Türkiye Malezya değil, kendisi olacak..

eiffel

Forumun Kulesi
Katılım
10 Mar 2006
Mesajlar
5,705
Reaction score
0
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Her insan büyük bir alemdir.İnsan düşünceden ibare
Türkiye Malezya değil, kendisi olacak

"Türkiye Malezya olur mu?" sorusunun arkasında korkudan kaygıdan önce kimliksizlik ve Türkiye'ye güvensizlik var. Bu türden soruları çoğaltmak mümkün... Türkiye Amerika olur mu, Türkiye Avrupalılaşabilir mi, Türkiye İran olur mu? Bu sorular, kendilerine olumlu olumsuz anlamlar yüklense bile sonuçta güvensizlikle malûl bir kolektif muhayyilenin ürünü. Pekala bu güvensizliğin kaynağı nedir?

Sonuçta hepimiz sosyo-politik varlıklarız, akıl yürütmemizdeki soyutlama alanı gerçek hayatımızın bir uzantısı. İlim ve irfan sahibi olmanın kişiyi "politik bağlardan vareste kıldığı ve saf nesnel bir konuma taşıdığı" iddiası yanlış. Hocanın da böyle bir iddiası yok fakat hocayı kaynak göstererek Türkiye'nin güncel politikası üzerine yazıp çizenler, tıpkı bu yazıda zikredilen "sunucu" gibi, hocaya saf hakikatin sözcüsü muamelesi yapıyorlar. Bu tavrın bir kısmı saygıdan, bir kısmı ise bildik tezlerinin "hakikiliğine" prestijli bir bilim adamını kaynak göstererek geçerli kılma arzusundan. 2007 seçimlerinde AKP'nin elde ettiği olağanüstü başarı, mukabil safta yer alan çeşitli kesimlerin "toplumsal hakikate tekabül eden" tezler üretme şevklerini bir hayli kırmıştı. Çünkü herkes eteğindeki tüm taşları dökmüş, seçimlerde ise halkın tercihi bu topluma dair bir sosyo-politik gerçeklik resmi çıkartmıştı. Bu, kısa bir süre de olsa bir suskunluk dönemi yarattı. Ancak AKP'yi eleştirmek arzusunun sessiz çağrısı, hocanın açıklamaları üzerinden hem gerekçeler hem de cüret edinerek karşılık buldu. Hocanın dengeli ve mutedil dili ise tabiatıyla bu kesimde yok. Hoca "Malezya olur muyuz?" sorusuna "Bir karar için daha fazla veri gerekir, Avrupa'da bu konularda birçok makale yazılıyor, Türkiye'de ise araştırma yok" diyor; ama araştırmaya dahi ihtiyaç hissetmeksizin "Evet, Türkiye Malezya olur", diyenler hocadan alıntılar yapmaya devam ediyorlar. Eskiden böyle konularda örneğimiz İran'dı, bu ülkeye ilişkin cahillikle beslenen bir ikna gücü yaratılmak istenirdi, şimdi örnek Malezya, değişmeyen ise ikna yönteminin şekli.

Mardin hoca, bu ülkedeki herkes için ortak bir değer, konuşmadaki dili de bu konumunun tolerans sınırları içinde. Hocanın tespitleri, işaretleri, yorumları üzerine düşüneceğiz, araştıracağız; fakat politik dile tahvil etme bakımından bu kadar aceleci davranmayacağız. Hoca "olguları biriktirme, bekleme dönemindeyiz" derken, bu dönemin ertesi gün kaleme alınan köşe yazısına kadar tamamlandığı varsayımıyla davranmayacağız. Ayrıca hocanın tarihsel akışın dingin ritmiyle olaylara yaklaşan anlatımıyla "her gün dünyanın yeniden kurulduğu" medya bağlamında köşe yazarlığının kaçınılmaz kışkırtıcı dili arasındaki genetik uzlaşmazlığı da unutmayacağız.

Sorunun arkasında, kaygıdan önce kimliksizlik var

Şu, Türkiye Malezya olur mu, sorusuna da birkaç cümle ile değinmek gerekiyor. Elli yıl önce İngiliz sömürgeciliğinden kurtulmuş, halkının % 60'ı Malay, eyaletlerden müteşekkil, yönetim biçimi anayasal monarşi olan, tarihi tecrübesi, ilişkileri bütünüyle farklı bir çizgide gelişmiş bir ülke, bu soruyla birlikte Türkiye'ye şablon olarak ortaya çıkartılıyor. Malezya'nın nerede olduğunu bilmeyen, muhtemelen bu tartışmalar sırasında biraz Malezya bilgisini ilerletecek olanlar, tehlikenin bu somutlaşmış biçiminin sunduğu "ikna edicilik konforunu" kullanarak "tehlike ciddi" diye konuşma hakkını kazanabiliyorlar. Amaç, kapsamlı bir karşılıklı değerlendirme değil elbette, üç beş anekdot ve bir iki resim üzerinden bir kanaat inşası.

Bu sorunun arkasında korkudan kaygıdan önce kimliksizlik ve Türkiye'ye güvensizlik var. Bu türden soruları çoğaltmak mümkün... Türkiye Amerika olur mu, Türkiye Avrupalılaşabilir mi, Türkiye İran, Malezya olur mu? Aslında tüm bu sorular, kendilerine olumlu olumsuz anlamlar yüklense bile sonuçta güvensizlikle malul bir kolektif muhayyilenin ürünü. Dünyada hangi ülke başka bir ülke "gibi" oldu ki? Her ülke kendi içsel süreçleri ve dinamikleriyle kendi kader kulvarında ilerlemiyor mu? Türkiye tıpkı diğer ülkeler gibi, hiçbir zaman başka bir ülke olmayacak, Türkiye her zaman kendisi olacak. Bu ifade, cemaatini ötekilerden yalıtan kalın bir kabukla çerçevelemiş, böylelikle içsel iletişimini daha yakın kılmış bir ulusalcı tahayyülün fantezisi olarak söylenmiyor. Ayrıca Türkiye hakkında konuştuğumuzda, tarihteki rolünü "büyük güçler"den birisi olarak küresel çapta ifa etmiş, farklı din, milliyet, inanç, anlayış sahibi toplulukları uzun asırlar boyunca bir arada barış içinde yaşatmış bir mirasın ülkesinden bahsediyoruz demektir. Boş bir övünme duygusundan değil, tarihin bize anlattığı, nesnel kriterleri bulunan bir imparatorluğun muhteşem tecrübesinden söz ediyoruz. Belki bugün içinde bulunduğumuz ve neredeyse içselleştirdiğimiz ekonomi-politik şartlar dolayısıyla kimilerine "ironi" gibi gelen bu tarihsel mirasın sahih bir miras olduğunu, Türkiye'nin kader çizgisinde en hâkim karakteristik olarak rol oynadığını, oynayacağını ifade etmek, bir hakkı teslim etmektir. Ancak unutmayalım ki, tarihin artık soluk bir yankıya dönüşmüş hikâyesi bugünün bağlamında yeniden şekillenir ve vücut bulur. Şüphesiz Türkiye kendisine güvendikçe bu tarihsel mirası daha iyi kavrayacak, bu güvenden uzaklaştıkça tarihten de uzaklaşarak kendisini tali bir ülke, başkaları üzerinden anlaşılabilecek ikincil statüdeki bir yer şeklinde algılayacaktır.

Anekdotlar üzerinden analiz

Öte yandan, bu tür konularda ülkeleri birbirine benzeterek olup bitenlerin daha iyi anlaşılacağı zannı doğru değildir. Aksine iş bu kadar genelleştirilir ve popüler/magaziner bir tartışma konusu haline getirilirse, bu tartışmanın ikna edici verileri de gazetede gördüğümüz bir resim, birilerinin bize anlattığı bir anekdot olur. Nitekim Malezya'da güzellik kraliçesinin türbanlı bir şekilde protokolde yer alması bu "soruları ve kuşkuları" akla getiren en önemli "verilerden" birisiydi. Oysa bu görüntüden "sosyolojik" bakış açısının çıkartacağı ders, şeriat tehlikesinden ziyade eklektik Batılılaşma pratiğine yönelik bir dikkat ve okuma olmalıydı.

Nihayet, Türkiye'yi anlamak için insanların hemen yanı başlarındaki verilere bakmak yerine Malezya'ya kadar uzanan bir aynayı kendilerine tutmak istemelerini olağan karşılamak kolay değil. Laik-İslam gerilimi -düşünme kolaylığı olsun diye bu bildik klişeyi kullanıyorum- bu ülkede uzun yıllardan bu yana şöyle bir karşıtlık üretti: "Laik kesim", anlayan, tanımlayan, belirleyen, meşruluğu temsil eden, evrensel tecrübeye ve akla sahip, muktedir olanken, "İslamcı kesim", anlaşılması gereken, tanımlanan, belirlenen, meşruiyet sınırlarını ihlal eden, yerel, kudretten yoksun bir çevredir. Bu hegemonik ilişki biçimi, aynı zamanda çatışma ve gerilimlerin odağına "türban" gibi "kültürün sert noktalarından birisi haline gelmiş, arkasında karmaşık bir dünya taşıyan kışkırtıcı bir konunun yerleşmiş olması karşılıklı reel ilişkiyi zorlaştırmıştır. "Laik kesim"in, yanı başlarındaki "İslamcıları" diyaloğa dayalı, demokratik bir dille anlama yolunda çaba sarf etmemelerine rağmen, Malezya'nın İslamcılarını anlayarak bir Türkiye resmi çıkartma girişimlerini olağan kabul etmek mümkün mü? Buradaki politik bakış ne kadar sosyoloji kılığına girmeye çalışırsa çalışsın senaryosu baştan belli bir seçici algı ile çalışacak, "ne olduğuyla" değil, neyin Türkiye kamuoyu için ikna edici olacağıyla ilgilenecektir. Çünkü amaç, ağırlıklı olarak politik mücadeleye "etkili" mühimmat taşımaktır, yoksa "herkesi aydınlatarak" ortak toplumsal bağlama veri ve ihtiyatlı, mesafeli fikir ve yorumlar taşımak değildir.

"Türkiye Malezya olur mu?" sorusunun sahipleri, şu temel yanlışı yapıyorlar: Politikada kaybedilen mevziler yine politikada kazanılır. Soru sahiplerinin mesafeli de dursalar, temsil edildiklerini düşündükleri siyasi hareketten umudu kestikleri anlaşılıyor. Çünkü bu şekilde alan değiştirme, zikredilen politik hareketin az çok kendisine olan güvenini de yitirmesine neden olacak, bu sosyolojik telafi oraya siyasi verimsizliğin tescili olarak yansıyacaktır. Oysa hem AKP'nin hem de Türkiye'nin sahih, ayakları yere basan, baştan çıkartıcı fantezilerden uzak bir muhalefete ihtiyacı var. Öyle anlaşılıyor ki bu tür tartışmalar sürdükçe, AKP'nin ihtiyaç duyduğu muhalefetin bu kesimden çıkma şansı iyice azalacaktır.
M. NACİ BOSTANCI​
 
Oysa hem AKP'nin hem de Türkiye'nin sahih, ayakları yere basan, baştan çıkartıcı fantezilerden uzak bir muhalefete ihtiyacı var.
çok güzel tesbit yapmış.. paranoyak bir muhalefetimiz oldugu sürece kuruntular üzerine çok şey duyacaz...bazı başarıların adını yeterki dogru koysunlar o muhalif anlayış :)
 
Bu sorunun arkasında korkudan kaygıdan önce kimliksizlik ve Türkiye'ye güvensizlik var...

Aslında bu sorunun temelinde "Ne mutlu Türk'üm diyene" diyemeyenlerin kendilerine "kimlik arama çalışmaları" var! Güvensizlik olgusu da nadir görülmekle birlikte bir kesimin "gelecek korkusundan" ibarettir.Diğer insanlardan bu korkuları,bu kaygıları yaratan "kimlik arayışındakiler" bunları oturup bir kez daha düşünmelidir.

...Türkiye her zaman kendisi olacak.

Evet bu da çok doğru bir cümle.Türkiye Osmanlı tarihiyle ve dini değerleri övünmekten başka bir şeylerde yapabilen,akılcı,uygar ve güçlü bir ülke olacak.Yani kendisi gibi olacak.Hem Avrupalıyız,hem de Müslümanız diye haykıran "muhafazakar demokratlarda" birgün Türk kimliğinin Türkiye'nin "tek kimliği" olduğunu anlayacaklar ve gerçek anlamda "Ne Mutlu Türk'üm diyene" sözünü söyleyebilecekler.
 
Geri
Üst