Ben herkesi terk ettim... Ne ailem, ne dostlarım, ne yakınlarım var... Seninse bir işin, sevenlerin var...Benimse senden başka kimsem yok... Ama senin bundan haberin yok. Sen normal hayatını sürdürüyorsun. Arkadaşların arıyor. Şairin dediği gibi, evinde güneş hiç batmıyor... Bense kimsesiz çockluğuma sarılmış, kıyasıya üşüyorum...
Sen beni aramıyorsun ya... Sen galip ve güçlüsün ya... Sen uzak bahçelerde soğuk toprakların altında ölü köpeğini bir kez olsun ziyaret etmiyorsun ya... Ben de benim gibi alabildiğine sevmiş, ama beklediğini bulamamış, hep terkedilmiş, hep yarı yolda çocukluğuyla birlikte karanlık bir gecenin ortasında bırakılmış, aşkla yaralanmış arkadaşlarımı, yakınlarımı arıyorum telefonla... Onlara çektikleri acıları soruyorum. Hiçbir şey söylemiyorlar bana, uzak bir yerden susuyorlar sanki... Çok acı çektiklerini seslerindeki ıssızlıktan anlıyorum. Kanayan sesim bu ıssızlıkta yankılanıyor. Bencillik mi, umutsuzluk mu bu bilmiyorum, ama aşk acısıyla yankılanan her ses bana seni hatırlatıyor.
Aşk bir boşlukta durmadan çırpınıştır sevgili... Bunu senin varlığın öğretti bana. Aşk bir boşlukta inadına çırpınıştır... Bunu senin yokluğun öğretti bana. Yine ben arıyorum. Sen beni arayacaktın, dayanamadım ben aradım. Telefonun kapalı yine... Yine o aşağılık kadınlar ve erkekler... Yine "Aranan aşka ulaşılamıyor" diyen gaipten gelen sesler... Evet, geç oldu. Kimbilir saat gecenin kaçı... Uyuman lazım... Sabah dinlenmiş ve sağlıklı uyanmalısın...Yapman gereken işler var; yoğunsun, biliyorum... Sen Tanrı''sın ya, senin her yere yetişmen lazım... Bense buradayım, beni bıraktığım imkansız ve uzun gecede... Gidecek hiçbir yerim yok... Beklediğim bir sabah da yok... Kimseye yetişmek zorunda değilim. Çünkü, gerçeklerden nefret ediyorum. Beni senden alıp koparan bu dünyadan nefret ediyorum. Yapabildiğim tek şey seni düşünüp ağlamak... İp gibi akıyor gözyaşlarım... Dudaklarımda toplanıyor önce, sonra da ağzımın içine giriyor. Gözyaşlarımın tadının ne kadar güzel olduğunu anlatacak kimsem bile yok...
Aşk soyludur, gizemlidir, sessiz ve derinden yaşanır; ama bazen acısı öylesine zorlar ki insanı , bunu olsun birine anlatmak ister.Ama bulamaz. Yoktur... Herkes gelecek olan sabaha hazırlanmak için bu dünyayı kabullenmiştir. İşte bu kabulleniştir beni çılgına çeviren; bu kabulleniştir bende ne kadar uslu, boyun eğmiş, her hesaplaşmayı sonraya erteleyen ne kadar sabır ve incelik varsa, içimden kanatarak söküp atmaya çağıran. O anda sevgili yoktur gözümde, o an sen yoksundur... Aşkından ve umutsuzluğundan soluksuz kalan bir at gibiyimdir. Rakip tanmayan, ama çaresizliğinden ne tarafa koşacağını bilemeyen bir at... Öfkesi ve aşkı ona zaman kaybettirir; bütün yarışlardan çıkartılır. Ama onun derdi bu değildir; o boğuluyordur; bütün yarışların ve bütün hesapların dışında kalmıştır, ama onun öfkesi başkadır... Onu bu hale getireni delice özlüyor ve bu yüzden soluk alamıyordur. Bu umutsuzluktan çıkabilmek için şuursuzca, ne yaptığını bilmeden en güçlü, en hayati damarını dönüp ısırır. Biraz olsun soluk alabilmek için, geriye dönüşsüz bir şekilde ısırır kendini...
İşte ben de o at gibiyim... Çldırmışım sensiz bu gecede, bu günlerde... Soluk alabilmek için en hayati damarımı ısırıp kopartmaktan başka çarem yok... Çünkü o at gibi ben de bu dünyanın ritmine uyamıyorum. Bu dünyanın ayak oyunlarına, soğukkanlılığına... Neyin doğru, neyin yalan olduğuna bir türlü inanamıyorum...Her söylenene hemen inanıyor, hemen kalbimi ortaya koyuyorum... O mağrur, o kimsesiz kalbimi...
Bazen dünyada bunca aç insan varken, savaşlarda haksız yere ölen bunca insan varken, sadece seni düşünüyor olmaktan utanmam gerektiğini düşünmüyor değilim. Ama inan hiç utanmıyorum. Çünkü ben seni böyle umutsuzca sevdikçe, o aç insanları, o savaşta hayatını yitiren insanları daha iyi, daha derinden anlıyorum. Onların benden farkı yok ki... Ben de açım... Her saniye sevgisizlikten soluğum kesiliyor... Tıpkı açların olduğu gibi... Her saniye soluğum umutsuzluktan kesiliyor... Tıpkı savaştan ölenler gibi... Açlık ve savaş aslında kalplerde başlıyor ve kalplerde sürüyor. Herkes birbirini bir şekilde öldürüyor. Bazen aç bırakarak, kimi kez siperlerde kurşunlayarak... Bazen de sevgisine karşılık vermeyerek... SUSARAK öldürüyor.
Kim olduğunu, sevip sevmediğini, aşktan ne anlayıp ne anlamadığını, yarından ne beklediğini anlatmayarak ve herşeyi bir sonraki güne erteleyerek, ben seni sonra ararım, şu an çok meşgulüm, az sonra geliyorum, diyerek öldürüyor... Öyle çok bekledim ki seni ve beklerken öyle çok acı çektim ki, bu acıdan bir kez olsun kurtulmak ve bir an önce kendime dönmek için bir basitlik, sıradan bir bayağılık yapmanı bekledim. Düşün umutsuzluğumu.? Ama yapmadın... Bir kez olsun ağzından sana duyduğum aşkı gölgeleyecek ve bana biraz olsun soluk aldıracak basit kelime, bayağı bir ifade çıkmadı. Ne kadar istesem de seni yok sayamadım. Dedim ya, Tanrı''mdın sen benim... Tanrı kadar mükemmel, Tanrı kadar uzak, Tanrı kadar acımasız... Tanrı kadar umutsuz...
Senin için kendimi ne kadar adasam da senin kim olduğunu, benim için, aşk için, beraberliğimiz için ne düşündüğünü bütün çıplaklığıyla asla bilemeyeceğim. Bu bilinmezlik yüzünden bazen çıldıracağımı düşünüp korktum. Bazen yolda rastladığım delileri bile kıskandığım oldu. Onların özlediği kimse yoktu. Belleklerini tamamen yitirmişlerdi... Hiçbir şey hatırlamıyorlardı. Ama bir kez daha çıldırma şansları yoktu. İşte bu yüzden onları kıskanmaktan vazgeçtim. Aklımı yitirmek istemiyordum. Seni öyle çok seviyordum ki, defalarca ve aynı acıyla tekrar tekrar çıldırmayı göze alabilirdim. Çok acı verse de seni hep hatırlamak istiyordum... Böyle düşününce delirmek bana yavan ve tatsız geldi...
Daha üç gün önce, seninle uyumayı çok özledim, diyordun... Bugünse sesin öyle uzak, öyle yabancı ki... O bir anda solan sesin, solan, hep birdenbire, hep ansızın solan sesin... Tek umudum sesinken, o yavaş yavaş yorulup, içine kapanan sesin... Seni ne kadar sevdiğimi, ne denli çok özlediğimi söylerken, birden sözümü kesip, çok alakasız birşey söylemen ne kadar kırcıydı hep, bunu sen bilemezsin... Ama etkisi çok kısa sürüyordu her defasında... Ben yine sevgimi anlatmaya devam ediyordum, hissedip hissetmediğine bakmadan. Senin gerçekte kim olduğunu bilmeden sana duyduğum aşkı koşulsuzca anlatıp duruyordum sana... Oysa sen misafirdin... Yarın çok önemli işlerin vardı...
telefon görüşmeni bitirip bir an önce uyuman gerekirdi... Senin beklediğin bir sabah vardı... Benimse yok... Ne yaparsan yap... Yarın senin sabahın... Öyle çok acı çektim ki ve bu acı öylesine karşılıksızdı ki, en sonunda senin benden ayrı, benden başka, benden çok uzak biri olduğunu keşfettim...
Senin yaptığın tek şey sevgili, beni içimdeki Tanrı''yla buluşturmak oldu... Bunca zamandır sana haksızlık ettiysem beni affet... Beni bu dertle bırak ve git... Yolun açık olsun... Neden sen yaptın bunu... Neden sen beni içimdeki Tanrı''yla buluşturdun, bunu ne sen, ne de ben bileceğiz... Ama ne zaman bir yerde aşk dense aklıma ilk sen geleceksin... Ama inan senin bunda bir suçun yok... Sen bu dünyanın kurallarına göre yaşayan, herkesin mutlu olmasını isteyen ve zor durumda kalanların yardımına koşan bir insansın... Ama bana yardım etmen için henüz çok erken...
Çünkü sonunda anladım ki, kalbimle benim aramda çok eskiden kalan bir suçum varmış... İçimdeki Tanrı''ya işlediğim suçlar birikmiş benim... Belki de içimdeki Tanrı boşluğu uçmamı ve oradan ilk adını, ilk adımı getirmemi istiyor benden... Artık her şeyimle ona kulak vermeliyim... Oradan döner miyim, dönmez miyim bilmiyorum... Bunda senin hiçbir suçun yok, inan... Sen git yoluna... Benim derdim kendimleymiş... Tanrım dediysem sana, sana onca korkunç yükü yüklediysem, bağışla beni; bütün alçalışım, bütün saçmalayışım, bütün tükenişim kendimleymiş... Kendime çok susadığım bir anda sen geçmişsin yolumdan...
Sanma ki seni unuturum... Buralarda bir aşk olursa, buralarda bir ışık olursa... Buralarda bir güneş doğarsa, ilk çağıracağım sensin...