musti_gs
New member
- Katılım
- 22 May 2006
- Mesajlar
- 25
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Türk tarihi ve milletinin bir bütün olduğunu,
beşbin yıl önceki Oğuz Hanın bir çerisi ile bu günkü
halktan birinin mahiyet farkının olmadığını,onu farklı kılanın
yüreğindeki kızılelmayı yitirmiş olması yada Büyük Turan düşüncesini
beyninden atmış olması olabileceğini vurgulamaktı.
Yüreğimizdeki Kızılelma ülküsü ve beynimizdeki
Büyük Turan düşüncesi ile Kuzey Sibiryadan Mançuryaya,
yada Amarikanın öteki ucunda bulunan Turan Soylu bir Kızılderili şefinden,
Yemen illerinde kalmış Türkçe konuşmakta inad eden
Anadolu Türkü Şeyh efendiye kadar biz büyük ama çok büyük bir milletiz.
Büyük Turan Devleti denince de zaten bu büyük
Milletin (her nerede yaşıyorsa) bulunduğu mekan ve yüreğindeki Kızılelma anlaşılmalı.
Tarihin başlangıcından itibaren ismi konmuş, coğrafyası tanımlanmış ve bütün iç dinamikleri tamamlanmış olarak günümüze kesintisiz bir nehir gibi akıp gelen çok az toplum vardır. Bunlardan biride Türk toplumu (cemiyeti) yada Türk milletidir.
Bir toplumun (cemiyetin) yada milletin bu evrenden bir tek talebi vardır o da kayıtsız şartsız yaşama hakkı dır. Daha düz bir deyişle varolma talebidir.
Devlet, sistem, rejim ve her türlü organize yapı, milletin asıl varlığından sonra gelir. Milletin varolma olgusu yanında, Başkaca önem atfedilen ne varsa değersiz kalır. Milletin birinci asli görevi varlığını sürdürmektir.
Milletler varlıklarını sürdürmek için idealleri ile beslenir kuvvet bulurlar. Millete hayatiyet veren, tarihi seyir içerisinde geleceğe intikalini sağlayan, temel unsur elbette ki ülküleridir, Ülküler ve gerçekçi davranışlar tarihi akışı sağlar.
KIZILELMA ÜLKÜSÜNDEN
TURAN GERÇEĞİNE
Türk Milletinin ideali Kızılelma gerçeği ise Turan dır.
Geçmişte Türk milletinin yapılanmasında emeği geçen Bilge Kişiler İdeali veya Türkçe ifade edildiğinde Ülkü yü gittikçe uzaklaşan bir hedef diye anlatmakta haklıdırlar.
Ülkü (İdeal), yaklaştıkça uzaklaşan ve serabın susuzlar üzerindeki tesirini hatırlatan, cazip bir ışık gibidir. Büyük milletlerin büyüklükleri işte böyle Işığa doğru yapılan hamlelerin nicelik ve nitelikleriyle (sayısı ve kalitesi ile) ölçülürler.
Eski Türkler, Büyük Türk Devletlerini (Hun İmparatorluğu, Göktürk İmparatorluğu Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu) üç kıtanın birleştiği çevrede kurmadan evvel milli vicdanlarında kurmuşlar ve bütün siyasi ve askeri hamlelerinde işte o büyük ülkünün gidildikçe uzaklaşan hududuna doğru atılmışlardır.Turan soyunun yüreğinde yer alan bu yurt görüntüleri nesilden nesile devretmiş yüreklere çizilmiş harita gibidir: Gönüllere giren bu vicdanî haritanın muhtelif istikametlerdeki işaret taşlarına hep (Kızılelma - Kızılalma) ismi verilmiştir
.
Kızılelma, Türklerin yaşadıkları bölgeye göre, Yani Turan İline göre batı- doğu- kuzey- güney, ve her yönde ulaşılması gereken bazen bir belde, bazen de bir ülkedeki taht veya mabet üzerinde parıldayan ve ona ulaşmanın dayanılmaz hasretini temsil eden som altından yapılmış kızıl renkli altın bir yuvarlak yakut top olarak hayal edilmektedir.
Bu altın top zaferin işareti olabileceği gibi hâkimiyetin sembolü, fethedilmek üzere hedef seçilen yerin durak noktası olarak ta ifade olunmuştur.
Sanırım önce Turanı, tarihi gerçekçilik içerisinde ele almalıyız. Sonrada Turanın iç dinamiklerinden olan Kızılelmanın. Bize intikalini tarihi kronoloji içinde izlemeliyiz:
Turan
Başlangıçta İranlıların, kendi bulundukları coğrafyanın (yani İranın) kuzey doğusundaki ülkeye verdikleri isimdir Turan. Bu kelimenin varlığı ise Miladi 4. asırdan itibaren bilinmektedir.
Tura, Turan kelimesinin aslî unsuru olup, İran ülkesinde Avesta (Eski İran-Sasanilerin dini, zerdüşt dininin kitabı) da belli bir konu çerçevesinde zikredilmektedir.
Burada şahıs ismi ve göçebe bir kavim isim olarak kullanılmıştır;
Tura-Turan ve Tûralılar, diye geçen bu isimdeki topluluk İranlıların ve zerdüştlüğün düşmanları olarak gösterilmiş.
Tura Akıncıları arasında bulunan Franrasyan (=Afrasiyab) iranlılara göre Çok korkulacak bir Düşmandır.(Efrasiyap ın Mete Han, Oğuz Han ve ya Alp-er Tunga olma ihtimali vardır.)
Diğer taraftan Blochet de, Le nom des Turks dans IAvesta adlı yazısında herkesçe bilinen Tura = Türk özdeşliğini açıkca vurgulamıştır.
Türk adı veya hiç olmazsa Türk adını teşkil eden kök, nerede ise miladi ilk asırlardan beri mevcut bulunuyordu. Burada Türk adının özdeşliğinin daima ifade ettiği manayı hatırda tutmak gerekir. Tûra ismi, İran dilinde olağanüstü , cesur, yiğit manasını ifade eder.
Tûra hakkında en doğru faraziye, Marquarta aittir. Bu alime göre, İranlıların meşhur vatanları Airyanem waejo, Harizmde bulunmakta idi. İran ile Tûran arasındaki efsanevî savaşlar dünya tarihinin geleceğini belirliyordu.
Amu-Derya ile Aral gölünün doğusunda Savaşçı göçebeler kendilerine Tura adını verirlerdi. Bu Döneme ait en önemli kaynak durumunda olan Ptolemaeus (Ermeni Mütercimi Şıraklı Ananianin tercümesi) Harizmde gösterdiği Tûr idarî bölgesi, Tûra kavmine ait mühim bir hatırayı aksettirmiş olmalıdır.
Sonradan Meydana gelen kavimler göçü, Asyanın ırklar haritasını tamamıyla değiştirmiştir. Tûra adı, giderek İran halkının yeni düşmanları, sırasıyla Yüe-çiler, Kuşanlar, Hioniler, Eftalitler ve Türkler için kullanılmıştır.
Burdanda anlaşılıyor ki Turan terminoloji olarak tarihin başlangıcından itibaren biliniyordu.
Turan düşüncesi, Hunlar ve Göktürklerde de görülmektedir.
Göktürk hakanlarının, Türk budunu (Türk soyu, Türk kavmi) ile övünmeleri, onun iyilik, cesaret ve diğer meziyetlerinden bahsetmeleri, kusurları düzeltmeğe çalışmaları ve benzeri düşünceler Turan düşünce zemini gibidir.
Daha sonraki dönemlerde bu fikirler Kaşgarlı Mahmudda zirvesine çıkar. Türklük sevgisi ile dolu olan bu Türk bilgini, Türk kavminin Allah indindeki değerlerini ve tarihi misyonunu, bir hadisi kudsi naklederek anlatır. Ali Şir Nevaî, Türk kültürünün hayranıdır ve Türk dilinin Farsçadan hiç geri kalır yeri olmadığını gösterir.
Coğrafî tabir olarak Tûran: Tûra halkının adından teşkil ve bilahare Tuc/Tur adından türetilmiştir. Türk ülkelerine verilmiş bulunan Tûran tabiri, Arap tarihçileri ile Fidravsînin kaynak olarak kullandıkları Pehlevî dilindeki Hvatay-namakte mevcuttur. Mamafih Bundahiş yalnız Türkistan kelimesini kullanmakta olup, Tûran kelimesi ise Denkartta ve Turfanda bulunan metin parçalarında vardır.
Firdavsîye göre, Tûran Türklerin ve Çinlilerin memleketidir. İrandan Amu-Derya nehriyle ayrılmıştır. Diğer taraftan Afrasiyabın mağlubiyeti hakkındaki malumatta, kendi arazisinin başlangıcının Kibcaka kadar uzanmış olduğu görülmektedir. Marquart, yazmalara bakarark bu ismi Koçkar (Başi) olarak tashih etmekte, Tarazın ötesinde 5 fersah mesafedeki Karluk ordugahı ile birlikte göstermektedir.
Firdavsîye göre, Afrasiyabın payitahtı olan Kang-diz Çin hududunda bir yerdedir; ancak Buharadaki Kang memleketi ile hiçbir alakası yoktur. Bu tafsilata göre Türklerin bundan önceye ait, batıya doğru olan konak yerleri görülebilmektedir. Çok enteresandır ki Kızılelma ya ulaşmak bu durumda ancak Turana hakim olmaktan geçmektedir. Tûran hükümdarlarının tabileri olan Çinlilere gelince: Firdavsî bunların adlarını önce Bundahişde Çinlilerin içinde eriyen Avestadaki eski Saynav halkı yerine koymuş olmalıdır.
İslam Aydınları (Arap, Fars ve Türk), Tûran mefhumunu çok tabii olarak kullanmışlardır. Arap coğrafyacıları, Türklerin memleketlerini ancak Sır-Deryanın şarkından başlattıkları için, Maveraünnehiri içine almamışlardır. Buna göre coğrafyacılar, bu tetkiklerinde Tûranı, Amu-Derya ile Sır-Derya arasındaki arazinin aynı gibi görmek eyilimindedirler. Harizmîye göre İranlılar Amu-Derya sahillerindeki araziye Marz-i Turan derler. Yakuta göre Tûran, Maveraünnehir memleketidir; dünyanın Afridun tarafından üçe taksim edilmesi üzerine Türkler kendi memleketlerine, hükümdarları Tuca izafetle Tûran adını vermişlerdir.
Dımaşkînin (1320 civarı) görüşü, özel bir durum tesbit eder. Dimaşkîye göre, Seyhun (Sır-Derya) Maveraünnehir cevresine Turan = tulan denilmektedir. Fergana denilen Türkistan memleketi bu çerçeveye dahildir.
Masalik al-abşar (XIV. Asır)da tabirin kullanılış şekli çok daha farklıdır. Burada Volgaya Nehr-i Tûran adı verilmiş ve Tûranın eski hükümdarlarının yazlık ordugahları, Quatremere ile Marquartın Ural dağları ile bir kabul ettikleri Ark-Tag (?) olarak gösterilmiştir.
Tûran, XV. Asırda yazılan Zafer-namede yalnız edebî mukayeseler için kullanılmıştır.
XVII. asır müelliflerinden Ebul-Gazi bu kelimeyi bazen esatirî bir tabir olarak, bazen batı Sibirya için kullanmakta, bazen de tamamıyla Muhammed Harizmşah ülkesinin İran ile Tûran arasında bulunduğunu kapalı bir şekilde kaydetmektedir.
Turan kelimesini, Avrupa dHerbelotun Bibliotheque orientali ile tanımıştır. Burada, doğuştan Türk olup, Tûrun neslinden gelen ve Faridunun oğlu olan Afrasiyab, Amu-Deryanın ötesinde doğuya ve batıya doğru uzanan bütün ülkelerin hükümdarı olarak gösterilmiştir. İşte Tûran denilen bu ülkedir; ancak Türkistan adı, daha Ortelius ile Mercatorun haritalarında XVI. Asırda mevcuttu. Turan tabirinin Avrupada ilmi gündeme yerleşmesi ise, XIX. Asırda olmuştur
Bize göre Turan Kavramı ile zihinlerde parelel yer tutan Kızılelma kavramı bir gerçek nesne ile onun içindeki tat, lezzet gibidir. soyut kavramları maddileştirerek izah etmekte hiçte zorlanmayan Osmanlı müellifleri (Altın Top), (Altın Alem), (Altın hokka) ve (Küre-i lal= yakut top) gibi elma şeklinde bir takım kızıl kürelerden bahsetmişler ve eski Türklerin adını taktıkları şehirlerin hepsinde ya bir saray damının veyahut bir kilise kubbesinin işte böyle bir parlak topla göz kamaştırdığına ait bir takım tafsilata bile girmişlerdir.
Mesela Ali Çelebi Künhül-Ahbarda Roma şehrine (Kızılelma) denilmesini izah için vaktiyle Nuşirevanın hazinesinde bulunan bir yakut kadeh içindeki (Küre-i lal)in bir papaz tarafından aşırılıp Vatikandaki saint-Pierre kilisesinin tavanına asılmış olduğuna ait bir hikaye anlatır.
Evliya Çelebi de Budin sarayından bahsederken: Her kasrın kubbelerinde birer altın top asılı olduğundan adına (Kızıl-Alma-sarayı dirler diye Macaristanın payitahtına Türklerin Kızıl-Elma demelerini Ali Çelebinin (yakut top)una mukabil (altın top) nazariyesiyle izah etmiştir.
Dağıstan Şamhallarında Kızılelma hakimiyet timsalidir. Özü müslüman Kazaklarından bir beyzadenin 18. asırda telif ettiği (Risale-i Dağıştan)ın Nuruosmaniye kütüphanesinde 3905 numaradaki nüshasında Şamhalların hükümdarlık merasiminde Kızılelma nın bir hakimiyet unsuru olduğunu açıkça yazar.
Osmanlı müelliflerinin Kızılelma denilen şehirlerde birer altın yahut yakut top bulunduğundan bahsetmeleri işte bu Dağıştan misalinde gördüğümüz hakimiyet mefhumu ile ilgili olmalıdır. O taktirde Kızılelma Türk hakimiyetinin timsali olduğu için fethedilecek yerlere (sembol-nişan) olmuş demektir. Bir taraftan halk masallarında (Kaf dağının arkası) denilen Kuzey Kafkasyanın bir taraftan da Bizansın Kızılelma sayılmış olduğunu gösteren kayıtlardan başka, Evliya-Çelebi Avrupada başlıca altı Osmanlı Kızılelma sından bahsetmekteyse de, bunların yalnız beşini zikredip altıncısını ihmal etmiştir.
Biraz sonra bunları sıra ile göreceğiz yalnız şimdi yine Kızılelma düşünce kroniğine parelel yürüttüğümüz Turan düşüncesini devam ettirelim,
Turan Dilleri: Bu tabir ilk defa tarihçi Bunsen (1854) tarafından ortaya konmuştur; o, bu tabiri Hintçe ve Sami dillerin hiç birisine mensup olmayan Asya ve Avrupa dilleri için kullanmıştır. Fakat Max Müller bunu ilk defa, The languages of the seat of war in the East, with a survey of 3 families of languages, Semitic, Arian and Turanian adlı eseriyle yazmıştır.
Müller, diller gurubuna yalnız Fin-Ugor ve Altay dillerini değil, aynı zamanda Siyam, Tibet Malaya vb. dillerini de dahil etmiştir. Lenormant, La magie chez les Chaldeens et les origines accadiennes adlı eserinde bu daireye haklı olarak Sümer dilinide almıştır zira bazı Sümerologlara göre Sümer dili diye bir dil yoktur Sümer dili sanılan dil tamamen Türk dilidir ve Türkçenin taa kendisidir. J. Oppert de Les peuples et la langue des medes adlı eserinde Ahameni kitabelerinin ikinci sütununun dilini (yeni Elam dili) Med dili saymakta ve bundan da Medlerin Turaniliğine hükmetmekte idi.
Castren. Eski Altay dillerini beş şubeye ayırır: Fin-Ugor, Samoyed, Türk-Tatar, Moğul ve Tunguz. Bundan sonraki araştırmalar daha yeni tahditler getirip, ilk iki grubu, Altay dillerini teşkil eden son üç gruptan ayırdı. Bu grubun mukayeseli gramerinin kurucusu G. Ramstedt, biraz tereddütten sonra Türk ve Moğul dillerinin yakınlığını itiraz kabul etmez bir şekilde ispat etmiş, Moğul dilinin Tunguz dili ile yakınlığı da aynı şekilde kabul edilmiştir. altay grubunun Fin-Ugor ve Samoyed dilleri ile olan münasebeti halen ciddiyetle araştrılmaktadır. Neticeten bu dillerinde Turanî diller çerçevesinden sayılması mümkün gözükmektedir.
Pan-Tûranizim (Turancılık): Pan-Tûranizm siyasi düşünce olarak, bir taraftan Türkçülüğün parelelinde onunla etkileşerek yürüyen bir kavram olarak kullanılmış diğer taraftan da Tûran kavimlerinin birbirleriyle olan yakınlıklarına ilişkilerini belgelemiştir.. Pan-Tûranizm tabiri özellikle ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Macaristanda Macar bilim adamlarınca ilmileştirilmiştir.
Bu tabirin, uzak anayurt ideali manasında kullanılışı, 1839a kadar çıkar. Birinci Cihan Harbi esnasında Tûran cemiyeti (Turanische Gesellschaft) tarafından Budapeştede çıkarılan Turan mecmuası, akraba olan milletler (bizimle ayni kökten olan milletler)in tarih ve kültürünü tetkike mahsus bir yayındı işlediği konular ise
"Coğrafi bir mefhum olarak Turan"
"milletlerarası politikalarda Turan gerçeği"
Kont Teleki ve Prof. Cholnoky göre (Turan- ein Landschaftsbegriff, bir bölge mefhumu) Bu bölge ise yani Turan Coğrafi bölgesi .
"Hazar Denizi, İran yaylası, Sır-Derya ve İrtişin kaynaklarının bulunduğu sıradağlar ve Akmolins yaylası arasındaki hudutlar içinde uzanan mıntıka" olarak tasavvur etmekte idiler. Bu tarif Ulu Türkistan coğrafi kavramının yerin almış gözükmektedir. Daha sonraları konuya getirilen yeni açıklama tespit ve yorumlar neticesi "
Turan: kendini Turani soydan sayan herkesin yaşadığı bölge ve sosyal coğrafya" olarak belirlenmiştir.
Bu coğrafî bölgenin vahdeti ve orada yaşamış olan kavimleri izah eden çalışmaların yaygınlaştırılması neticesi Turan gerçeği net olarak ortaya çıkacaktır.
Rusyada da, Macar Turancı çalışmalara parelel bazı eğilimler göze çarpar.Avrasya grubu denilen grup, jeopolitik meseleler ve Avrasya halklarının harsî tesirleri ile ilgilendiler.
Pan-Turanizm (daha dar manasıyla Pan_Türkizm) hareketinin esas ve eyilimleri açınımları çok daha nettir.
Osmanlı İmparatorluğu gelişme dönemlerinde açıkça faaliyet gösteren bir Turan düşüncesi tesbit edilememesi yanında, Osmanlı bürokrasisinin dilinin ısrarla Türkçe olarak sabitlemeleri ve Türk unsurun Osmanlının demografik olarak dayandığı esas unsur olması özellikle Osmanlı hanedanının şecerelerini her seferinde Oğuz handan itibaren sayabilmeleri ve öyle değerlendirmeleri Turan Mevhumunun isimsiz devam ettiğini gösterir.
Bilhassa Osmanlı bilginlerden Aşık paşa, Kemalpaşa zâde ve Vani Mehmet Efendinin fikirlerinden söz edilmelidir. Özellikle sonuncusu, dar manada Türkçü, Oğuz Türkçüsü olduğunu söylemek gerek.Turan düşüncesinin Osmanlılarda biraz muğlak olarak seyretmesinin yanında ne enteresandır ki Kızılelma Ülküsü neredeyse fiziki boyut kazanmıştır. Hatta Kızılelma ya mekanlar hayal edilmişti, Mesela;
Engerus Ungarus Kızılelma sı: Budin;
İkinci Engerus Kızılelma sı: İstoni-i Belgrad/İstolni Belgrad
Orta-Macar Kızıl-Elması: Usturgon = Esztergon/Gran;
Küçük-Macar Kızıl-Elması yahut Alaman Kızıl-Elması veyahut Beç Kızılelma sı Viyana;
Rim-Papa Kızılelma sı: Roma.
Altınca Kızıl-Elmanın da Prusyadaki (Cologne = Kolonya) şehri olma ihtimali Peçevînin (Ehl-i İslam Kızıl-Elmaya dek gidecekdür didükleri kelamun sebebini beyan) ederken kaydettiği şu fıkradan anlaşılmaktadır:
Bu dahi malum ola ki Böyük-Kapona varoşunda yılda bir muayyen günde bütün varoşun ve etraf u cevanibinin sağir ü kebiri ve cüvan u piri taşra sahraya çıkarlar ve ol sahrada olan Kızıl-Kapona da oğluncuklar bir eski türkü ırlarlar: (Kızıl-Kapona) didüğü Kızıl Almadur, sınır taşı gibi alamet için vaz olunmuştur ve ırladukları türkünün meali:
........Türk Padişahı cümle kuvvet ü azametiyle bu mahalle değin gele gerekdür ve bunda Allahu Teala emriyle fevt olsa gerekdür ve Allaha itikad ü itimat olunsun ki Türk Padişahı ol kadar yukaruya gide ki Kolonaya vara! Nemçe memleketine çok şenlik kalmaz, zira kolona şehri uzak yerde vaki, olmuştur.....
Kızılelma isminin Asyadan sonra Avrupa tarafından daha nerelere götürüldüğü ayrıca araştırılacak önemli bir konudur.. Her halde bu birkaç örnekten de anlaşılacağı gibi Osmanlı İmparatorluğunu kurup genişletenlerin milli ideal sınırları siyasi haritalarından çok geniştir. Çünkü Viyana, Roma ve Kolonya gibi Kızıl-Elmalar hiçbir zaman ülkü haritasından devlet haritasına intikal edememiştir. Osmanlılarda Kızıl elmanın izini takip etmek Adeta Turan coğrafyasını taramak gibi bir şey.
Kızılelma ve Turan kavramlarının Ne kadarda birbirini çağrıştırdığına dikkat edilmeli. Bununla beraber, bu uzak Kızılelma ya karşı duyulan arzu ve bunları ele geçirmek için yapılan büyük hamlelerin İmparatorluğu genişletmekteki büyük tesirleri de kolay inkar edilebilecek şeylerden değildir.
Türk ordusu Kızılelma dan Kızılelma ya atılırken, sanki Turan birliğinin coğrafyasını arşınlıyordu. İlk idealist Osmanlı padişahları Kızılelmalar gösteren birer millet kılavuzu rolünde görülür: Mesela Kosova meydan muharebesinde Sırp ordusu imha edilip Sırbistan tabiiyet altına alınarak (Engerus Kızılelmasına yol açıldığı zaman babasının yerine geçen Yıldırım Bayezit, cülus tebriki için Edirne sarayına gelen Venedik, Ceneviz ve sair İtalyan hükümetlerinin sulh ve ticaret anlaşmalarını yenilemek isteyen elçilerine Türkiyede ticaret serbestisinin tabii bir hal olduğunu söyledikten sonra, yeni anlaşmalar yapılmasını reddetmiş ve hatta: Romaya kadar gidip Saint Pierre Kilisesinin Mihrabında atıma yem yedireceğim! Sözleriyle (Rim-Papa Kızılelma sı)nın daha (Şarkî-Roma Kızılelma sı) fethedilmeden evvel Türk ülküsünün manevi haritasına girmiş olduğunu Batı Hıristiyanlığına rağmen ilan etmekte hiç tereddüt etmemiştir.
İstanbulun fethinden 64 sene evvel Yıldırımın adeta elini uzatarak gösterdiği bir Kızıl-Elmanın fetihten sonra Fatih tarafından ihmali tabii kabil değildi. Hatta bazı batı kaynaklarında şanlı atasının sözünü Fatihin de tekrar edip durduğundan bahsedilir.
Yıldırımın o meşhur sözünden 91 sene sonra Doğu Kızılelma sına Batı Kızılelma sınıda da ilave etmek isteyen Fatih, 1480 tarihinde Osmanlı aydınlarının (Pulya seferi) dedikleri Güney-İtalya seferini açtırıp on bir Ağustos Cuma günü Otranto şehrini fethettirdikten sonra etrafını da işgal ettirmiştir. Görünüşte Napoli krallığına karşı açılan bu seferin gerçek hedefi (Rim-Papa Kızılelma sı)dır ve hatta papa Dördüncü Sixtus canını kurtarmak için Romadan Fransaya kaçmak istemişse de nihayet müdafaa masraflarına karşılık olarak gümüş takımlarını satıp bazı yardım ümitlerine kapılarak yerinde kalmıştır! Romanın kurtuluşu Papanın gümüş takımları sayesinde değil, dokuz ay sonra Fatihin vefatı ve Cem Sultan vakasının zuhuru sayesindedir!
Fatihin ölüm haberi üzerine Papalık makamının emriyle bütün Avrupa kiliselerinde Allaha şükür duaları yapılmıştı. Fatihin nazarında olgun bir meyve haline gelen bu (Rim-Papa Kızılelma sı) ile olgunlaşmalarını beklediği (Engerus) ve Alaman (Kızılelma larından başka Paris bile artık bir nevi (Fransa Kızılelma sı) demekti. Hatta Yıldırımın İtalyan elçilerine söylediği söze adeta nazire olmak üzere kendisi de Papalık makamından elçilikle gelen bir Fransız kardinaline Parisin 13. asırda ikmal edilmiş olan meşhur katedralinden kinaye olarak:
... Komanın kurtulması şöyle dursun, senin kendi büyük kilisenin kulesine bile Türk bayrakları dikeceğim! demişti.
Eski Türk halkının "Turan Budununun" Kızılelma dediği ve görkemli dönemlerde Türk Milletinin maneviyatını idare eden Bilgelerinde sulh zamanlarında bile (Darül-harp) ve Darül-Cihad) isimleriyle andığı uzak, yakın Doğu ve Batı ülkelerinin milli ideal sınırlarına girmesi gelişi güzel bir istila siyasetiyle değil, milletleri mahalli idarenin üstünde umumi ve müşterek bir nizam altına almak fikriyle izah edilebilir.
Yavuza izafe edilen ve bütün dünya arazisini tek bir devlete kafi gelmeyecek kadar küçük ve dar gösteren Büyük Turanı çağrıştırır sözün Kanuni devrinde kan dökülmesine sebep olmuş bir harici siyaset düsturu şekline inkılap etmesi bütün insanlığı alakadar eden o geniş ve yüksek telakkinin en açık delilidir. (... Yer yüzünde bir tek imparator vardır, o da (Sultan-ı Alem=Turan Hükümdarı) olan Türk padişahıdır) şeklinde ifade edebileceğimiz bu harici siyaset düsturunun diploması sahasındaki ilk neticesi, Avrupanın en mühim kısımlarından başka Amerikada bile arazisi bulunan İspanya kralı ve Almanya İmparatoru Charles-Quint beşinci Karlosun (İmparator) unvanını Türk hükümetinin kabul etmemesinde gösterilebilir.
Charles Quintin o sırada Avusturya hükümdarlığında bulunan kardeşi Ferdinand, Türklerin fethetmiş oldukları Macaristan üzerinde bir takım haklar iddia ederek İstanbula elçiler göndermiş ve bu elçiler 1530 senesi Vezir-i Azam İbrahim Paşanın huzuruna kabule edildikleri zaman kendilerine sulh şartı olarak dünyada Osmanlı padişahından başka bir kimsenin (İmparator) unvanını taşımasına müsaade edilmeyeceği için (Vilayet-i İspanya kralı olan Karlosun) Almanyadan çekilmesi ve (onun valisi olarak karındaşı Ferendus)un da her türlü iddiadan vazgeçerek Türk hakimiyetine girmesi şartından bahsedilmiştir.
Kanuninin 23 sene Nişancılığında yani o zamanki teşkilata göre Hariciye Nazırlığında bulunmuş olan meşhur tarih yazarı Celalzade Mustafa Çelebinin Tamakatül-Memalikinde Charles Quintten bahsederken:
Çevresindeki bir takım yalaka adamlarının nitelemesi ile imparator geçinir! demesi işte bu milli siyaset düsturundan dolayıdır. Kanuninin 938-1532deki (Alman seferi)nin en mühim sebeplerinden biri de işte budur. Bu Beşinci sefer, sefer-i hümayunda takip edilen maksat Avrupayı fethedip doğrudan doğruya Türk idaresine almak değil, Türk üstünlüğüne karşı gelebilecek hiçbir kuvvet bırakmayarak tekmil Avrupa üzerinde umumi bir hegemonya kurmaktır.
Seferden sonra 1533 senesinin 22 Haziran Pazar günü akdedilen İstanbul analaşması bu maksadı kısmen temin etmiş ve Kral Ferdinand Osmanlı padişahını Baba ve metbu tanıdıktan başka kardeş diye hitab ettiği vezir-i azamla da eşit sayılmayı kabul etmiştir. Charles Quintin idaresinde bulunan bütün devletler namına Türk hegemonyasına resmen boyun eğmesi kardeşi Ferdinanddan 14 sene sonra 1547 tarihinde akdetmek mecburiyetinde kaldığı muahede üzerinedir. Bu ağır muahede mucebince her sene Mart ayının evvelinde Türk hazinesine otuz bin altın haraç verilmesi Kararlaştırılmıştı.
Charles Quintin Almanya İmparatorluğu tasdik edilmediği için Vilayet-i İspanya kralı Karlo unvanıyla iktifa mecbur olmuş bu muahede ahkamı Papalık makamıyla Venedik cumhuriyetine ve Fransa ile Avusturya Kralları da bu anlaşmanın içine dahil edilmiş ve Avrupa üzerinde bir Türk hegemonyası kuran böyle bir anlaşmayı bile karşı tarafın dilek ve ricası üzerine kemal-i inayet-i Padişahane sinden dolayı kabul buyurduğundan bahseden Kanuni bu şerefli vesikayı o senenin 23 Şaban Cumartesi günü tasdik etmiştir.
Kendisini yeryüzünün yegane imparatoru ilan eden Sultan Süleymanı bu büyük dava uğrunda giriştiği hegemonya seferleri esnasında Protestan mezhebini neşre çalışan Lutherin vaizlerinde Türklere mukavemeti Allahın kuvvetlerine karşı gelmekle bir tuttuğu ve bir taraftan da Avusturya topraklarından birçok ailelerin muntazam ve adil bir idare altında insanca yaşayabilmek için Türk illerine=Turana hicret ettikleri ve hatta bu muhaceretler bir asır kadar devam ettiği için daha sonraları 1631 tarihinde Budin beylerbeyi Hasan Paşa tarafından Payatin Eszterhazyye zulümden vazgeçilip bu muhaceret cereyanına bir nihayet verilmesi hakkında ihtarnameler bile gösterildiği muhtelif vesikalarla sabittir.
Tabii artık hükümdarlar hükümdarı ve insanlık haklarının muhafızı vaziyetine geçen Kanuni ile dünyada ondan başka imparator olamayacağını ilan eden hükümeti nazarında bütün yer yuvarlağı bir tek Kızıl-Elma ve onun bulunduğu coğrafyada Turan haline gelmiş demektir.
Bu büyük fikir Kanuninin ölümü ile sönmüş değildir Ondan sonra da devam ettiği için, onun torununun torununun oğlu olan ve on yedinci asrın başlarında dört sene saltanat süren Genç Osmanın Lehistan seferinde bile bu eski Türk ülküsünün başlıca etken olduğu çağdaş belgelere dayanarak yazılmış önemli bir eserle ortaya konmuştur.
Birinci Ahmet, Birinci Mustafa ve İkinci Osman devirlerinde İstanbulda bulunmuş üç Fransız elçisinin evrakına dayanan (Madame de Gomez)in 1734te ikinci cilt olarak çıkan (Histire dOsman) ismindeki eserine göre, Genç Osman denilen dahi çocuğun Lehistan seferi Baltık denizine çıkmak, orada donanma kurup hem Akdenizden hem Baltık Denizinden Avrupayı abluka altına alarak İtalya üzerinden kıtanın ortalarına doğru yürümek imkanlarını temin için açılmıştır!
Her halde bu heybetli proje, sultan-ı alemin yer yuvarlağına hala bir Kızıl-Elma nazarıyla baktığını gösterir.
Eski Türk nesillerinin bir gün mutlaka varılacağından bahsettikleri Kızıl-Elma, Osmanlı çöküşünün başlarında artık unutulmaya başlamasından itibaren çürümeye yüz tutmuştur. Bilhassa azamet devrinde elde edilen Kızılelmaların çöküş devrinde birer birer elden çıkması, milli ideal sınırlarının nihayet devlet hududuyla birleştirmiş ve işte o iki hudut birleştiği anda Kızıl-Elma büsbütün çürüyüp gitmiştir! Artık Osmanlı İmparatorluğunun son gününe kadar yegane endişesi mevcudun muhafazasından ibarettir.
İnsanlığın hayvanlıktan en büyük fakrı, ideal ihtiyacında gösterilebilir. İnsanın karnı gibi kafası da açıkır ve bu manevi açlığı ancak bir ideal doyurabilir. Memleketlerinde milli bir ülküden mahrum kalan bir çok insanların tıpkı ithalat eşyası gibi hariçten gelen ecnebi ideallerine sarılmaları işte bu tabiat kanununun en tabii neticesidir. Osmanlı idaresinin çöküş asırlarında ve bilhassa Tanzimattan itibaren hiç takdir edemediği gerçek hakikat budur.
Bazen, Turancılık hareketi olarak da adlandırılan Türkçülük hareketinin gelişmesini tayin etmiş bulunan amilleri şunlardır:
- XIX. Asırdaki çok çeşitli milli hareketlerin ortaya çıkışı (Rum, Alman, İtalyan, Islav, Ermeni, Arap): Bunların birçoğu doğrudan-doğruya Osmanlı İmparatorluğuna yönlendirilmiş bulunmakta idi.
- Osmanlı İmparatorluğunun uğradığı hezimetler ve bunların neticesi olarak Balkanların, Afrikanın ve nihayet Asyada Suriye, Arabistan, Irak ve Musulun kaybolması. İmparatorluğun toprak parçaları birer birer elden çıktıkça, Anadoludaki Türk unsuru, yalnız nüfus bakımından değil, aynı zamanda devletin emniyet ve selameti bakımından da istinad edilebileceği yegane temel unsur olarak gittikçe ehemmiyet kazanmış oldu.
- Türkoloji'nin ilerlemesi: Türkiyat, Türk milletlerinin listesini verdiği gibi, bu milletlerin dil yakınlığının da ortaya koyup, eski Türklerin tarihini aydınlatmakta idi.
- Rusyada öncelikle bir Türk-Tatar İslam, münevver sınıfının teşekkülü ile 1905 hadiselerinin Rusyadaki Türk Medyasına verdiği hız. Ali Hüseyin-zade (Bakü), Yusuk Akçura (Kazan), ahmed Ağaoğlu (Karabağ) gibi şahsiyetler bu hareketi kuvvetle canlandırmakla kalmamış, hatta Türkiyedeki Türklerden gelen büyük desteğide yönlendirmişlerdir.
XX. asrın başında Türkiyede üç siyasi görüş mevcuttu: İslamcılık, Garpcılık ve Türkçülük. Bu görüşlerin serbestçe münakaşası (1902-1903 senelerinde) Kahirede çıkan Türk adlı gazetede yapılmıştı. Türkçülük görüşü, Yusuf Akçuraoğlu tarafından temsil ediliyordu. Onun Üç Tarz siyaset adlı kitabı, bu harekete ait programın gelişmesinde mühim bir rol oynamıştır. Akçura, Osmanlılığı, Türklerin imtiyazlarını kısmak gayretinde bulunduğundan ve İslamların haklarını tanıyan Müslümanlığa karşı hareket ettiğinden dolayı tenkit ediyordu. Diğer taraftan da Pan-islamizm (İslamcılık) gayri müslimleri kızdırıp, bazı Avrupa devletlerinin mukavemetine maruz bırakıyordu. Müellif, en büyük engel olan Rusyanın, diğer devletlerin yardımıyla bertaraf edilebileceğini düşünerek Pan-Türkizmi ilan etti.
Aynı Türk gazetesinde Akçuranın tezi, Osmanlılık adına liberallerden Ali Kemal tarafından tenkit edildi ve Ahmed Ferid tarafından da hayalle uğraşmakla itham olundu; zira ona göre, İslamcılığın tatbik kabiliyeti yoktu. Pan-Türkizm ise, henüz ortada görünmüyordu.
Temmuz 1908 ihtilalinin patlak vermezi üzerine önce Osmanlılık (yani, bütün unsurlar için maddi bir Osmanlı vatanı) fikri galebe çaldı; daha senesi dolmadan, İttihat ve Terakki Fırkası, Osmanlı imparatorluğunu teşkil eden unsurların uzlaşmaz temayüllerinin mevcudiyetine kanaat getirdi. Türkçülük hareketi hızla gelişmeye başladı.
24 Kanun-ı Evvel 1908 tarihinde İstanbulda bütün Türk kavimlerinin ahval ve efallerini tetkik etmek üzere Türk Derneği kuruldu; ancak bu cemiyetin alakası, hakikatte, Yeni Lisan, Genç Kalemler vb. mecmualarda münakaşa edilen lisan meselelerine inhisar etti; 1911 tarihinde, ilmi faaliyetin genişletilmesi maksadıyla (Turan Neşr-i Maarif Cemiyeti) adıyla Turancılık cemiyeti kuruldu ve Kanun-ı Evvelde Yusuf Akçura tarafından idare edilen Türk Yurdu dergisinin birinci sayısı çıktı. 25 Mayıs 1912 tarihinde ise, Türk kültürü ile uğraşmak üzere Türk Ocakları kuruldu.
Aynı sıralarda, önce Selanikte (1909) faaliyet gösteren ve 1910da İttihat ve Terakki Fırkasının merkez heyetine aza seçilen Ziya Gökalp, daha sonra çalışmasına İstanbulda devam etti (1912). Gökalp, Türklüğün kanında yatan hatıraları, bir seri manzum neşriyatı ile uyandırmağa çalıştı. O, esrarengiz Tûran memleketinin manevi varlığını temsil eden Türk idaelini şu yolda terennüm ediyordu: Oğuz Hanın oğulları Turan memleketini asla unutmadılar.
Turan, Attila, Farabî, Uluğ Bey, İbni Sina gibi büyüklerle birleştirildi: Türklerin vatanı ne Türkiyedir ne Türkistan, onların memleketi büyük ve ebedî Tûrandır.
Ziya Gökalp nazariyesi şu formülde tecelli ediyordu: (kültür Hars bakımından ) Türkleşmek, İslamlaşmak, (medeniyet bakımından) modernleşmek. Onun nazariyelerinin sistematik izahı Türkçülüğün esasları adlı kitabında bulunmaktadır. Bu kitap, müellifin ölümünden bir sene önce Ankarada (1339=1923) basılmıştır. Bu kitapta Turan mefhumu, tatbike de müsait manada değişikliğe tabi tutulmuştur.
Ziya Gökalp, milleti, müşterek dil, din, ahlak ve estetik müesseseleriyle birbirlerine bağlanan fertlerden mürekkep bir topluluk olarak tarif eder. Turan, Türk, Moğul, Tonguz, Fin ve Macar milletlerini içine alan bir halita değildir. (Ziya Gökalpe göre) Turan tabiri münhasıran Türk kabilelerini içine alan bir kelimedir. Türklerin birleşmeleri ancak merhale merhale gerçekleşecektir. Türkçülüğün ilk hedefi, Oğuz Türklerinin, yani Türkiye Türkleriyle, Azerbaycandaki, İran ve Harizmdeki Türkmenlerin harsî birliğidir. Bunların siyasî birlikleri şimdilik göz önünde tutulmamaktadır; fakat gelecek hakkında hiçbir şey söylenemez. Diğer taraftan Tatarlar, Özbekler ve Kırgızlar kendi harslarının yaratmak ve ayrı-ayrı teşkil etmek yolunda ilerleyecek olurlarsa, kendi adlarını muhafaza edecekler ve o zaman Turan kavmî bir camia teşkil eden bu saydığımız milletler hesabına birleştirici umumi bir tabir vazifesini görecektir.
Turan romantizmi, sırf edebî sahada türlü akisler bırakmıştır; bu cümleden olarak Ahmed Hikmetin Altın Ordu, Halide Edifin Yeni Turan 1913, Aka Gündüzün Muhterem katil, Müfide Feridin, Ay demiri zikredilebilir.
Birinci Cihan Harbi esnasında Osmanlı imparatorluğunu idare eden İttihat ve Terakki Fırkası hiç olmazsa Müslümanlara ait hususta resmen Osmanlılık siyasetini ilan ile Türkiyenin Türkleşmesini gerçekleştirdi.
Türkiye İçinde ve Dışında Türkçülükten Turana Doğru
Süleyman Paşadan sonra, Necip Asım ve Veled Çelebi, Türkçülük fikrinin öncülerinden oldular. Ahmet Mithat Efendinin Beykozdaki yalısında, Cuma toplantılarında bu fikri geliştiriyorlardı. Yabancı ilim adamlarının, Türkoloji sahasındaki çalışmaları da, Türklüğün gelişmesinde rol oynamıştır.
Ondokuzuncu Yüzyılın ortalarında, Kırımın Bahçesarayının Gaspıra Köyünde, ileride Türk dünyasının büyük ideoloğu ve idealisti olacak bir çocuk dünyaya gelmişti. Orta tahsiline Rus askerî mekteplerinde devam eden bu çocuk, Rus milliyetçiliğinin ve Panislavizmin ortasında yarının Türkçülüğünün ilk damlalarını, özüne dolduruyordu.
Giritde Türklerin Rumlar tarafından öldürüldüklerini duymuş, bir arkadaşı ile birlikte gizlice Odesada vapura binmişti. Pasaportsuz olduğu anlaşılınca yakalanıp ailesine teslim edilmişti. Artık Rus mektebine dönmemiş, bir müddet Türk mekteplerinde Rusça öğretmenliği yapmış, sonra da Parise gitmiştir.
İsmail Beyin, Tercüman adlı gazetesi, 1883de, yarısı Rusça, yarısı Türkçe olarak çıkmağa başlamıştır. Gazetenin şiarı, Dilde, fikirde, işde birliktir. Bütün dünya Türklerinin aynı ağızla konuşmaları, Boğaziçinin sandalcısından, Kaşgarın devecisine kadar aynı kelimelerle anlaşmaları, ortak bir edebî dilin doğması, fikir birliği doğuracak ve ona dayanan İş, hareket, aksiyon, yani dünya Türklerinin birliği doğacaktır
Rusyanın müslüman ve Türk tebaası üzerinde ihtisas sahibi sayılan Misyoner İlminsky ve Profesör Simirnov gibi nüfuzlu müsteşrikler, gazetenin yayımlanmasına izin verilmesinin siyasî bir hata olduğunu söylüyorlardı Öte yandan, Rus gizli polisi Okhrananın bir raporunda, adı geçen gazetede ve bu yolda yürüyen diğer Türk gazetelerinde görülen İslam propagandasının, Pan-Türkizmi örten bir perde olduğu söyleniyordu.
Gaspıralı İsmail Bey, karısının ziynet eşyaları, evindeki eşyaları satarak, gazetesini çıkarmağa devam etti. Tercüman ın kapatılması için birçok teşebbüsler olduysa da, İsmail Beyin zekâ, maharet ve enerjisi bütün Türk ve İslâm düşmanlarının entrikalarına mukabele ile yirmi otuz milyonluk Türk kitlesinin kendi dilinde çıkan bu ufacık haftalık yegâne gazetenin yayınının devamını sağlayabilmiştir
Türklük ve Müslümanlığa sıkı sıkı sarılarak, Batının ilim ve tekniğini alma şeklindeki sentezi ve diğer fikirleri, Türkiye Türklerinden başka, Kırım, Kazan, Azerbaycan ve Türkistan Türklerine de tesir etmiştir.
İsmail Beyi takip eden birçok Türkçü ve Turancı yetişti: Yusuf Akçura, Hüseyinzâde Ali Bey, Ağaoğlu Ahmet Bey, Sadri Maksudi (Arsal), Zeki Velidi (Togan), Abdullah Battal (Taymas) ve diğer birçok düşünür ve hareket adamı. 1905de yapılan Rus-Japon harbinden sonra, Rusya bir ideoloji kazanı haline gelmişti. 1917 yılına kadar süren bu çalkantı esnasında Türkler, ne yazık ki bir şey elde edemediler. Dumadaki (Rus meclisindeki), kongrelerdeki çalışmalar neticesiz kaldı. Türk ve İslam topluluklarının, Rusyanın her yerinden gönderdikleri temsilcilerle yapılan bu kongrelerde alınan kararlar, hayata geçirilemedi. Türk topluluklarının birazda kabileci davranışları Büyük Turanı kurmalarına mani idi. Bilhassa Rus Çarlığının çöküşü sırasında, tutulacak yolda anlaşma sağlanamadı. Kimi muhtariyet, kimi federasyon fikrinde oldu; Akılsızca mahallî millîyetçilik yapıldı.. Gaspıralı İsmail Bey başta olmak üzere, Kırım ve Kazan Türklerinin ve Azerbaycan Türklerinin Turancı görüşle yaptıkları çalışmalar semeresiz kaldı.
Gökalp, 1918 yılında Yeni Mecmuada yazdığı, Rusya Türkleri Ne Yapmalıdır başlıklı makalesinde, kabile şuurları nın marazi hadise olduğunu, onun terk edilerek, yerine millî şuur un getirilmesi gerektiğini söylüyordu. Fakat iş işten geçmişti. Orta Asyada, Birlik Tuvı, Uluğ Türkistan, Türk Söz ve El Bayrağı, Turan, Hürriyet gazeteleri Bütün Türklük ve "Büyük Turan" fikrini işlemeğe başlamışlarsa da Ruslar, Türk ülkelerini bir bir işgal etti, Enver Paşa ve Basmacıları yok edildi. Bu fikirler öldürülememiş, sadece çok sert tedbirlerle, su yüzüne çıkması önlenmiştir. Çolpanın şiirleri hâlâ hafızalardadır. Hepsinin ümidi Anadolu Türklüğünün bir gün Kızılelma ya ulaşacağında ve Büyük Turanı kuracağındadır.
1908lerden itibaren, Türk Derneği, Tür Ocağı ve Türk Yurdu etrafında gittikçe gelişen Türkçülük, Ziya Gökalp tarafından sistemleştirilmiştir. Prof. Zeki Velidi Togan, Ziya Gökalpı Türkçülüğün manevî rehberi olarak kabul etmeliyiz diyor ve şunları ekliyor: Yanlışları, eksikleri varsa tamamlamalıyız Gökalpın geliştirdiği Türkçülüğü, kültürel esasları üzerinde yürütmek, siyasetten uzak tutmak faydalı olur. Ancak, Türk dünyasının kurtuluşu ve birliği de, bir ideal olarak gönüllerde yaşamalıdır tıpkı Kızılelma Ülküsü Büyük Turan gerçeği gibi.
Büyük Turan Devletini, Oğuz Han kurmuştu. Ondan sonrakiler bu yüce devleti değişik hanedan isimleri ile ayakta tutmaya çalıştılar. Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Avarlar, Hazarlar, Peçenekler , Kumanlar, Karahanlılar, Gazneliler, Selcuklulur, Osmanlılar, ve daha onlarca büyük Turani Dünya Devletinde sabit olan değişmeyen tek unsur Millettir yani Türk Milletidir ve tabi olarak dillerinin Türkçe olmasıdır. Devlet ve hanedan isimleri gelip geçici olmuş değişmiştir zaten bunun bir önemi de yoktur.
Esas olan Millet ve onu var eden ülküsü dür. Bu sitede yer alan Genel Türk Tarihi mahiyetindeki büyük çalışmaya Türk Turan Tarihi isimini vermemiz deki maksat şudur:
Türk tarihi ve milletinin bir bütün olduğunu, beşbin yıl önceki Oğuz Hanın bir çerisi ile bu günkü bir Türk askerinin yada halktan birinin mahiyet farkının olmadığını, onu farklı kılanın yüreğindeki kızılelmayı yitirmiş olması yada Büyük Turan düşüncesini beyninden atmış olması olabileceğini vurgulamaktı.
Yüreğimizdeki Kızılelma ülküsü ve beynimizdeki Büyük Turan düşüncesi ile Kuzey Sibiryadan Mançuryaya yada Amarikanın öteki ucunda bulunan Turan Soylu bir Kızılderili şefinden Yemen illerinde kalmış Türkçe konuşmakta inad eden Anadolu Türkü Şeyh efendiye kadar biz büyük ama çok büyük bir milletiz.
Büyük Turan Devleti denince de zaten bu büyük Milletin bulunduğu mekan ve yüreği anlaşılmalı.
beşbin yıl önceki Oğuz Hanın bir çerisi ile bu günkü
halktan birinin mahiyet farkının olmadığını,onu farklı kılanın
yüreğindeki kızılelmayı yitirmiş olması yada Büyük Turan düşüncesini
beyninden atmış olması olabileceğini vurgulamaktı.
Yüreğimizdeki Kızılelma ülküsü ve beynimizdeki
Büyük Turan düşüncesi ile Kuzey Sibiryadan Mançuryaya,
yada Amarikanın öteki ucunda bulunan Turan Soylu bir Kızılderili şefinden,
Yemen illerinde kalmış Türkçe konuşmakta inad eden
Anadolu Türkü Şeyh efendiye kadar biz büyük ama çok büyük bir milletiz.
Büyük Turan Devleti denince de zaten bu büyük
Milletin (her nerede yaşıyorsa) bulunduğu mekan ve yüreğindeki Kızılelma anlaşılmalı.
Tarihin başlangıcından itibaren ismi konmuş, coğrafyası tanımlanmış ve bütün iç dinamikleri tamamlanmış olarak günümüze kesintisiz bir nehir gibi akıp gelen çok az toplum vardır. Bunlardan biride Türk toplumu (cemiyeti) yada Türk milletidir.
Bir toplumun (cemiyetin) yada milletin bu evrenden bir tek talebi vardır o da kayıtsız şartsız yaşama hakkı dır. Daha düz bir deyişle varolma talebidir.
Devlet, sistem, rejim ve her türlü organize yapı, milletin asıl varlığından sonra gelir. Milletin varolma olgusu yanında, Başkaca önem atfedilen ne varsa değersiz kalır. Milletin birinci asli görevi varlığını sürdürmektir.
Milletler varlıklarını sürdürmek için idealleri ile beslenir kuvvet bulurlar. Millete hayatiyet veren, tarihi seyir içerisinde geleceğe intikalini sağlayan, temel unsur elbette ki ülküleridir, Ülküler ve gerçekçi davranışlar tarihi akışı sağlar.
KIZILELMA ÜLKÜSÜNDEN
TURAN GERÇEĞİNE
Türk Milletinin ideali Kızılelma gerçeği ise Turan dır.
Geçmişte Türk milletinin yapılanmasında emeği geçen Bilge Kişiler İdeali veya Türkçe ifade edildiğinde Ülkü yü gittikçe uzaklaşan bir hedef diye anlatmakta haklıdırlar.
Ülkü (İdeal), yaklaştıkça uzaklaşan ve serabın susuzlar üzerindeki tesirini hatırlatan, cazip bir ışık gibidir. Büyük milletlerin büyüklükleri işte böyle Işığa doğru yapılan hamlelerin nicelik ve nitelikleriyle (sayısı ve kalitesi ile) ölçülürler.
Eski Türkler, Büyük Türk Devletlerini (Hun İmparatorluğu, Göktürk İmparatorluğu Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu) üç kıtanın birleştiği çevrede kurmadan evvel milli vicdanlarında kurmuşlar ve bütün siyasi ve askeri hamlelerinde işte o büyük ülkünün gidildikçe uzaklaşan hududuna doğru atılmışlardır.Turan soyunun yüreğinde yer alan bu yurt görüntüleri nesilden nesile devretmiş yüreklere çizilmiş harita gibidir: Gönüllere giren bu vicdanî haritanın muhtelif istikametlerdeki işaret taşlarına hep (Kızılelma - Kızılalma) ismi verilmiştir
.
Kızılelma, Türklerin yaşadıkları bölgeye göre, Yani Turan İline göre batı- doğu- kuzey- güney, ve her yönde ulaşılması gereken bazen bir belde, bazen de bir ülkedeki taht veya mabet üzerinde parıldayan ve ona ulaşmanın dayanılmaz hasretini temsil eden som altından yapılmış kızıl renkli altın bir yuvarlak yakut top olarak hayal edilmektedir.
Bu altın top zaferin işareti olabileceği gibi hâkimiyetin sembolü, fethedilmek üzere hedef seçilen yerin durak noktası olarak ta ifade olunmuştur.
Sanırım önce Turanı, tarihi gerçekçilik içerisinde ele almalıyız. Sonrada Turanın iç dinamiklerinden olan Kızılelmanın. Bize intikalini tarihi kronoloji içinde izlemeliyiz:
Turan
Başlangıçta İranlıların, kendi bulundukları coğrafyanın (yani İranın) kuzey doğusundaki ülkeye verdikleri isimdir Turan. Bu kelimenin varlığı ise Miladi 4. asırdan itibaren bilinmektedir.
Tura, Turan kelimesinin aslî unsuru olup, İran ülkesinde Avesta (Eski İran-Sasanilerin dini, zerdüşt dininin kitabı) da belli bir konu çerçevesinde zikredilmektedir.
Burada şahıs ismi ve göçebe bir kavim isim olarak kullanılmıştır;
Tura-Turan ve Tûralılar, diye geçen bu isimdeki topluluk İranlıların ve zerdüştlüğün düşmanları olarak gösterilmiş.
Tura Akıncıları arasında bulunan Franrasyan (=Afrasiyab) iranlılara göre Çok korkulacak bir Düşmandır.(Efrasiyap ın Mete Han, Oğuz Han ve ya Alp-er Tunga olma ihtimali vardır.)
Diğer taraftan Blochet de, Le nom des Turks dans IAvesta adlı yazısında herkesçe bilinen Tura = Türk özdeşliğini açıkca vurgulamıştır.
Türk adı veya hiç olmazsa Türk adını teşkil eden kök, nerede ise miladi ilk asırlardan beri mevcut bulunuyordu. Burada Türk adının özdeşliğinin daima ifade ettiği manayı hatırda tutmak gerekir. Tûra ismi, İran dilinde olağanüstü , cesur, yiğit manasını ifade eder.
Tûra hakkında en doğru faraziye, Marquarta aittir. Bu alime göre, İranlıların meşhur vatanları Airyanem waejo, Harizmde bulunmakta idi. İran ile Tûran arasındaki efsanevî savaşlar dünya tarihinin geleceğini belirliyordu.
Amu-Derya ile Aral gölünün doğusunda Savaşçı göçebeler kendilerine Tura adını verirlerdi. Bu Döneme ait en önemli kaynak durumunda olan Ptolemaeus (Ermeni Mütercimi Şıraklı Ananianin tercümesi) Harizmde gösterdiği Tûr idarî bölgesi, Tûra kavmine ait mühim bir hatırayı aksettirmiş olmalıdır.
Sonradan Meydana gelen kavimler göçü, Asyanın ırklar haritasını tamamıyla değiştirmiştir. Tûra adı, giderek İran halkının yeni düşmanları, sırasıyla Yüe-çiler, Kuşanlar, Hioniler, Eftalitler ve Türkler için kullanılmıştır.
Burdanda anlaşılıyor ki Turan terminoloji olarak tarihin başlangıcından itibaren biliniyordu.
Turan düşüncesi, Hunlar ve Göktürklerde de görülmektedir.
Göktürk hakanlarının, Türk budunu (Türk soyu, Türk kavmi) ile övünmeleri, onun iyilik, cesaret ve diğer meziyetlerinden bahsetmeleri, kusurları düzeltmeğe çalışmaları ve benzeri düşünceler Turan düşünce zemini gibidir.
Daha sonraki dönemlerde bu fikirler Kaşgarlı Mahmudda zirvesine çıkar. Türklük sevgisi ile dolu olan bu Türk bilgini, Türk kavminin Allah indindeki değerlerini ve tarihi misyonunu, bir hadisi kudsi naklederek anlatır. Ali Şir Nevaî, Türk kültürünün hayranıdır ve Türk dilinin Farsçadan hiç geri kalır yeri olmadığını gösterir.
Coğrafî tabir olarak Tûran: Tûra halkının adından teşkil ve bilahare Tuc/Tur adından türetilmiştir. Türk ülkelerine verilmiş bulunan Tûran tabiri, Arap tarihçileri ile Fidravsînin kaynak olarak kullandıkları Pehlevî dilindeki Hvatay-namakte mevcuttur. Mamafih Bundahiş yalnız Türkistan kelimesini kullanmakta olup, Tûran kelimesi ise Denkartta ve Turfanda bulunan metin parçalarında vardır.
Firdavsîye göre, Tûran Türklerin ve Çinlilerin memleketidir. İrandan Amu-Derya nehriyle ayrılmıştır. Diğer taraftan Afrasiyabın mağlubiyeti hakkındaki malumatta, kendi arazisinin başlangıcının Kibcaka kadar uzanmış olduğu görülmektedir. Marquart, yazmalara bakarark bu ismi Koçkar (Başi) olarak tashih etmekte, Tarazın ötesinde 5 fersah mesafedeki Karluk ordugahı ile birlikte göstermektedir.
Firdavsîye göre, Afrasiyabın payitahtı olan Kang-diz Çin hududunda bir yerdedir; ancak Buharadaki Kang memleketi ile hiçbir alakası yoktur. Bu tafsilata göre Türklerin bundan önceye ait, batıya doğru olan konak yerleri görülebilmektedir. Çok enteresandır ki Kızılelma ya ulaşmak bu durumda ancak Turana hakim olmaktan geçmektedir. Tûran hükümdarlarının tabileri olan Çinlilere gelince: Firdavsî bunların adlarını önce Bundahişde Çinlilerin içinde eriyen Avestadaki eski Saynav halkı yerine koymuş olmalıdır.
İslam Aydınları (Arap, Fars ve Türk), Tûran mefhumunu çok tabii olarak kullanmışlardır. Arap coğrafyacıları, Türklerin memleketlerini ancak Sır-Deryanın şarkından başlattıkları için, Maveraünnehiri içine almamışlardır. Buna göre coğrafyacılar, bu tetkiklerinde Tûranı, Amu-Derya ile Sır-Derya arasındaki arazinin aynı gibi görmek eyilimindedirler. Harizmîye göre İranlılar Amu-Derya sahillerindeki araziye Marz-i Turan derler. Yakuta göre Tûran, Maveraünnehir memleketidir; dünyanın Afridun tarafından üçe taksim edilmesi üzerine Türkler kendi memleketlerine, hükümdarları Tuca izafetle Tûran adını vermişlerdir.
Dımaşkînin (1320 civarı) görüşü, özel bir durum tesbit eder. Dimaşkîye göre, Seyhun (Sır-Derya) Maveraünnehir cevresine Turan = tulan denilmektedir. Fergana denilen Türkistan memleketi bu çerçeveye dahildir.
Masalik al-abşar (XIV. Asır)da tabirin kullanılış şekli çok daha farklıdır. Burada Volgaya Nehr-i Tûran adı verilmiş ve Tûranın eski hükümdarlarının yazlık ordugahları, Quatremere ile Marquartın Ural dağları ile bir kabul ettikleri Ark-Tag (?) olarak gösterilmiştir.
Tûran, XV. Asırda yazılan Zafer-namede yalnız edebî mukayeseler için kullanılmıştır.
XVII. asır müelliflerinden Ebul-Gazi bu kelimeyi bazen esatirî bir tabir olarak, bazen batı Sibirya için kullanmakta, bazen de tamamıyla Muhammed Harizmşah ülkesinin İran ile Tûran arasında bulunduğunu kapalı bir şekilde kaydetmektedir.
Turan kelimesini, Avrupa dHerbelotun Bibliotheque orientali ile tanımıştır. Burada, doğuştan Türk olup, Tûrun neslinden gelen ve Faridunun oğlu olan Afrasiyab, Amu-Deryanın ötesinde doğuya ve batıya doğru uzanan bütün ülkelerin hükümdarı olarak gösterilmiştir. İşte Tûran denilen bu ülkedir; ancak Türkistan adı, daha Ortelius ile Mercatorun haritalarında XVI. Asırda mevcuttu. Turan tabirinin Avrupada ilmi gündeme yerleşmesi ise, XIX. Asırda olmuştur
Bize göre Turan Kavramı ile zihinlerde parelel yer tutan Kızılelma kavramı bir gerçek nesne ile onun içindeki tat, lezzet gibidir. soyut kavramları maddileştirerek izah etmekte hiçte zorlanmayan Osmanlı müellifleri (Altın Top), (Altın Alem), (Altın hokka) ve (Küre-i lal= yakut top) gibi elma şeklinde bir takım kızıl kürelerden bahsetmişler ve eski Türklerin adını taktıkları şehirlerin hepsinde ya bir saray damının veyahut bir kilise kubbesinin işte böyle bir parlak topla göz kamaştırdığına ait bir takım tafsilata bile girmişlerdir.
Mesela Ali Çelebi Künhül-Ahbarda Roma şehrine (Kızılelma) denilmesini izah için vaktiyle Nuşirevanın hazinesinde bulunan bir yakut kadeh içindeki (Küre-i lal)in bir papaz tarafından aşırılıp Vatikandaki saint-Pierre kilisesinin tavanına asılmış olduğuna ait bir hikaye anlatır.
Evliya Çelebi de Budin sarayından bahsederken: Her kasrın kubbelerinde birer altın top asılı olduğundan adına (Kızıl-Alma-sarayı dirler diye Macaristanın payitahtına Türklerin Kızıl-Elma demelerini Ali Çelebinin (yakut top)una mukabil (altın top) nazariyesiyle izah etmiştir.
Dağıstan Şamhallarında Kızılelma hakimiyet timsalidir. Özü müslüman Kazaklarından bir beyzadenin 18. asırda telif ettiği (Risale-i Dağıştan)ın Nuruosmaniye kütüphanesinde 3905 numaradaki nüshasında Şamhalların hükümdarlık merasiminde Kızılelma nın bir hakimiyet unsuru olduğunu açıkça yazar.
Osmanlı müelliflerinin Kızılelma denilen şehirlerde birer altın yahut yakut top bulunduğundan bahsetmeleri işte bu Dağıştan misalinde gördüğümüz hakimiyet mefhumu ile ilgili olmalıdır. O taktirde Kızılelma Türk hakimiyetinin timsali olduğu için fethedilecek yerlere (sembol-nişan) olmuş demektir. Bir taraftan halk masallarında (Kaf dağının arkası) denilen Kuzey Kafkasyanın bir taraftan da Bizansın Kızılelma sayılmış olduğunu gösteren kayıtlardan başka, Evliya-Çelebi Avrupada başlıca altı Osmanlı Kızılelma sından bahsetmekteyse de, bunların yalnız beşini zikredip altıncısını ihmal etmiştir.
Biraz sonra bunları sıra ile göreceğiz yalnız şimdi yine Kızılelma düşünce kroniğine parelel yürüttüğümüz Turan düşüncesini devam ettirelim,
Turan Dilleri: Bu tabir ilk defa tarihçi Bunsen (1854) tarafından ortaya konmuştur; o, bu tabiri Hintçe ve Sami dillerin hiç birisine mensup olmayan Asya ve Avrupa dilleri için kullanmıştır. Fakat Max Müller bunu ilk defa, The languages of the seat of war in the East, with a survey of 3 families of languages, Semitic, Arian and Turanian adlı eseriyle yazmıştır.
Müller, diller gurubuna yalnız Fin-Ugor ve Altay dillerini değil, aynı zamanda Siyam, Tibet Malaya vb. dillerini de dahil etmiştir. Lenormant, La magie chez les Chaldeens et les origines accadiennes adlı eserinde bu daireye haklı olarak Sümer dilinide almıştır zira bazı Sümerologlara göre Sümer dili diye bir dil yoktur Sümer dili sanılan dil tamamen Türk dilidir ve Türkçenin taa kendisidir. J. Oppert de Les peuples et la langue des medes adlı eserinde Ahameni kitabelerinin ikinci sütununun dilini (yeni Elam dili) Med dili saymakta ve bundan da Medlerin Turaniliğine hükmetmekte idi.
Castren. Eski Altay dillerini beş şubeye ayırır: Fin-Ugor, Samoyed, Türk-Tatar, Moğul ve Tunguz. Bundan sonraki araştırmalar daha yeni tahditler getirip, ilk iki grubu, Altay dillerini teşkil eden son üç gruptan ayırdı. Bu grubun mukayeseli gramerinin kurucusu G. Ramstedt, biraz tereddütten sonra Türk ve Moğul dillerinin yakınlığını itiraz kabul etmez bir şekilde ispat etmiş, Moğul dilinin Tunguz dili ile yakınlığı da aynı şekilde kabul edilmiştir. altay grubunun Fin-Ugor ve Samoyed dilleri ile olan münasebeti halen ciddiyetle araştrılmaktadır. Neticeten bu dillerinde Turanî diller çerçevesinden sayılması mümkün gözükmektedir.
Pan-Tûranizim (Turancılık): Pan-Tûranizm siyasi düşünce olarak, bir taraftan Türkçülüğün parelelinde onunla etkileşerek yürüyen bir kavram olarak kullanılmış diğer taraftan da Tûran kavimlerinin birbirleriyle olan yakınlıklarına ilişkilerini belgelemiştir.. Pan-Tûranizm tabiri özellikle ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Macaristanda Macar bilim adamlarınca ilmileştirilmiştir.
Bu tabirin, uzak anayurt ideali manasında kullanılışı, 1839a kadar çıkar. Birinci Cihan Harbi esnasında Tûran cemiyeti (Turanische Gesellschaft) tarafından Budapeştede çıkarılan Turan mecmuası, akraba olan milletler (bizimle ayni kökten olan milletler)in tarih ve kültürünü tetkike mahsus bir yayındı işlediği konular ise
"Coğrafi bir mefhum olarak Turan"
"milletlerarası politikalarda Turan gerçeği"
Kont Teleki ve Prof. Cholnoky göre (Turan- ein Landschaftsbegriff, bir bölge mefhumu) Bu bölge ise yani Turan Coğrafi bölgesi .
"Hazar Denizi, İran yaylası, Sır-Derya ve İrtişin kaynaklarının bulunduğu sıradağlar ve Akmolins yaylası arasındaki hudutlar içinde uzanan mıntıka" olarak tasavvur etmekte idiler. Bu tarif Ulu Türkistan coğrafi kavramının yerin almış gözükmektedir. Daha sonraları konuya getirilen yeni açıklama tespit ve yorumlar neticesi "
Turan: kendini Turani soydan sayan herkesin yaşadığı bölge ve sosyal coğrafya" olarak belirlenmiştir.
Bu coğrafî bölgenin vahdeti ve orada yaşamış olan kavimleri izah eden çalışmaların yaygınlaştırılması neticesi Turan gerçeği net olarak ortaya çıkacaktır.
Rusyada da, Macar Turancı çalışmalara parelel bazı eğilimler göze çarpar.Avrasya grubu denilen grup, jeopolitik meseleler ve Avrasya halklarının harsî tesirleri ile ilgilendiler.
Pan-Turanizm (daha dar manasıyla Pan_Türkizm) hareketinin esas ve eyilimleri açınımları çok daha nettir.
Osmanlı İmparatorluğu gelişme dönemlerinde açıkça faaliyet gösteren bir Turan düşüncesi tesbit edilememesi yanında, Osmanlı bürokrasisinin dilinin ısrarla Türkçe olarak sabitlemeleri ve Türk unsurun Osmanlının demografik olarak dayandığı esas unsur olması özellikle Osmanlı hanedanının şecerelerini her seferinde Oğuz handan itibaren sayabilmeleri ve öyle değerlendirmeleri Turan Mevhumunun isimsiz devam ettiğini gösterir.
Bilhassa Osmanlı bilginlerden Aşık paşa, Kemalpaşa zâde ve Vani Mehmet Efendinin fikirlerinden söz edilmelidir. Özellikle sonuncusu, dar manada Türkçü, Oğuz Türkçüsü olduğunu söylemek gerek.Turan düşüncesinin Osmanlılarda biraz muğlak olarak seyretmesinin yanında ne enteresandır ki Kızılelma Ülküsü neredeyse fiziki boyut kazanmıştır. Hatta Kızılelma ya mekanlar hayal edilmişti, Mesela;
Engerus Ungarus Kızılelma sı: Budin;
İkinci Engerus Kızılelma sı: İstoni-i Belgrad/İstolni Belgrad
Orta-Macar Kızıl-Elması: Usturgon = Esztergon/Gran;
Küçük-Macar Kızıl-Elması yahut Alaman Kızıl-Elması veyahut Beç Kızılelma sı Viyana;
Rim-Papa Kızılelma sı: Roma.
Altınca Kızıl-Elmanın da Prusyadaki (Cologne = Kolonya) şehri olma ihtimali Peçevînin (Ehl-i İslam Kızıl-Elmaya dek gidecekdür didükleri kelamun sebebini beyan) ederken kaydettiği şu fıkradan anlaşılmaktadır:
Bu dahi malum ola ki Böyük-Kapona varoşunda yılda bir muayyen günde bütün varoşun ve etraf u cevanibinin sağir ü kebiri ve cüvan u piri taşra sahraya çıkarlar ve ol sahrada olan Kızıl-Kapona da oğluncuklar bir eski türkü ırlarlar: (Kızıl-Kapona) didüğü Kızıl Almadur, sınır taşı gibi alamet için vaz olunmuştur ve ırladukları türkünün meali:
........Türk Padişahı cümle kuvvet ü azametiyle bu mahalle değin gele gerekdür ve bunda Allahu Teala emriyle fevt olsa gerekdür ve Allaha itikad ü itimat olunsun ki Türk Padişahı ol kadar yukaruya gide ki Kolonaya vara! Nemçe memleketine çok şenlik kalmaz, zira kolona şehri uzak yerde vaki, olmuştur.....
Kızılelma isminin Asyadan sonra Avrupa tarafından daha nerelere götürüldüğü ayrıca araştırılacak önemli bir konudur.. Her halde bu birkaç örnekten de anlaşılacağı gibi Osmanlı İmparatorluğunu kurup genişletenlerin milli ideal sınırları siyasi haritalarından çok geniştir. Çünkü Viyana, Roma ve Kolonya gibi Kızıl-Elmalar hiçbir zaman ülkü haritasından devlet haritasına intikal edememiştir. Osmanlılarda Kızıl elmanın izini takip etmek Adeta Turan coğrafyasını taramak gibi bir şey.
Kızılelma ve Turan kavramlarının Ne kadarda birbirini çağrıştırdığına dikkat edilmeli. Bununla beraber, bu uzak Kızılelma ya karşı duyulan arzu ve bunları ele geçirmek için yapılan büyük hamlelerin İmparatorluğu genişletmekteki büyük tesirleri de kolay inkar edilebilecek şeylerden değildir.
Türk ordusu Kızılelma dan Kızılelma ya atılırken, sanki Turan birliğinin coğrafyasını arşınlıyordu. İlk idealist Osmanlı padişahları Kızılelmalar gösteren birer millet kılavuzu rolünde görülür: Mesela Kosova meydan muharebesinde Sırp ordusu imha edilip Sırbistan tabiiyet altına alınarak (Engerus Kızılelmasına yol açıldığı zaman babasının yerine geçen Yıldırım Bayezit, cülus tebriki için Edirne sarayına gelen Venedik, Ceneviz ve sair İtalyan hükümetlerinin sulh ve ticaret anlaşmalarını yenilemek isteyen elçilerine Türkiyede ticaret serbestisinin tabii bir hal olduğunu söyledikten sonra, yeni anlaşmalar yapılmasını reddetmiş ve hatta: Romaya kadar gidip Saint Pierre Kilisesinin Mihrabında atıma yem yedireceğim! Sözleriyle (Rim-Papa Kızılelma sı)nın daha (Şarkî-Roma Kızılelma sı) fethedilmeden evvel Türk ülküsünün manevi haritasına girmiş olduğunu Batı Hıristiyanlığına rağmen ilan etmekte hiç tereddüt etmemiştir.
İstanbulun fethinden 64 sene evvel Yıldırımın adeta elini uzatarak gösterdiği bir Kızıl-Elmanın fetihten sonra Fatih tarafından ihmali tabii kabil değildi. Hatta bazı batı kaynaklarında şanlı atasının sözünü Fatihin de tekrar edip durduğundan bahsedilir.
Yıldırımın o meşhur sözünden 91 sene sonra Doğu Kızılelma sına Batı Kızılelma sınıda da ilave etmek isteyen Fatih, 1480 tarihinde Osmanlı aydınlarının (Pulya seferi) dedikleri Güney-İtalya seferini açtırıp on bir Ağustos Cuma günü Otranto şehrini fethettirdikten sonra etrafını da işgal ettirmiştir. Görünüşte Napoli krallığına karşı açılan bu seferin gerçek hedefi (Rim-Papa Kızılelma sı)dır ve hatta papa Dördüncü Sixtus canını kurtarmak için Romadan Fransaya kaçmak istemişse de nihayet müdafaa masraflarına karşılık olarak gümüş takımlarını satıp bazı yardım ümitlerine kapılarak yerinde kalmıştır! Romanın kurtuluşu Papanın gümüş takımları sayesinde değil, dokuz ay sonra Fatihin vefatı ve Cem Sultan vakasının zuhuru sayesindedir!
Fatihin ölüm haberi üzerine Papalık makamının emriyle bütün Avrupa kiliselerinde Allaha şükür duaları yapılmıştı. Fatihin nazarında olgun bir meyve haline gelen bu (Rim-Papa Kızılelma sı) ile olgunlaşmalarını beklediği (Engerus) ve Alaman (Kızılelma larından başka Paris bile artık bir nevi (Fransa Kızılelma sı) demekti. Hatta Yıldırımın İtalyan elçilerine söylediği söze adeta nazire olmak üzere kendisi de Papalık makamından elçilikle gelen bir Fransız kardinaline Parisin 13. asırda ikmal edilmiş olan meşhur katedralinden kinaye olarak:
... Komanın kurtulması şöyle dursun, senin kendi büyük kilisenin kulesine bile Türk bayrakları dikeceğim! demişti.
Eski Türk halkının "Turan Budununun" Kızılelma dediği ve görkemli dönemlerde Türk Milletinin maneviyatını idare eden Bilgelerinde sulh zamanlarında bile (Darül-harp) ve Darül-Cihad) isimleriyle andığı uzak, yakın Doğu ve Batı ülkelerinin milli ideal sınırlarına girmesi gelişi güzel bir istila siyasetiyle değil, milletleri mahalli idarenin üstünde umumi ve müşterek bir nizam altına almak fikriyle izah edilebilir.
Yavuza izafe edilen ve bütün dünya arazisini tek bir devlete kafi gelmeyecek kadar küçük ve dar gösteren Büyük Turanı çağrıştırır sözün Kanuni devrinde kan dökülmesine sebep olmuş bir harici siyaset düsturu şekline inkılap etmesi bütün insanlığı alakadar eden o geniş ve yüksek telakkinin en açık delilidir. (... Yer yüzünde bir tek imparator vardır, o da (Sultan-ı Alem=Turan Hükümdarı) olan Türk padişahıdır) şeklinde ifade edebileceğimiz bu harici siyaset düsturunun diploması sahasındaki ilk neticesi, Avrupanın en mühim kısımlarından başka Amerikada bile arazisi bulunan İspanya kralı ve Almanya İmparatoru Charles-Quint beşinci Karlosun (İmparator) unvanını Türk hükümetinin kabul etmemesinde gösterilebilir.
Charles Quintin o sırada Avusturya hükümdarlığında bulunan kardeşi Ferdinand, Türklerin fethetmiş oldukları Macaristan üzerinde bir takım haklar iddia ederek İstanbula elçiler göndermiş ve bu elçiler 1530 senesi Vezir-i Azam İbrahim Paşanın huzuruna kabule edildikleri zaman kendilerine sulh şartı olarak dünyada Osmanlı padişahından başka bir kimsenin (İmparator) unvanını taşımasına müsaade edilmeyeceği için (Vilayet-i İspanya kralı olan Karlosun) Almanyadan çekilmesi ve (onun valisi olarak karındaşı Ferendus)un da her türlü iddiadan vazgeçerek Türk hakimiyetine girmesi şartından bahsedilmiştir.
Kanuninin 23 sene Nişancılığında yani o zamanki teşkilata göre Hariciye Nazırlığında bulunmuş olan meşhur tarih yazarı Celalzade Mustafa Çelebinin Tamakatül-Memalikinde Charles Quintten bahsederken:
Çevresindeki bir takım yalaka adamlarının nitelemesi ile imparator geçinir! demesi işte bu milli siyaset düsturundan dolayıdır. Kanuninin 938-1532deki (Alman seferi)nin en mühim sebeplerinden biri de işte budur. Bu Beşinci sefer, sefer-i hümayunda takip edilen maksat Avrupayı fethedip doğrudan doğruya Türk idaresine almak değil, Türk üstünlüğüne karşı gelebilecek hiçbir kuvvet bırakmayarak tekmil Avrupa üzerinde umumi bir hegemonya kurmaktır.
Seferden sonra 1533 senesinin 22 Haziran Pazar günü akdedilen İstanbul analaşması bu maksadı kısmen temin etmiş ve Kral Ferdinand Osmanlı padişahını Baba ve metbu tanıdıktan başka kardeş diye hitab ettiği vezir-i azamla da eşit sayılmayı kabul etmiştir. Charles Quintin idaresinde bulunan bütün devletler namına Türk hegemonyasına resmen boyun eğmesi kardeşi Ferdinanddan 14 sene sonra 1547 tarihinde akdetmek mecburiyetinde kaldığı muahede üzerinedir. Bu ağır muahede mucebince her sene Mart ayının evvelinde Türk hazinesine otuz bin altın haraç verilmesi Kararlaştırılmıştı.
Charles Quintin Almanya İmparatorluğu tasdik edilmediği için Vilayet-i İspanya kralı Karlo unvanıyla iktifa mecbur olmuş bu muahede ahkamı Papalık makamıyla Venedik cumhuriyetine ve Fransa ile Avusturya Kralları da bu anlaşmanın içine dahil edilmiş ve Avrupa üzerinde bir Türk hegemonyası kuran böyle bir anlaşmayı bile karşı tarafın dilek ve ricası üzerine kemal-i inayet-i Padişahane sinden dolayı kabul buyurduğundan bahseden Kanuni bu şerefli vesikayı o senenin 23 Şaban Cumartesi günü tasdik etmiştir.
Kendisini yeryüzünün yegane imparatoru ilan eden Sultan Süleymanı bu büyük dava uğrunda giriştiği hegemonya seferleri esnasında Protestan mezhebini neşre çalışan Lutherin vaizlerinde Türklere mukavemeti Allahın kuvvetlerine karşı gelmekle bir tuttuğu ve bir taraftan da Avusturya topraklarından birçok ailelerin muntazam ve adil bir idare altında insanca yaşayabilmek için Türk illerine=Turana hicret ettikleri ve hatta bu muhaceretler bir asır kadar devam ettiği için daha sonraları 1631 tarihinde Budin beylerbeyi Hasan Paşa tarafından Payatin Eszterhazyye zulümden vazgeçilip bu muhaceret cereyanına bir nihayet verilmesi hakkında ihtarnameler bile gösterildiği muhtelif vesikalarla sabittir.
Tabii artık hükümdarlar hükümdarı ve insanlık haklarının muhafızı vaziyetine geçen Kanuni ile dünyada ondan başka imparator olamayacağını ilan eden hükümeti nazarında bütün yer yuvarlağı bir tek Kızıl-Elma ve onun bulunduğu coğrafyada Turan haline gelmiş demektir.
Bu büyük fikir Kanuninin ölümü ile sönmüş değildir Ondan sonra da devam ettiği için, onun torununun torununun oğlu olan ve on yedinci asrın başlarında dört sene saltanat süren Genç Osmanın Lehistan seferinde bile bu eski Türk ülküsünün başlıca etken olduğu çağdaş belgelere dayanarak yazılmış önemli bir eserle ortaya konmuştur.
Birinci Ahmet, Birinci Mustafa ve İkinci Osman devirlerinde İstanbulda bulunmuş üç Fransız elçisinin evrakına dayanan (Madame de Gomez)in 1734te ikinci cilt olarak çıkan (Histire dOsman) ismindeki eserine göre, Genç Osman denilen dahi çocuğun Lehistan seferi Baltık denizine çıkmak, orada donanma kurup hem Akdenizden hem Baltık Denizinden Avrupayı abluka altına alarak İtalya üzerinden kıtanın ortalarına doğru yürümek imkanlarını temin için açılmıştır!
Her halde bu heybetli proje, sultan-ı alemin yer yuvarlağına hala bir Kızıl-Elma nazarıyla baktığını gösterir.
Eski Türk nesillerinin bir gün mutlaka varılacağından bahsettikleri Kızıl-Elma, Osmanlı çöküşünün başlarında artık unutulmaya başlamasından itibaren çürümeye yüz tutmuştur. Bilhassa azamet devrinde elde edilen Kızılelmaların çöküş devrinde birer birer elden çıkması, milli ideal sınırlarının nihayet devlet hududuyla birleştirmiş ve işte o iki hudut birleştiği anda Kızıl-Elma büsbütün çürüyüp gitmiştir! Artık Osmanlı İmparatorluğunun son gününe kadar yegane endişesi mevcudun muhafazasından ibarettir.
İnsanlığın hayvanlıktan en büyük fakrı, ideal ihtiyacında gösterilebilir. İnsanın karnı gibi kafası da açıkır ve bu manevi açlığı ancak bir ideal doyurabilir. Memleketlerinde milli bir ülküden mahrum kalan bir çok insanların tıpkı ithalat eşyası gibi hariçten gelen ecnebi ideallerine sarılmaları işte bu tabiat kanununun en tabii neticesidir. Osmanlı idaresinin çöküş asırlarında ve bilhassa Tanzimattan itibaren hiç takdir edemediği gerçek hakikat budur.
Bazen, Turancılık hareketi olarak da adlandırılan Türkçülük hareketinin gelişmesini tayin etmiş bulunan amilleri şunlardır:
- XIX. Asırdaki çok çeşitli milli hareketlerin ortaya çıkışı (Rum, Alman, İtalyan, Islav, Ermeni, Arap): Bunların birçoğu doğrudan-doğruya Osmanlı İmparatorluğuna yönlendirilmiş bulunmakta idi.
- Osmanlı İmparatorluğunun uğradığı hezimetler ve bunların neticesi olarak Balkanların, Afrikanın ve nihayet Asyada Suriye, Arabistan, Irak ve Musulun kaybolması. İmparatorluğun toprak parçaları birer birer elden çıktıkça, Anadoludaki Türk unsuru, yalnız nüfus bakımından değil, aynı zamanda devletin emniyet ve selameti bakımından da istinad edilebileceği yegane temel unsur olarak gittikçe ehemmiyet kazanmış oldu.
- Türkoloji'nin ilerlemesi: Türkiyat, Türk milletlerinin listesini verdiği gibi, bu milletlerin dil yakınlığının da ortaya koyup, eski Türklerin tarihini aydınlatmakta idi.
- Rusyada öncelikle bir Türk-Tatar İslam, münevver sınıfının teşekkülü ile 1905 hadiselerinin Rusyadaki Türk Medyasına verdiği hız. Ali Hüseyin-zade (Bakü), Yusuk Akçura (Kazan), ahmed Ağaoğlu (Karabağ) gibi şahsiyetler bu hareketi kuvvetle canlandırmakla kalmamış, hatta Türkiyedeki Türklerden gelen büyük desteğide yönlendirmişlerdir.
XX. asrın başında Türkiyede üç siyasi görüş mevcuttu: İslamcılık, Garpcılık ve Türkçülük. Bu görüşlerin serbestçe münakaşası (1902-1903 senelerinde) Kahirede çıkan Türk adlı gazetede yapılmıştı. Türkçülük görüşü, Yusuf Akçuraoğlu tarafından temsil ediliyordu. Onun Üç Tarz siyaset adlı kitabı, bu harekete ait programın gelişmesinde mühim bir rol oynamıştır. Akçura, Osmanlılığı, Türklerin imtiyazlarını kısmak gayretinde bulunduğundan ve İslamların haklarını tanıyan Müslümanlığa karşı hareket ettiğinden dolayı tenkit ediyordu. Diğer taraftan da Pan-islamizm (İslamcılık) gayri müslimleri kızdırıp, bazı Avrupa devletlerinin mukavemetine maruz bırakıyordu. Müellif, en büyük engel olan Rusyanın, diğer devletlerin yardımıyla bertaraf edilebileceğini düşünerek Pan-Türkizmi ilan etti.
Aynı Türk gazetesinde Akçuranın tezi, Osmanlılık adına liberallerden Ali Kemal tarafından tenkit edildi ve Ahmed Ferid tarafından da hayalle uğraşmakla itham olundu; zira ona göre, İslamcılığın tatbik kabiliyeti yoktu. Pan-Türkizm ise, henüz ortada görünmüyordu.
Temmuz 1908 ihtilalinin patlak vermezi üzerine önce Osmanlılık (yani, bütün unsurlar için maddi bir Osmanlı vatanı) fikri galebe çaldı; daha senesi dolmadan, İttihat ve Terakki Fırkası, Osmanlı imparatorluğunu teşkil eden unsurların uzlaşmaz temayüllerinin mevcudiyetine kanaat getirdi. Türkçülük hareketi hızla gelişmeye başladı.
24 Kanun-ı Evvel 1908 tarihinde İstanbulda bütün Türk kavimlerinin ahval ve efallerini tetkik etmek üzere Türk Derneği kuruldu; ancak bu cemiyetin alakası, hakikatte, Yeni Lisan, Genç Kalemler vb. mecmualarda münakaşa edilen lisan meselelerine inhisar etti; 1911 tarihinde, ilmi faaliyetin genişletilmesi maksadıyla (Turan Neşr-i Maarif Cemiyeti) adıyla Turancılık cemiyeti kuruldu ve Kanun-ı Evvelde Yusuf Akçura tarafından idare edilen Türk Yurdu dergisinin birinci sayısı çıktı. 25 Mayıs 1912 tarihinde ise, Türk kültürü ile uğraşmak üzere Türk Ocakları kuruldu.
Aynı sıralarda, önce Selanikte (1909) faaliyet gösteren ve 1910da İttihat ve Terakki Fırkasının merkez heyetine aza seçilen Ziya Gökalp, daha sonra çalışmasına İstanbulda devam etti (1912). Gökalp, Türklüğün kanında yatan hatıraları, bir seri manzum neşriyatı ile uyandırmağa çalıştı. O, esrarengiz Tûran memleketinin manevi varlığını temsil eden Türk idaelini şu yolda terennüm ediyordu: Oğuz Hanın oğulları Turan memleketini asla unutmadılar.
Turan, Attila, Farabî, Uluğ Bey, İbni Sina gibi büyüklerle birleştirildi: Türklerin vatanı ne Türkiyedir ne Türkistan, onların memleketi büyük ve ebedî Tûrandır.
Ziya Gökalp nazariyesi şu formülde tecelli ediyordu: (kültür Hars bakımından ) Türkleşmek, İslamlaşmak, (medeniyet bakımından) modernleşmek. Onun nazariyelerinin sistematik izahı Türkçülüğün esasları adlı kitabında bulunmaktadır. Bu kitap, müellifin ölümünden bir sene önce Ankarada (1339=1923) basılmıştır. Bu kitapta Turan mefhumu, tatbike de müsait manada değişikliğe tabi tutulmuştur.
Ziya Gökalp, milleti, müşterek dil, din, ahlak ve estetik müesseseleriyle birbirlerine bağlanan fertlerden mürekkep bir topluluk olarak tarif eder. Turan, Türk, Moğul, Tonguz, Fin ve Macar milletlerini içine alan bir halita değildir. (Ziya Gökalpe göre) Turan tabiri münhasıran Türk kabilelerini içine alan bir kelimedir. Türklerin birleşmeleri ancak merhale merhale gerçekleşecektir. Türkçülüğün ilk hedefi, Oğuz Türklerinin, yani Türkiye Türkleriyle, Azerbaycandaki, İran ve Harizmdeki Türkmenlerin harsî birliğidir. Bunların siyasî birlikleri şimdilik göz önünde tutulmamaktadır; fakat gelecek hakkında hiçbir şey söylenemez. Diğer taraftan Tatarlar, Özbekler ve Kırgızlar kendi harslarının yaratmak ve ayrı-ayrı teşkil etmek yolunda ilerleyecek olurlarsa, kendi adlarını muhafaza edecekler ve o zaman Turan kavmî bir camia teşkil eden bu saydığımız milletler hesabına birleştirici umumi bir tabir vazifesini görecektir.
Turan romantizmi, sırf edebî sahada türlü akisler bırakmıştır; bu cümleden olarak Ahmed Hikmetin Altın Ordu, Halide Edifin Yeni Turan 1913, Aka Gündüzün Muhterem katil, Müfide Feridin, Ay demiri zikredilebilir.
Birinci Cihan Harbi esnasında Osmanlı imparatorluğunu idare eden İttihat ve Terakki Fırkası hiç olmazsa Müslümanlara ait hususta resmen Osmanlılık siyasetini ilan ile Türkiyenin Türkleşmesini gerçekleştirdi.
Türkiye İçinde ve Dışında Türkçülükten Turana Doğru
Süleyman Paşadan sonra, Necip Asım ve Veled Çelebi, Türkçülük fikrinin öncülerinden oldular. Ahmet Mithat Efendinin Beykozdaki yalısında, Cuma toplantılarında bu fikri geliştiriyorlardı. Yabancı ilim adamlarının, Türkoloji sahasındaki çalışmaları da, Türklüğün gelişmesinde rol oynamıştır.
Ondokuzuncu Yüzyılın ortalarında, Kırımın Bahçesarayının Gaspıra Köyünde, ileride Türk dünyasının büyük ideoloğu ve idealisti olacak bir çocuk dünyaya gelmişti. Orta tahsiline Rus askerî mekteplerinde devam eden bu çocuk, Rus milliyetçiliğinin ve Panislavizmin ortasında yarının Türkçülüğünün ilk damlalarını, özüne dolduruyordu.
Giritde Türklerin Rumlar tarafından öldürüldüklerini duymuş, bir arkadaşı ile birlikte gizlice Odesada vapura binmişti. Pasaportsuz olduğu anlaşılınca yakalanıp ailesine teslim edilmişti. Artık Rus mektebine dönmemiş, bir müddet Türk mekteplerinde Rusça öğretmenliği yapmış, sonra da Parise gitmiştir.
İsmail Beyin, Tercüman adlı gazetesi, 1883de, yarısı Rusça, yarısı Türkçe olarak çıkmağa başlamıştır. Gazetenin şiarı, Dilde, fikirde, işde birliktir. Bütün dünya Türklerinin aynı ağızla konuşmaları, Boğaziçinin sandalcısından, Kaşgarın devecisine kadar aynı kelimelerle anlaşmaları, ortak bir edebî dilin doğması, fikir birliği doğuracak ve ona dayanan İş, hareket, aksiyon, yani dünya Türklerinin birliği doğacaktır
Rusyanın müslüman ve Türk tebaası üzerinde ihtisas sahibi sayılan Misyoner İlminsky ve Profesör Simirnov gibi nüfuzlu müsteşrikler, gazetenin yayımlanmasına izin verilmesinin siyasî bir hata olduğunu söylüyorlardı Öte yandan, Rus gizli polisi Okhrananın bir raporunda, adı geçen gazetede ve bu yolda yürüyen diğer Türk gazetelerinde görülen İslam propagandasının, Pan-Türkizmi örten bir perde olduğu söyleniyordu.
Gaspıralı İsmail Bey, karısının ziynet eşyaları, evindeki eşyaları satarak, gazetesini çıkarmağa devam etti. Tercüman ın kapatılması için birçok teşebbüsler olduysa da, İsmail Beyin zekâ, maharet ve enerjisi bütün Türk ve İslâm düşmanlarının entrikalarına mukabele ile yirmi otuz milyonluk Türk kitlesinin kendi dilinde çıkan bu ufacık haftalık yegâne gazetenin yayınının devamını sağlayabilmiştir
Türklük ve Müslümanlığa sıkı sıkı sarılarak, Batının ilim ve tekniğini alma şeklindeki sentezi ve diğer fikirleri, Türkiye Türklerinden başka, Kırım, Kazan, Azerbaycan ve Türkistan Türklerine de tesir etmiştir.
İsmail Beyi takip eden birçok Türkçü ve Turancı yetişti: Yusuf Akçura, Hüseyinzâde Ali Bey, Ağaoğlu Ahmet Bey, Sadri Maksudi (Arsal), Zeki Velidi (Togan), Abdullah Battal (Taymas) ve diğer birçok düşünür ve hareket adamı. 1905de yapılan Rus-Japon harbinden sonra, Rusya bir ideoloji kazanı haline gelmişti. 1917 yılına kadar süren bu çalkantı esnasında Türkler, ne yazık ki bir şey elde edemediler. Dumadaki (Rus meclisindeki), kongrelerdeki çalışmalar neticesiz kaldı. Türk ve İslam topluluklarının, Rusyanın her yerinden gönderdikleri temsilcilerle yapılan bu kongrelerde alınan kararlar, hayata geçirilemedi. Türk topluluklarının birazda kabileci davranışları Büyük Turanı kurmalarına mani idi. Bilhassa Rus Çarlığının çöküşü sırasında, tutulacak yolda anlaşma sağlanamadı. Kimi muhtariyet, kimi federasyon fikrinde oldu; Akılsızca mahallî millîyetçilik yapıldı.. Gaspıralı İsmail Bey başta olmak üzere, Kırım ve Kazan Türklerinin ve Azerbaycan Türklerinin Turancı görüşle yaptıkları çalışmalar semeresiz kaldı.
Gökalp, 1918 yılında Yeni Mecmuada yazdığı, Rusya Türkleri Ne Yapmalıdır başlıklı makalesinde, kabile şuurları nın marazi hadise olduğunu, onun terk edilerek, yerine millî şuur un getirilmesi gerektiğini söylüyordu. Fakat iş işten geçmişti. Orta Asyada, Birlik Tuvı, Uluğ Türkistan, Türk Söz ve El Bayrağı, Turan, Hürriyet gazeteleri Bütün Türklük ve "Büyük Turan" fikrini işlemeğe başlamışlarsa da Ruslar, Türk ülkelerini bir bir işgal etti, Enver Paşa ve Basmacıları yok edildi. Bu fikirler öldürülememiş, sadece çok sert tedbirlerle, su yüzüne çıkması önlenmiştir. Çolpanın şiirleri hâlâ hafızalardadır. Hepsinin ümidi Anadolu Türklüğünün bir gün Kızılelma ya ulaşacağında ve Büyük Turanı kuracağındadır.
1908lerden itibaren, Türk Derneği, Tür Ocağı ve Türk Yurdu etrafında gittikçe gelişen Türkçülük, Ziya Gökalp tarafından sistemleştirilmiştir. Prof. Zeki Velidi Togan, Ziya Gökalpı Türkçülüğün manevî rehberi olarak kabul etmeliyiz diyor ve şunları ekliyor: Yanlışları, eksikleri varsa tamamlamalıyız Gökalpın geliştirdiği Türkçülüğü, kültürel esasları üzerinde yürütmek, siyasetten uzak tutmak faydalı olur. Ancak, Türk dünyasının kurtuluşu ve birliği de, bir ideal olarak gönüllerde yaşamalıdır tıpkı Kızılelma Ülküsü Büyük Turan gerçeği gibi.
Büyük Turan Devletini, Oğuz Han kurmuştu. Ondan sonrakiler bu yüce devleti değişik hanedan isimleri ile ayakta tutmaya çalıştılar. Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Avarlar, Hazarlar, Peçenekler , Kumanlar, Karahanlılar, Gazneliler, Selcuklulur, Osmanlılar, ve daha onlarca büyük Turani Dünya Devletinde sabit olan değişmeyen tek unsur Millettir yani Türk Milletidir ve tabi olarak dillerinin Türkçe olmasıdır. Devlet ve hanedan isimleri gelip geçici olmuş değişmiştir zaten bunun bir önemi de yoktur.
Esas olan Millet ve onu var eden ülküsü dür. Bu sitede yer alan Genel Türk Tarihi mahiyetindeki büyük çalışmaya Türk Turan Tarihi isimini vermemiz deki maksat şudur:
Türk tarihi ve milletinin bir bütün olduğunu, beşbin yıl önceki Oğuz Hanın bir çerisi ile bu günkü bir Türk askerinin yada halktan birinin mahiyet farkının olmadığını, onu farklı kılanın yüreğindeki kızılelmayı yitirmiş olması yada Büyük Turan düşüncesini beyninden atmış olması olabileceğini vurgulamaktı.
Yüreğimizdeki Kızılelma ülküsü ve beynimizdeki Büyük Turan düşüncesi ile Kuzey Sibiryadan Mançuryaya yada Amarikanın öteki ucunda bulunan Turan Soylu bir Kızılderili şefinden Yemen illerinde kalmış Türkçe konuşmakta inad eden Anadolu Türkü Şeyh efendiye kadar biz büyük ama çok büyük bir milletiz.
Büyük Turan Devleti denince de zaten bu büyük Milletin bulunduğu mekan ve yüreği anlaşılmalı.