Ülkemizde “Karabasan” adıyla bilinen sayısız korku filminden olan “The Entity”, paranormal korku filmi alt türünün öncüsüdür. Sırtını gerçek bir olaya dayamasından aldığı gücü mesafeli yaklaşımıyla korumasını bilen, ‘katilin kendimiz olduğu’ özel bir tür örneği ya da katilsiz bir korku filmi olarak özetlenebilir.
Carla Moran (Barbara Hershey) bir gece uyandığında görünmeyen bir gücün kendisine saldırdığını anlar. Ancak bunun kabusu olup olmadığı konusunda uzun süre tereddütte kalır. Kadıncağız kafayı mı yemiştir, yoksa cidden tacize mi uğramıştır? Önce bir psikologtan yardım alır. Ardından parapsikoloji uzmanlarına sığınmayı seçer. Öyle ya da böyle, çocuklarının da tanıklık etmesiyle birlikte görünmez bir şeyin varlığı açığa çıkacaktır.
Dışarıdan tehditten korkulan bir dönemde asıl gerilimin içimizde olduğunu anlatan bir eser. Öyle ki Yeşilçam melodramlarındaki karakterler kadar abartılı bir hayatı olan ana karakterin, bastırılmış cinsellik ve aile yaratma arzusu sebebiyle belki de kendi kendini hırpaladığı psikolojik yönü ve atmosferi ağır basan bir korku filmi “Entity” ya da “Karabasan”. Dingin hali, kesintisiz sahneleri ve gerçekçi anlarıyla halen akıllardan çıkmadı. Günümüzde de birçok eseri etkiledi.
İşte beş maddede bu katıksız korku klasiğinin özeti:
1-Dram malzemesinden korku filmi
Amerika’nın Post-Vietnam dönemi geride kalmış olsa da dışarıdan gelebilecek korkulara dair tedirginlik halen sürüyordu 80’lerin başında. Öyle ki bu durum, 70’lerde “Halloween” (1978), “Teksas Katliamı” (“The Texas Chain Saw Massacre”, 1974) ve “Tepenin Gözleri” (“The Hills Have Eyes”, 1977) gibi serileşen tür filmleri üretti. 80’lerde ise korku, “Poltergeist” (1982), “Karabasan” (“The Entity”, 1981) ve “Elm Sokağı Kabusu” (“A Nightmare on Elm Street”, 1984) gibi eserlerle daha farklı alanlara kaydı. Metafiziksel bir açılım salgıladı.
Özellikle Sidney J. Furie’nin “Karabasan”ının genelde gerçek bir hikayeden yola çıkan bu filmlerle aynı özelliğe sahip olması, bir dramatik derinlik de getiriyordu kendisine. Öyle ki burada, 16 yaşında ailesini terkeden, o sırada ilk sevgilisinden hamile kalan, sonrasında ise bir erkek ile ilişkiye giren bir tipleme var. Temel anlamda da bu yeni sevgilinin sürekli ‘Ben bir süre yokum. Geleceğim’ bahanesiyle yüzleşmek zorunda kalarak aile saadetini bir türlü yaşayamayan orta yaşlı bir kadının öyküsü anlatılıyor..
Onun bu kendi ayaklarının üzerinde durma hali, aslında bir taraftan da ters tepiyor. Öyle ki aslında mutlu gözüken hayatının, işindeki sıradan gidişatla da birleşince hiç de göründüğü gibi olmadığı ortaya çıkınca çok farklı bir dönüş yapar eser. Evet yaşamaktadır bu kadın ancak her zaman bir ailesizliğin sıkıntısını çekmiştir. Lafın özü, kolaylıkla Amerikan taşra ailesi veya banliyö yaşamı ile ilgili bir dram çıkartılabilirdi bu malzemeden. Bu bağlamda karşımıza çıkan yapıt, 60’ların ünlü Tenessee Williams uyarlamalarından biri de olabilirdi.
Ancak yönetmen Sidney J. Furie, bu durumu bir korku malzemesinin metaforuyla yarıp modernize edilmiş bir sinema diliyle karşımıza getirmeyi tercih etmiş. Aile içindeki görünmez olma sorunsalını ele alan paranormal katili ve ikiyüzlülüğü aynalar üzerine yerleştirmesiyle dikkat çekici bir bütün oluşturuyor. Douglas Sirk’ün melodram için kullandığı metaforlardan bir korku örneği çıkarıyor adeta…
2-Yeni bir alt türün doğuşu
Aslında buradaki gerçek hikaye, parapsikoloji doktorlarının bile açıklayamadığı ‘karabasan’ gelmesi ile ilgili. Öyle ki karakterimiz, bir anda bir karabasanın ya da paranormal bir gücün saldırısına uğruyor. Kim olduğunu, niye geldiğini göremeden tecavüze maruz kalıyor. Aslında bu durum, bir bakıma aynalarla öne çıkarılan ikiyüzlülüğün, yani ‘mutluymuş gibi yapma’nın bir dışavurumu. O her ne kadar karabasanın kabusunda geldiğini düşünse de...
Öyle ki karakterimiz, korumasız ve asla güvenli bir yaşama sahip değil. Bu durum hayatı boyunca sürmüş ve bir patlama noktasına gelmiş. Yıkılmaya yüz tutmuş bir şekilde, bir rüzgar ile devrilecekmiş gibi duruyor. O sırada da gerçek bir olay olan ‘Entity’nin yani görünmez bir varlığın saldırısına uğruyor. Böylece korkuda ‘paranormal korku filmi’ dediğimiz şeyin bir alt türü oluşmuş oluyor. Aslında bu, daha önce “Laura Mars’ın Gözleri”nde (“The Eyes of Laura Mars”, 1978) gördüğümüz parapsikolojik veya “The Fury”de (1976) gördüğümüz telekinetik korku filmiyle de akraba.
Ancak bunların her biri aslında bazı türlerin melez bütünü olarak karşımıza çıkıyordu. Sidney J. Furie’nin filmi ise ana karakterine neyin niye saldırdığını incelerken başlı başına bir gerilim dokusu kuruyor ve tekinsiz bir atmosferle ilerliyor. Bunu yaparken, gelen şeyin uzaylı mı, hayalet mi, cin mi, şeytan mı, gerçek bir katil mi veya başka bir güç mü olduğunu incelemeyi de ihmal etmiyor. Psikologları ve poltergeist (cin) kovucuları devreye sokuyor.
Böylece bütün alt türlere hakim olduğunu ispat ederken kendi yolunu çizdiğini de ortaya koyuyor. Öyle ki bu o esas ana karakterin ne olup bittiğini anlamadığı bir şeyin varlığına odaklı gerilim yaratan, merak olgusunu da buna göre ayarlayan bir yapıt. Bunu yaparken aile saadetiyle ilgili toplumsal tespitleri bir tarafa, çarpık açılar, üst açılar, alt açılar ve zaman zaman rock müziğini andıran bir ezgi kullanması da korku kat sayısını arttırıyor.
Aslında bu açıları, daha az belirgin bir şekilde Polanski’nin gotik korku filmlerinde görürdük, özellikle de “Tiksinti” (“Repulsion”, 1968) ve “Kiracı”da (“Le Locataire”, 1976) elbette... Evdeki aynaları ise perili ev filmlerinde. Ancak Furie’nin burada oluşturduğu esas şey, ana karakterin içinde olan, bu sayede katilsiz bir alt türe dönüşen bir başka formül.
Genelde uzun planlar ve dingin bir tempo ile yol alması ve kaydırma hareketine bolca başvurması da bu durumu ispatlıyor. Doğal renklerin ve ışığın katkısıyla da oluşan bir model var burada. Katillerden bıkan kitle için biçilmiş bir kaftan, yenilikçi bir şey ve yanına ulaşılamaz bir film modeli en kısa tanımıyla...
3-Tecavüz meselesi
Peki bir varlık neden sürekli bir anneye tecavüz ediyor? Aslında çarpık açılarla yansıtılmak istenen de bu. Nasıl kara filmlerdeki gerçek anlamda ‘çarpık’ düzen böylesi görsel tekniklerle perdede temsil ediliyorsa, burada da Amerikan aile yapısının ve taşra hayatının ikiyüzlülüğü anlatılmış oluyor. Öyle ki kameranın ne zaman, nerede ve niçin çarpık duracağı da belli olmuyor. Yani bu konuda matematiksel bir çizgisi yok. Bu öğenin ya da varlığın en çıplak haliyle ‘anne’ye saldırması da ailenin kutsallığını yıkıyor.
Zira Furie’nin kamerasının röntgenci bir bakışı da var burada. Bu da zaten taşra hayatının güvensiz ve mahremiyetten uzak halini vurgulamaya yetiyor. Zaten çıplak haliyle de, vücudundaki izlerle de afişe olan bir anne söz konusu burada esasen. Tecavüze uğramasının sebebi ise yetiştirilişinde bilinçaltına yerleştirilen seks karşıtlığıyla başlayan baskıcılık. Bu kavram ışığında gelen ‘güvensiz seks’e yani gerçek bir orgazma duyulan özlemden kaynaklanıyor aslında.
Yani ‘Amerikan toplumu öyle bireyler yetiştiriyor ki insanlar kendi istediklerini yapamıyor’ demek istiyor film özetle. Zaten burada ana karakter, bir erkek kucağı bulduğunda hemen yumuşayıp çocuk gibi oluyor. Sevgilisinin kucağında yattığı yatak sahnesinin orta plandan plan sekans (kesintisiz sahne) olarak resmedilmesi de bu durumu ortaya koyuyor zaten. Filmin en samimi, gerçekçi ve çocuksu anı o.
Anlayacağınız Furie, burada çarpıcı dram malzemesinden bir korku filmi çıkarırken, tecavüz, şiddet, seks gibi tabuları, Amerikan toplumundaki gericiliğe vurgu yapacak şekliyle kullanmış. Bu sayede de tecavüz eden aslında toplumun bastırılmış kendi yüzü. Bu sebeple de taşra hayatına, yetiştirilmeye ve anne olmaya dikkat etmek lazım!
4-Barbara Hershey: Oscar’a uzanan bir kariyer
Martin Scorsese’nin “Soygun ve Aşk”ında (“Boxcar Bertha”, 1972) yine cesur sahneleriyle dikkat çeken Amerikalı oyuncu, “Karabasan”daki rolüyle Avairoz Fantastik Film Festivali’nde ‘en iyi kadın oyuncu’ ödülüne uzandı. Bu da belliydi. Öyle ki yetenek ve cesaret bir vücutta birleşiyordu.
Hershey, belki da burada “Halloween”in Jamie Lee Curtis’i ile yarışacak kadar yetenek salgılıyordu korku filmlerinin başrollerindeki kadınlar arasında. Bu durum da Gene Hackman’den Richard Dreyfuss’a, Robert Redford’dan David Carradine’a kadar uzanan sayısız önemli oyuncuyla, farklı tür filmlerinde yer almasına sebep oldu. Onun sahne kimliğinde hep ‘ayakları üzerinde duran feminist kadın’ imajı vardı. Bu sebeple de kadın hayranları daha çok oldu.
Zaten feminist yönetmen Jane Campion’ın filmi “Bir Kadının Portresi”ndeki (“The Portrait of a Lady”, 1996) rolüyle Oscar adayı olması da bu durumu ispatladı. O zamanlar artık 48 yaşına gelen oyuncu, 2000’lerde çok fazla projeye dahil olamadı. Ancak halen, Hollywood’un es geçilen becerileri arasında anılır adı...
5-Takipçileri
Sadece ‘Paranormal Activity’ (2007-2010) serisi ve “Insidious” (2010), böylesi bir cesareti gösterebildi şu ana kadar...
Ancak dingin tempolu korku filmleri ile çarpık açı ile atmosfer yaratma güdüsü aklınıza gelince bu filme ve Peter Medak imzalı “Changeling”e (1980) uğrayabilirsiniz.
Nereden bulabiliriz?
Türkiye’de DVD’si çıkmayan filmin, yönetmenin kurgusu versiyonunu amazon.com’dan edinebilirsiniz.
Kimlik:
Karabasan (The Entity)
Yapım yılı: 1982
Yönetmen: Sidney J. Furie
Oyuncular: Barbara Hershey, Ron Silver, David Labiosa, Margaret Blye, George Coe
Senaryo: Frank de Fellita (kendi romanından)
kerem akça