ѕυѕкυη
Banned
Kur’ân-ı Kerîm'i “oku”mak çok çok önemli de…
Acaba bizi O’nunla yüzyüze getiren Allah Rasûlü'nü “oku”mak daha mı geride?… Allah Rasûlü'nü “oku”madan, acaba O’nun bize tebliğ ettiği “Kitab”ı ne kadar ve nasıl “oku”yabiliriz?
Genelde insanların, müslümanların, Rasûlullah'ı “oku”mak, gibi bir sorunu yoktur!.
Anlayışı kıt o çoğunluğa göre;
Hz. Muhammed Aleyhisselâm, sanki Sirius yıldızında oturmakta olan Tanrının, oradan tebliğ edilmek üzere emirlerini gönderdiği Dünya üzerinde seçilmiş postacısıdır!..
Tanrının aklına estiği gibi yolladığı fermânları, Cebrail adlı aracı kurumdan(!) alıp, insanlara tebliğ ile görevli adli tebliğ bürosu memuru sanki!. Yukarıdaki fermân buyura; postacı tebliğ ede; biz kapıkulları da buyrukları tuta!. Tutmayanları da kraldan kralcı yukarkinin kulları döve, öldüre, katlede; “katli vâcip” fermânı çıkara!. Yukarki adına, evlendirme, yargılama, katletme!. Kısacası, yukarıdaki Tanrının yeryüzündeki gölgesi ya da hoparlörü olan bir PEYGAMBER!.
Ve, VEHMİYLE PEYGAMBERE tâbi olan çoğunluk!.
Tâbi olacak ki, daha az azâp çeksin gelecekte, Cehennem'den kurtulsun; zevk ve saadet içinde bir Cennet yaşasın sonsuz dek!.
Sopa korkusu ve havuç beklentisiyle koşturanlar gibi…Bir yandan bu korku ve ümitle yap denilenleri yapmağa çalışırlar olabildiğince; bir yandan da Yukarıdaki görmez ya da takmaz diye olabildiğince yasakları delmeye ve bunun getirisi olan zevkleri yaşamaya çalışırlar…
Sorgulama, araştırma, tefekkür yoktur bunlarda!. Beyinlerinden geçmez hiç, “neden-nasıl-niçin” türünden kelimeler!. Böyle buyrulmuş böyle olacak! Yapmıyorsan Cehennemliksin; yaparsan Cennetliksin!!!...
Neden Cehennem, nasıl Cennet, türünden soruların bırakın cevaplarını; bu soruları bile akıllarına getirmemişlerdir!… Peygamber, yukarkinden öyle almış ve hoparlör olarak bize iletmiş ya!. Gerisini koyver gitsin!.
Namaz kıl, demiş; günde beş defa yatıp kalkıyorum ya!... Bunu ne amaçla mı yapıyorum? Bu önemli değil; önemli olan benim yalnızca bu hareketleri yapıp, anlamını bilmediğim sözcükleri tekrar etmem!. Ben madem yukarkinin buyruğunu tutuyorum; O da beni cennete sokacak!… Senede bir ay aç kalıyorum ya buyruğu üzere; kâinatı Yaratan nasıl benim aç kalmamdan yarar sağlıyorsa, elbette karşılığında da bana cenneti verecek!… Ben PEYGAMBERİNİ dinleyip fermânını yerine getiriyorum da, O beni niye cennetine sokmasın?.. Hem ben bu kadar taşa-toprağa para harcayıp, DİN adına okullar-câmiler yapıp, saraylar gibi süslüyorum O’nun evlerini de, o bana cennette niye bir köşk vermesin ki? Bu arada insanlar dinin ne olduğunu bilmiyormuş, sorularına cevap alamıyormuş; din anlayışı çağa hitâbetmez hâle gelmiş; onlara parasız hiç bir din bilgisi ulaşmıyormuş, bana ne!. Tonlarla insan açlıktan ölecek hâle gelmiş, ne umurum; yarattığı gibi kendisi düşünsün! Milyonlarla insan umurumda değil; ben elli-yüz çocuğa bina yapıp onları okutuyorum ya!. Bunun için yüzmilyarlar harcıyorum ya!.
Elbette O da beni cennetine sokup yetmiş hûri, yetmiş gılman, yetmiş köşk verecek!…
Evet daha nice, böylesine gökte TANRI ve yerde hoparlörü-postacısı PEYGAMBER anlayışından kaynaklanan bakış açısıyla yapılan değerlendirmelerle oluşmuş müslümanlık anlayışı!.
VEHMİN getirdiği, Peygambere tâbiîyet!.
Anlayışı kıtların TANRI-Din ve PEYGAMBERİ sistemi; ve buna dayalı yaşam düzenleri…
Ve bir de AKLIYLA, “ALLAH RASÛLÜ”ne tâbi olanlar!…
Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın ashâbından bazıları kendisi “Ya Nebîyallah” derlerdi, bazıları da “Ya Rasûlallah”!…
Kimse, ona “Ya Peygamber” demedi!.. Kur’ân-ı Kerim'de hiç “Peygamber” kelimesi de geçmedi!…
“Nübüvvet” nedir, ne işlev görür, neden Nebîdir, nasıl Nebi olunur, “Nübüvvet” nasıl oluşur kişide, “Nübüvvet” varlığını nereden alır; Niye Hz. Muhammed Aleyhisselâm'a Nebîlik vasfı verilmiştir?
Niye Kur’ân-ı Kerim'de, O Zât için, “Peygamber” kelimesi kullanılmamıştır da; özellikle, belli tanımlamalara dönük olarak “Nübüvvetin” işlevine işaretle, “Nebî” ismiyle sözedilirken; başka tanımlamalar ve işlevler için “Risâlet” kavramından ve “Rasûl” oluşundan söz edilerek bu iki kavram birbirinden ayrılmıştır!.
Risâlet nedir, ne işlevi vardır, kişi ne yönüyle Rasûldür, nasıl Rasûl olunur, “risâlet” nasıl açığa çıkar kişide, “risâlet” varlığını nereden alır; Ne yönüyle ve NASIL Hz. Muhammed Aleyhisselâm “Allah Rasûlü” olmuştur?
Niye Meryem sûresi 54’te, Kitap veya sahife getirmediği halde, İsmail Aleyhisselâm'ın hem Nebî hem de RASÛL oluşu ayrı ayrı vurgulanmaktadır; yalnızca kitap getirene Rasûl denir, diyorlarsa?
Bunlar farkedilmeden…..
Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın açıkladığı ve bize farkettirmeye çalıştığı “ALLAH Adıyla İşaret Edilen” anlaşılmadan…
ALLAH Adıyla İşaret Edilen”in “VELΔ oluşunun, ne demek olduğu kavranmadan…
“Semâ” nın Kur’ân'da pek çok yerde “gök” anlamından ziyâde “BOYUT” anlamına olarak kullanılmakta olduğunu değerlendirmeden…
“NÂZİL” olmanın, gökten dünya üzerine değil; birimin hakikatından bilincine doğru olduğunu anlamadan…
“URÛC”un, bilinçten varlığın hakikatına doğru yapılan düşünsel bir yöneliş-yükseliş olduğunu hissetmeden…
Tüm bunları yaşamış ve sonucunda, ALLAH RASÛLÜ olarak tüm insanlara gereken bildirimi yapıp, ebedi saadete ermeleri için yol gösteren bir ZÂT’a, nasıl PEYGAMBER denilir, postacı ya da hoparlör olarak bakılır?
Aklınızı başınıza toplayın!…
Yalnız bir köşeye çekilip, SİSTEMLİ bir şekilde DÜŞÜNMEYE başlayın!.
Milyarlarca GALAKSİYİ içinde barındıran bu evreni, bir NOKTA’dan halkeden; ve indinde sayısız NOKTA’lar ve o NOKTA’ların her birinden sayısız evrenler yaratmış bulunan; ve dahi, her an bu işlevi devam eden “ALLAH Adıyla İşaret Edilen”i; nasıl olur da Sirius yıldızında oturan bir tanrı gibi düşünür ve onun yeryüzünde hoparlör-postacı arası bir PEYGAMBERİ olabileceğini kabul edersiniz?
Eğer hâlâ böyle düşünüyorsanız, kozanızda mutluluklar dilerim sizlere!.
Yok eğer; artık böyle düşünmem mümkün değil; diyebiliyorsanız…
O zaman “ALLAH RASÛLÜ ve NEBÎSİ MUHAMMED MUSTAFA” isimli “OKU”nması gereken ve hâlâ “oku”nmamış olarak rafta bulunan “KİTAP”ı, bugüne kadarki tüm değer yargılarınızı bir yana bırakarak, yeniden elinize alınız!.. (Anlayışı kıtlara: sayfaları ve cildi olan kağıttan mâmûl bir kitaptan sözetmiyorum!.)
“ALLAH Adıyla İşaret Edilen”in her an yaratmakta olduğu sayısız NOKTA’lardan, yalnızca bir nokta olarak varolan evrenimizdeki milyarlarca galaksiden birindeki yüzmilyarlarca yıldızdan birinin uydusu Dünya üzerinde, “HALİFE” olması amacıyla ve bu amacı gerçekleştirecek fıtratla Mekke’de açığa çıkmış Bilincin, yaşam safhalarını ve DÜŞÜNCE SİSTEMİNİ “OKU”maya çalışarak işe başlayın…
“Hanif”lik genetik veri tabanına sahip; yıldızlardaki melekî gücü tanrı kabul etme anlayışını baltasıyla(?) yıkan ve ölü kuşu Allah kudretiyle dirilten şuurun genetik mirasını bünyesinde bulan; ve daha başından “halife”lik fıtratına hâiz olarak madde dünyasında yer alan Bilincin, içinde bulunduğu şartları, varlığı ve kendi hakikatını nasıl değerlendirebileceğini farketmeye, kavramaya çalışın!.
O eşsiz bilinç!…
O muhteşem hüviyet!…
O Hârikulâde devrimci kişilik!…
Sirius ya da BETA NOVA’daki TANRI’dan mı aldı PEYGAMBERLİĞİ?…
Yoksa…
“ALLAH Adıyla İşaret Edilen”in “RASÛL”Ü ve bunun yanısıra “NEBΔsi mi idi?
Gökteki tanrının fermanlarını ileten yeryüzündeki vâlisi-komutanı-postacısı-hoparlörü mü idi?
Yoksa…
İnsanlara, hakikatleri olan “ALLAH Adıyla İşaret Edilen”in, fark ettirilmesi ve gereğinin yaşatılması amacıyla, teklif edilen önerileri, kendi hakikatı olan Allah’tan gelen bir şekilde; bu boyuta elçilik-transfer ederek açığa çıkaran “RASÛL”ü mü?
İnsanların sonsuz azâptan korunup, sonsuz saadete ermelerini sağlayacak dünyevi bakış açısını ve uygulama biçimlerini teklif eden Allah “NEBΔsi mi?
Ciddî olarak düşünün bir; Tanrının Hz. Muhammed adlı Peygamberine mi inanıyorsunuz; “ALLAH Adıyla İşaret Edilen”in “Rasûl”ü ve “Nebî”si olan Muhammed Mustafa Aleyhisselâm'a mı?
Eğer, ikincisine inanıyorsanız… Birincisine inanmaktan hangi farklı yönleri var bu düşüncenizin, lafzından-sözcüklerinden başka? Bunları ayırın bakalım bir yana?
Bu hususları öncelikle çok iyi anlayalım ki, ondan sonra, “ALLAH Adıyla İşaret Edilen”in “RASÜL” ve “NEBΔsi olan MUHAMMED MUSTAFA isimli “KİTAB”ı “oku”maya çalışalım!.
O Zât’ın, hangi olayda, neyi nasıl değerlendirdiğini; olaylara bakış açısını; sorunların çözümünü “Allah”ta nasıl aradığını; sorunun çözümünün, olayları nereden nereye yönlendirilerek çözülmek istendiğini; insanların yaşamı ve olayları nasıl değerlendirmesi gerekliliğinin neden “Allah” bakışın dayalı nasıl olması îcâbettiğini “oku”maya hazırlanalım.
Bu arada da…
Kesinlikle bilelim ki;
Dünya ve âhıret saadetini istiyorsak, “ALLAH Adıyla İşaret Edilen”in son “Nebî”sine; “Hakikat”ımız olan “ALLAH Adıyla İşaret Edilen”e ermek istiyorsak “ALLAH RASÛLÜ”ne tâbi olmaktan başka şansımız ve çaremiz yoktur!.
Allah bu gerçeği farkettirsin, idrâk ettirsin, gereğini kolaylaştırsın ve hazmını versin!.
Ahmed Hulûsi
“SİSTEM'İN SESLENİŞİ” Kitabından
KURAN'I OKUMAK
“Kur’ân-ın RÛHU” başlıklı yazıda anlatmak istediklerimizi yanlış yorumlayan bazı anlayışı kıtlara, konuyu daha açıklıkla anlatmak gereği çıkınca, tekrar aynı konuya eğilmek mecbûriyeti ortaya çıktı..
Arap harfleriyle (mânâsını bilmeden de olsa) kelimeleri okuyabilmek, günümüzde “Kur’ân okumak” zannedilmektedir... Bazıları da, meâl okumayı “Kur’ân okumak” diye yorumlamaktadır.. Bunlar, Kurân “oku”manın ön aşamalarıdır, ancak...
Sistemi “OKU”maktan sözettiğimiz, gibi,
Kur’ân-ı “OKU”maktan da sözedilebilir...
Kur’ân-ı “OKU”mak nasıl olur?
Kur’ân-ı “OKU”mak, “Kur’ân-ın RÛHU”nu algılamakla mümkündür!.
“Kur’ân-ın RÛHU”nu algılamak ne demektir?
Kur’ân-ı Kerîm insanlara hangi amaçla nâzil olmuştur?
Kur’ân-ı Kerîm insanlara neler kazandırmak için nâzil olmuştur?
Kur’ân-ı Kerîm, insanları nasıl bir yaşama hazırlamak amacıyla nâzil olmuştur?
Kur’ân-ı Kerîm insanlara hangi özelliklerini bildirmek amacıyla nâzil olmuştur?
Kur’ân-ı Kerim, insanları, bir yaşam biçiminde sâbitlemek, kilitlemek; onlara tekâmülün kapılarını kapatmak için mi nâzil olmuştur; yoksa sürekli gelişmenin yollarını göstermek; farkında olmadıkları, ya da ellerinden alınmış hakları edindirmek; sonunda, kadın-erkek birarada “Halife” olmanın özelliklerini yaşamalarının çârelerini bildirmek amacıyla mı nâzil olmuştur?
Kur’ân-ı Kerim’in nâzil olan âyetleri, insanlara, birbirlerinin haklarına saygılı bir şekilde fakat sürekli ileriye dönük bir biçimde yaşamayı mı amaçlayan mâhiyettedir; yoksa onları geriye döndürmek için mi gelmiştir?
İşte bu soruların cevaplarını doğru olarak verebilirsek, “Kur’ân-ın RÛHU”nu algılamaya başlamış oluruz; bundan sonra da, bize Kur’ân-ı Kerîm’i “OKU”manın kapısı açılır, kilidi çözülür!.
Biz, yanlış anlayışımız dolayısıyla, Kur’ân-ı bloke etmiş, zincirleyip kilitlemiş ve çağlar öncesinin kutsal kitabı hâline getirmişiz!...
Oysa Kur’ân-ı Kerim, “RÛHU” ve HEDEFLERİ” îtibâriyle, insanlık yaşadıkça onlara ışık tutup yol gösterecek özelliklere sahiptir ki; bu yüzden de “ZAMANÜSTÜ” Kitap durumundadır!.
Kur’ân-ı Kerim’i, geldiği toplumlara yaptırttığı aşamalarla bloke edip; “insanlığa edindirdikleri orada bitmiştir; dolayısıyla o çağa ait bir kitaptır”, diye kayıtlamak, Kur’ân ’a büyük zulûmdür; bu da “Kur’ân RÛHU”nu algılayamamaktan ve Kur’ân'ı “OKU”yamamaktan kaynaklanan bir olgudur!.
Kur’ân, zekât bahsinde "Kırkta bir verin" derken, yirmide bir vermeyi yasaklamamaktadır!. Bu en alt sınır olarak, asgari-taban rakam olarak vurgulanmaktadır!...
Kadının hiç miras hakkı yokken, onlara asgari-taban pay olarak, yarım hisse kazandırılmıştır... Ama sen bire-bir erkekle eşit hisse tanırsan, bu asla “Kur’ân ‘ın RÛHU”na ters düşmez; ayrıca Kur’ân bunu engellemez, hattâ “RÛHU” îtibâriyle bunu öngörür!.
Yâni, Kur’ân ‘da verilmiş bulunulan haklar, asgari-gerisine dönülmez haklar olarak mütâlaa edilir; bunun daha arttırılamayacağı yolunda da ne bir Âyet vardır; ne de Allah Rasûlü'nün buyruğu!.
Bizler, Kur’ân-ı Kerîm’in “RÛHU”nu algılayamadığımız için, Kur’ân-ı “OKU”yamamakta; bu yüzden de, Âyetlerin lâfzında kalarak, bize verilen mesajı anlayamamaktayız!.
Bundan sonra da kalkıp, Kur’ân-ı Kerîm’i bu anlayışsızlığımızla BLOKE edip, “günümüze hitâp etmemektedir”, diye ahkâm kesmekteyiz!.
İnsanlar bir yasa yapmaya gerek duyduklarında, o yasayı çıkarmaya duydukları gerekçe, o yasanın rûhudur!. O rûha göre, o düşünce tarzına göre, uygun anlatım şekli bulunur ve cümlelendirilir ve böylece yasa maddesi meydana gelir... Hâkim yasayı uygulayacağı zaman, olay ile, o olayı değerlendiren bakış açısı arasındaki bağlantıyı kurar ve yasanın oluşmasına sebep olan gerekçeyi esas alarak, olayı değerlendirir.
Hâkim, yasayı, rûhuna uygun olarak değil de, lafzına göre değerlendirip karşısındaki olaya hükmederse, büyük olasılıkla yanlış yapabilir!.. Çünkü değerlendirmede esas, yasanın lafzı değil rûhu olmalıdır.
Yasalar, rûhuyla var olan varlıklardır; yalnızca lafzıyla var kabul edildiği zaman, amaçtan SAPMA meydana gelir!!. Hâkimin vicdânı, yasanın, rûhuyla olayı değerlendirmeyi sağlamak içindir!.
İşte Kur’ân-ı Kerîm'i “OKU”mak için de, Âyetlerin o olayda hangi amaçla, erkeğe veya kadına ne kazandırmak gayesiyle nâzil olduğuna bakmak ve ona göre değerlendirme yapmak gerekir!.
Dünyada, insanlık tarihinde en büyük devrimleri oluşturmuş olan Kur’ân-ı Kerîm'in bu “RÛHU”nu algılayamayarak, lafzında kalıp; işte insanlara kazandırdıkları bundan ibârettir; bunun ötesini de vermemektedir; yasaklamaktadır; demek en büyük gaflet ve zulûmdür!.
Köleliğin yerleşik olduğu toplumda, insanları kölelikten azâd etmenin en büyük ibadetten sayılacağını anlatan ve böylece köleliğe son vermeyi amaçlayan bir bakış açısını; İslâm, köleliği kabulleniyor, diye empoze edip, gerçeği saptırmak yalnızca art niyetlilikle tanımlanabilir.
İnsan haklarına tecavüzü engelleme dışında, hiç bir konuda zorlayıcı olmayan İslâm Dini’ni; Rasûlü’ne dahi, “sen onlar üzerine zorlayıcı değilsin” Âyetine rağmen, zorlayıcı ve baskıcı bir Din anlayışı diye ithâm etmek çok büyük bir haksızlıktır ve “Kur’ân RÛHU”nu hiç algılamamış olmanın açık bir ifade şeklidir!.
Dünyada, en geniş şekliyle özgürlüğe saygı, yalnızca İslâm Dini prensipleri içinde vardır; çünkü hiç bir konuda insanlara zorlama yoktur Kur’ân-ı Kerîm’de!.
Kur’ân-ı Kerîm, insanlara geleceklerinin huzur ve saadet getirmesi için gerekli olan fikirleri TEKLİF EDER; bunları uygulayanların kazançlı çıkacağını; uygulamayanların da karşılaşacakları şartlar dolayısıyla büyük pişmanlığa düşeceklerini ve bunu asla telâfi edemeyeceklerini bildirerek; yapmaları gerekenleri bildirir... Bundan sonra ne bir ferdin, ne de devletin kişi üzerinde bunları uygulama konusunda ZORLAMA yetkisi yoktur, “İslâm Dini’nin RÛHU”na göre... Çünkü herkes, kendi aklı ve mantığıyla bu teklifleri değerlendirecek; dilediğini, kimsenin baskı ve zoru olmadan yapacak; sonucuna da katlanacaktır!.
Gâfillerin veya câhillerin “Kur’ân-ı Kerîm'in RÛHU”nu okuyamamaktan dolayı edinmiş oldukları yanlış kanaâtler, İslâm Dini’ni bağlamaz!.
Kur’ân-ı Kerîm'i “OKU”yamayanların yanlış yorumlarına kapılıp, İslâm’dan ve Kur’ân'dan mahrum kalmanın mâzereti olmaz!.
Ölümötesi yaşamda mâzeret kavramı geçersizdir!. Kişi yalnızca otomatik olarak dünyada yaptıklarının sonuçlarını yaşar. Bu yüzdendir ki tanıtmak veya her FERD, Kur’ân-ı “OKU”mak ve İslâm Dini’ni bizâtihi öğrenmekle mükelleftir, kendi geleceği açısından; yanlışları hakkında, "çevremdeki müslümanlar böyle yapıyorlardı." mâzereti asla geçerli değildir; Dini, müslümanlara bakarak değil, Kur’ân ‘a bakarak öğrenmek herkes için farzdır... Bunu yapmayan sonuçlarına âhirette katlanır!.
Öyle ise, artık farketmeliyiz ki...
Kadın-erkek tüm inananlara “Halife” olarak yaratılmış bulunduklarını farkettirmek ve gereğini yaşatmak için; ölümötesi yaşam şartlarını bildirip, ölümötesi yaşamın güzelliklerinin elde edilmesinin öğrenilmesi amacıyla nâzil olmuş bulunan Kur’ân-ı Kerim’i “OKU”mak ve değerlendirmek, kişinin kendisi için yapacağı en yararlı çalışmadır... Dileyen bunu yapar, semeresini elde eder; dileyen de önemsemez ve sonuçlarına âhirette katlanır!.
Ne “ALLAH İsmiyle İşaret Edilen”in, ne de Rasûlü Muhammed Mustafa Aleyhisselâm'ın, bizlerin ne imânına ne de îmânın gereği olan fiillerimize ihtiyacı yoktur; herşey ferdin geleceğiyle ilgili olarak FERDE teklif edilmiştir...
Ne mutlu Kur’ân-ı Kerim'i “OKU”yup gereğiyle yaşayabilenlere.
Ahmed Hulûsi
“SİSTEM'İN SESLENİŞİ” Kitabından
Acaba bizi O’nunla yüzyüze getiren Allah Rasûlü'nü “oku”mak daha mı geride?… Allah Rasûlü'nü “oku”madan, acaba O’nun bize tebliğ ettiği “Kitab”ı ne kadar ve nasıl “oku”yabiliriz?
Genelde insanların, müslümanların, Rasûlullah'ı “oku”mak, gibi bir sorunu yoktur!.
Anlayışı kıt o çoğunluğa göre;
Hz. Muhammed Aleyhisselâm, sanki Sirius yıldızında oturmakta olan Tanrının, oradan tebliğ edilmek üzere emirlerini gönderdiği Dünya üzerinde seçilmiş postacısıdır!..
Tanrının aklına estiği gibi yolladığı fermânları, Cebrail adlı aracı kurumdan(!) alıp, insanlara tebliğ ile görevli adli tebliğ bürosu memuru sanki!. Yukarıdaki fermân buyura; postacı tebliğ ede; biz kapıkulları da buyrukları tuta!. Tutmayanları da kraldan kralcı yukarkinin kulları döve, öldüre, katlede; “katli vâcip” fermânı çıkara!. Yukarki adına, evlendirme, yargılama, katletme!. Kısacası, yukarıdaki Tanrının yeryüzündeki gölgesi ya da hoparlörü olan bir PEYGAMBER!.
Ve, VEHMİYLE PEYGAMBERE tâbi olan çoğunluk!.
Tâbi olacak ki, daha az azâp çeksin gelecekte, Cehennem'den kurtulsun; zevk ve saadet içinde bir Cennet yaşasın sonsuz dek!.
Sopa korkusu ve havuç beklentisiyle koşturanlar gibi…Bir yandan bu korku ve ümitle yap denilenleri yapmağa çalışırlar olabildiğince; bir yandan da Yukarıdaki görmez ya da takmaz diye olabildiğince yasakları delmeye ve bunun getirisi olan zevkleri yaşamaya çalışırlar…
Sorgulama, araştırma, tefekkür yoktur bunlarda!. Beyinlerinden geçmez hiç, “neden-nasıl-niçin” türünden kelimeler!. Böyle buyrulmuş böyle olacak! Yapmıyorsan Cehennemliksin; yaparsan Cennetliksin!!!...
Neden Cehennem, nasıl Cennet, türünden soruların bırakın cevaplarını; bu soruları bile akıllarına getirmemişlerdir!… Peygamber, yukarkinden öyle almış ve hoparlör olarak bize iletmiş ya!. Gerisini koyver gitsin!.
Namaz kıl, demiş; günde beş defa yatıp kalkıyorum ya!... Bunu ne amaçla mı yapıyorum? Bu önemli değil; önemli olan benim yalnızca bu hareketleri yapıp, anlamını bilmediğim sözcükleri tekrar etmem!. Ben madem yukarkinin buyruğunu tutuyorum; O da beni cennete sokacak!… Senede bir ay aç kalıyorum ya buyruğu üzere; kâinatı Yaratan nasıl benim aç kalmamdan yarar sağlıyorsa, elbette karşılığında da bana cenneti verecek!… Ben PEYGAMBERİNİ dinleyip fermânını yerine getiriyorum da, O beni niye cennetine sokmasın?.. Hem ben bu kadar taşa-toprağa para harcayıp, DİN adına okullar-câmiler yapıp, saraylar gibi süslüyorum O’nun evlerini de, o bana cennette niye bir köşk vermesin ki? Bu arada insanlar dinin ne olduğunu bilmiyormuş, sorularına cevap alamıyormuş; din anlayışı çağa hitâbetmez hâle gelmiş; onlara parasız hiç bir din bilgisi ulaşmıyormuş, bana ne!. Tonlarla insan açlıktan ölecek hâle gelmiş, ne umurum; yarattığı gibi kendisi düşünsün! Milyonlarla insan umurumda değil; ben elli-yüz çocuğa bina yapıp onları okutuyorum ya!. Bunun için yüzmilyarlar harcıyorum ya!.
Elbette O da beni cennetine sokup yetmiş hûri, yetmiş gılman, yetmiş köşk verecek!…
Evet daha nice, böylesine gökte TANRI ve yerde hoparlörü-postacısı PEYGAMBER anlayışından kaynaklanan bakış açısıyla yapılan değerlendirmelerle oluşmuş müslümanlık anlayışı!.
VEHMİN getirdiği, Peygambere tâbiîyet!.
Anlayışı kıtların TANRI-Din ve PEYGAMBERİ sistemi; ve buna dayalı yaşam düzenleri…
Ve bir de AKLIYLA, “ALLAH RASÛLÜ”ne tâbi olanlar!…
Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın ashâbından bazıları kendisi “Ya Nebîyallah” derlerdi, bazıları da “Ya Rasûlallah”!…
Kimse, ona “Ya Peygamber” demedi!.. Kur’ân-ı Kerim'de hiç “Peygamber” kelimesi de geçmedi!…
“Nübüvvet” nedir, ne işlev görür, neden Nebîdir, nasıl Nebi olunur, “Nübüvvet” nasıl oluşur kişide, “Nübüvvet” varlığını nereden alır; Niye Hz. Muhammed Aleyhisselâm'a Nebîlik vasfı verilmiştir?
Niye Kur’ân-ı Kerim'de, O Zât için, “Peygamber” kelimesi kullanılmamıştır da; özellikle, belli tanımlamalara dönük olarak “Nübüvvetin” işlevine işaretle, “Nebî” ismiyle sözedilirken; başka tanımlamalar ve işlevler için “Risâlet” kavramından ve “Rasûl” oluşundan söz edilerek bu iki kavram birbirinden ayrılmıştır!.
Risâlet nedir, ne işlevi vardır, kişi ne yönüyle Rasûldür, nasıl Rasûl olunur, “risâlet” nasıl açığa çıkar kişide, “risâlet” varlığını nereden alır; Ne yönüyle ve NASIL Hz. Muhammed Aleyhisselâm “Allah Rasûlü” olmuştur?
Niye Meryem sûresi 54’te, Kitap veya sahife getirmediği halde, İsmail Aleyhisselâm'ın hem Nebî hem de RASÛL oluşu ayrı ayrı vurgulanmaktadır; yalnızca kitap getirene Rasûl denir, diyorlarsa?
Bunlar farkedilmeden…..
Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın açıkladığı ve bize farkettirmeye çalıştığı “ALLAH Adıyla İşaret Edilen” anlaşılmadan…
ALLAH Adıyla İşaret Edilen”in “VELΔ oluşunun, ne demek olduğu kavranmadan…
“Semâ” nın Kur’ân'da pek çok yerde “gök” anlamından ziyâde “BOYUT” anlamına olarak kullanılmakta olduğunu değerlendirmeden…
“NÂZİL” olmanın, gökten dünya üzerine değil; birimin hakikatından bilincine doğru olduğunu anlamadan…
“URÛC”un, bilinçten varlığın hakikatına doğru yapılan düşünsel bir yöneliş-yükseliş olduğunu hissetmeden…
Tüm bunları yaşamış ve sonucunda, ALLAH RASÛLÜ olarak tüm insanlara gereken bildirimi yapıp, ebedi saadete ermeleri için yol gösteren bir ZÂT’a, nasıl PEYGAMBER denilir, postacı ya da hoparlör olarak bakılır?
Aklınızı başınıza toplayın!…
Yalnız bir köşeye çekilip, SİSTEMLİ bir şekilde DÜŞÜNMEYE başlayın!.
Milyarlarca GALAKSİYİ içinde barındıran bu evreni, bir NOKTA’dan halkeden; ve indinde sayısız NOKTA’lar ve o NOKTA’ların her birinden sayısız evrenler yaratmış bulunan; ve dahi, her an bu işlevi devam eden “ALLAH Adıyla İşaret Edilen”i; nasıl olur da Sirius yıldızında oturan bir tanrı gibi düşünür ve onun yeryüzünde hoparlör-postacı arası bir PEYGAMBERİ olabileceğini kabul edersiniz?
Eğer hâlâ böyle düşünüyorsanız, kozanızda mutluluklar dilerim sizlere!.
Yok eğer; artık böyle düşünmem mümkün değil; diyebiliyorsanız…
O zaman “ALLAH RASÛLÜ ve NEBÎSİ MUHAMMED MUSTAFA” isimli “OKU”nması gereken ve hâlâ “oku”nmamış olarak rafta bulunan “KİTAP”ı, bugüne kadarki tüm değer yargılarınızı bir yana bırakarak, yeniden elinize alınız!.. (Anlayışı kıtlara: sayfaları ve cildi olan kağıttan mâmûl bir kitaptan sözetmiyorum!.)
“ALLAH Adıyla İşaret Edilen”in her an yaratmakta olduğu sayısız NOKTA’lardan, yalnızca bir nokta olarak varolan evrenimizdeki milyarlarca galaksiden birindeki yüzmilyarlarca yıldızdan birinin uydusu Dünya üzerinde, “HALİFE” olması amacıyla ve bu amacı gerçekleştirecek fıtratla Mekke’de açığa çıkmış Bilincin, yaşam safhalarını ve DÜŞÜNCE SİSTEMİNİ “OKU”maya çalışarak işe başlayın…
“Hanif”lik genetik veri tabanına sahip; yıldızlardaki melekî gücü tanrı kabul etme anlayışını baltasıyla(?) yıkan ve ölü kuşu Allah kudretiyle dirilten şuurun genetik mirasını bünyesinde bulan; ve daha başından “halife”lik fıtratına hâiz olarak madde dünyasında yer alan Bilincin, içinde bulunduğu şartları, varlığı ve kendi hakikatını nasıl değerlendirebileceğini farketmeye, kavramaya çalışın!.
O eşsiz bilinç!…
O muhteşem hüviyet!…
O Hârikulâde devrimci kişilik!…
Sirius ya da BETA NOVA’daki TANRI’dan mı aldı PEYGAMBERLİĞİ?…
Yoksa…
“ALLAH Adıyla İşaret Edilen”in “RASÛL”Ü ve bunun yanısıra “NEBΔsi mi idi?
Gökteki tanrının fermanlarını ileten yeryüzündeki vâlisi-komutanı-postacısı-hoparlörü mü idi?
Yoksa…
İnsanlara, hakikatleri olan “ALLAH Adıyla İşaret Edilen”in, fark ettirilmesi ve gereğinin yaşatılması amacıyla, teklif edilen önerileri, kendi hakikatı olan Allah’tan gelen bir şekilde; bu boyuta elçilik-transfer ederek açığa çıkaran “RASÛL”ü mü?
İnsanların sonsuz azâptan korunup, sonsuz saadete ermelerini sağlayacak dünyevi bakış açısını ve uygulama biçimlerini teklif eden Allah “NEBΔsi mi?
Ciddî olarak düşünün bir; Tanrının Hz. Muhammed adlı Peygamberine mi inanıyorsunuz; “ALLAH Adıyla İşaret Edilen”in “Rasûl”ü ve “Nebî”si olan Muhammed Mustafa Aleyhisselâm'a mı?
Eğer, ikincisine inanıyorsanız… Birincisine inanmaktan hangi farklı yönleri var bu düşüncenizin, lafzından-sözcüklerinden başka? Bunları ayırın bakalım bir yana?
Bu hususları öncelikle çok iyi anlayalım ki, ondan sonra, “ALLAH Adıyla İşaret Edilen”in “RASÜL” ve “NEBΔsi olan MUHAMMED MUSTAFA isimli “KİTAB”ı “oku”maya çalışalım!.
O Zât’ın, hangi olayda, neyi nasıl değerlendirdiğini; olaylara bakış açısını; sorunların çözümünü “Allah”ta nasıl aradığını; sorunun çözümünün, olayları nereden nereye yönlendirilerek çözülmek istendiğini; insanların yaşamı ve olayları nasıl değerlendirmesi gerekliliğinin neden “Allah” bakışın dayalı nasıl olması îcâbettiğini “oku”maya hazırlanalım.
Bu arada da…
Kesinlikle bilelim ki;
Dünya ve âhıret saadetini istiyorsak, “ALLAH Adıyla İşaret Edilen”in son “Nebî”sine; “Hakikat”ımız olan “ALLAH Adıyla İşaret Edilen”e ermek istiyorsak “ALLAH RASÛLÜ”ne tâbi olmaktan başka şansımız ve çaremiz yoktur!.
Allah bu gerçeği farkettirsin, idrâk ettirsin, gereğini kolaylaştırsın ve hazmını versin!.
Ahmed Hulûsi
“SİSTEM'İN SESLENİŞİ” Kitabından
KURAN'I OKUMAK
“Kur’ân-ın RÛHU” başlıklı yazıda anlatmak istediklerimizi yanlış yorumlayan bazı anlayışı kıtlara, konuyu daha açıklıkla anlatmak gereği çıkınca, tekrar aynı konuya eğilmek mecbûriyeti ortaya çıktı..
Arap harfleriyle (mânâsını bilmeden de olsa) kelimeleri okuyabilmek, günümüzde “Kur’ân okumak” zannedilmektedir... Bazıları da, meâl okumayı “Kur’ân okumak” diye yorumlamaktadır.. Bunlar, Kurân “oku”manın ön aşamalarıdır, ancak...
Sistemi “OKU”maktan sözettiğimiz, gibi,
Kur’ân-ı “OKU”maktan da sözedilebilir...
Kur’ân-ı “OKU”mak nasıl olur?
Kur’ân-ı “OKU”mak, “Kur’ân-ın RÛHU”nu algılamakla mümkündür!.
“Kur’ân-ın RÛHU”nu algılamak ne demektir?
Kur’ân-ı Kerîm insanlara hangi amaçla nâzil olmuştur?
Kur’ân-ı Kerîm insanlara neler kazandırmak için nâzil olmuştur?
Kur’ân-ı Kerîm, insanları nasıl bir yaşama hazırlamak amacıyla nâzil olmuştur?
Kur’ân-ı Kerîm insanlara hangi özelliklerini bildirmek amacıyla nâzil olmuştur?
Kur’ân-ı Kerim, insanları, bir yaşam biçiminde sâbitlemek, kilitlemek; onlara tekâmülün kapılarını kapatmak için mi nâzil olmuştur; yoksa sürekli gelişmenin yollarını göstermek; farkında olmadıkları, ya da ellerinden alınmış hakları edindirmek; sonunda, kadın-erkek birarada “Halife” olmanın özelliklerini yaşamalarının çârelerini bildirmek amacıyla mı nâzil olmuştur?
Kur’ân-ı Kerim’in nâzil olan âyetleri, insanlara, birbirlerinin haklarına saygılı bir şekilde fakat sürekli ileriye dönük bir biçimde yaşamayı mı amaçlayan mâhiyettedir; yoksa onları geriye döndürmek için mi gelmiştir?
İşte bu soruların cevaplarını doğru olarak verebilirsek, “Kur’ân-ın RÛHU”nu algılamaya başlamış oluruz; bundan sonra da, bize Kur’ân-ı Kerîm’i “OKU”manın kapısı açılır, kilidi çözülür!.
Biz, yanlış anlayışımız dolayısıyla, Kur’ân-ı bloke etmiş, zincirleyip kilitlemiş ve çağlar öncesinin kutsal kitabı hâline getirmişiz!...
Oysa Kur’ân-ı Kerim, “RÛHU” ve HEDEFLERİ” îtibâriyle, insanlık yaşadıkça onlara ışık tutup yol gösterecek özelliklere sahiptir ki; bu yüzden de “ZAMANÜSTÜ” Kitap durumundadır!.
Kur’ân-ı Kerim’i, geldiği toplumlara yaptırttığı aşamalarla bloke edip; “insanlığa edindirdikleri orada bitmiştir; dolayısıyla o çağa ait bir kitaptır”, diye kayıtlamak, Kur’ân ’a büyük zulûmdür; bu da “Kur’ân RÛHU”nu algılayamamaktan ve Kur’ân'ı “OKU”yamamaktan kaynaklanan bir olgudur!.
Kur’ân, zekât bahsinde "Kırkta bir verin" derken, yirmide bir vermeyi yasaklamamaktadır!. Bu en alt sınır olarak, asgari-taban rakam olarak vurgulanmaktadır!...
Kadının hiç miras hakkı yokken, onlara asgari-taban pay olarak, yarım hisse kazandırılmıştır... Ama sen bire-bir erkekle eşit hisse tanırsan, bu asla “Kur’ân ‘ın RÛHU”na ters düşmez; ayrıca Kur’ân bunu engellemez, hattâ “RÛHU” îtibâriyle bunu öngörür!.
Yâni, Kur’ân ‘da verilmiş bulunulan haklar, asgari-gerisine dönülmez haklar olarak mütâlaa edilir; bunun daha arttırılamayacağı yolunda da ne bir Âyet vardır; ne de Allah Rasûlü'nün buyruğu!.
Bizler, Kur’ân-ı Kerîm’in “RÛHU”nu algılayamadığımız için, Kur’ân-ı “OKU”yamamakta; bu yüzden de, Âyetlerin lâfzında kalarak, bize verilen mesajı anlayamamaktayız!.
Bundan sonra da kalkıp, Kur’ân-ı Kerîm’i bu anlayışsızlığımızla BLOKE edip, “günümüze hitâp etmemektedir”, diye ahkâm kesmekteyiz!.
İnsanlar bir yasa yapmaya gerek duyduklarında, o yasayı çıkarmaya duydukları gerekçe, o yasanın rûhudur!. O rûha göre, o düşünce tarzına göre, uygun anlatım şekli bulunur ve cümlelendirilir ve böylece yasa maddesi meydana gelir... Hâkim yasayı uygulayacağı zaman, olay ile, o olayı değerlendiren bakış açısı arasındaki bağlantıyı kurar ve yasanın oluşmasına sebep olan gerekçeyi esas alarak, olayı değerlendirir.
Hâkim, yasayı, rûhuna uygun olarak değil de, lafzına göre değerlendirip karşısındaki olaya hükmederse, büyük olasılıkla yanlış yapabilir!.. Çünkü değerlendirmede esas, yasanın lafzı değil rûhu olmalıdır.
Yasalar, rûhuyla var olan varlıklardır; yalnızca lafzıyla var kabul edildiği zaman, amaçtan SAPMA meydana gelir!!. Hâkimin vicdânı, yasanın, rûhuyla olayı değerlendirmeyi sağlamak içindir!.
İşte Kur’ân-ı Kerîm'i “OKU”mak için de, Âyetlerin o olayda hangi amaçla, erkeğe veya kadına ne kazandırmak gayesiyle nâzil olduğuna bakmak ve ona göre değerlendirme yapmak gerekir!.
Dünyada, insanlık tarihinde en büyük devrimleri oluşturmuş olan Kur’ân-ı Kerîm'in bu “RÛHU”nu algılayamayarak, lafzında kalıp; işte insanlara kazandırdıkları bundan ibârettir; bunun ötesini de vermemektedir; yasaklamaktadır; demek en büyük gaflet ve zulûmdür!.
Köleliğin yerleşik olduğu toplumda, insanları kölelikten azâd etmenin en büyük ibadetten sayılacağını anlatan ve böylece köleliğe son vermeyi amaçlayan bir bakış açısını; İslâm, köleliği kabulleniyor, diye empoze edip, gerçeği saptırmak yalnızca art niyetlilikle tanımlanabilir.
İnsan haklarına tecavüzü engelleme dışında, hiç bir konuda zorlayıcı olmayan İslâm Dini’ni; Rasûlü’ne dahi, “sen onlar üzerine zorlayıcı değilsin” Âyetine rağmen, zorlayıcı ve baskıcı bir Din anlayışı diye ithâm etmek çok büyük bir haksızlıktır ve “Kur’ân RÛHU”nu hiç algılamamış olmanın açık bir ifade şeklidir!.
Dünyada, en geniş şekliyle özgürlüğe saygı, yalnızca İslâm Dini prensipleri içinde vardır; çünkü hiç bir konuda insanlara zorlama yoktur Kur’ân-ı Kerîm’de!.
Kur’ân-ı Kerîm, insanlara geleceklerinin huzur ve saadet getirmesi için gerekli olan fikirleri TEKLİF EDER; bunları uygulayanların kazançlı çıkacağını; uygulamayanların da karşılaşacakları şartlar dolayısıyla büyük pişmanlığa düşeceklerini ve bunu asla telâfi edemeyeceklerini bildirerek; yapmaları gerekenleri bildirir... Bundan sonra ne bir ferdin, ne de devletin kişi üzerinde bunları uygulama konusunda ZORLAMA yetkisi yoktur, “İslâm Dini’nin RÛHU”na göre... Çünkü herkes, kendi aklı ve mantığıyla bu teklifleri değerlendirecek; dilediğini, kimsenin baskı ve zoru olmadan yapacak; sonucuna da katlanacaktır!.
Gâfillerin veya câhillerin “Kur’ân-ı Kerîm'in RÛHU”nu okuyamamaktan dolayı edinmiş oldukları yanlış kanaâtler, İslâm Dini’ni bağlamaz!.
Kur’ân-ı Kerîm'i “OKU”yamayanların yanlış yorumlarına kapılıp, İslâm’dan ve Kur’ân'dan mahrum kalmanın mâzereti olmaz!.
Ölümötesi yaşamda mâzeret kavramı geçersizdir!. Kişi yalnızca otomatik olarak dünyada yaptıklarının sonuçlarını yaşar. Bu yüzdendir ki tanıtmak veya her FERD, Kur’ân-ı “OKU”mak ve İslâm Dini’ni bizâtihi öğrenmekle mükelleftir, kendi geleceği açısından; yanlışları hakkında, "çevremdeki müslümanlar böyle yapıyorlardı." mâzereti asla geçerli değildir; Dini, müslümanlara bakarak değil, Kur’ân ‘a bakarak öğrenmek herkes için farzdır... Bunu yapmayan sonuçlarına âhirette katlanır!.
Öyle ise, artık farketmeliyiz ki...
Kadın-erkek tüm inananlara “Halife” olarak yaratılmış bulunduklarını farkettirmek ve gereğini yaşatmak için; ölümötesi yaşam şartlarını bildirip, ölümötesi yaşamın güzelliklerinin elde edilmesinin öğrenilmesi amacıyla nâzil olmuş bulunan Kur’ân-ı Kerim’i “OKU”mak ve değerlendirmek, kişinin kendisi için yapacağı en yararlı çalışmadır... Dileyen bunu yapar, semeresini elde eder; dileyen de önemsemez ve sonuçlarına âhirette katlanır!.
Ne “ALLAH İsmiyle İşaret Edilen”in, ne de Rasûlü Muhammed Mustafa Aleyhisselâm'ın, bizlerin ne imânına ne de îmânın gereği olan fiillerimize ihtiyacı yoktur; herşey ferdin geleceğiyle ilgili olarak FERDE teklif edilmiştir...
Ne mutlu Kur’ân-ı Kerim'i “OKU”yup gereğiyle yaşayabilenlere.
Ahmed Hulûsi
“SİSTEM'İN SESLENİŞİ” Kitabından