen Irak için de mevzubahistir. O da kürt-sünnî ve alevî olarak parçalanacaktır.
Adı geçen rapor Mısır’ın nasıl bölüneceğini anlatırken daha önce diğer arap memleketlerinde vâkî olan bölünmenin bir domino tesiri icrâ edeceği ve bunun aynen Mısır’da, Sudan’da, Libya’da, hatta Libya’nın güneyindeki Çad’da nasıl vâkî olabileceği uzun uzun anlatılmıştır.
İsrail Devleti’nin bekası hesabına plânlanan bu parçalanmanın asıl ve ehemmiyetli mihrak noktası ve hedefi Türkiye’dir. Türkiye de kürtlerle bölünecek bu sûretle Türkiye’nin “arz-ı mev’ud” a dahil olan parçası bilâhare ve daha kolaylıkla yahudinin eline geçebilecektir. İsrail’in Kuzey Irak’taki kürt oluşumuna desteğinina asıl sâiki budur. Fakat İsrail kendisiyle hem-hudud olmayan Yemen, Sudan ve Çad gibi diğer arap memeleketlerinde dahî bölünmenin hangi usûl ve esaslara dayanarak gerçekleştirilebileceğini dakîk bir sûrette planlamış ve zikri geçen rapor üzerinde imal-i fikr eden ve onu geliştiren çeşitli raporlar ve eserler ortaya konulmuştur. (1)
Bugün ortalıkta dolaşan “Büyük Ortadoğu Projesi” aslında yahudinin bu emelini setretmek için ortaya atılmış ve mürevvici Amerika olarak gösterilmiştir. Hiç şüphesiz bu projede Amerika’nın da takip ettiği emeller mevcuddur. Fakat temel sâik İsrail’in bekası endişesidir ki, bu durum ileride anlatılmıştır.
Bütün bu anlatılanlar gerçekleşecek midir?!.. Bize göre hayır!.. Bunlar yahudinin kursağında kalmaya mahkûm birer hamhayaldir. Zira Kur’ânî bir hakikat olarak “Ve mekerû ve mekerallah. Vallâhu hayru’l-mâkirin” , yani “İnsanlar plân yapar, Allah’ın da bir plânı vardır. Muhakkak ki, eninde onunda Allah’ın plânı galip gelir.” Lâkin Allah’ın plânının, yani murâd-ı ilâhînin ne olduğunu bilmek biraz zordur. Bununla beraber imkânsız da değildir. Bugün Âlem-i İslâm kaç asırdır terâküm etmiş bulunan ihmalin doğurduğu istihkâkına kefâret teşkil etmek üzere bedel ödemektedir. Türkiye’deki başörtüsü zulmünden Filistin’de yarım asırdır devam eden mezâlime ve hatta bugün Irak’taki zulümlere kadar bütün olup bitenler İslam Âlemi çapında müslümanların istihkâkını tebdîle medar olacak bir kefâretten ibârettir. Bu kefâret üzerimizdeki celâlî tecellîyi cemâle inkılab ettirinceye kadar devam edeceğe benzer. Bu da uzak değildir. Zira herhangi bir müslümana sırf imanından ve bundaki ısrarında dolayı vâkî zulüm yalnız onun şahsî günahlarına değil; tekmil İslâm Âlemi’nin günahlarına kefâret teşkil eder. Zulüm ne kadar çoğalırsa müslümanların tecellî-yi ilâhîde kahırdan lutfa muhatab olmaları o kadar yakınlaşmış demektir. Şimdi de bu zikrettiğimiz delile munzam dellilerle önce Türkiye’nin, sonra da İslam Âlemi’nin murâd-ı ilâhî icabınca arzedeceği vecheyi bir nebze izah edelim.
B- Kader Perspektifinden Türkiye’nin Geleceği
Bütün Kâinât, bir tiyatro sahnesi gibidir. Onun içinde mevcud tekmil varlıklar da, bir senaryonun eşyası, dekoru ve kahramanları mesâbesindedir. Hepsi de kaderin me’muru ve mağlubudur. Âmil ve fâil oldukları veya mef’ul bulundukları vukuât ve şuunât (realiteler) da murâd-ı ilâhî, diğer bir tâbirle izn-i ilâhî çerçevesinde cereyan eder. Cenâb-ı Hakk’ı “müsebbibu’l-esbâb” yani sebeplerin sebebi, temel sebep bilmenin neticesi olan bu görüş, “cebriye” değildir. Zira cebriyede kul, irâde ve ihtiyâra sahip olmayan sâir mahlûkât derekesinde telâkkî olmaktadır. Halbuki zîşuur olan ins u cin, âriyet gibi iğreti de olsa cüz’î bir iradeye mâliktir. Hiç şüphesiz ilm-i küll sahibi olan Allah, bu cüz’î iradelerden ne sâdır olacağını mutlak bir sûrette bilir. Ancak, bunun ilm-i ezelî ile bilinmesi, bizi kul için bir “cebir” vâkî imiş gibi düşündürmektedir. Bunun sebebi de, insan idrakinin “zamanla mukayyed” olmasıdır. Halbuki, Allah katında zaman yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın bir şeyi olmadan evvel bilmesi, bizim olduktan sonra bilmemiz kadar kolay ve tabiîdir.
Nasıl, bir senaryoda onu, tasavvur, tahayyül ve tasnî eden kimse tarafından tesbit edilmiş bir ana fikir ve esas gaye mevcud olursa, bu Âlem’de de böylece bir temel maksad vardır. Vukuât, O, ilâhî olan gaye çerçevesinde ezelden ebede sebep-netice münâsebeti içinde sonsuz bir cereyan ve teselsüle me’mur olarak akıp gider. Ancak, bu akış, üstün bir me’muriyeti olan ins ü cin idraki ile kavranabilen ve kavranamayan bir takım temel kanun ve kâidelere tâbî kılınmıştır. İlâhî tâyinle gerçekleşen ve hep bâkî kalan bu kaidelere, biz bazen “meşiyyet-i ilâhiye” bazen da “tabiat kanunları” der, geçeriz. Bütün varlıkların bunlara -yoluna döşenmiş raylara tâbî olmak mecburiyetindeki trenler gibi- uymak zorunda bulunduğu bedâhât derecesinde bir gerçektir.
Eşyâ (şeyler) ve vukuâtın tanınması da bu kânun ve kâidelerin keşfi nisbetindedir. Bütün ilmî faaliyetler ise, bu keşfin hududlarını genişletmeye çalışmaktan ibârettir.
Şu temel görüş çerçevesinden bakıldığında, sayısız vukuât ve şuunâtın hay-huyu arkasında ilâhî tâyinle mevcud ve cârî, bütün âleme şâmil ve hâkim bir takım kânun ve kâidelerin mevcud olduğu görülür. Bunlardan biri de “ebedî zıtlık” ve bunlar arasındaki galebenin münâvebesi, yani daimî bir tahavvülât ve tebeddülâttır. İlâhî tecellî de bazen “celâl” ve bazen de “cemâl” e revaç vererek, bu mütemâdî değişikliğin asıl sebebini teşkil eder. Bundan dolayı, bu Âlem’de “bekâ” yalnız ve ancak Allah’a mahsustur.
Fizîkî ve tabiî hadiselerde olduğu kadar, sosyal ve beşerî faaliyetlerde de aynen vâkî olan şu keyfiyet, lâyıkı ile kavrandığı zaman, vukuâtın hikmetine nüfûz edebilir ve binnetice bir çok gereksiz telâş ve endişelerden kurtulmak imkânı doğar. Zira bu takdirde değişme seyrinin “celâl” den “cemâl” e mi, yoksa “cemâl” den “celâl” e mi olduğu kavranır. Murâd-ı ilâhî berraklaşır. Allah’ın takdirinin gerçekleşmesine hiçbir mahlûkun güç yetirebilmesi mümkün olmadığına göre, buna sa’y etmenin hacâlet ve sefaletine düşülmez. Sabır ve tevekkülün kemâline ulaşılır. Tecellî nöbeti “cemâl” de ise şükrün, “celâl” de ise sabrın bereket ve huzûruna nâil olunur.
Bununla birlikte şu gerçeğe de işaret edilmelidir ki, vukuâtın asıl sebebi olan murâd-ı ilâhî, bir tek vak’a veya vukuât zincirinin tek bir kesidinin müşâhedesi ile kavranamaz. Belli bir zaman parçası içerisindeki gelişme seyri takip ve tahlil edilmelidir. Zira, her türlü tahavvülât ve tebeddülâtta bir tedrîc kânunu cârîdir. Bu keyfiyet zelzele gibi ânî oluşlarda bile onların hazırlık safhasında yine bâkî ve cârîdir. Diğer taraftan bazen bir tecellînin zâhiri ile bâtını arasında fark da olabilir. Zâhiri “kahır” , bâtını “lütuf” veya bunun aksi olan hâdise ve oluşlar da az değildir. Bunları da zaman çözer!.. Bir eriğe, bir de cevize bakınız!.. Birinin kabuğu taş gibi sert, içi lezzetli meyvedir. Erikte ise bunun tam tersidir. Gündüzden geceye geçişte, karanlıkların âniden Dünya’mızı istilâ edemeyip tedrîcen ve perde perde gerçekleşmesi, bu Âlemdeki bütün tahavvülât ve tebeddülâta hâkim bir meşiyyet-i ilâhiyedir. Sabahleyin şafak sökmesi de öyle değil mi?!..
Bir de şu var ki, bu Âlem’in bir “dâr-ı imtihan” olmasını dileyen Cenâb-ı Hakk’ın asıl sebep olan zâtî irâde ve ihtiyârı -pek az istisnâ ile- mestur ve meknuzdur. Her şey zâhirde mahlûka kâbil-i izâfe bir takım esbâb ile gerçekleşir. Bunu bilen âkil ve ârifler, vukuâta röntgen gibi derinlere işleyen, ve böylece meknûz ve mestur olanı görebilen bir nazarla bakarlar.
Bu temel İslâmî gerçeklerin ışığında Türkiye’nin kısaca, önce geçmişine, sonra da geleceğine bir nazar atfedelim.
1- Geçmişe Bakış:
Türk Milleti’nin İslâm’dan önceki eski asırlarda fârik ve mümeyyiz vasfı harb, darb, cenk, cidâl, kavga ve cihangirliktir. Dünya’da en eski ve en büyük beşerî eser olan “Çin Seddi” bu gerçeğin fiilî bir şâhididir. Bu gün o geçmiş uzun asırların vukuâtına baktığımız zaman, bunun ilâhî bir tanzimle müthiş bir hazırlık, -tâbir câizse- antreman olduğunu görebiliriz. İçinde olsak bunu kavrayamazdık. Zira nefsânî gibi görünen o eski harb-darb faâliyeti sonraki “İslâm Müdâfîliği” için bir liyâkât kazanma safhası olmuştur. Bu artık bellidir. Tıpkı Arapların, İslâm’dan asırlarca evvel başlayan talâkât, belâgat ve edebiyat merak ve hevesleri ile Arapça’yı geliştirerek O’nu ilâhî irâdeyi istiâb edebilecek bir kemâle ulaştırmaları gibi… O eski Araplar da şiir yarışlarında nefes tüketirken, kaderin hesabından habersizdiler. Bu gerçekle, daha küçük çapta da olsa, kendi hayatında karşılaşmamış bir fert tasavvur olunamaz!..
Lütfu setredip saklayan kahra veya celâl içindeki cemâl tecelliye tarihten bir misal verelim:
Mâhud “Moğol İstilâsı” İslâm Âlemi’nin yakılıp yıkılmasına, medenî mâmûrelerin harabeye çevrilmesine sebep olan dehşetli bir kahır tecellisi idi. Zulüm denince ilk akla gelen isimlerden biri olan Hulâgû tarihlerin rivâyetine nazaran, Hilâfet merkezi Bağdat’ta dînî ve ilmî eserleri kerpiç gibi kullanarak kendisine bir saray yaptırmıştı. Ancak bu müthiş kahır ve zulüm istilâsı, önüne katıp sürüklediği “Müslüman Türk” kitleleriyle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması gibi mes’ud bir neticeye de âmil olmuştur. Böylece, zaafa uğramış İslâm Dünyası’na bir “tâze kan” olarak Türk unsurunun katılmasını sağlamıştır.
Osmanlı Devleti’ni kurmuş olan “Kayı Han Aşireti” de bu sûretle Türkistan’ın “Mahan Bölgesi” nden çıkarak Batı’ya yönelmişti. İlk istikâmetleri an’anevî göç hedefi Cezîretü’l-Arab idi. Bu maksadla Sûriye’ye geçerlerken reisleri Süleyman Şah, Fırat Nehri’nde akıntıya kapıldı. Ayağının atın özengisine takılması yüzünden kurtulamayarak şehid oldu. Aşîret mâteme gark oldu. Süleyman Şah ‘ı Câber’de toprağa verdikten sonra, istikâmetlerinin uğursuzluğuna hükmederek geri dönüp Ahlat’a geldiler. Eğer Sûriye’ye gitselerdi, daha önceki bir çok Türk aşîreti gibi orada kaybolup gidecekleri muhakkaktı. Kiminle mücadele edip de yükseleceklerdi. Etraf hep müslümandı. Ama Ahlat’ta kendisine mürâcaat ettikleri Selçuklu Sultanı onlara yerleşmeleri için Söğüt ve Domaniç ‘i göstermişti. İhtimal buna da canları sıkılmıştı. Zira sürüleriyle bütün bir aşîret takriben bin kilometre bir mesâfeyi kat’etmek mecburiyetinde kalmıştı. Halbuki, önü küffâr olan bu mıntıkada onların cihad gayret ve kâbiliyetlerine -sevk-i kaderle- engin bir saha açılmış oluyordu. Bu kahrın içine saklanmış bir lütuftu. Meknuz ve mestur bir murâd-ı ilâhî idi.
Diğer taraftan Söğüt’e yerleşen Kayı Han Aşireti’nde arka arkaya on lider ( Osman Gazi ‘den Kânûnî ‘ye kadar) dehâ üstü birer şahsiyet olarak tarih sahnesinde mes’ud ve muhteşem rollerini oynamışlardır. İnsanlar evlâdlarının karakter ve kâbiliyetlerini te’min husûsunda bir imkân sahibi değillerdir. Âlimden zâlim doğduğu az görülmüş bir vak’a değildir. Demek ki, kader onları yükseltmeyi murâd edince, her cihetle kendilerine yâr ve yâver olmuştur. Kader yâr ve yâver olunca, bir meziyet bin meziyet kadar randıman sağlarken, bin kusur, belki bir kusur kadar rol oynayabilir. Tıpkı akıntı istikâmetinde yol alan bir kayık gibi… Bir kürek çekmekle, akıntının sür’atine bağlı olarak icabında on kürek çekmiş kadar mesafe kat’edersin. Fakat gidişin akıntıya ters ise, netice bunun aksi olur. İşte beşerî irâdelerin, kadere tevâfukunda böyle müthiş bir bereket mevcuddur. Osmanlı’nın yükseliş hengâmında O’nu ihâta eden hâricî şartların zâtî irâde ve imkânlarından fazla rol oynadığı tarihin sayısız şehadeti ile sâbittir.
Yükselişte olduğu gibi çöküşte de bu kadere ve daha emin bir tâbirle murâd-ı ilâhîye paralel veya ters düşmenin müsbet ve menfî tezâhürleri için söylenecek söz ve verilecek misâl sonsuzdur. Biz burada bu kadarla iktifâ ederek, biraz da geleceğimize atf-ı nazar etmek istiyoruz.
2- Geleceğe Bakış
Bir devlet, üç esas ile büyük ve âlemşümûl bir karakter kazanabilir.
• Âlemşümûl bir mefkûre
• Geniş ve stratejik imkânları hâiz bir ülke
• Kemiyet kadar keyfiyeti de olan büyük bir nüfus
Târihte âlemşümul bir devlet (süper güç) olabilmiş bulunan her topluluk bu üç rüknün, üçüne de mutlaka sahip olagelmiştir. Biz de öyle idik. Bunların hepsini de iç ve dış düşmanların âhengli mesâileri sonunda kaybederek bugünkü mefkûresiz Türkiye hâline getirildik. Burada şu küçülüşün sebepleri veya gerçekleşmesine dâir hiçbir tafsîlâta girişecek değiliz. Bu, olmuş bitmiş bir vâkıadır. Çok değil, bir insan ömrü kadar, yani yetmiş-seksen sene evvel vatanımız onüçmilyon kilometre kare idi. Bugün sekizyüz bin bile değildir. Küçülüşün her mes’eledeki tecellîsi de bu ölçüdedir. Ancak gidiş nereyedir?!.. Mühim olan hâl değil, istikbâldir!!.. Onu tayin edecek husus da zaman ve vukuâtın seyrine hâkim olan murâd-ı ilâhînin vasfıdır. Acaba vukuât, celâlin mi, yoksa cemâlin mi galebesi istikâmetinde bir seyir takip etmektedir?! İşte bu muammâyı çözmek için yine belli bir zaman parçası içindeki gelişmenin tahlili îcâb etmektedir. Zira murâd-ı ilâhînin keşfi, ancak bu sûretle mümkün olabilmektedir.
Bazılarına göre manzara karanlıktır. Mehdi -aleyhisselam- gele ki, işler düzele!… Biz böyle düşünmüyoruz. Bilâkis, İslâm Tarihinin en parlak devrinin önümüzde olduğuna kânîiz. Hele biraz durun bakalım, “Batı Roma’nın Fethi” bize sahih bir hadîs-i şerif ile müjdelenmiş değil midir? Hâmile bir kadının ağrıları, vaz’-ı hamletmeden az önce hadd-i a’zamîye ulaşmaz mı? Gecenin karanlığı en yüksek dereceye ulaştıktan sonra dönüş başlayıp perde perde şafak sökmez mi?! Her kemâli bir zevâl, her zevâli bir kemâlin takip etmesi bu âlemin temel kanunlarından biri değil mi? O halde, sizi bedbinleştiren, menfîliklerin kemâle ermiş, zevâl vaktinin gelmiş olmasıdır. Sevinsenize!..
Bu değerlendirmeyi biraz da kısaca ictimâî vukuât üzerinde tahlil edelim.
İslâm’dan inhirâfın tarihi epeyce eskidir. Ancak su yüzüne çıkışı ve resmî bir görünüş arz etmesi 1839 “Tanzimat Fermânı”yladır. Bu menfî gelişme bilâhare kemâle ermiş (1924) ve bu da 1945 yılında çok partili hayata geçişle dönüş safhasına intikal etmiştir. Dünya siyâsî hâdiselerinin zorlamasıyla başlamış olan bu yeni devrin bâriz husûsiyeti gittikçe hızlanan bir tempo ile mü’minlerin toparlanmakta bulunmasıdır. Bunda dost-düşman herkes müttefiktir. Peki ama, bu gelişme, Türkiye’nin kendi benliğine dönmesini ve mevcud menfîliklerin altından kalkabilmesini te’min edecek bir kifâyette midir? Bunu anlayabilmek için, şu gelişmenin -yukarıda zikri geçen- üç esasa aks edişini bir nebze inceleyelim.
a) Âlemşümûl Mefkûrenin Geri Gelişi
Bizim için büyük devlet olmanın birinci şartı olan mefkûre; tabiî olarak İslâm ‘dır. Çünkü O’nun bizi -her şeye rağmen- yok edilememiş bir alt yapısı mevcud olduğu gibi, zâtî muhtevâsının da matlub neticeyi hâsıl etmeye kifâyeti târihî vukuât ile sâbittir. Ancak O’nun ülkemizde son elli yıl içinde arz ettiği diriliş ve canlanış sür’ati, beşerî irâde ve gayretlerle izah edilemeyecek bir derecededir. Bu da bizim gibi zayıf mü’minlerin mesâilerinin kadere tevâfukundan doğan bir berekettir. Gerçekten, kaderin, -akıntı istikâmetinde ilerleyen kayık misâlinde olduğu gibi- yâr ve yâver olmasından gayri bir sebeple izah edilemeyecek olan şu keyfiyet için size bir mukâyese arz etmek istiyoruz. Tek aşına bu misalin iddiamızı isbata yettiğini ibretle göreceksiniz.
1920 yılında İstanbul düşman işgali altına düşmüştü. İşgal kuvvetleri kumandanlarından biri de Fransız Generali Franse D’Espere idi. Bu zât Fâtih Hazretleri ‘ni taklîden İstanbul’da beyaz bir at ile dolaşmak hevesine kapılmıştı. Lakin bunu nerede yapmalıydı ki, ahâli O’nu alkışlasın!.. Levanten muhiti olan Beyoğlu’nu seçti. Tünelbaşı’nda beyaz bir ata binerek Taksim girişindeki Fransız Konsoloshânesi’ne kadar yürüdü. Beyoğlu esnafı o zaman ekseriyetle rumdu. Rum esnaf, Yunan bayrakları ile donatılmış Beyoğlu’nda Franse D’Espere ‘yi:
“-Zito Venizelos !..” diye bağırarak alkışladı.
Venizelos , o günkü Yunan Başbakanı idi. Bu da “Yaşasın Venizelos!” demekti. Bu durumdan müteessir olan bir Müslüman matbaaya koşup bir İstanbul haritası bastırdı. Bunun üzerinde, mevcud câmileri küçücük sembollerle göstererek bunlara sıra numarası verdi. Altına cetvel halinde bu numaraları sıralayarak karşılarına câmilerin adlarını yazdı. Bu sûretle numaralanmış İstanbul Câmileri bu haritada dokuz yüz otuz küsurdur. Yani bin bile değil!.. Unutmuş olabileceği birkaç küçük câmi ile bu rakamı bin kabul edebiliriz. Haritanın üzerine yazdı ki,
“-Bu şehir kimindir?”
Altında bu soruya yine kendisi cevap verdi.
“-Bu eserler kiminse, bu şehir onundur!..”
Bununla bu şehri biz vatan yaptık, O’nu millî ve dînî eserlerle bezedik, demek istiyordu. Gizlice bunu, Franse D’Espere ve Rum şarlatanlarını protesto makamında apartman kapılarından içeriye attırdı.
1920 ‘de bizim İstanbul’daki ikaametimiz 467 sene likti. Bu zaman zarfında, O imanlı insanların fevkalâde gayreti ve cihad serveti ile İstanbul’da inşa ettikleri câmî takriben bin (biraz daha az bile!) imiş. Halbuki 1950′den günümüze kadar şu beğenmediğimiz zayıf müslümanların inşa ettiği câmi adedi iki bin beş yüz dür!.. Zaman 467 yılın onda biri kadar bile değil!.. Onda bir kabul etsek, Osmanlılar’dan 1920′de 25.000 câmî mevcud olması gerekirdi ki, arada bir denge olsun!.. Halbuki bin câmî varmış. Demek ki, bizim mesâimize Cenâb-ı Hakk ecdaddan en az yirmi beş kat daha fazla bereket ihsan ediyor. Buna İmam-Hatip Liseleri ve Kur’ân-ı Kerîm dershanelerini ekleyerek düşünün! Nasıl, kader bize yâr ve yâver değil mi imiş?!… Sevk-i kaderle, akıntı bizim kayığın seyri istikâmetinde değil mi imiş!…
Sakın bu netîceyi betonarmeyle inşaatın kolaylığıyla izâha kalkışmayınız. Zirâ betonarme keşfedilmiş olmasından doğan kolaylığa mukaabil bu zamanda câmi yapımına meyletmeyi imkânsızlaştıracak derecede mânevî mâniler mevcuddur. Lehte ve aleyhteki faktörler mîzan edilse bu devirde aleyhte faktörlerin galebesi herkesçe ve kolayca kabul olunabilir. Anlayana bu bir tek misâl kâfîdir.
Gitgide dehhâmeleşen Siyonizm zulüm ve istismârının, tarihte bir çok ülkede ve pek çok kereler müşâhede edilegelmiş olduğu sûrette, ciddî aksülamellerle karşılaşması mukadderdir. Üstelik bu defa bu aksülameller Araplara mahsus ve “millî” vasfında değil, âlemşümûl bir karakterde zuhûra gelecektir. Dünyanın globalleşmesi, siyonizme hep fayda sağlayacak değil ya!..
Diğer taraftan İsrail’in Kudüs gibi, üç dine âid bir mukaddes toprak üzerindeki ısrarlı iddiası Müslümanlar kadar, Hıristiyanların da bu hususta hareketlenmesine sebep olacaktır. Daha şimdiden, İsrail’in -itibar olarak- dönüşe geçmiş olduğunu söyleyebiliriz. Zira O, bütün insanlığa karşı -adetâ- müşahhas bir husûmet ve nefret hedefi hâline gelmiş bulunmaktadır.
Türkiye ise, aksine yeniden büyük bir şahlanışın arefesindedir. Bu görüşü haklı kılan esbâb-ı mûcibe ve onun fiiliyâttaki tezâhürlerini anlatmadan önce İsrail, Türkiye ve İslâm Âlemi’nin geleceğine dair düşünceleri iki ayrı perspektiften inceleyelim:
a- “Hıttîn Korkusu” Perspektifinden
b- Kader Perspektifinden
A- “Hıttîn” Korkusu Ve Bunun Âmil Olduğu Plân
Ortadoğu coğrafyasına yabancı bir unsur olarak yahudilerden önce hristiyan Batılılar gelip yerleşmişlerdi. Onların âkıbeti yahudilerin tarih boyunca kulaklarına küpe olmuş ve onlar gibi yok edilmek korkusuyla kendilerini dâimâ bıçak sırtında hissetmişlerdir.
Gerçekten Haçlılar, 1095 yılında tertipledikleri bir seferle 1099′da Kudüs’ü zabtedip büyük bir katliâm yaparak buraya yerleşmişlerdi. Kısa zamanda Antakya’ya kadar uzanan bir “Haçlı Krallığı” kurmuşlardı. Fakat İslâm Âlemi’nin o zamanki dağınıklığından istifâde ederek gerçekleştirdikleri bu zafer uzun sürmemiştir. 1187 yılında “Taberiye Gölü” yakınındaki “Hıttîn” adlı tepenin eteklerinde Selahaddin-i Eyyubî tarafından müdhiş bir bozguna uğratılmış, çoğu susuzluktan helâk olmuştur. Haçlıların bu mağlubiyeti üzerine 2 Ekim 1187′de Kudüs’e giren Selahaddin-i Eyyubî insanlık tarihinde misal teşkil edecek dehşetli bir adâletle Kudüs halkının yaralarını sarmış ve bu kadîm İslâm diyarını yeniden müslümanlara kazandırmıştır. O gece Miraç kandilinin yıldönümüydü. Selahaddin Eyyubî bu vesîleyle afv-ı umûmî ilân etmişse de kılıç artığı Haçlılar, bu eşsiz merhameti bir taktik eseri zannederek kaçıp Akra kalesine sığınmışlardı. Bu kale ve civarında bir müddet daha mukâvemete devam etmişlerse de meşhur Memlük Emîri Sultan Halil tarafından 1291′de kılıçtan geçirilip denize dökülmüşlerdir. Bu topyekûn yok edilme Roma İmparatoru Titus ‘un zaferine benzemiyordu. O Mabed-i Süleyman’ı yıkmıştı, fakat yahudileri kılıçtan geçirip yok etmiş değildi. Ancak müslümanların bu zaferiyle o coğrafî bölgeye hâriçten dâhil olmuş hıristiyan unsur tamamen yok edilip ortadan kaldırılmıştır. Şimdi şu kadar asır sonra yahudiler de aynı coğrafyaya yabancı bir unsur olarak hulûl edip devlet kurmuşlardır. Ancak vaktiyle hıristiyanların yaşadığı mâcerâ dolayısıyla “Hıttîn, yani yok edilme korkusu” her yahudinin şuuraltında derin izler bırakmıştır. Bunun için yahudiler aynı âkıbete uğramamak için sırf Ortadoğu milletleri, hâssaten araplara karşı çeşitli plânlar yapıp geliştirmişlerdir. İsrail Devleti’nin bekasını temin maksadına bağlı olan bu plânlar her ne kadar gizli tutulmakta ise de bunlardan zaman zaman bazı sızıntılar ve bu bâbda bazı bilgiler Dünyâ umûmî efkârının ıttılâına mâruz kalmaktan kurtulamamıştır. Gerçekten İsrail Dışişlerinde vazifeli Oded Yinon ‘un 1982 yılında Dünya Siyonist Teşkilâtı’na bağlı Enformasyon Dairesi’nin ibrânice yayın organı olan “Kivunim” de yer alan bir rapor işte bu sızıntıların en dikkat çekici olanıydı. “1980′lerde İsrail İçin Strateji” adını taşıyan bu rapor, İsrail’in bütün Ortadoğuyu kendi beka stratejisi icabı olarak nasıl şekillendirmek lâzım geldiğini gözler önüne koyuyordu. Ona göre 20. asrın başlarında Ortadoğu’daki devletlerin hududları İngilizler tarafından âdetâ cetvelle çizilmiş olup tamamen sunî bir mâhiyet arzetmekteydi. Mezkûr rapora göre ne Irak’ta bir ırak milleti, ne Suriye’de bir suriye milleti, ne Ürdün’de veya Mısır’da… bir millet olmanın icâbına göre tekevvün etmiş bir siyâsî câmiâ mevcud değildir. Bunlar kâh ırk ve kâh da mezhep itibariyle kozmopolittirler. Bu bölünme İsrail’in Ortadoğu’da tutunması maksadıyla gerçekleşmiş olmasına rağmen bu hususta kâmil bir netice hâsıl olmak için bir kere daha tekrarlanmalıydı. Kısacası İsrail’in etrafındaki bütün devletler ki, buna Türkiye de dâhildir- yeniden birer ikişer ve bazı ahvâlde üçer yeni parçaya ayrılmalı, Osmanlı mirasında teşekkül etmiş olan devletçikler daha da ufalanıp İsrail karşısında mukavemet gücünü büsbütün kaybetmeliydiler. 1982 tarihli bu rapora rağmen, raporun mantığı 1975′ten itibaren fiilen tatbik sahasına konulmuştur. Küçücük Lübnan bu yahudi emeline ilk olarak muhatab olmuş ve onun beş bölgeye bölünmesi planlanmıştır: Hıristiyan Mârûnî, müslüman sünnî, müslüman alevî, dürzî vs. Henüz yaraları kapanmamış bulunan Lübnan iç harbinin derûnî sebebi bu yahudi emeliydi.
Bahsi geçen raporda komşu Suriye’nin de alevî-sünnî, kürt vesâir sûretle en az üçe bölünmesi plânlanmıştır. Bu kader aynen Irak için de mevzubahistir. O da kürt-sünnî ve alevî olarak parçalanacaktır.
Adı geçen rapor Mısır’ın nasıl bölüneceğini anlatırken daha önce diğer arap memleketlerinde vâkî olan bölünmenin bir domino tesiri icrâ edeceği ve bunun aynen Mısır’da, Sudan’da, Libya’da, hatta Libya’nın güneyindeki Çad’da nasıl vâkî olabileceği uzun uzun anlatılmıştır.
İsrail Devleti’nin bekası hesabına plânlanan bu parçalanmanın asıl ve ehemmiyetli mihrak noktası ve hedefi Türkiye’dir. Türkiye de kürtlerle bölünecek bu sûretle Türkiye’nin “arz-ı mev’ud” a dahil olan parçası bilâhare ve daha kolaylıkla yahudinin eline geçebilecektir. İsrail’in Kuzey Irak’taki kürt oluşumuna desteğinina asıl sâiki budur. Fakat İsrail kendisiyle hem-hudud olmayan Yemen, Sudan ve Çad gibi diğer arap memeleketlerinde dahî bölünmenin hangi usûl ve esaslara dayanarak gerçekleştirilebileceğini dakîk bir sûrette planlamış ve zikri geçen rapor üzerinde imal-i fikr eden ve onu geliştiren çeşitli raporlar ve eserler ortaya konulmuştur. (1)
Bugün ortalıkta dolaşan “Büyük Ortadoğu Projesi” aslında yahudinin bu emelini setretmek için ortaya atılmış ve mürevvici Amerika olarak gösterilmiştir. Hiç şüphesiz bu projede Amerika’nın da takip ettiği emeller mevcuddur. Fakat temel sâik İsrail’in bekası endişesidir ki, bu durum ileride anlatılmıştır.
Bütün bu anlatılanlar gerçekleşecek midir?!.. Bize göre hayır!.. Bunlar yahudinin kursağında kalmaya mahkûm birer hamhayaldir. Zira Kur’ânî bir hakikat olarak “Ve mekerû ve mekerallah. Vallâhu hayru’l-mâkirin” , yani “İnsanlar plân yapar, Allah’ın da bir plânı vardır. Muhakkak ki, eninde onunda Allah’ın plânı galip gelir.” Lâkin Allah’ın plânının, yani murâd-ı ilâhînin ne olduğunu bilmek biraz zordur. Bununla beraber imkânsız da değildir. Bugün Âlem-i İslâm kaç asırdır terâküm etmiş bulunan ihmalin doğurduğu istihkâkına kefâret teşkil etmek üzere bedel ödemektedir. Türkiye’deki başörtüsü zulmünden Filistin’de yarım asırdır devam eden mezâlime ve hatta bugün Irak’taki zulümlere kadar bütün olup bitenler İslam Âlemi çapında müslümanların istihkâkını tebdîle medar olacak bir kefâretten ibârettir. Bu kefâret üzerimizdeki celâlî tecellîyi cemâle inkılab ettirinceye kadar devam edeceğe benzer. Bu da uzak değildir. Zira herhangi bir müslümana sırf imanından ve bundaki ısrarında dolayı vâkî zulüm yalnız onun şahsî günahlarına değil; tekmil İslâm Âlemi’nin günahlarına kefâret teşkil eder. Zulüm ne kadar çoğalırsa müslümanların tecellî-yi ilâhîde kahırdan lutfa muhatab olmaları o kadar yakınlaşmış demektir. Şimdi de bu zikrettiğimiz delile munzam dellilerle önce Türkiye’nin, sonra da İslam Âlemi’nin murâd-ı ilâhî icabınca arzedeceği vecheyi bir nebze izah edelim.
B- Kader Perspektifinden Türkiye’nin Geleceği
Bütün Kâinât, bir tiyatro sahnesi gibidir. Onun içinde mevcud tekmil varlıklar da, bir senaryonun eşyası, dekoru ve kahramanları mesâbesindedir. Hepsi de kaderin me’muru ve mağlubudur. Âmil ve fâil oldukları veya mef’ul bulundukları vukuât ve şuunât (realiteler) da murâd-ı ilâhî, diğer bir tâbirle izn-i ilâhî çerçevesinde cereyan eder. Cenâb-ı Hakk’ı “müsebbibu’l-esbâb” yani sebeplerin sebebi, temel sebep bilmenin neticesi olan bu görüş, “cebriye” değildir. Zira cebriyede kul, irâde ve ihtiyâra sahip olmayan sâir mahlûkât derekesinde telâkkî olmaktadır. Halbuki zîşuur olan ins u cin, âriyet gibi iğreti de olsa cüz’î bir iradeye mâliktir. Hiç şüphesiz ilm-i küll sahibi olan Allah, bu cüz’î iradelerden ne sâdır olacağını mutlak bir sûrette bilir. Ancak, bunun ilm-i ezelî ile bilinmesi, bizi kul için bir “cebir” vâkî imiş gibi düşündürmektedir. Bunun sebebi de, insan idrakinin “zamanla mukayyed” olmasıdır. Halbuki, Allah katında zaman yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın bir şeyi olmadan evvel bilmesi, bizim olduktan sonra bilmemiz kadar kolay ve tabiîdir.
Nasıl, bir senaryoda onu, tasavvur, tahayyül ve tasnî eden kimse tarafından tesbit edilmiş bir ana fikir ve esas gaye mevcud olursa, bu Âlem’de de böylece bir temel maksad vardır. Vukuât, O, ilâhî olan gaye çerçevesinde ezelden ebede sebep-netice münâsebeti içinde sonsuz bir cereyan ve teselsüle me’mur olarak akıp gider. Ancak, bu akış, üstün bir me’muriyeti olan ins ü cin idraki ile kavranabilen ve kavranamayan bir takım temel kanun ve kâidelere tâbî kılınmıştır. İlâhî tâyinle gerçekleşen ve hep bâkî kalan bu kaidelere, biz bazen “meşiyyet-i ilâhiye” bazen da “tabiat kanunları” der, geçeriz. Bütün varlıkların bunlara -yoluna döşenmiş raylara tâbî olmak mecburiyetindeki trenler gibi- uymak zorunda bulunduğu bedâhât derecesinde bir gerçektir.
Eşyâ (şeyler) ve vukuâtın tanınması da bu kânun ve kâidelerin keşfi nisbetindedir. Bütün ilmî faaliyetler ise, bu keşfin hududlarını genişletmeye çalışmaktan ibârettir.
Şu temel görüş çerçevesinden bakıldığında, sayısız vukuât ve şuunâtın hay-huyu arkasında ilâhî tâyinle mevcud ve cârî, bütün âleme şâmil ve hâkim bir takım kânun ve kâidelerin mevcud olduğu görülür. Bunlardan biri de “ebedî zıtlık” ve bunlar arasındaki galebenin münâvebesi, yani daimî bir tahavvülât ve tebeddülâttır. İlâhî tecellî de bazen “celâl” ve bazen de “cemâl” e revaç vererek, bu mütemâdî değişikliğin asıl sebebini teşkil eder. Bundan dolayı, bu Âlem’de “bekâ” yalnız ve ancak Allah’a mahsustur.
Fizîkî ve tabiî hadiselerde olduğu kadar, sosyal ve beşerî faaliyetlerde de aynen vâkî olan şu keyfiyet, lâyıkı ile kavrandığı zaman, vukuâtın hikmetine nüfûz edebilir ve binnetice bir çok gereksiz telâş ve endişelerden kurtulmak imkânı doğar. Zira bu takdirde değişme seyrinin “celâl” den “cemâl” e mi, yoksa “cemâl” den “celâl” e mi olduğu kavranır. Murâd-ı ilâhî berraklaşır. Allah’ın takdirinin gerçekleşmesine hiçbir mahlûkun güç yetirebilmesi mümkün olmadığına göre, buna sa’y etmenin hacâlet ve sefaletine düşülmez. Sabır ve tevekkülün kemâline ulaşılır. Tecellî nöbeti “cemâl” de ise şükrün, “celâl” de ise sabrın bereket ve huzûruna nâil olunur.
Bununla birlikte şu gerçeğe de işaret edilmelidir ki, vukuâtın asıl sebebi olan murâd-ı ilâhî, bir tek vak’a veya vukuât zincirinin tek bir kesidinin müşâhedesi ile kavranamaz. Belli bir zaman parçası içerisindeki gelişme seyri takip ve tahlil edilmelidir. Zira, her türlü tahavvülât ve tebeddülâtta bir tedrîc kânunu cârîdir. Bu keyfiyet zelzele gibi ânî oluşlarda bile onların hazırlık safhasında yine bâkî ve cârîdir. Diğer taraftan bazen bir tecellînin zâhiri ile bâtını arasında fark da olabilir. Zâhiri “kahır” , bâtını “lütuf” veya bunun aksi olan hâdise ve oluşlar da az değildir. Bunları da zaman çözer!.. Bir eriğe, bir de cevize bakınız!.. Birinin kabuğu taş gibi sert, içi lezzetli meyvedir. Erikte ise bunun tam tersidir. Gündüzden geceye geçişte, karanlıkların âniden Dünya’mızı istilâ edemeyip tedrîcen ve perde perde gerçekleşmesi, bu Âlemdeki bütün tahavvülât ve tebeddülâta hâkim bir meşiyyet-i ilâhiyedir. Sabahleyin şafak sökmesi de öyle değil mi?!..
Bir de şu var ki, bu Âlem’in bir “dâr-ı imtihan” olmasını dileyen Cenâb-ı Hakk’ın asıl sebep olan zâtî irâde ve ihtiyârı -pek az istisnâ ile- mestur ve meknuzdur. Her şey zâhirde mahlûka kâbil-i izâfe bir takım esbâb ile gerçekleşir. Bunu bilen âkil ve ârifler, vukuâta röntgen gibi derinlere işleyen, ve böylece meknûz ve mestur olanı görebilen bir nazarla bakarlar.
Bu temel İslâmî gerçeklerin ışığında Türkiye’nin kısaca, önce geçmişine, sonra da geleceğine bir nazar atfedelim.
1- Geçmişe Bakış:
Türk Milleti’nin İslâm’dan önceki eski asırlarda fârik ve mümeyyiz vasfı harb, darb, cenk, cidâl, kavga ve cihangirliktir. Dünya’da en eski ve en büyük beşerî eser olan “Çin Seddi” bu gerçeğin fiilî bir şâhididir. Bu gün o geçmiş uzun asırların vukuâtına baktığımız zaman, bunun ilâhî bir tanzimle müthiş bir hazırlık, -tâbir câizse- antreman olduğunu görebiliriz. İçinde olsak bunu kavrayamazdık. Zira nefsânî gibi görünen o eski harb-darb faâliyeti sonraki “İslâm Müdâfîliği” için bir liyâkât kazanma safhası olmuştur. Bu artık bellidir. Tıpkı Arapların, İslâm’dan asırlarca evvel başlayan talâkât, belâgat ve edebiyat merak ve hevesleri ile Arapça’yı geliştirerek O’nu ilâhî irâdeyi istiâb edebilecek bir kemâle ulaştırmaları gibi… O eski Araplar da şiir yarışlarında nefes tüketirken, kaderin hesabından habersizdiler. Bu gerçekle, daha küçük çapta da olsa, kendi hayatında karşılaşmamış bir fert tasavvur olunamaz!..
Lütfu setredip saklayan kahra veya celâl içindeki cemâl tecelliye tarihten bir misal verelim:
Mâhud “Moğol İstilâsı” İslâm Âlemi’nin yakılıp yıkılmasına, medenî mâmûrelerin harabeye çevrilmesine sebep olan dehşetli bir kahır tecellisi idi. Zulüm denince ilk akla gelen isimlerden biri olan Hulâgû tarihlerin rivâyetine nazaran, Hilâfet merkezi Bağdat’ta dînî ve ilmî eserleri kerpiç gibi kullanarak kendisine bir saray yaptırmıştı. Ancak bu müthiş kahır ve zulüm istilâsı, önüne katıp sürüklediği “Müslüman Türk” kitleleriyle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması gibi mes’ud bir neticeye de âmil olmuştur. Böylece, zaafa uğramış İslâm Dünyası’na bir “tâze kan” olarak Türk unsurunun katılmasını sağlamıştır.
Osmanlı Devleti’ni kurmuş olan “Kayı Han Aşireti” de bu sûretle Türkistan’ın “Mahan Bölgesi” nden çıkarak Batı’ya yönelmişti. İlk istikâmetleri an’anevî göç hedefi Cezîretü’l-Arab idi. Bu maksadla Sûriye’ye geçerlerken reisleri Süleyman Şah, Fırat Nehri’nde akıntıya kapıldı. Ayağının atın özengisine takılması yüzünden kurtulamayarak şehid oldu. Aşîret mâteme gark oldu. Süleyman Şah ‘ı Câber’de toprağa verdikten sonra, istikâmetlerinin uğursuzluğuna hükmederek geri dönüp Ahlat’a geldiler. Eğer Sûriye’ye gitselerdi, daha önceki bir çok Türk aşîreti gibi orada kaybolup gidecekleri muhakkaktı. Kiminle mücadele edip de yükseleceklerdi. Etraf hep müslümandı. Ama Ahlat’ta kendisine mürâcaat ettikleri Selçuklu Sultanı onlara yerleşmeleri için Söğüt ve Domaniç ‘i göstermişti. İhtimal buna da canları sıkılmıştı. Zira sürüleriyle bütün bir aşîret takriben bin kilometre bir mesâfeyi kat’etmek mecburiyetinde kalmıştı. Halbuki, önü küffâr olan bu mıntıkada onların cihad gayret ve kâbiliyetlerine -sevk-i kaderle- engin bir saha açılmış oluyordu. Bu kahrın içine saklanmış bir lütuftu. Meknuz ve mestur bir murâd-ı ilâhî idi.
Diğer taraftan Söğüt’e yerleşen Kayı Han Aşireti’nde arka arkaya on lider ( Osman Gazi ‘den Kânûnî ‘ye kadar) dehâ üstü birer şahsiyet olarak tarih sahnesinde mes’ud ve muhteşem rollerini oynamışlardır. İnsanlar evlâdlarının karakter ve kâbiliyetlerini te’min husûsunda bir imkân sahibi değillerdir. Âlimden zâlim doğduğu az görülmüş bir vak’a değildir. Demek ki, kader onları yükseltmeyi murâd edince, her cihetle kendilerine yâr ve yâver olmuştur. Kader yâr ve yâver olunca, bir meziyet bin meziyet kadar randıman sağlarken, bin kusur, belki bir kusur kadar rol oynayabilir. Tıpkı akıntı istikâmetinde yol alan bir kayık gibi… Bir kürek çekmekle, akıntının sür’atine bağlı olarak icabında on kürek çekmiş kadar mesafe kat’edersin. Fakat gidişin akıntıya ters ise, netice bunun aksi olur. İşte beşerî irâdelerin, kadere tevâfukunda böyle müthiş bir bereket mevcuddur. Osmanlı’nın yükseliş hengâmında O’nu ihâta eden hâricî şartların zâtî irâde ve imkânlarından fazla rol oynadığı tarihin sayısız şehadeti ile sâbittir.
Yükselişte olduğu gibi çöküşte de bu kadere ve daha emin bir tâbirle murâd-ı ilâhîye paralel veya ters düşmenin müsbet ve menfî tezâhürleri için söylenecek söz ve verilecek misâl sonsuzdur. Biz burada bu kadarla iktifâ ederek, biraz da geleceğimize atf-ı nazar etmek istiyoruz.
2- Geleceğe Bakış
Bir devlet, üç esas ile büyük ve âlemşümûl bir karakter kazanabilir.
• Âlemşümûl bir mefkûre
• Geniş ve stratejik imkânları hâiz bir ülke
• Kemiyet kadar keyfiyeti de olan büyük bir nüfus
Târihte âlemşümul bir devlet (süper güç) olabilmiş bulunan her topluluk bu üç rüknün, üçüne de mutlaka sahip olagelmiştir. Biz de öyle idik. Bunların hepsini de iç ve dış düşmanların âhengli mesâileri sonunda kaybederek bugünkü mefkûresiz Türkiye hâline getirildik. Burada şu küçülüşün sebepleri veya gerçekleşmesine dâir hiçbir tafsîlâta girişecek değiliz. Bu, olmuş bitmiş bir vâkıadır. Çok değil, bir insan ömrü kadar, yani yetmiş-seksen sene evvel vatanımız onüçmilyon kilometre kare idi. Bugün sekizyüz bin bile değildir. Küçülüşün her mes’eledeki tecellîsi de bu ölçüdedir. Ancak gidiş nereyedir?!.. Mühim olan hâl değil, istikbâldir!!.. Onu tayin edecek husus da zaman ve vukuâtın seyrine hâkim olan murâd-ı ilâhînin vasfıdır. Acaba vukuât, celâlin mi, yoksa cemâlin mi galebesi istikâmetinde bir seyir takip etmektedir?! İşte bu muammâyı çözmek için yine belli bir zaman parçası içindeki gelişmenin tahlili îcâb etmektedir. Zira murâd-ı ilâhînin keşfi, ancak bu sûretle mümkün olabilmektedir.
Bazılarına göre manzara karanlıktır. Mehdi -aleyhisselam- gele ki, işler düzele!… Biz böyle düşünmüyoruz. Bilâkis, İslâm Tarihinin en parlak devrinin önümüzde olduğuna kânîiz. Hele biraz durun bakalım, “Batı Roma’nın Fethi” bize sahih bir hadîs-i şerif ile müjdelenmiş değil midir? Hâmile bir kadının ağrıları, vaz’-ı hamletmeden az önce hadd-i a’zamîye ulaşmaz mı? Gecenin karanlığı en yüksek dereceye ulaştıktan sonra dönüş başlayıp perde perde şafak sökmez mi?! Her kemâli bir zevâl, her zevâli bir kemâlin takip etmesi bu âlemin temel kanunlarından biri değil mi? O halde, sizi bedbinleştiren, menfîliklerin kemâle ermiş, zevâl vaktinin gelmiş olmasıdır. Sevinsenize!..
Bu değerlendirmeyi biraz da kısaca ictimâî vukuât üzerinde tahlil edelim.
İslâm’dan inhirâfın tarihi epeyce eskidir. Ancak su yüzüne çıkışı ve resmî bir görünüş arz etmesi 1839 “Tanzimat Fermânı”yladır. Bu menfî gelişme bilâhare kemâle ermiş (1924) ve bu da 1945 yılında çok partili hayata geçişle dönüş safhasına intikal etmiştir. Dünya siyâsî hâdiselerinin zorlamasıyla başlamış olan bu yeni devrin bâriz husûsiyeti gittikçe hızlanan bir tempo ile mü’minlerin toparlanmakta bulunmasıdır. Bunda dost-düşman herkes müttefiktir. Peki ama, bu gelişme, Türkiye’nin kendi benliğine dönmesini ve mevcud menfîliklerin altından kalkabilmesini te’min edecek bir kifâyette midir? Bunu anlayabilmek için, şu gelişmenin -yukarıda zikri geçen- üç esasa aks edişini bir nebze inceleyelim.
a) Âlemşümûl Mefkûrenin Geri Gelişi
Bizim için büyük devlet olmanın birinci şartı olan mefkûre; tabiî olarak İslâm ‘dır. Çünkü O’nun bizi -her şeye rağmen- yok edilememiş bir alt yapısı mevcud olduğu gibi, zâtî muhtevâsının da matlub neticeyi hâsıl etmeye kifâyeti târihî vukuât ile sâbittir. Ancak O’nun ülkemizde son elli yıl içinde arz ettiği diriliş ve canlanış sür’ati, beşerî irâde ve gayretlerle izah edilemeyecek bir derecededir. Bu da bizim gibi zayıf mü’minlerin mesâilerinin kadere tevâfukundan doğan bir berekettir. Gerçekten, kaderin, -akıntı istikâmetinde ilerleyen kayık misâlinde olduğu gibi- yâr ve yâver olmasından gayri bir sebeple izah edilemeyecek olan şu keyfiyet için size bir mukâyese arz etmek istiyoruz. Tek aşına bu misalin iddiamızı isbata yettiğini ibretle göreceksiniz.
1920 yılında İstanbul düşman işgali altına düşmüştü. İşgal kuvvetleri kumandanlarından biri de Fransız Generali Franse D’Espere idi. Bu zât Fâtih Hazretleri ‘ni taklîden İstanbul’da beyaz bir at ile dolaşmak hevesine kapılmıştı. Lakin bunu nerede yapmalıydı ki, ahâli O’nu alkışlasın!.. Levanten muhiti olan Beyoğlu’nu seçti. Tünelbaşı’nda beyaz bir ata binerek Taksim girişindeki Fransız Konsoloshânesi’ne kadar yürüdü. Beyoğlu esnafı o zaman ekseriyetle rumdu. Rum esnaf, Yunan bayrakları ile donatılmış Beyoğlu’nda Franse D’Espere ‘yi:
“-Zito Venizelos !..” diye bağırarak alkışladı.
Venizelos , o günkü Yunan Başbakanı idi. Bu da “Yaşasın Venizelos!” demekti. Bu durumdan müteessir olan bir Müslüman matbaaya koşup bir İstanbul haritası bastırdı. Bunun üzerinde, mevcud câmileri küçücük sembollerle göstererek bunlara sıra numarası verdi. Altına cetvel halinde bu numaraları sıralayarak karşılarına câmilerin adlarını yazdı. Bu sûretle numaralanmış İstanbul Câmileri bu haritada dokuz yüz otuz küsurdur. Yani bin bile değil!.. Unutmuş olabileceği birkaç küçük câmi ile bu rakamı bin kabul edebiliriz. Haritanın üzerine yazdı ki,
“-Bu şehir kimindir?”
Altında bu soruya yine kendisi cevap verdi.
“-Bu eserler kiminse, bu şehir onundur!..”
Bununla bu şehri biz vatan yaptık, O’nu millî ve dînî eserlerle bezedik, demek istiyordu. Gizlice bunu, Franse D’Espere ve Rum şarlatanlarını protesto makamında apartman kapılarından içeriye attırdı.
1920 ‘de bizim İstanbul’daki ikaametimiz 467 sene likti. Bu zaman zarfında, O imanlı insanların fevkalâde gayreti ve cihad serveti ile İstanbul’da inşa ettikleri câmî takriben bin (biraz daha az bile!) imiş. Halbuki 1950′den günümüze kadar şu beğenmediğimiz zayıf müslümanların inşa ettiği câmi adedi iki bin beş yüz dür!.. Zaman 467 yılın onda biri kadar bile değil!.. Onda bir kabul etsek, Osmanlılar’dan 1920′de 25.000 câmî mevcud olması gerekirdi ki, arada bir denge olsun!.. Halbuki bin câmî varmış. Demek ki, bizim mesâimize Cenâb-ı Hakk ecdaddan en az yirmi beş kat daha fazla bereket ihsan ediyor. Buna İmam-Hatip Liseleri ve Kur’ân-ı Kerîm dershanelerini ekleyerek düşünün! Nasıl, kader bize yâr ve yâver değil mi imiş?!… Sevk-i kaderle, akıntı bizim kayığın seyri istikâmetinde değil mi imiş!…
Sakın bu netîceyi betonarmeyle inşaatın kolaylığıyla izâha kalkışmayınız. Zirâ betonarme keşfedilmiş olmasından doğan kolaylığa mukaabil bu zamanda câmi yapımına meyletmeyi imkânsızlaştıracak derecede mânevî mâniler mevcuddur. Lehte ve aleyhteki faktörler mîzan edilse bu devirde aleyhte faktörlerin galebesi herkesçe ve kolayca kabul olunabilir. Anlayana bu bir tek misâl kâfîdir.