Ruhumuzdaki Lekeler

Wehmut

New member
Ruhumuzdaki Lekeler bir üçleme yazısıdır, konuyu genel hatlarıyla anlattığım giriş bölümüne hoşgeldin. Çay, kahve bir şey istersen çekinme ha, şimdiden gözlerine sağlık..




Zamanın birinde, dünyaya insan adında bir varlık gönderilmiştir. Çok çeşitli kavramların bir araya toplanıp oluşturulduğu bu varlık, gün geçtikçe kendi kutsiyetinin farkına varamayacak kadar acizleşip, anlamını kaybetmiştir. İnsan, var oluşu itibariyle birçok olguyu içersinde taşımaktadır, belki halen keşfedilmemiş olguları bile. Belki pek çok unutulan tarafı olsa da insanlığın, en acı yanı asıl kuvvetinin merkezi olan benliğini unutmasıdır. Öyle bir tablodur ki bu, dünyanın en başarılı dram filmlerini bile solda sıfır bırakır, siyahın bile bir aydınlığı vardır ama, bu leke asla temizlenmeyecek kadar gerçektir..


İnsan, hem fiziksel hem de ruhsal bir varlıktır. Bu cümlenin ikinci kısmını keşfedip kabul ettiğiniz anda hayatınız yeni baştan yapılanmaya mahkum olacaktır. Bu inşa, başlarda boğucu bir tavır sergilese de zaman içinde elimizde tutacağımız en kıymetli hazine haline gelecektir. Ruhsallık, ruhani yaşam ya da maneviyat. Dünyanın güzelliklerini bize gösterecek olan kapının anahtarıdır bu saydıklarım. Olağanüstü bir kudretle, yaşadığımız hayatı ayaklarımız altına alıp, kontrol ve denge kavramlarına tam anlamıyla sahip olmamızı sağlayacak olandır, bir daha asla vazgeçilmeyecek gerçek sevdadır. Günümüz dünyasında nefes aldığımız şu güzel hayatlarımız, keyif aldığımız yaşantılarımız aslında o kadar da parlak birer görüntüye sahip değiller. Bu asla acımasız bir yazı değil, ama gerçekten kendimizi tanımaya başlarsak, hayatlarımızın gerçek birer görüntü değil yansıma olduğunu anlıyoruz. Bizler, gerçeğe değil bir yanılgıya aşığız, maalesef pedallarımızı boşuna çeviriyoruz. Çünkü, insanlığın çok büyük bir bölümü, ana unsur olan fiziksellik ve ruhsallık kavramlarının yalnızca bir tanesini kabul etmektedir. Oysa ki, şu dünyadaki birçok konuda asıl önemli olan dengeyi koruyabilmektir. İnsanlar, fizikselliği benimseyip, ruhsallığı hiçe sayıyorlar, bu ne büyük bir kayıptır..


Bizler, 'insan' kavramını tamamlayabilmek için maneviyata yönelmek zorundayız. Benliğini unutan insanların yaşadığı ve aslında yaşayamadığı bu dünyanın öncüleri olamayız. Daha önce bilmediğimiz bir müzik grubunu, sevdiğimiz aktörlerin daha önce izlemediğimiz filmlerini bile büyük bir aşkla keşfederken, kendimizi unutuyor olmamız kabul edilemez. Öyle bir hançer batırıyoruz ki kalbimize, kan kaybı şöyle bir dursun, bizler asıl enerjimizi aldığımız 'can' kaybından ölüyoruz.


Sahi bu insanlar gerçek anlamda yaşadıklarını mı düşünüyorlar? Nefes almak öyle basit bir şey değil, haydi hemen şimdi bir test yapalım. Şu an ne yapıyorsun diye sorsam, bu yazıyı okuyorum diyeceksin ya da boğazından ağır ağır süzülen kahvenin tadı aklına gelecek. Hayır, senin şu anda yaptığın en temel şey nefes almak. En büyük ihtiyacımız olan nefesimizi bile unutabiliyorsak, bu dünyada yaşamıyoruz demektir.


Günlük hayatın telaşından nefes aldığımız gerçeğini bile fark edemiyoruz, çünkü belleğimiz yanılgılarla dolu şeylerden ibaret. Tam anlamıyla yapılacak olan bir temizlik, her nefeste daha çok enerji dolduracak içimize, bize hakikaten yaşadığımızı hissettirecek. İşte bunun bir tek yolu var, bugüne kadar özenle üzerine titrediğimiz fiziğimiz gibi ruhumuzu da tanımak, bir bebek gibi şefkat göstermek. Ruhunu tanıdığın andan itibaren, aynaya baktığında artık yüzünü değil gerçek olan seni göreceksin, şu et ve kemiğinin içersinde görünmez olmuş asıl seni bulacaksın..


Dünyada insanlık başladığından beri yalan ve sahneleri hep devam etti. Bugün ben televizyonu açtığımda, kocaman insanlar bugün ne giysem diye program yapıyorlar. Acıyorum o insanlara ben, moda diye bir şey olabilir mi ya? Bak yine sinir geldi durduk yere, yahu moda diye bir şey var dünyada. Günümüzde insanların %80i aynı şeyleri giyiyorlar. Özellikle kadınlar.. Çok saçma ve gereksiz. İnsanlar kıyafetleriyle karşılanır ama fikirleriyle uğurlanır diye bir söz vardı. Kim söylemişse alnından öpeyim ben onun. Dış görünüş, fizikalite.. O kadar boş şeyler ki.. Benim yazlık ve kışlık ikişer kıyafetim vardır. Yazlık bir gömlek, kışlık bir ceket. Pantolon zaten aynı. E bundan ötesi olamaz ki zaten değil mi? Ben neden farklı şeyler giyeyim, buna ihtiyacım yok. Ruhumun içinde barındığı şu bedenim, benim bunu daha güzel yapmaya gayretim olmadı ve olmayacak. Dünyaya geldiğimde ben seçmedim bu yüzü, burnum şöyle dudaklarım böyle olsun diye bir takım seçimler sunulmadı bana. Sana da öyle, herkese öyle.


Bizim bedenimiz sadece dış görünüş, sadece bir durak. Ruhumuzdur bakım yapmamız gereken, sence de öyle değil mi? Ben farklı bir surette gelebilirdim dünyaya, ama böyle buldum kendimi. Bunu değiştiremem ve kimsenin beğenisine göre değişemez bu görüntü. Ama ruhum öyle mi, karakterim öyle mi? Onu ister kötülüğe çeviririm istersem iyiliğe. Ruhuma kademe atatmak benim elimde, ama yüzüme değil. Mesela beni tanıyanlara söyleyeyim, benimle konuşurken yüzümü gözlerinin önünde canlandır ama, asıl sohbet ettiğin Soner Süren o değil, görüntü sadece bir yansımadan ibaret. Senin asıl konuştuğun Soner, şu anda bunları aktaran düşünce ve hislerin barındığı ruhumdur. Sen benim ruhumla konuşuyorsun. Ben herkese böyle bakarım, bugüne kadar kiminle karşılaştıysam bu böyle oldu. Şu an emin ol, yüzümüz yanıklar içinde kalıp çirkinleşse, bizi neredeyse kimse karşısına alıp iki çift laf etmez. Ama ben o haldeki bir yüzü ciğerime basarım, kucaklarım onu. Çünkü ben ona değil, vereceksem onun içindekine değer vermeliyim.


Anlıyor musun benim felsefemi?


Modern dünyada işler o kadar ters gidiyor ki. Bugün üstün başın güzelse saygı görüyorsun, beğeniliyorsun. İnsanlar, dediğim gibi kendi kutsiyetlerinin farkına varmayıp unutarak birer oduna dönüştüler. Eğer ben saygıyı, kıyafetim ya da bir kağıt parçası için göreceksem, görmeyeyim gerek yok. Vallaha gerek yok ya, benden uzak dursun.. Bu yüzdendir şimdi toplumda arka sıralarda olmayı tercih edişlerim. Çünkü ön saflar bu robotlarla dolu, onlar arasında nefes alamıyorum ben, boğuyorlar adamı. Sigara insanı kanser edermiş, yok efendim öyle bir şey. Bizleri asıl kanser eden ve birer kadavraya dönüştüren şeyler, içimize çektiğimiz bu sahte nefesler, kirlilikler. Bedenimiz bizim bir parçamız bir şeyimiz evet, ama asla her şeyimiz değil. O meşhur dağın görünmeyen yüzünde heybetli bir şekilde duruyor ruhlarımız. Gerçekten hislere yaşamaya, duygularla savaşmaya kaç insanın cesareti var? Cesaretimiz yok, çünkü basit olgulara esaretimiz devam ediyor. Bizleri kaplayan parmaklıklar var, göze hoş gelen ama aslında çok çirkin olay şeyler bunlar. Asıl güzel olan ve korumamız gereken değerler en derinlerimizde. Aşk, sevgi ve bir tutam yalnızlık gibi kavramları kim parmağıyla gösterebilir ki? Ama onlar olmadan yapamayız biz. Bizim temel ihtiyacımız manevi duygular, bizi gerçek insanlık makamına ulaştıracak hazine onlar. Bizler, okyanuslar yerine bir kaşık suyu tercih ediyoruz, ve sonunda ne olursa olsun o bir kaşık suda boğulmaya mecburuz..


Aslında fizik ve ruh kavramları birçok farklı konuda karşımıza çıkıyor yaşadığımız hayatlarda. Mesela insanlık, bugüne kadar hep savaşmayı tercih etmiştir. Kırıp dökmeyi ve ucuz güç gösterilerini birer övünç kaynağı olarak algılamıştır. Oysa ki doğadaki birçok hayvan bizlerden daha güçlüler, bizonlar gelip de şehirleri istila etmiyorlar. Hayvanların dahi yapmadıklarını bizler kendi dünyamıza uyguluyoruz. Hayvanlardaki olmayan akıl, bizim boş yere çalışan akıllarımızı alt edebilse keşke. Bedenin fiziksel eylemleri ne zaman bitecek? Az mı geliyor bunca kan gölü, hır gür, karmaşa. Bizler artık, birbirimizle savaşmayı değil tokalaşmayı öğrenmeliyiz. İnanın, simit ve çay samimiyetini bile gölgede bırakacak kadar sıcak bir şey çıkar ortaya. Bir de inanılmaz toplumsal ikiyüzlülük var bizlerde. Doğayı koruyalım diye çığırtkanlık yapan insanlar, gece evlerine gidip şöminenin içerisinde çatırdayan odun ve tahtaları büyük bir zevkle izliyorlar. Isınmak bir ihtiyaç tabii, ama burada bahsettiğim her şeye gerektiği kadar gerçekçi olduğu ölçüde karşı gelmek zorunda olduğumuzdur. Gündüz ağaçlar kesiliyor diye bağırıp, hava karardığında yanan tahtaların karşısında sessizliğe bürünüyorsan, ben seni samimiyetsiz bulurum. "Toplumsal İkiyüzlülük" konusu için ayrı bir yazı hazırlayacağım zaten yakında..


Neyse.. Şu ruhsallık ve fiziksellik konularına ne zaman girsem kafam karışıyor, olaydan olaya atlıyorum kusura bakma. Bizler karanlıktan korkarız, tedirgin oluruz. Kaç kişi loş bir mum ışığının gölgesinde kendisini dinleme zevkine erişmiştir? Kaç insan, karanlık ve sessizliğin büyüleyici atmosferinde karşılaştığı olayları masaya yatırabilmiştir? Bizlere dayatılan ihtiyaç görünümündeki lüksler, dev bir bataklığa girmemize sebep oluyorlar. Hayatımıza yön vermesi gereken iç dünyamızken, dış dünyadaki aldatıcı ambalajlara takılıp kalıyoruz. Hamburger ve pizzacı numaralarını ezbere bilirken, çorbaya kaç bardak su katılacağı konusunda yeni doğmuş ceylan yavrusu kadar çaresiziz. Dev marketlerde saatlerce gezinirken, kaçımız toprağa domates ekmeyi biliyor ki? Daha onlarca örnek verebilirim ama kafanı şişirmek istemiyorum. Demek istediğim, çoğu fiziksel konu insanı hazırcılığa alıştırır. Bir bayanın güzelliğine, teninin yumuşaklığına aşık olmak kolaydır fakat dokunmadan sevgiyi besleyip büyütebilmek öyle kolay lokma değildir.


Şu an milyonlarca (genç) insanın ortak derdi aşk acısıdır , geceleri ağlayan gözleridir ama o insanlar ertesi gün sokağa çıktıklarında yedi kilo süslenip, etraflarına sahte gülücükler atarlar. Toplumun görmek istediği insanlar oluverirler. Herkes birbirinin acısını yüzünden okuyabilseydi eğer, içindeki merhamet duygusunun kuvvetinden kendi kalp acısını bastırıp bir diğer insanın kalbini tamire girişirdi. Ruhumuzu dinleyebilsek, roller satın almasak marketlerden ve ağlayabilsek utanmadan. Bir düşünün caddelerde yüzlerce insan nasıl da dertleşirdi!


Aslında ben ne diyorum biliyor musun, dinlemeyi öğrenelim. İçi boş ve sonuçsuz siyasi tartışma programlarında en çok sıkıntı oluşturan mevzu, tartışmacıların birbirlerini dinlememeleridir. Burada bile ikiyüzlülük ödülünü başka hiçbir canlıya kaptırmıyoruz. İnsan ilk önce kendini dinlemeyi öğrenecek, benim bahsettiğim ruhani yaşamın ilk adımı bu aslında. Kendi ruhunun sesini duyamayan insanlar nasıl kalkıp bir başkasının sözlerine kulak versin?


Bir hayal et şu an benim için, çok zor değil. Hava karardı ve evine geldin. Fokurdayan suyun nameleri eşliğinde kahveni yaptıktan sonra ağır adımlarla odana ilerliyorsun. Perdenin ayak uçlarında hoş bir esinti var, gözlerinin ışığını kapatıp ruhunun ışığı olan bir mum yakıveriyorsun sessizce. Günlük hayatın telaşları geliyor aklına, bir sürü gereksiz ses ve görüntü oluşuyor zihninde. Arkadaşların, ailen ve hatta karşı apartmanda oturan Sebahat teyze bile.. Hepsinden sıyrılmayı dene. Sesler, renkler, otobüsler, yollar, duraklar, insanlar, hepsinden sıyrıl. Bir süre sonra fark edeceksin ki, sana bir şeyler anlatmak isteyen birisi var. Tam da kalbinin arkasında, göğüs kafesinin yamacında. Ruhuna hoşgeldin diyeceksin o anda. Senelerdir bıkmadan sana seni anlatıyor o içerde bir yerlerde. Ama sen bu zamana kadar hiç kapatamadın ki televizyonunun sesini, susturamadın bakkal Rıfkı amcanın bozuk para tıngırtılarını. Sürekli yanlış adreslerde yordun kendini, bütün sorularının cevabı onun dudaklarında. Öyle bir mekanizma düşün ki, bıkmak usanmak bilmeden sana bir şeyler katmaya çalışan. Bas düğmesine o anlatsın, bir daha dokun saatlerce seni dinlesin. Dünyadaki en büyük kaçış, insanlığın kendi ruhundan kaçmasıdır, kovalayan olsa içim yanmayacak.


Bir kez olsun denemen gerekiyor bu dediklerimi, bir kez olsun yaşadığını hakikaten hissetmen gerekiyor..


İnsanların uzadıkça uzayan satırlar gördüklerinde saklambaç oynarcasına dere tepe kaçtıkları günümüz çağlarında, uzun laf edilecek zaman değil. Ne mutluluktan kaç ne de acıdan. Unutma, acılı kebap ile karınlarını doyuran insanlar sofradan kalkmadan iki tepsi baklava da yiyebiliyor. Acı ve tatlının karışımı midemizi bozmuyor, merak etme seni de bozmaz. Bizim hayat havuzlarımızın daima iki tıpası vardır, mutluluk dolarken acının, acılar akarken mutluluğun tıpası kapalıdır. Eğer birinden birini reddedersen, hiçbir şey biriktiremezsin. Mutluluğun değerini, acı zamanlarının hatıraları sayesinde bilebiliyorsun. Acının sana sunduğu psikolojiyi de çocuksu mutluluklar hafifletemez. Beyaz, içine bütün renkleri toplamıştır ama kendisini en iyi siyahta gösterebilir. Bu hayat bir denge işidir, dediğim gibi 'bazen depresif bazen mutluluk' olmalı sofranda. Fiziksel bir hayat sürdüğün sürece aradaki bu ince çizgiyi asla fark edemeyeceksin.


Doğarken bile ilk yaptığımız şey ağlamak bu dünyada, şimdilerde bu sahte gülüşlerde kayboluşlar niye? Ağlaman gerekiyorsa ağla, gülmen gerekirse gül. Her ne yapıyorsan gerçekçi ol ve kendi sesine kulak ver. Düşüncelerimi okudun teşekkür ediyorum sana. Benim felsefem böyle, ben böyle bir dünya istiyorum diye değil kendin için, kendi hayatının güzelleşmesi için ruhunu dinle ne olur. Duygularının zincirlerini kır ve özgür bırak kendini..


Ruhundan kaçtığın ve rol yaptığın sürece, bu dünyada sadece bir karakter olarak kalacaksın. Ama ruhunu dinlersen, kendini sıfırdan tanımaya başlayabilirsen, işte o zaman gerçek bir 'insan' olabilirsin. Biraz Şirin Baba muhabbeti gibi oldu burası, iyi bir çocuk olursan şirinleri görebilirsin tarzında. Neyse..


Demem odur ki sevgili okuyucu, bedeninde sıkışmış ruhuna nefes aldır biraz, çünkü o da sana nefes aldıracak. Bırak yüzündeki doğum izini, öldüğünde ruhunda belirecek lekeleri düşün sen. Eğer utanman gerekiyorsa, aynada baktığın senden değil, senin içinde hapis olan kendinden utan. Matematiksel olarak baktığımızda bile bu söylediklerim hayatından neyi çalabilir ki? Ama hayatına çok değerli şeyler katacak inan bana..


Dağıt, yolu sevgiye açılan otobüsün biletlerini, yalanlarla değil de ruhunla süsle gözlerini. Gözyaşı serpiştir yanaklarına ve hiç eksik etme dudağındaki alaycı kıvrımını.
Sadece yaşa, gerçekten yaşa..


Yazının devam bölümlerinde görüşmek üzere..​
 
Üst