"Türk Tarihinde iz bırakanLar..!!"

Süleyman Şah





Osmanlıların atası. Türk büyüklerinden olup, Oğuzların Kayı boyundandır. Doğum yeri, târihi ve âilesi hakkında kaynaklarda geniş bilgiye rastlanmamıştır.
On ikinci yüzyılın sonlarında Türkistan’da doğdu. Kabîle reisi oldu. Moğol Cengiz Hanın Orta Asya’daki istilâsına karşı, on üçüncü yüzyılda Türkistan’dan batıya hicret etti. Türkistan’dan elli bin kişiyle batıya geçip, 1224’te Erzincan ve Ahlat taraflarına yerleşti. Cengiz Han, 1227’de ölünce, kabîlesiyle tekrar dönmeye hazırlandı. Fırat Vâdisini tâkip etmekteyken Ca’ber Kalesi yanında atını yüzdürerek nehri geçerken boğuldu. Fırat kenarına defnolunup, buraya Türk Mezarı denildi. Süleymân Şahın mezarı, Osmanlı Devleti yıkılınca, Türkiye hudutları dışında kalıp, Suriye’ye bırakıldı. Ca’ber’deki mezarında Türk bayrağı dalgalanıp, Türk askeri beklemektedir.

Süleymân Şahın, hicretten sonra Sungur Tigin, Gündoğu, Dündar ve Ertuğrul adında dört oğlu kaldı. Sungur Tigin ve Gündoğdu, kabîleleriyle yurtlarına döndü. Dündar ve Ertuğrul, dört yüz çadır âile efrâdıyla Sürmeli Çukur’da birleşti. Sürmeli Çukur’da Moğollarla muhârebe eden Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddîn Keykubâd’ın kuvvetlerinin az olduğunu gören Ertuğrul Gâzi, ona yardım etti. Alâeddîn Keykubâd, Ertuğrul Gâziyi mükâfatlandırıp, Domaniç Yaylasını yazlık, Söğüt Ovasını da kışlak olarak verdi. Süleymân Şahın oğlu Ertuğrul Gâzi, Söğüt ve Domaniç’e yerleşip, torunu Osman Gâzi de Osmanlı Hânedânını ve üç kıta ve yedi denize hâkim olan Osmanlı Devletini kurdu.

Bâzı târihî kaynaklarda ise, Ertuğrul Gâzinin babasının adı, Gündüz Alp olarak zikredilmektedir. Bu durumda, Ertuğrul Gâzinin babası olarak gösterilen Süleymân Şahın, Türkiye Selçuklu Devletinin kurucusu Kutalmışoğlu Süleymân Şahla karıştırılmış olabileceği tahmin olunmaktadır.



Sütçü İmam





Düşman işgâli altında bulunan Maraş’ta, Türk nâmusunu koruyan ve ilk kurşunu atan kahraman. 1871 yılında Maraş’ın Fevzi Paşa Mahallesinde dünyâya geldi. Babası Kireççi Ömer, annesi Emine Hanımdır. Asıl adı İmam’dır. Maraş’ta Hacı İmam lakâbıyla tanınırdı. Adının yanında mesleği de imamlıktı. Beş vakit namaz hâricindeki vakitlerini süt sattığı dükkânında geçiren Sütçü İmam; “İslâmiyet, maişet için çalışmayı da bir nevi ibâdet kabul eder ve Allah boş duranları sevmez” sözlerini yerine getirmeye çalışırdı. Osmanlılar zamânında, her mesleğin bir üniforması olduğu için, üniforma mâhiyetindeki imâmet sarığı devamlı başında dururdu.
Maraş’ın Fransızlar tarafından işgâli sırasında, bütün şehre bir hüzün çökmüştü. 30 Ekim 1919 Cumâ günü sabah saatlerinde, hamamdan çıkan iki Türk hanımına saldıran Fransız askerlerini dükkânından gören Sütçü İmam, dayanamayarak tabancası ile onları öldürdü. Böylece, Maraş’ın kurtuluş destanı başladı. Sütçü İmam’ın attığı kurşunlar, bir kurtuluş destanının öncüsü oldu. Olaydan sonra, Ahırdağı’na çıkan Sütçü İmam, Fransızların 12 Şubat 1920 sabahı Maraş’ı terk etmesiyle şehre döndü.

Günümüzde, Maraş’ın Uzunduk Çarşısında bir âbide üzerinde şu yazılar vardır: “31 Ekim 1919” da Sütçü İmam, Türk nâmusunu burada silâhıyla korudu.”

Maraş Harbinden gâzî olarak çıkan Sütçü İmam’a, Maraş Belediyesince kaledeki topun idâresi verilmişti. Sütçü İmam, 1922 Kasımında bu vazîfeyi yaparken barutun ateş almasıyla yandı. Derhal tedâvi altına alındıysa da iki gün sonra 25 Kasım 1922’de vefât etti.



Şahin Bey





Millî Mücâdele kahramanlarından. Asıl adı Mehmed Said idi. Muhtemelen 1890 yılında Antep’te doğdu. Öksüz büyüdü. Rüştiye (ortaokul) tahsilini yarıda bırakıp, dericilikte çalıştı.
Birinci Cihan Harbinde Yemen Cephesinde bulundu. Cephedeki üstün hizmetlerinden dolayı zâbit (subay) sınıfına alındı. Harp boyunca Orta Doğudaki cephelerde savaştı.

Birinci Cihan Harbi bitince, Millî Mücadelede vazife aldı. İngiliz ve Fransız işgâlindeki bölgeyi teşkilâtlandırmaya çalıştı. Şâhin lâkabını aldı. Fransızlar Ermeni gönüllüleriyle Antep’i işgâle teşebbüs edince iki yüz mücâhidle berâber dağa çıktı. Antep, Kilis yolunu tuttu. 3 Şubat 1920 târihinden îtibâren düşmanla mücâdeleyi başlattı. Şâhin Beye yeni mücâhidlerin katılmasıyla kuvvetleri arttı. Fransız taarruzları püskürtüldü. Antep’teki Fransız işgâl kuvvetlerine erzak taşıyan yüz elli arabalık konvoyu Kızılburun’da pusuya düşürdü. Konvoy geri çekilmek zorunda bırakıldı. Antep’teki Fransız garnizonu iaşesiz kaldı. Antepliler, Şâhin Beyin muvaffakiyetinden de güç alıp, Antep’i kurtarma hazırlıklarına başladılar. Fransızlar, Kilis-Antep irtibatını sağlamak için; üç piyâde alayı, yüz süvâri, bir topçu bataryası zırhlı ve modern silahlarla 25 Mart 1920 târihinde taarruza geçtiler. Şâhin Bey, müfrezesiyle berâber, Kızılburun’da pusu kurdu. Fransızların üstün ateş gücü karşısında oynak bir strateji tatbik etti. Kızılburun’dan Kertel yamaçlarına geçti. Buradan da Bostancık Değirmeni’nde mevzi aldı. En son Elmalı Köprüsünü tuttu. Yanındaki kuvvet miktarı çok azaldı:

“Düşman cesedimi çiğnemeden Antep’e giremez!” târihî sözünü kendisine parola yaptı.

28 Mart 1920 târihinde, son kurşununa kadar mücâdele etti. Köprü başında şehit edildi.



Şehit Kâmil Bey





Balkan Harbi fedâi ve şehitlerinden.

Yaptığı hizmetle târihe geçen, şehit düştüğü tepeye adını vererek unutulmazlar arasına giren Kâmil Efendi, aslen Bulgaristan’ın Lofça kasabasındandır. Doğumu hakkında kesin bir bilgi yoktur. Dînine bağlı bir âileye mensup olan Kâmil Efendi, 93 Harbi diye târihlere geçen 1876-1877 Rus Harbi sonrasında Anadolu’ya gelmiş ve Bursa’ya yerleşmiştir.

Çocukluğunda iyi bir terbiye alan Kâmil Efendi, askerî okulları bitirerek subay oldu. Osmanlı Devletini idâre edenlerin akıl almaz gafletleri sonucunda girilen Balkan Harbine iştirak etti. Edirne’nin düşmesi, Çatalca’ya kadar Bulgarların gelmesi sonucunda birliklerin geri çekilmesi esnâsında genç bir subay olarak büyük hizmetleri görüldü. İstanbul işgal tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Çatalca yakınlarındaki köprü düşünce, düşman birliklerinin harekâtı kolaylaşacaktı. Bu sebepten o bölgeyi müdâfaa eden komutan, bu köprünün tahrip edilmesi için gönüllü subay aradı. Vatan sevgisi ve şehit olma arzusuyla yanan Kâmil Efendi, bir arkadaşıyla berâber bu kutsal vazifeye tâlip oldu.

Tahrip kalıpları ve fedâkâr bir arkadaşıyla hemen vazifeye koşan Kâmil Efendi, köprüyü havaya uçurdu. Bu esnâda, arkadaşıyla birlikte çok arzu ettikleri şehitliğe de ulaştılar.

Kâmil Efendi şehit olduktan sonra, Hadımköy-Yassıören yolunun Akpınar mevkiinde, yolun sol tarafındaki bir tepe üzerine gömüldü. Bu tepe haritalarda da Şehit Kâmil Tepesi olarak geçmektedir.



Şehzade Korkut





Sultan İkinci Bayezid’in oğlu, Yavuz Sultan Selim’in ağabeyi. 1467’de Amasya’da doğdu. İstanbul’da Fâtih Sultan Mehmed Hanın sarayında iyi bir eğitim gördü. Arapça, Farsça öğrendi. Dedesinin vefâtı (1481) üzerine, babası İstanbul’a gelinceye kadar saltanat kaymakamlığı yaptı. 1491’de merkezi Manisa olan Saruhan Sancakbeyliğine tâyin olundu. 1502’de, Amasya Sancakbeyi Şehzâde Ahmed’in îtirâzıyla, merkezi Antalya olan Teke Sancakbeyliğine gönderildi. Hâmid Sancağı da kendisine bağlandı. Osmanlı denizciliğinin gelişmesinde katkısı oldu.
Veliahtlık meselenin ortaya çıkması üzerine, tekrar Saruhan’a tâyin isteği kabul edilmedi. Babası ve Sadrâzam Hadım Ali Paşanın, Şehzâde Ahmed’in veliahtlığına taraftar olmaları gibi sebeplerle İstanbul’la arası açıldı. Hac bahânesiyle Antalya’dan Mısır’a gitti (1509). Mısır’da Memlûk Sultanı Kansu Gavri tarafından parlak merâsimlerle karşılanması, babasını kızdırdı. Bağışlanması üzerine Antalya’ya döndü (1511). Kardeşi Selim’in, babasına karşı hareketi üzerine Manisa’ya, sonra da gizlice İstanbul’a gitti. Yeniçerilerden, pâdişâhlık için aradığı desteği bulamadı. Babasının yerine geçen kardeşi Yavuz Sultan Selim’in pâdişâhlığını tanıdı. Saruhan Sancakbeyliğine tâyin edildi.

Yavuz Sultan Selim, ağabeyinin fikrini öğrenmek için, bâzı devlet adamlarının ağzından pâdişâh olmasını arzu eder tarzda mektuplar yazdırdı. Şehzâde Korkut’un, mektuplara müspet cevaplar vermesi üzerine, Manisa kuşatıldı. Bergama yakınlarında yakalanan Korkut, Bursa’ya götürülürken Emet yakınlarında Eğrigöz’de öldü (1513). Bursa’da Orhan Gâzi Türbesi civârında defnolundu.

Din ve fen ilimlerinde yetişmiş olan Şehzâde Korkut, Harîmî mahlasıyla şiirler yazmıştır. Dîvân sâhibi bir şâirdir. Fıkıhta ganîmet hukûkuna dâir Hallü İşkali’l-Efkâr fi Hill-i Emvali’l-Küffâr adlı eserin sâhibidir. Vesiletü’l-Ahlâk adlı ahlâk kitabını Arapça olarak kaleme almıştır. Tasavvufla ilgili olarak da Kitab fi’t-Tasavvuf diğer adıyla Kitâbü’l-Harîmî’yi yazmıştır.

Diğer eserleri; Şerh-i Elfâz-ı Küfr, Korkudiye (Fetavâ-i Korkudhâniye) ve Şerhü’l-Mevâkıf li’l-Cürcânî’dir.

Şehzâde Korkut, bu kadar eser sâhibi olmasına rağmen, ilminden çok, Akdeniz’deki Türk denizcilerine yaptığı yardımlarla meşhur olmuştur. Onlara gemi ve malzeme yardımında bulunmuş, Hıristiyan şövalyelerin ellerine esir düşenleri kurtarmıştır. Bilhassa Oruç ve Hızır (Barbaros) reislere yardım ve teşvikleri meşhurdur.

Şeyh Bedreddin





Osmanlı Devletinin idâresini ele geçirmek isteyen Bâtınî lideri. Dedesi Abdülazîz, Sultan Birinci Murâd Hanın ilk zamanlarında Dimetoka’da ölmüş, babası İsrâil ise, Dimetoka’daki Bizans kumandanının kızıyla evlenerek Samavna Kalesine kadı tâyin edilmişti. Bu evlilikten, 1368 senesinde, Şeyh Bedreddin doğdu. "Simavne Kadısı oğlu" diye biliniyorsa da, sonradan yakıştırma sûretiyle ve yanlışlıkla Kütahya’nın Simav kasabasına nispet edilerek Bedreddin Simavî denildi.

Şeyh Bedreddîn, küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. İlmini arttırmak için önce Bursa, sonra Konya ve Kâhire’ye gitti. Kâhire’de büyük âlim Seyyid Şerîf Cürcânî ve Aydınlı Hacı Paşa ile berâber Mübârekşâh Mantıkî’den din ilimleri, felsefe ve mantık okudu. Tahsilini tamamladıktan sonra Tebriz’e giderek, Timur Hanın huzûrunda yapılan ilmî sohbetlere iştirak etti. Daha sonra Kazvin’e giden Şeyh Bedreddîn, burada doğru yoldan ayrılarak sapık Bâtınîlik fırkasına girdi. Dönüşünde Memlûk Sultânı Melik Zâhir Berkuk’un oğlu Ferec’e hoca tâyin edildi. Bir müddet sonra Anadolu’ya dönerek Karaman, Germiyan, Aydın, Tire ve diğer bâzı Batı Anadolu şehirlerini dolaştı.

Daha sonra Edirne’ye yerleşen Şeyh Bedreddîn’in bu faaliyetleri, Osmanlı Devletinin fetret devrine rastlamıştır. Edirne’de hükümdârlığını îlân eden Mûsâ Çelebi, Şeyh Bedreddîn’i kazasker tâyin ederek, bilmeden onun nüfûzunun yayılmasına yardım etti. Bundan istifâde eden Şeyh Bedreddîn, sinsi bir şekilde faaliyetlerine hız verdi. Onun asıl gâyesi devlet idâresini eline geçirmekti. Ancak Çelebi Mehmed Han, kardeşi Mûsâ Çelebi’yi yenip birliği sağlayarak devlete hâkim olunca, Şeyh Bedreddîn’i görevinden alarak, İzmit’te mecbûrî ikâmete memur etti.

İzmit’te yerleşen Şeyh Bedreddîn, Osmanoğullarının saltanatını yıkmak için, câhil halk tabakası üzerinde etkili olabilecek fikirlerini yaymak için kitaplar yazdı. Her türlü mülkiyetin kaldırılması ve toprakla malın müşterek olmasını tavsiye eden Şeyh Bedreddîn, komünizme benzeyen bir sistemi halk arasında yaymaya başladı. Aynı zamanda Bâtınîlik propagandası yaparak Ehl-i sünnet akîdelerini yıkmaya çalıştı.

Şeyh Bedreddîn’in, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde halîfeleri vardı. Bunlar arasında bilhassa İzmir civârındaki Karaburun’da bulunan Börklüce Mustafa adındaki halîfesi, etrâfında binlerce taraftar topladı. Şeyh Bedreddîn, hacca gitmek bahânesiyle Kastamonu’ya ve oradan da Sinop’a geçerek, bir gemiyle Kefe limanına çıktı. Daha sonra Eflak Voyvodasının yanına gitti. Eflak Voyvodası Türk hâkimiyetinden kurtulmak ümîdiyle Bedreddîn’e elinden gelen yardımı yaptı.

Böylece Rumeli’de Şeyh Bedreddîn, Karaburun’da Börklüce Mustafa, Manisa’da Börklüce’nin sağ kolu, Yahûdî dönmesi Torlak Kemâl, devlete isyân bayrağını açtılar. Tuna’nın güneyine geçen Bedreddîn, ne kadar âsî varsa etrâfına toplayarak Deliorman’da kuvvetlerini arttırdı. Börklüce Mustafa’nın beş bin kişiyle İzmir sancakbeyini yenmesi üzerine isyân korkunç bir hâl aldı. Son olarak Saruhan sancak beyinin Börklüce’ye yenilmesi, Çelebi Sultan Mehmed Hanı harekete geçirdi. Veliahd Şehzâde Murâdın yanına Vezîriâzam Bayezid Paşayı katıp Börklüce’nin üzerine gönderdi. Bayezid Paşa, yapılan muhârebede âsîlerin pek çoğunu imhâ etti. Kalanını esir aldı. Esirlerin çoğunu, sorgulamadan sonra cezâlandırdı. Börklüce Mustafa, mahkeme edildikten sonra îdâmına karar verildi ve karar yerine getirildi. Manisa civârında Torlak Kemâl ile 3000 âsî de yakalanıp öldürüldü. Anadolu’da isyânın bastırıldığını öğrenen Şeyh Bedreddîn, Deliorman’da müşkül vaziyette kaldı. Çünkü etrâfında bulunan çapulcuların büyük bir kısmı Anadolu’daki isyânın bastırıldığını duyarak kaçmışlardı. Bu sebeple Bayezid Paşa, Rumeli’ye geçerek, Bedreddîn ve taraftarlarını Deliorman’da küçük bir çarpışmadan sonra kolaylıkla yakaladı. Kardeşi Mustafa Çelebi’ye karşı Rumeli’ye geçmiş olan Çelebi Sultan Mehmed Hanın bulunduğu Serez’e yolladı. Sultan Mehmed Han, onu, Mevlânâ Haydar başkanlığındaki mahkemenin huzûruna çıkarttı.

Bedreddîn, Heratlı Mevlânâ Haydar’ın suâlleri netîcesinde, suçlu ve cezâsının îdâm olduğunu bizzât kabul etti. 1420 senesinde, Serez pazarında asıldı. Bu sûretle, Mustafa Çelebi hâdisesi ile aynı zamanda vukû bulan ve devleti çok zor duruma sokan ayaklanma, Bayezid Paşanın gayret ve çalışmalarıyla ortadan kaldırıldı.

Şeyh Bedreddîn, Ehl-i sünnet akîdesini çok iyi öğrenmişti. Sonraları sapıtarak Peygamber efendimizin yolunu yıkmak için sinsi fikirleri yansıtan bir çok kitap yazdı. Bâtınî îtikâdına göre yazdığı Vâridât adlı eserinde, Cennet’i, Cehennem’i ve kıyâmette insanların dirileceğini inkâr etmektedir.



Şükrü Paşa (Mehmed)





Osmanlı Devletinin son yıllarında yetişmiş, Balkan Harbi sırasında Edirne’yi kahramanca müdâfaa etmiş kumandan. Adı Mehmed Şükrü olup, Erzurumlu Ayabakan âilesinden Kolağası Mustafa Beyin oğludur. Annesi Muhsine Hanımdır. 1857’de Erzurum’da doğdu. Çocuk yaşta askerliğe karşı ilgi duyarak Erzincan Askerî İdâdîsine girdi. Babasının ölümü üzerine İstanbul’a gelerek Sütlüce Topçu Okuluna girdi. 1879 senesinde Topçu Teğmeni olarak Harbiyeden mezun oldu. Harbiyedeki tahsili sırasında, zekâsı ve riyâziyeye, matematiğe karşı olan kâbiliyeti hocalarının dikkatini çekti ve Almanya’ya tahsil için gönderildi. Almanya’dayken, imparatorluk Üçüncü Topçu Hassa Alayına tâyin edilerek dört seneden fazla eğitim gördü. 1880 senesinde Mülâzım-ı evvelliğe (Üsteğmen) 1882’de Yüzbaşılığa, 1883’te Kıdemli Yüzbaşılığa terfi etti.
Almanya’dan İstanbul’a döndükten sonra, Mühendishânede dil ve topçuluk dersleri verdi.

1888 senesinde Kaymakamlık (Yarbaylık)a yükselen Şükrü Bey, 1889’da Mîralaylık (Albaylık)a terfi etti ve Saraya yaver oldu. 1893’te 36 yaşındayken Mirlivâlığa yükseldi.

Edirne’ye topçu kumandanı olarak tâyin edildi. Mirlivâlıktan sonraki askerî hayâtı Edirne’de geçen Şükrü Paşa, burada Ferikliğe ve Birinci Ferikliğe terfî etti. İkinci Ordu Müfettişliğine tâyin edildi. 1905’de Selânik’teki Üçüncü Orduda vazifelendirildi. İkinci Meşrûtiyet öncesi günlerde Müşirliğe yükseldi. 1908’de meşrûtiyetin îlânı üzerine İstanbul’a gelen Şükrü paşa, 1912 senesine kadar Redif Müfettişliği, Çanakkale Boğazı Muhâfızlığı gibi askerî vazîfelerde bulundu. İttihatçılar tarafından yapılan askerî rütbeler tasfiyesinde, rütbesi Ferikliğe (Korgeneralliğe) indirildi.

1912 yılında, Balkan Harbi çıkınca, Birinci Ferik (Korgeneral) olarak Edirne Müstahkem Mevkii Kumandanlığına tâyin edildi. Şükrü Paşaya verilen yazılı emirde, Edirne’nin muhtemel bir muhâsarası hâlinde, yalnız kırk gün müdâfaa edilmesi bildirildiği hâlde, güç şartlar altında Edirne’yi 5 ay 5 gün kahramanca savundu. Türk ordusunun şeref ve nâmusunu kurtaran ve bütün dünyânın takdir ve hayranlığını kazanan, muhteşem sahneler yaşandı.

Yiyeceği kalmayan, silâh ve mühimmâtı bitmek üzere olan Şükrü Paşa, hiçbir yardım görememesi üzerine, 26 Mart 1913 Çarşamba günü öğle üzeri, Bulgar başkumandanına bir zâbit (subay) göndererek teslim olacağını bildirdi. Kahraman Şükrü Paşa, usûlen, kılıcını Bulgar başkumandanına teslim etti. Esir edilen Şükrü Paşa ve kurmay heyetiyle diğer subaylar, 29 Mart 1913’te trenle Filibe ve Sofya’ya sevk edildiler. Bulgarlar tarafından esir edilen 28.500 asker de toplanarak hapsedildi. Bu kahramanlar, burada bir ay kadar, açlıktan ağaç kabukları yiyerek, sefâlet ve zulüm altında kolera ve dizanteriden inleye inleye, bile bile ölüme terk edildiler. Bu arada, Edirne halkına Bulgarlar tarafından akla gelmedik işkenceler yapıldı. Kadınların-kızların nâmusları kirletildi. Bu mezâlim ve vahşet sırasında, bir ay içinde binlerce ev tahrip edilip, câmilere çan asıldı. Bu durumu tespit eden bâzı tarafsız batılı ülkeler, Bulgar mezâliminin medeniyet ve insanlık için yüz karası olduğunu ifâde ettiler.

Osmanlılarla Bulgarlar arasında antlaşma imzâlanmasından sonra, İstanbul’a dönen Şükrü Paşayı, ona halkın tezâhürâtta bulunması ihtimâlinden korkan İttihat ve Terakkinin meşhûr İstanbul muhâfızı Cemal Bey (Paşa), el çabukluğuyla trenden alıp, muhâfızlık arabasına koyarak kimseye göstermeden evine getirdi.

Edirne müdâfaasında sürdüğü bedenî sefâlet hayâtı netîcesinde yakalandığı siyâtik hastalığının tedâvisi için gittiği Bursa kaplıcalarında zâtürreye yakalanan Şükrü Paşa, İstanbul’a dönüşünde 5 Haziran 1916’da evinde vefât etti.

Dürüst, çok sert ve cesur bir asker olan Şükrü Paşa, üst makamlara karşı bildiklerini çekinmeden söylemeyi, vatan borcu telakkî ederdi. Siyâsetle meşgul olmamış, hattâ asker olarak bundan şiddetle nefret etmiş olan Şükrü Paşa, devletine ve milletine karşı sadâkatle çalışmış, nâmusu ve cesâreti sâyesinde büyük kahramanlıklar göstermiştir. Bu yüzden, İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin oklarına hedef olmuştur.

Şükrü Paşanın Edirne müdâfaasıyla ilgili, Avrupa basınında, övücü pek çok yazılar ve resimler yayınlandı. Bâzı Avrupa memleketlerinde, onun hâtırâsına âbideler dikildi. Fransız milleti adına, murassa bir şeref kılıcıyla binlerce imzânın yer aldığı bir altın kitap takdim edildi.



Tahsin Paşa





Sultan İkinci Abdülhamid Han devri vezirlerinden ve Mâbeyn Başkâtibi. İstanbul’da doğdu. Gençliğinde Bâbıâli kalemlerinde çalıştı ve burada kendini yetiştirdi. Dâhiliye Mektupçu Kaleminde önce muâvin, sonra başmuâvin oldu. Bahriye Nezareti mektupçuluğuna tâyin edildi. Buradan Sultan İkinci Abdülhamid Hanın Mâbeyn Başkâtipliğine getirildi. Vezirlik ve paşa rütbesi de verildi.
Abdülhamid Han (1876-1909) zamânında sadâkat ve hüsnüniyetle devlete hizmet etti. 1908’de İkinci Meşrûtiyetin îlân edilmesiyle, memuriyeti ve rütbesi alındı. Meşrûtiyetçiler ve İttihatçılar tarafından horlandı. 1908’den sonra, sefâlet içinde yaşadı. 1910 yılında İstanbul’da vefât etti.

Abdülhamid ve Yıldız Hâtıraları adlı eseri kıymetli olup, Sultan İkinci Abdülhamid Hanın yanında bulunurken şâhit olduğu hâdiselerin toplanmasından meydana gelmiştir. Bu eserinde pek çok hakikati anlatmakta, Sultan İkinci Abdülhamid Hanın şahsiyeti ve devrinin hâdiselerine ışık tutmaktadır.



Talat Paşa





Posta memuruyken sadrâzamlığı ele geçiren İttihat ve Terakki Komitesi üyesi. Edirne’de 1874 yılında doğdu. Babası, bâzı kazâlarda sorgu hâkimi muâvinliği yapan Ahmed Vasıf Efendidir. Muhalifleri tarafından çingene asıllı olduğu ileri sürülmüştür. İlk öğrenimini Edirne’nin Vize kazâsında tamamladıktan sonra, Edirne Askerî Rüştiyesini (askerî ortaokul) bitirdi. Bütün tahsilinin bundan ibâret olduğu bilinen Talat Paşa, 1895’te rejim aleyhinde faaliyette bulunmaktan tutuklandı. Edirne’de 25 ay hapis yattı. Daha sonra Selânik’e gönderildi. Selânik-Manastır arasında seyyar posta memurluğu ve Selânik posta başkâtipliği gibi küçük memuriyetlerde bulundu. 1906 yılında gizli olarak çalışan Osmanlı Hürriyet Cemiyetini kurdu. Bu gizli cemiyetin adı, Paris’te Ahmed Rıza’nın idâre ettiği cemiyetle birleştikten sonra Terakki ve İttihat, bilâhare de, İttihat ve Terakki Fırkası olarak değiştirildi. Faaliyetlerini gizli olarak Selanik Mason Locası binâsında yürüttü. Balkan komitecileriyle de birlik olan Talat Paşanın gizli çalışmaları ortaya çıkarılınca, Posta ve Telgraf İdâresindeki memuriyetine son verildi. Yıkıcı çalışmalarından dolayı Anadolu’ya sürüldüyse de, araya girenlerin kefâletiyle bu cezâ yerine getirilmedi. Selânik’te özel bir okulda müdür olarak çalışırken, İstanbul’a iki defâ gelip, İttihat ve Terakki Fırkasının teşkilâtını kurdu.

1908’de îlân edilen İkinci Meşrûtiyetten sonra, İttihat ve Terakki Fırkasının Edirne mebusu olarak Meclis-i Mebusana girdi. Meclis reis vekili oldu. Mebusları tehdit ederek Sultan İkinci Abdülhamid Hanın tahttan indirilmesi kararını aldırdı. 1909’da Londra’ya gitti. Aynı yıl Hüseyin Hilmi Paşa kabinesinde Dâhiliye Nâzırıydı. Said Paşa kabinesinde, Posta ve Telgraf Nazırı oldu. Bundan sonraki yıllarda, altı yüz senelik Osmanlı Devletinin mukadderatına hâkim olma, devleti adım adım yıkıma götürme faaliyetleri içinde bulundu. Balkan Harbinde, nefer elbisesi giyerek birlikleri dolaştı. Askerler arasında, particilik tohumlarını ekti.

Balkan Harbinin en karanlık günlerinde, “Edirne gidiyor, din gidiyor, vatan gidiyor!” propagandalarıyla, 23 Ocak 1913 günü Babıâli’yi basan komitacıların içinde bulunan Talat Paşa, Dahiliye Nâzırı Vekili sıfatıyla, iktidar değişikliğini telgrafla vâliliklere bildirdi. Harbiye Nâzırı Enver ve Cemal paşalarla birlikte, devleti, Almanların yanında Birinci Dünyâ Savaşına sokan komitenin içinde bulundu. Said Halim Paşanın kurduğu kabinede tekrar Dâhiliye Nâzırı oldu. Said Halim Paşanın son sadâretinden istifâ etmesi üzerine, komitacıların pâdişâha baskısı sonucu, 3 Şubat 1917’de sadrâzam oldu.

Talat Paşa; hükümetin, pâdişâhın, milletin haberi olmadan hiçbir millî zarûret yokken, sırf Almanya istediği için, Osmanlı Devletini Birinci Dünyâ Harbi ateşine atanlardan biridir. Enver ve Cemal paşaların, Osmanlı Devletinin yıkılması, milyonlarca vatan evlâdının kaybedilmesiyle son bulan akıl almaz hatalarının ortağı oldu. Yegâne meziyeti komitacılık olan Talat Paşa, on senede koca Osmanlı Devletini param parça eden bir teşekkülde en önemli rolü oynadıktan sonra, hesap vermekten korkarak, Almanya’ya kaçtı. 15 Mart 1921’de Berlin’de Toylryan adındaki bir Emeni tarafından vurulup öldürüldü. Cenâzesi tahnit edilerek Berlin Müslüman Mezarlığındaki mescidin mahzeninde senelerce kaldıktan sonra, 1944’te İstanbul’a getirilerek Hürriyet-i Ebediye Tepesine gömüldü.



Tarhuncu Ahmed Paşa





On yedinci asır Osmanlı sadrâzamı. Arnavutluk’un Mat kasabasında doğdu. Devşirme olarak saraya alındı. Enderun'da tahsilini tamamladıktan sonra, sipâhi olarak Beylerbeyi Musa Paşayla Mısır’a gitti. Önce Musa Paşanın, sonra da Hezârpâre Ahmed Paşanın kethüdâsı oldu. 1648’de Diyarbekir, 1649’da vezir rütbesiyle Mısır Beylerbeyliğine tâyin edildi. 1651’de azledildiyse de bir süre sonra Yanya Vâliliğine gönderildi.

Bu sırada Girit Seferinin uzaması ve Abaza Mehmed Paşa isyanları gibi hâdiseler sebebiyle devletin mâli durumu sarsılmıştı. Tarhuncu Ahmed Paşa, Mısır’dayken yaptığı mâli çalışmalarda başarılı olmuştu. Kazasker Hocazâde Mesûd Efendinin tavsiyesiyle 1652 yılında Gürcü Mehmed Paşanın yerine sadrâzam tâyin edildi. Öncelikle mâlî sıkıntıların düzeltilmesi emredilip, bu hususta her türlü yetki kendisine verildi.

Samîmi ve şiddetli bir şekilde işe başlayan Ahmed Paşa, Defterdâr Zurnazen Mustafa Paşa başkanlığında teşkil edilen mâliyeciler heyetine, devletin gelir ve giderini gösteren bir lâyiha hazırlattı. Sonra da devletin gelir ve giderleri arasındaki dengesizliği ortadan kaldırmak amacıyla iki bütçe plânı yaptı. Tarhuncu lâyihaları da denilen bu plana göre Ahmed Paşa, bütçedeki 1100 yük akçe olan açığı kapatabilmek için hîleli yollardan mal toplamış olanlardan hazîneye yardım adıyla para almaya başladı. Alınan bu tedbirler pek çok kimsenin menfaatine dokunduğu için, sadrâzama düşmanlıklar başladı. Kırım Hanı da hasımları arasındaydı. Kapdan-ı deryâ Derviş Mehmed Paşaya donanma ihtiyacı için arzu ettiği nakit para verilmeyince, sadrâzamla aralarında sert münâkaşalar oldu. Bu hâdise sadrâzamın düşmanlarını harekete geçirdi. Sadrâzamın; genç pâdişâh Sultan Dördüncü Mehmed Hanı tahttan indirip, yerine kardeşi Süleyman’ı geçirmek istediği iftirasını pâdişâha ulaştırdılar. Güvendiği kimselerin kanalıyla gelen habere inanan pâdişâh, 30 Mart 1653’te, Tarhuncu Ahmed Paşayı saraya çağırarak sadrâzamlıktan azil ve îdâm ettirdi. Onun ölümünden sonra uygulamaları kaldırıldı.

 
Tayyar Mehmed Paşa





Sultan Dördüncü Murad devri Osmanlı sadrâzamlarından. Nasuh Paşa kethüdâlığından yetişerek Bağdat Muhâsarasında Safevîler tarafından şehit edilen (1625) Uçar Mustafa Paşanın oğludur.

Çeşitli görevlerde bulunduktan sonra, vezir pâyesiyle Diyarbakır Beylerbeyi oldu. Abaza isyânında, onunla berâber olmuş gibi görünerek Abaza’nın Kayseri Harbinde mağlup olmasını temin etti. Dördüncü Murad Hanın Bağdat Seferine çıktığı sırada Musul taraflarının muhâfazasıyla görevliydi. Sadrâzam Bayram Paşanın vefatıyla, orduya dâvet olunarak vezir-i âzam tâyin edildi (Ağustos 1638).

Bağdat Muhâsarasının gecikmesi üzerine, Murad Hanın şiddetli bir emrini alan Tayyar Mehmed Paşa, kılıcı elinde olduğu halde serdengeçtilerin başına geçerek kale burçlarına tırmandı. Şiddetli çarpışmalar sonucunda, Bağdat Kalesinin önemli burçlarından birkaçını ele geçiren Tayyar Paşa, bu sırada bir kurşunla vurularak ağır yaralandı ve çadırına naklini müteakip vefât etti (Aralık 1638). Kabri, İmâm-ı Azam türbesi bahçesinde, babasının yanındadır.

Tedbirli, temkinli, cesur ve değerli bir kumandan olan Tayyar Mehmed Paşanın vefâtı, Sultan Dördüncü Murad’ı çok müteessir etmiş ve:

“Ah Tayyar, Bağdat Kalesi gibi yüz kaleye değerdin. Allah taksirâtını af, Cennet’te rûhunu nûra gark eyleye” sözleriyle hakkında hayır duâ etmiştir.



Tepedelenli Ali Paşa





Osmanlı vâlilerinden. 1744 yılında Yanya’da doğdu. Dedeleri Arnavutluk’ta muhtelif vazifelerde tanınmış olup, babası Tepedelen mütesellimi Veli Paşadır. Küçük yaşta babası öldüğünden gençliği mücâdelelerle geçti. Kurd Ahmed ve Kaplan Paşalara hizmet edip, himâyelerine girdi. Kaplan Paşaya dâmât oldu. Yanya, Delvina ve Tırhala mutasarrıflıklarıyla Derbentler-Başbuğluğu gibi vazifelerde kendini tanıttı. Oğulları Muhtar, Veli Veliyüddîn ve Sâlih Paşalar, çeşitli vazifelerle Kuzey Arnavutluk’la Yunanistan’a hâkim olunca buralar Tepedelenli âilesinin mâlikânesi hâline geldi.
Osmanlı-Rusya-Avusturya Savaşında 1787’de Avusturya cephesinde Pançova Harekâtına katıldı. Sırbistan’da çıkan isyânı bastırmada hizmetleri oldu. Rus cephesinde de savaştı. Rütbesi 1795’te mirmiranlığa yükseldi. Yanya bölgesindeki yerli halkın çıkardığı isyanların bastırılmasında, Napolyon’un Mısır’a saldırısı sırasında Fransızlarla yaptıkları mücâdelelerde zaferler kazandı. 1798’de Preveze yakınında Fransızları bozguna uğratınca kendisine Sultan Üçüncü Selim Han tarafından vezirlik verildi. Rumeli vâlisi olarak dağlı eşkıyânın cezâlandırılması için bir sene kadar bu vazifede bulundu. On dokuzuncu yüzyılın başında Osmanlı Devletiyle İngiltere, Fransa ve Rusya arasındaki siyasî olaylardan da istifâde ederek Makedonya bölgesinin en güçlü adamı hâline geldi. Bu bölgenin tanınmış vâlilerinden İbrâhim Paşayı hileyle getirterek, ölünceye kadar Yanya’da hapsetti. Oğlunu yerine göndererek Arnavutluk’un Toskalık bölgesinde hâkimiyet kurdurdu.

Ali Paşanın Arnavutluk’ta ve hâkim olduğu yerlerdeki tutumu, hâdiseleri istismar etmesi, onu devlet içinde devlet gibi hareket ettiriyordu. Mora ahâlisinin ve Rumların ayaklanarak devletin başına yeni bir gâile açılmasını istemeyen Sultan Mahmud Han, Tepedelenli Ali Paşanın yaşlı olmasını düşünerek üzerine gitmiyordu.

Ancak, İngilizlerle gizli muhâberelerde bulunan Nişancı Halet Efendinin çevirdiği entrikalar üzerine, Ali Paşa ve oğulları memuriyetlerinin bir kısmından azledildiler. Fakat dinlemedikleri için, üzerlerine karadan ve denizden kuvvet gönderildi. Yanya kalesinde bir sene 4 ay 25 gün muhâsaradan sonra, serasker Hurşid Paşanın, hayâtına dokunulmayacağına dâir teminat vermesi üzerine Ali Paşa, Yanya Gölündeki Pandeleimon Manastırına çekildi. Hurşid Paşanın yazılı bildirisini kabul etmeyen, kindar Halet Efendi, îdâm fermanını birkaç kişiyle gönderdi. Bunun üzerine kendisini müdâfaa eden Tepedelenli, kurşunla vurularak öldürüldü (1822). Tepedelenli Ali Paşanın ölümüyle Rumlar, üzerlerindeki en büyük tehlike ve baskıdan kurtulmuş oldular. Etniki Eterya da bunu fırsat bilerek isyânın başlama zamânının geldiğine kanaat getirip harekete geçti. Böylece Eflak-Boğdan ve Mora’da yıllarca sürecek olan Rum isyanı başlamış oldu.



Tiryaki Hasan Paşa





Kanije savunmasıyla meşhur, Osmanlı kumandanı. 1530 senesinde doğdu. Enderun'da yetiştikten sonra, Sultan Üçüncü Murad’ın şehzâdeliğinde Manisa’ya gönderildi. Onun baş muhasipliğini yaptı.
Sultan Üçüncü Murad Han, Osmanlı tahtına çıkınca rikabdar oldu. Saraydan çıktıktan sonra İzvornik sancakbeyliğine tâyin edildi. Bu vazifedeyken Mekemorya, Kanar ve Meçud kalelerini fethetti. 1583’te Göle, 1587’de Pojega sancakbeyi oldu. Kısa bir süre sonra beylerbeylikle Zigetvar’a gönderildi. 1594’te Bosna beylerbeyi oldu. 1595 yılı Ekim ayında vukû bulan Vaç Seferine katıldı.

Osmanlı Avusturya savaşları sırasında Eflak ve Boğdan cephesinde bulunan Hasan Paşa, Osmanlı birliklerinin yenilmesi üzerine yalnız kalmış, tek başına düşmana taarruz etmek istemişse de atının dizginlerine yapışan kethüdası; “Devletlü, siz tedbirli bir vezirsiniz. Tek başınıza düşmana nasıl karşı çıkarsınız? Sizin vücûdunuz bu millete lâzımdır” diyerek bırakmamıştı. Bu durum Hasan Paşanın kahramanlığı hakkında anlatılanlardan sâdece biridir.

1600 yılında Kanije Kalesi fethedilerek beylerbeylik hâline getirildi ve idâresi, Tiryaki Hasan Paşaya verildi. Ertesi sene Avusturya Arşidükü Ferdinand, 50.000 kişilik kuvvet, 42 büyük topla Kanije önüne gelerek kaleyi kuşattı. Orduda, başta Avusturya ve Almanlar olmak üzere İtalya, İspanya, Papalıkla gönüllü Fransız ve Macar birlikleri bulunmaktaydı. Kaledeyse sâdece 5000 civârında asker vardı.

9 Eylül günü kaleyi bombalamaya başlayan müttefikler, günde ortalama 1500 gülle atıyorlardı. Açılan gedikler geceleri bin bir müşkülatla mümkün mertebe kapatılıyordu. Hasan Paşa, Vezir-i âzama haber göndererek yardım talep ettiyse de bir netice elde edemedi. Ancak, Paşa, bu durumu askere sezdirmedi. Düşman kaleye girebilmek için varını yoğunu ortaya koyuyordu. Nehir üzerine köprü kurdularsa da Hasan Paşa, geceleyin bu köprüyü yaktırdı. İkinci köprülerini de çengellerle içeri çektirdiğinden, üzerindekiler nehre atlayıp boğuldular. Hasan Paşa, kale sınırlarına yaklaşan düşmana yalnız tüfek atışı yaptırıyordu.

Müttefik kuvvetler, Türklerde top veya cephâne olmadığı hissine kapılmıştı. Bu sebeple kaleye toplu bir hücuma kalktıkları anda, yüz topa birden ateş emrini veren Hasan Paşa, düşmana büyük zayiat verdirdi. Aldığı esirlereyse içi kum dolu, fakat üstü un ve barutla örtülü çuvalları göstererek, düşmanın iâşe ve cephâneyi bitirmek ümidini kırmıştı. Ancak Belgrad’ın düşman eline geçmesinden sonra, Arşidük Matyas da kuvvetleriyle gelip Kanije’yi muhâsara edenlere katıldı. Ertesi gün ise, tâze kuvvetlerle yeniden hücuma geçildi. Hasan Paşanın başını getirene kırk köy vaad ediliyordu. Şiddetli ve korkunç hücumlar, Hasan Paşanın tedbir ve direktifleri sâyesinde bertaraf ediliyordu.

Müttefik kuvvetler, nihâyet 18.000 ölü vererek hücumdan vazgeçti. Papanın kardeşi yaralanıp, kahrından öldü. Bu kadar kuvvetli düşmanın, bir avuç mücâhide bir şey yapamaması, askerin mâneviyâtını artırdı. Arşidük ne pahasına olursa olsun kaleyi almak niyetindeydi. Bu sebeple kış bastırdığı halde, askeri barındıracak siperler ve yeraltı mevzileri yaptı. Muhtelif hücumlarla kaleyi delik deşik etmesine rağmen, burayı alamıyordu. Kalede 4000 kişi kalmıştı. Açıkta ve çadırda kalan düşman askerlerinin morallerinin bozulduğu bir sırada Hasan Paşa, 3000 kişilik kuvvetle kaleden dışarı çıkıp düşmana hücum etti. Aynı zamanda kaledeki toplara da hep birden ateş ettirerek, düşman ordugâhını alt-üst etti. Birbirine giren düşman kuvvetleri, her şeyi bırakıp kaçmaya başladılar. Düşmandan 45 top, 14.000 tüfek, 50 otağ ve 10.000 çadırın yanında, Ferdinand’ın otağı, tahtı, altın ve gümüş eşyâları, arabaları, Hasan Paşanın eline geçti. Bozgundan kaçanlar, Arşidük’ün etrâfında yeniden toplandılarsa da Hasan Paşa, düşmandan ele geçirdiği topları bunların üzerine çevirerek perişan etti.

Tiryâki Hasan Paşa, düşman karargâhının tamâmının temizlendiğini haber alınca, Arşidük’ün otağına doğru gitti. Otağın içersinde etrâfı altın ve gümüş parmaklıklı, başları mücevherli ve direklerinin başı elmaslı bir taht vardı.

Tahtın iki yanında sırma saçaklı on iki koltuk bulunuyordu. Tahtın önünde dört metre uzunluğunda süslü yemek masası duruyordu. Bunları gören Hasan Paşa, Cenâb-ı Hakk’a şükrâne olarak iki rekat namaz kıldı ve duâ edip ağladı. Bu zaferin Allahü teâlânın inâyeti ve Peygamber efendimizin mûcizâtı eseri olduğunu söyleyerek tahta oturdu. Diğer beyler de derecelerine göre koltuklara oturdular. Hasan Paşa, bu büyük muzafferiyeti dört temel esasla kazandıklarını söyledi. Bu esaslar sabır, sebat, birlikte hareket ve kumandana itaattı. Bu şekilde harekete devam ederlerse, Allahü teâlânın kendilerine daha nice zaferler vereceğini söyleyerek emrindekilere nasihat etti.

Üç ay sürmüş olan Kanije Muhâsarasından sonra Hasan Paşa, elde ettiği ganîmeti ancak iki ayda kaleye nakledebildi. Muhâsara esnâsında hizmeti görülen beylere ve kumandanlara hediyeler dağıtarak rütbelerini yükseltti.

Sultan Üçüncü Mehmed Han (1596-1603), Avusturya ve müttefiklerinin bozgunuyla neticelenen bu zafer haberine çok sevindi. İstanbul’da şenlikler yapılmasını emretti. Tiryâki Hasan Paşaya vezir rütbesi verilip, haslar, murassa kılıç, muhteşem şekilde donatılmış üç hilâlli sancak ve bir de hatt-ı hümâyun gönderdi.

Pâdişâh, hatt-ı hümâyununda Hasan Paşayı; “Berhudar olasın, sana vezâret verdim ve seninle mahsur olan asker kullarım ki, mânen oğullarımdır, yüzleri ak ola. Makbûl-i hümâyunum olmuştur. Cümleyi Hak teâlâ hazretlerine ısmarladım” diyerek methediyordu.

Pâdişâhın fermânını okuyan Hasan Paşa, ağladı. Sebebini soranlara:

“Kanije Müdafaası gibi küçük hizmetlere de vezirlik verilmeye, pâdişâh mektubu yazılmaya başlandı. Bizim gençliğimizde böyle küçük hizmetlere vezirlik verilmez, pâdişâh mektubu yazılmazdı. Biz ne idik, neye kaldık diye ağlıyorum” cevâbını verdi.

Hasan Paşa, Kanije Zaferinden sonra, 1601 yılında Bosna, 1602 de Budin, 1603’te Rumeli beylerbeyliğine tâyin edildi. Celâli isyanlarının bastırılmasında, Kuyucu Murad Paşayla birlikte hareket etti. 1608 yılında tekrar Budin Beylerbeyliğine tâyin edilen Hasan Paşa, 1611 yılında bu vazifedeyken vefât etti.

Hasan Paşa; kahramanlığı, zekâsı, askerî kurnazlığı ve vazifeye bağlılığıyla tanınmıştı. İlme büyük değer verip, âlimleri sever ve himâye ederdi.

Vefâtı, devlet erkânı ve halk arasında büyük üzüntüye sebep olmuştur.


Tunuslu Hayreddin Paşa





Osmanlı sadrâzamlarından. Çerkes veya Abaza asıllı olan Hayreddin Paşa, yaklaşık olarak 1821 yılında doğmuş ve küçük yaşında köle tüccarlarının eline düşerek Kafkasya’dan İstanbul’a getirilmiştir. Reîsülulemâ ve nâkibüleşrâf Kıbrıslı Tahsin Bey tarafından satın alınarak, tâlim ve terbiye edildikten sonra, Tunus vâlisi Ahmed Paşaya verildi. Zekâsı, çalışkanlığı ve kâbiliyetiyle vâlinin dikkatini çeken Hayreddin’in tahsiline özel ihtimâm gösterildi. Bâzı ilimlerin yanında fıkıh ve Tunus’a gelen Fransız subaylarından da Fransızca ve askerî dersler aldı. Daha sonra Avrupa’ya gönderilerek riyâziye (matematik), tabiiye, hukuk ve târih okudu. Tunus’a döndüğünde askerî garnizonlarda vazîfe aldı. 1842’de binbaşı, 1843’te yarbay ve 1846’da miralay oldu. 1850’de mirlivalık rütbesiyle süvâri asâkiri kumandanlığına tâyin olundu. Dönüşünde Tunus’ta çeşitli memuriyetlerde bulundu.
1863 senesi sonlarında memuriyetlerinden istifâ etti. Fransa, Prusya, İsveç, Danimarka, Hollanda ve Belçika devletlerinin başşehirlerini dolaştı. 1864’te Tunus’ta zuhur eden bir ihtilâl üzerine, fevkâlade memuriyetle İstanbul’a gönderildi. İstanbul’daki vazîfesini yerine getirdikten sonra, tekrar Tunus’a gitti. Daha sonra tekrar Fransa, İngiltere, İtalya, Prusya ve Avusturya devletlerinin başşehirlerini dolaştı. 1871’de vezîr-i mübâşir unvânıyla Tunus eyâleti borçlarının indirilmesi ve birleştirilmesi için teşkil olunan komisyon başkanlığına tâyin edildi.

Tunus hükümetinin, İtalya’dan aldığı borcun ödenmesiyle ilgili çıkan ihtilafı arz etmek üzere İstanbul’a geldi. 1873’te Tunus’a döndü. 1878’de İstanbul’a dâvet edilerek vezirlik rütbesiyle Meclis-i âyân azâlığına, daha sonra da yeni teşkil olunan Mâliye Komisyonu reisliğine tâyin olundu. 1878’de sadrâzamlığa getirildi. Doksanüç Harbi denilen Osmanlı-Rus Harbi sonrasında sadârete getirilen Hayreddin Paşa, bu makamda 7 ay 26 gün kaldı. Pâdişâhın yetkilerini yok sayması ve pâdişâha saygısızlık sayılabilecek bâzı isteklerde bulunması sebebiyle, 1879’da sadâretten azledildi.

Hayreddin Paşa, Akvem-ül-Mesâlih fî Mârifeti Ahvâl-il-Memâlik adlı bir eser yazdı. Ancak, İbnü’l-Kayyım el-Cevzî’nin bozuk fikirlerinden etkilenerek yazdığı bu eserinin basımı yasaklandı.

Hayreddin Paşa, tutulduğu nikris hastalığının şiddetlenmesi sonucunda 1890’da İstanbul’da vefât etti. Eyüpsultan’da Bostan İskelesinde hazırlanan kabre defnolundu. Mehmed Nûri, Mehmed Hâdi, Mehmed Tâhir, Mehmed Sâlih, Mahbûbe ve Behiye adlı altı evlâdı vardı.



Turgut Alp





Osman Gâzinin en yakın silâh arkadaşlarından. Doğum yeri ve târihi hakkında kesin bir bilgi yoktur. Osman Beyin gazâ hareketine başladığı 1288 yılından îtibâren, Turgut Alp de yanında yer almıştır. Bilecik’in fethinden sonra Osman Beyin emriyle İnegöl’ü abluka altına aldı. 1299’da Osman Beyle birlikte, İnegöl’ün fethini gerçekleştirdi. Osman Bey, İnegöl’ü Turgut Alp’e dirlik olarak verdi.
Adrenos ve Bursa’nın fethinde, Orhan Gâzinin yanında bulunan Turgut Alp’in, bundan sonraki gazâlarda adı geçmemektedir. Kabrinin İnegöl civârında olduğu tahmin edilmektedir.

Turgut Reis





Büyük Türk denizcisi. Trablusgarp fâtihi. Osmanlı Devletinin Menteşe (Muğla) Sancağına bağlı Saravuloz köyünde, tahminen 1485 yılında doğdu. Veli isminde bir çiftçinin oğludur. Gençliğinde cirit, güreş, ok atmada gösterdiği ustalık ve cesâretiyle çevrede tanınıp Menteşe kıyılarından levent toplayan Hızır Reisin (Barbaros Hayreddin Paşa) adamları tarafından seçilerek, Cezayir leventleri arasına alındı. Pek çok muhârebelerde cesâret ve silâhları kullanmadaki mahâretiyle büyük kahramanlıklar gösterip, Barbaros’un takdir ve teveccühünü kazandı ve reis oldu.
Barbaros’un emrinde zaferden zafere koşan, devletine, dînine hizmetten başka hiçbir şey düşünmeyen bu müstesnâ kahramanın, Preveze Zaferinin kazanılmasında büyük hizmetleri görüldü. Muhârebe sırasında harp hattının gerisinde gönüllü ihtiyat filosuna kumanda etti. Harbin en şiddetli zamânında, yerinde yaptığı çevirme ile Andrea Doria’nın bütün ümitlerini kırarak onu geri çekilmeye mecbur etti. Geri çekilen düşmanı tâkipte de üstün gayret ve cesâret göstererek pek çok gemiyi zaptetti.

Turgut Reis, 1540’ta Sâlih Reisle berâber Akdeniz’deki korsan gemilerine karşı açtıkları mücâdele günlerinde, Korsika’da gemisini yağlarken âni bir baskın yapan Andrea Doria’nın oğlu Giovanni tarafından esir edildi ve forsaya vuruldu. Üç yıla yakın eziyet ve sıkıntı içinde kürek çekti. Daha sonra Cenova'ya götürülüp hapsedildi. Bunu haber alan Barbaros Hayreddin Paşa, Cenova'yı kuşatarak şöyle haber gönderdi:

“Eğer Turgut’umu sağ sâlim teslim etmezseniz, Ceneviz dâhil bütün köylerinizi yıkar, taş taş üstünde bırakmam!”

İnanan bir kuvvetin neler yapabileceğini daha önceki tecrübeleriyle bilen Cenevizliler, derhal Turgut Reisi teslim ettiler. Turgut Reisi büyük bir sevgiyle karşılayan Barbaros Hayreddin Paşa, dönüşte yedek gemisini ona hediye etti. Zamanla filosunu büyüten Turgut Reis, Batı Akdeniz’de kendini kabul ettirerek Cerbe Adasına yerleşti. Akdeniz’de düşmana aman vermeyen gazâlarının sonucunda, Sultan Süleymân Han (1520-1566) tarafından İstanbul’a dâvet edildi. Emrinde çalışan gözü pek, yiğit, kahraman silâh arkadaşlarından Kılıç Ali, Gâzi Mustafa, Hasan Reis, Kara Dayı, Kara Kadı gibi kaptanlarla birlikte, sekiz gemiyle İstanbul’a gelip, Sultana bağlılıklarını arz ettiler. Sultan Süleyman Han Turgut Reis'e iltifatlarda bulunup Karlıeli Sancakbeyliğini, diğerlerine de yetmişer-seksener akçe ulufeyle, fener taşıma hakkını verdi.

Turgut Reis, bundan sonra bir Osmanlı kaptanı olarak tekrar denize açıldı. İspanyollar, Cerbe Adasında kendisini baskına uğrattılarsa da bir dere yatağından, Fâtih’in İstanbul kuşatmasında donanmayı Haliç’e indirmesi gibi, gemilerini denize aşırıp Haçlı donanmasının ardına düştü ve büyük bir bozguna uğrattı. Malta Baskını, Manya Zaferi, Selanik limanı önündeki harple kendisini dost ve düşmana iyice tanıttı.

1548-1550 yılları arasında iki yıl Kuzey Afrika sâhillerinde, Müslümanlara yardım etti. Düşmanlarına korku verdi. Sultan Süleymân Han, Kur’ân-ı kerîm ile bir kılıç gönderip Trablusgarb’ın fethini istedi. 15 Ağustos 1551’de, Malta şövalyelerinin hâkimiyetinde bulunan Trablusgarb’ı fethi, 1552’de Andrea Doria’ya karşı kazandığı Pestiye Zaferi, 1553’te Korsika Adasının merkezi Bastia’yı zaptı başarılarından sonra, Trablusgarb Beylerbeyliğine getirildi. Bu vazifedeyken, Kaptan-ı derya Piyale Paşa ile birlikte pek çok deniz seferine katıldı. 1560’ta Andrea Doria’nın oğlu Giovanni’nin Cerbe saldırısında, Turgut Reis'in Osmanlı donanmasının zafere ulaşmasında çok büyük gayreti görüldü. 1565’te Malta Kuşatmasına katıldı. Seksen yaşını aşmış, vatan ve din sevgisinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen Turgut Reis, kuşatmada yapılan hatâyı belirterek, büyük bir istekle savaşa katıldı. 17 Haziranda St. Elmo burcunda yapılan bir hücumda, başından yara alarak beş gün baygın yattıktan sonra, 23 Haziranda St. Elmo’nun fethi günü şehit oldu.

Türk denizcileri arasında, kahramanlığı, devlete hizmetiyle ayrı bir yeri olan, Barbaros Hayreddin Paşanın; “Turgut benden ileridir!” dediği bu deryalar hâkiminin naaşı, Trablusgarp’ta kendisinin yaptırdığı câminin yanındaki türbesine gömüldü. Günümüzde de türbesi, Libyalılar ve onu sevenlerin ziyaretgâhı hâlindedir.



Vânî Muhammed Efendi





Osmanlı âlim ve devlet adamlarından. Van civârındaki Hoşap Kasabasında yetişti. Fâzıl Ahmed Paşa, 1661 yılında Van’dan İstanbul’a getirdi. Kısa zamanda yaptığı vaaz ve güzel konuşmalarıyla tanındı. Sadrâzam Fâzıl Ahmed Paşa vâsıtasıyla, Sultan Dördüncü Mehmed’e tanıtılarak saraya girdi. Pâdişâh tarafından çok sevilen Vânî Efendi, sarayda ona vaaz ederdi. İkinci Mustafa Hanın hocası oldu.
Dînimize sonradan sokulan hurâfeler ve bozuk mezheplerle mücâdele etti. 1666 yılında Mevlevîlerin simâlarını ve Halvetîlerin rakslarını yasak ettirdi. Babaeski’deki Hurûfî tekkesini yıktırdı. Dînimizin içilmesini, satılmasını yasak ettiği şarabın, 1671’de, satılmasını yasak ettirdi.

Sultan Dördüncü Mehmed Han, Vâlide Turhan Sultan, vezirler ve âlimlerin açılışında hazır bulunduğu Yeni Câmideki ilk Cumâ vaazını yaptı (1664). Vânî Mehmed Efendi, çeşitli beyannâmeler yayınlayarak, Osmanlı Devletine karşı çıkan, bu beyannâmeleri bütün dünyâ Yahûdîlerine göndermeye çalışan, kendisinin Mesih olduğunu iddiâ eden meşhur dönme Sabatay Sevi’nin yargılandığı yüksek dîvânda üye olarak bulundu. Sabatay Sevi, kendisinin Mesih olmadığını, Müslüman olduğunu îlân ve yaptıklarını inkâr etti. Mehmed Efendi ismini aldı. Onun Müslüman olmuş görünmesiyle ilgili olarak Vânî Mehmed Efendi; “Bu adamın, Müslümanlığı, kalbî hisler ve ihlâs ile kabul ettiğine kâni değilim. Fakat dînimiz şüpheyi reddeder ve kişinin îmânı üzerinde hüküm, ancak cenâb-ı Hakk’ındır. Bu îtibârla samimiyetle Müslüman olmasını niyâzdan başka şey yapamam” dedi.

1682 yılında, Sadrâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Viyana’daki Haçlı orduları karşısında bozguna uğradığında, Vânî Muhammed Efendi ordu şeyhiydi. Bunun için, ordunun dönüşünde Bursa’da Kestel Köyüne sürgün gönderildi. Kestel’de büyük bir câmi ve mektep yaptırdı. 1684’te Kestel’de vefât etti.

Boğaziçi'ndeki Vaniköy Câmiini de yaptırdı. Bu semt ismini Vânî Efendiden almıştır ve Vaniköy denmiştir.



Yörgüç Paşa (Lala)





Osmanlı veziri. Babası Amasya ileri gelenlerinden Atabekzâde Abdullah Beydir. Doğum târihi bilinmemektedir.
Çelebi Sultan Mehmed Amasya’dayken, hizmetinde ve lalalığında bulundu. Ankara Savaşı (1402) sonrasında bozulan Osmanlı birliğinin tekrar sağlanmasında, Çelebi Sultan Mehmed’e yardımcı oldu. Bunun mükâfâtı olarak da, Çelebi Sultan Mehmed’in, Osmanlı birliğini sağlamasından sonra, Amasya sancakbeyliğine tâyin edildi. Samsun ve civârında ve Sivas’ta çıkan isyanları bastırdı. 1415 yılında Murad Çelebi (İkinci Murad), Amasya sancakbeyliğine tâyin edilince Şehzâde’nin lalası oldu. Şehzâde Murad’ın 1420’de tahta çıkması üzerine Amasya’dan ayrıldı. Bilâhare 1422 yılında vezirlik rütbesiyle, Rum beylerbeyi olarak Amasya’ya gönderildi. Pâdişâh değişikliğinden istifâde edip karışıklık çıkarmak isteyen eşkıyâ ve yerli beylere karşı başarılı faaliyetler yaptı. Eşkıyânın tamâmına yakınını ortadan kaldırıp bir kısmını da yakalayarak muhâfaza altına aldı. 1434’te, yaşlılığı dolayısıyla beylerbeylik vazifesinden alındı.

1441 yılında vefât eden Yörgüç Paşa, Amasya’da câmi, imâret, medrese ve türbeden müteşekkil bir külliye yaptırmıştır


Yusuf Has Hacib





Karahanlı edip, şâir ve devlet adamı. Doğu Türkistan’daki Balasagun şehrinde, muhtemelen 1017 yılında doğdu. Asil bir Türk ve Müslüman âileye mensup olduğu tahmin edilmektedir. Balasagun’da tahsil ve terbiye gördü. Karahanlı hizmetine girip, “Has Hâcib” unvânını almadan önce Balasagunlu Yûsuf, olarak tanındı. Balasagunlu Yûsuf, kendini çok iyi yetiştirdi. Elli yaşlarındayken on sekiz ay içerisinde manzum olarak Kutadgu Bilig adlı meşhur eserini yazdı. Bu kitabı, Kaşgar’a gelip, 1070’te Karahanlı hükümdarı, edebiyat meraklısı Uluğ Kara Buğra Hana arz etti. Kara Buğra Han, Türklerin ahlâk hukuk ve devlet idâresi ile törelerini çok güzel olarak dile getiren eseri, Balasagunlu Yûsuf’a, sarayında okuttu. Kutadgu Bilig, Karahanlı Sarayında günlerce okunup, çok beğenildi. “Uluğ Has Hâcib” unvânı ile başvezir yardımcılığı ile taltif edilerek, en yüksek Karahanlı devlet memuriyetlerinden biri verildi. Bu vazifesiyle “Yûsuf Has Hâcib” olarak tanınıp, târih ve edebiyat literatürüne girdi.
Yûsuf Has Hâcib, İslâmî Türk edebiyatının, eseri elimize geçen ilk yazarıdır. Devrinin bilgin bir yazarı ve Türk tefekkür târihinin mümtaz bir düşünürüdür. Eserini, münâcât, nât, cihâr yâr-ı güzîn’i övme ile süslemiştir. Yûsuf Has Hâcib’in vefâtı muhtemelen 1077’dir.



Yusuf İzzeddin Efendi





Son devir Osmanlı veliahtlarından. 1857’de İstanbul’da doğdu. Sultan Abdülaziz Hanın büyük oğludur. Sarayda özel öğrenim görerek yetiştirildi. 1867’de henüz 10 yaşındayken babasıyla birlikte Avrupa seyahatine katıldı. 1876 yılında Sultan Abdülaziz Hanın tahttan indirilip şehit edilmesi, onun üzerinde büyük tesir bıraktı. Babasına ve kadın efendiye yapılan muameleler, ömrü boyunca unutamadığı hâdiseler oldu. Bu bakımdan, her an öldürülme endişesiyle yaşadı.
Sultan İkinci Abdülhamid Han tahttan indirilince, Sultan Reşâd pâdişâh oldu. Yûsuf İzzeddîn Efendi de, veliaht îlân edildi. 1910 yılında, İngiltere Kralı Yedinci Edvard’ın cenâze törenine katılmak için Londra’ya gitti. Osmanlı hükümeti adına cenâze törenine katılan heyetin başkanlığını yaptı. Dönüşte Paris, Viyana, Budapeşte şehirlerine uğradı ve buralarda manevralara katıldı. Belgrad ve Sofya’ya resmî ziyâret yaparak, Sırbistan ve Bulgaristan krallarının kısa müddet önce Sultan Reşâd’a yaptıkları resmî ziyâretleri iâde etti.

1911’de Yedinci Edvard’ın oğlu ve halefi Beşinci George’un tac giyme töreninde bulunmak üzere tekrar Londra’ya gitti. Buralarda şıklığı, zarâfeti ve asâletiyle, ecdâdını lâyıkıyla temsil etti ve herkesin hayranlığını çekti.

1912’de Köstence yoluyla, gayri resmî bir Avrupa gezisi daha yaptı. 1913’te Bulgaristan’dan geri alınan Edirne’yi resmen ziyâret etti ve halkın coşkun sevgi gösterileriyle karşılandı.

Enver ve Cemal paşaların, Osmanlı Devletini, bir oldu bittiyle Birinci Dünyâ Savaşına sokmalarından kısa bir müddet sonra, İzzeddîn Efendi, harbin korkunç gidişini gördü. Askerin boş yere kırılmamasını söyleyerek, ateşkesin sağlanması için çalışmalara başladı. 1915’te, harp içinde, Viyana’ya gidip geldi. Çanakkale cephesinde incelemelerde bulunurken, Enver Paşayı, Kayser’in yanında şiddetle azarladı.

Devlet idâresinde aktif rol oynamasını, gelecekleri için tehlikeli gören İttihat ve Terakkinin gözü dönmüş, kanlı iki diktatörü Enver ve Cemal Paşalar, Yûsuf İzzeddîn Efendiyi öldürttü. Tâlihsiz veliahd, 1 Şubat 1916’da Zincirlikuyu’daki köşkünde sol kol damarları kesilmiş olarak bulundu. Babasının şehit edilmesinde, her iki kol damarlarını kesmek sûretiyle intihar süsü vermek isteyenlerin foyaları, kısa bir sürede ortaya çıkmıştı. Çünkü, intihar eden bir kişinin iki kol damarlarını birden kesemeyeceği, tıbben açıklanmıştı. Önlerinde böyle bir vaka bulunan İttihatçılar, İzzeddîn Efendinin tek kol bileğini keserek, olaya intihar süsü verdirdiler. Ayrıca, devlete bütünüyle hâkim olan İttihatçılar, Harbi Umûmînin (I. Dünya Savaşı) karışıklığı içerisinde, olayın çabuk unutulmasını da sağladılar. Yûsuf İzzeddîn Efendi, şehit edilmesinin ertesi günü, Ayasofya Câmiinde namazı kılındıktan sonra, babasının ve annesinin yanına büyük bir merâsimle defnedildi.

Zağanos Mehmed Paşa





Fâtih Sultan Mehmed Han devrinin meşhur vezirlerinden. Doğum yeri ve târihi hakkında bilgi yoktur. Sultan İkinci Murad Hanın kızını alarak ona dâmat ve daha sonra başka bir hanımından kızını, Fâtih Sultan Mehmed Hana vererek kayınpeder oldu. Fâtihin şehzâdeliğinde lalalık yapan Zağanos Mehmed Paşa, ona Rumca ve Lâtince'yi öğretti. Sultan İkinci Murad Hanın vefâtından sonra pâdişâh olan Fâtih Sultan Mehmed Hanın yakını, en güvendiği devlet adamı olarak vezirliğe yükseltildi. İstanbul’un fethi için genç pâdişâhı devâmlı teşvik etti. Rumeli Hisarının yapımında bizzat çalıştı.
İstanbul kuşatmasında Cenevizlilerin harekâtına karşı bugünkü Beyoğlu sırtlarını tuttu. Haliç cephesi, tamâmen Zağanos Paşa kumandasındaydı. Kuşatma esnâsında, muhâsaranın kaldırılması gerektiğini ileri sürenlere karşı, büyük ve kahraman velî Akşemseddîn, Molla Gürânî, Molla Hüsrev’le birlikte muhâsaranın fethe kadar devâm etmesini istedi. İstanbul’un fethinde büyük faydası görüldü. Fetihten sonra Galata’nın Cenevizlilerden sulhla alınmasını sağlayan anlaşmayı imzâladı.

1460’ta Mora’da çıkan isyânı bastırmakla görevlendirildi. 1461’de Fâtih Sultan Mehmed Hanın, Trabzon-Rum İmparatorluğuna açtığı sefere katıldı. Trabzon’un fethi üzerine buranın ilk sancakbeyi oldu. Daha sonra Gelibolu sancakbeyi ve kaptan-ı deryâlık vazifelerinde bulundu. 1469’da Balıkesir’de vefât etti. Balıkesir’de yaptırdığı pek çok eserin en önemlileri, kendi adını taşıyan câmi ile çeşmesidir. Bir de hamam yaptırmıştır.

Zağanos Mehmed Paşa, çalışkan, sadâkatle devletine bağlı, bilgili, hayırsever bir vezirdi. Oğlu Ahmed Çelebi, Sultan İkinci Bayezid ile Yavuz Sultan Selim Han devirlerinde iki defâ defterdârlık vazîfesi yapmıştır.


Ziya Paşa





Tanzimat devri yazar, şâir ve devlet adamlarından. Esas ismi Abdülhamid Ziyâüddîn’dir. 1825’te İstanbul’da doğdu. İlk ve orta öğreniminin bir bölümünü Süleymaniye’deki Edebiye Mektebi ile Beyazıt Rüştiyesinde yaptı. Bir taraftan Arapça ve Farsça’yı öğrenirken, diğer taraftan da eline geçen dîvânları okudu. Hattâ divan şiirleri yazmaya başladı. 30 yaşına kadar Sadâret Mektûbî Kalemi memurluğunda bulundu. 1855’te Reşid Paşanın yardımı ile Mâbeyn Üçüncü Kâtibi oldu. Bu arada Fransızca'yı öğrendi ve Fransızca'dan eserler tercüme etmeye başladı. Fransızca ve bu sâyede elde ettiği Fransız kültürü, Ziyâ Paşanın şahsiyetini değiştirdi.
Sultan Abdülaziz Han devrinde, Âli Paşa sadrâzam olunca, onu saraydan uzaklaştırdı. Evvelâ Zaptiye Müsteşarlığına tâyin edildi. Buradan da mutasarrıflık vazifesiyle Kıbrıs’a gönderildi. Bilâhare Meclis-i Vâlâ âzâlığına tâyin edildiğinden tekrar İstanbul’a döndü. Daha sonra Amasya ve Canik Mutasarrıflıklarında bulundu. Birinci Meşrutiyetin kurulmasına çalışan Yeni Osmanlılar Cemiyetine üye oldu. Nâmık Kemâl’le birlikte Paris’e kaçtı. 1868’de Londra’da, Nâmık Kemâl ile Hürriyet Gazetesi’ni çıkardı. Sultan Abdülaziz Hanın tahttan indirilip şehit edilmesinden sonra, yurda döndü ve Maarif müsteşarı oldu. Sultan İkinci Abdülhamid Han devrinin ilk yılında, Kanûn-i Esâsî Encümenliği yaptı. Vezir rütbesiyle Suriye ve Konya Vâlilikleri vazifesinde bulundu. Adana’da vâliyken, 1880’de vefât etti. Kabri oradadır.

Ziyâ Paşa, istikrarlı, sistemli bir fikir adamı değildi. Devamlı değişen, zikzaklar çizen bir karaktere sâhipti. Bilhassa fikrî yönden batı tesiri altında kaldı. Kendisinde, Fransız filozofu J.J. Rousseau'nun (Russo) tesiri çok fazlaydı. Fikrî bakımdan bu tesirlere rağmen, divan edebiyatı geleneğinden kopmadı. Harâbât isimli antolojisi, eski geleneğin en güzel örneğidir. Hattâ bu eserindeki eskiye bağlılığı sebebiyle, yakın arkadaşı Namık Kemal’in, sert hücumuna mâruz kaldı. Bununla berâber, Ziyâ Paşa, bir divan şâiri olamadı. Divan edebiyatına karşı sevgi duyup ve bu alışkanlığı devam ettirmekle berâber; hak, adâlet, ilerleme gibi siyâsî ve sosyal konuları işleyen, savunan şiirleri de vardır.

Mevki ve makam hırslısı olan Ziyâ Paşa; makale, şiir, hiciv, antoloji ve edebiyat târihi türlerinde eserler yazdı. Mizah edebiyatının meşhur simaları arasına girdi. Nazım şekli, vezin ve dil olarak eskiye bağlı kaldı. Şinasi’den beri gelen yeni sanat ve dil görüşlerini savundu, Fakat:

“Çıktıkça lisân tabiatından,
Elbette düşer fesâhatından”

sözünü söylemekten kendini alamadı. Bu arada; hece vezni ve sâde dille bir de türkü yazdı. Nesirlerinde dili açık ve sâdedir. Konuşma diline yakın olmaya çalıştı. Yine makâlelerinde siyâsî ve sosyal konuları işledi. Anadolu’nun değişik yerlerinde idârecilik yaptığından, tenkitleri gözlemlere dayanıyordu. Bu bakımdan tesirli oldu. Büyük bir lügat ve gramer noksanlığından dertlidir, Fakat bu konuda önemli bir çalışması yoktur. Başlıca eserleri:

1. Zafernâme (nazım-nesir karışık hiciv), Mizah edebiyatının önemli bir eseri sayılır.

2. Harâbât (3 cilt), Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler antolojisi.

3. Eş’ar-ı Ziyâ (şiirleri), Külliyet-i Ziyâ Paşa ismiyle Süleyman Nazif tarafından tekrar basılmıştır.

Tercümeleri: 1) Viardot’tan, Endülüs Târihi'ni, 2) Cheruel ile Lavallee’den, Engizisyon Târihi'ni, 3) J.J. Rousseau’dan Emil’i, 4) Moliere’den Tartuffe’ü tercüme etmiştir.

Ziyâ Paşadan seçmeler:

MUKADDİME-İ HARÂBAT’tan

İster isen anlamak cihânı,
Öğrenmeli Avrupa lisânı.

Bilmek gerek ordaki fünunu,
Terk eyle taassub u cünûnu.

Taklit ile aslını unutma,
Milliyetini hâkir tutma.

BEND

İkbâl için ahâbı siâyet yeni çıktı;
Bilmez idik evvel bu dirâyet yeni çıktı

Sirkat çoğalıp lâfz-ı sadâkat modalandı,
Nâmus tamam oldu, hamiyyet yeni çıktı

Düşmanlara, ahbabını “zem”, oldu zarâfet;
Dildârdan, ağyâra şikâyet yeni çıktı

Sâdıkları tahkir ile red kâide oldu,
Hırsızlara ikram ü inâyet yeni çıktı

Hak söyleyen evvel dahi menfur idi gerçi,
Hâinlere ammâ ki riâyet yeni çıktı

İsnad-ı taassub olunur merd-i gayura,
Dinsizlere tevcih-i reviyyet yeni çıktı.

İslâm imiş devlete pâpend-i terakki,
Evvel yoğidi işbu rivâyet yeni çıktı

Milliyetin isyanın ederek her işimizde
Efkâr-ı Firenge tebaiyyet yeni çıktı

Eyvah bu bâziçede bizler yine yandık,
Zîrâ ki ziyân ortada, bilmem ne kazandık.

BEYİTLER

Müselsel bir esârettir zarûret her hükûmette,
Ki Sultan nâzıra, nâzır da hizmetkâra tâbidir,

Nik ü bed herkes bulur âlemde, bir gün ettiğin,
Kendi çekmezse cezâ miras kalır evlâdına.

TERKÎB-İ BENDDEN SEÇMELER:

Dehrin ne safâ var acabâ sîm ü zerinde,
İnsan bırakır hepsini hîn-i seferinde.

Onlar ki verir lâf ile dünyâya nizâmât,
Bin türlü teseyyüb bulunur hânelerinde.

Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.

İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh,
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah.​
 
sağol bilgilendirme için güzel şeyler var yanlız Abaza Hasan Paşa bu isme bittim :D
 
Geri
Üst