Sonuç olarak bir mezhebe bağlanmak şart değildir ancak bir bilenin yorumlarından da faydalanmak güzeldir...Şöle düşünelim Hz Ebubekir sıdk lakabını Almış bir sahabedir..Onunla giderken bir olay cereyan etse ve bizden bu olay karşısında şöle şöle yap diye söylese hemen uyarız...Çünkü Kuran'a ve hadislere bizden daha hakim bir insandır...Onun Ayetleri veya hadisleri yanlış analayıp hata etmesi bizden çok daha düşüktür...
Buna paralel olarak belli bir mezhebe bağlanmak zorunluluğu diye birşey olamaz...Yahut mezhep değiştirmekte de bir sakınca yoktur...Çünkü mezhepler her ne kadar bilgili kişilerin düşüncelerinden oluşsada sonuçta Allah kelamı ya da bir peygamber sözü(ki O da bir Allah kelamıdır) değildir bundan dolayı kesin bir hüküm olamazlar...Hatta gerektiğinde başka bir mezhebe göre de amel edilebilir...
Sonuç olarak mezhepler Ayet veya Hadis gibi kesin hükümler içermese de bize yol gösteren birer telkincidir....
Daywalker kardeşim konu çok önemli biraz açalım diye düşünüyorum Bir mezhebe bağlanmama düşüncesi mezhepsizlik demektirki her türlü tefrikaya ve şirke açık bir ortamın doğmasına sebep olur.
Muhammed Zaid el-Kevseri Hz leri "mezhepsizlik dinsizliğin köprüdür" derken neyi anlatmak istemiştir bunu anlamak lazımdır.
Mezhep imamı demek, Kur’an-ı kerim ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshab-ı kiramdan işiterek toplayan, kitaba geçiren büyük âlim demektir. Açıkça bildirilmeyenleri, açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek meydana çıkaran derin âlimlerdir. Eshab-ı kiramın herbiri müctehid ve mezhep imamı idi. Herbiri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezhep imamlarımızdan daha üstün idi. Mezhepleri daha kıymetli idi. Fakat, bunlar kitaplara yazılmadığı için, mezhepleri unutuldu. Peygamberin, sahabenin mezhebi nedir demek, Ordu kumandanı, hangi bölüğün eridir veya Fizik öğretmeni, hangi sınıfın talebesidir demeye benzer. Çünkü sahabenin herbiri bir mezhep imamı, hatta mezhep imamlarının hocaları idi. Resulullah efendimiz de kâinatın hocası idi.
Mezheplerin gereksizliğine inanlar için örnekleme yapalım:
Milli eğitime bağlı okullar, sınıflar, müdürler, öğretmenler ve öğrenciler vardır. Okul ile sınıf, müdürle öğretmen mukayese edilmez. Çünkü hepsinin görevleri farklıdır. Öğretmenle öğrenci de mukayese edilmez. Öğrencileri müdür veya öğretmen yerine, öğretmenleri de öğrenci yerine koymak yanlış olur. Öğretmen veya müdür hangi sınıfın öğrencisi denemeyeceği gibi, şu öğrenci, hangi okulun müdürü denmez. Öğretmen ve müdüre öğrenci denmez.
Atalarımız, Temsilde hata olmaz demişlerdir. Müctehid âlimler birer öğretmen gibidir. Mutlak müctehidler ise müdür gibidir. İnsanlar da öğrenci gibidir. Öğretmene, bu hangi okulun müdürü denmeyeceği gibi, öğrenciye de hangi okulun öğretmeni denmez. Öğrenciler öğretmene tâbi olduğu gibi, insanlar da müctehide tâbi olur.
Öğretmenler nasıl müdüre bağlı ise, tamamı müctehid olan Eshab-ı kiram da, Resulullah efendimize bağlı idiler. Tabiinde ise müctehidler ve halk var idi. Halk müctehidlere tâbi oluyordu. Halkın mezhebi tâbi olduğu müctehidin mezhebi idi. Mezhepsiz kimse yok idi.
Eshab-ı kiram, Resulullaha değil, biz yalnız Allah’a tâbiyiz demediler ve demeleri de mümkün değildir. Sıradan bir müslüman da, Müctehide tâbi olmam, ben yalnız Resulullaha tâbi olurum diyemez. Müctehid, Allah’ın ve Resulünün emirlerini bildiriyor. Müctehide uymak Allah ve Resulüne uymak demektir. Bugün ise, bazı mezhepsizler, müctehide değil, Resulullaha bile tâbi olmayı uygun görmüyorlar. Yalnız Kur’ana tâbiyiz diyorlar.
Nasıl ki öğretmen müdüre, müdür de Milli eğitim Bakanına, Milli eğitim bakanı da Başbakana bağlı ise, insanlar bir müctehide, müctehidler mutlak müctehide, mutlak müctehidler de Resulullah efendimize bağlıdır. Bağsız yani mezhepsiz kimse yok idi.
Ordudaki misal daha cazip. Bütün subayların bir sınıfı olur. Topçu yüzbaşı, piyade albay gibi. Ama general olunca artık sınıf kalmaz. Topçu general olmaz. Artık o bütün sınıfların generalidir. Generaller de, sınıfsız ama, onlar da ya havacı, ya karacı veya denizcidir. Bunlardan birinde olmayan general olmaz. Bunlar da, ordu komutanlıklarına, ordu komutanları da hava, deniz veya kara kuvvetlerine bağlıdır. Kuvvet komutanları genel kurmaya bağlıdır.
Dikkat edilirse, gerek eğitim sisteminde ve gerekse orduda bağımsız bir kurum yoktur. Herkesin bağlı olduğu, sorumlu olduğu bir yer vardır.
İnsanlar birer er gibidir. Bağlı oldukları bölükler, taburlar alaylar vardır. Ben genel kurmay başkanına bağlıyım bölük komutanını falan takmam diyemez. Müctehidler generaller gibidir. Mutlak müctehidler kuvvet komutanları gibidir. Resulullah efendimiz de genel kurmay başkanı gibidir. Genel kurmay başkanı, hangi bölüğün eri veya hangi kuvvet komutanlığına bağlı denilemeyeceği gibi, Eshab-ı kiramın veya Resulullahın mezhebi ne idi denemez.
Bu durum iyice anlaşılınca, herkes haddini bilmeli, er olan erim demeli, subayla, generalle benim aramda ne fark var dememeli. Bir müslüman da müctehidle boy ölçüşmemeli. Hatta Peygambere bile uymayıp ben Kur’ana göre hareket ederim demesi ne kadar yanlıştır.
Mezhepsizlik niçin dinsizliğin köprüsüdür?
Bilindiği gibi İslam Dünyası’nda başgösteren -ve genellikle Cemaleddin Efgani ile başlatılan- “yenilikçi” hareketin en önemli taleplerinden birisi belki de birincisi, Müçtehit İmamlar’ın içtihatlarının artık eskidiği, miadını doldurduğu ve bugünün meselelerine çözüm getirmekten uzak kaldığı gerekçesiyle yeni içtihatlar yapılmasıdır. İslam Hukuku’nun (Fıkıh) modernize edilmesi ve çağa uydurulması için, içtihat mekanizmasınının temel unsurları ve belirleyicileri olan Kitpa, Sünnet, İcma ve Kıyas’ın yeniden gözden geçirilmesi ve akılcı bir bakış açısıyla yeni yorumlara ve fonksiyonlara kavuşturulması şeklinde başlayan bu hareket, geçen zaman içinde muhtelif veçhelere büründü ve farklı yönelişlere teşne oldu.
Her ne kadar yenilikçilerin muhtelif konularda birbiriyle bağdaşmayan çeşitli görüşleri ve bu görüşler etrafında -taraftarları ve karşıtları arasında- cereyan eden tartışmalar konumuzla yakından ilişkili ise de, bu yazının amacı bu ayrıntıya girmek olmadığından, burada sadece yukarıdaki kuşbakışı tesbite şu noktayı eklemekle yetineceğiz: Az önce “yenilikçi” hareket şeklinde ifade ettiğimiz reformist/ modernist yaklaşımın talepleri ve teklifleri elbette Fıkıh ve İçtihat sahalarına münhasır değildi. Bu hareketin boyutlarının kaçınılmaz olarak Akait alanına da uzandığını müşahade etmekteyiz.
Nitekim Cemaleddin Efgani’den başlayarak Fazlür Rahman’a ve oradan da günümüz Türkiye’sindeki bazı isimlere uzanan “ibrahimi dinlerin diyaloğu” söylemi, (kimi zaman bu dinlerin esasta bir olduğu, kimi zaman da Ehl-i Kitab’ın da cennete gideceği şeklindeki iddialarla) reformist/modernist çevrelerin üzerinde ısrarla durdukları bir tez olarak canlılığını muhafaza etmektedir.(2)
Her ne kadar meselenin bu boyutu konumuz ile yakından ilişkili değilmiş gibi görünse de, bu yazının başlığı, bu boyutu da ilgi alanımız içine sokmaktadır. Zaten aşağıda izleyeceğimiz 4 merhalenin sonuncusu üzerinde dururken bu nokta kendiliğinden tebellür edecektir...
Evet, reformist/modernist çevrelerin talepleri “yeni içtihatlar yapılmalıdır” söylemiyle, aslında “eski” içtihatların Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas hakkındaki değerlendirmelerinin geçersizliğini dile getirmiş oluyordu. Peki bu 4 asıl hakkında reformist/modernist çevrelerin yaklaşımı genel olarak nasıldır?
Bu sorunun cevabını, söz konusu 4 aslın sonuncusundan başlayarak verecek olursak :
1.Kıyas: Kıyas, nasslardaki hükmün dayandığı illetin tesbitine dayanan bir faaliyettir.(4) Dolayısıyla tabiatı gereği, ahkama ilişkin nassların tek tek ele alınması ve hükme temel yapılması esasına dayanır.(5) Oysa nassların tümünün bir arada değerlendirilmesi (tümevarım) yoluyla mesajın özü/ ruhu kaynaklanarak buradan bütünlük arzeden bir metodoloji geliştirilmeli ve çözüm bekleyen meselelere ve metodoloji esas alınarak cevap verilmelidir.
Reformist/modernist çevreler, bu yaklaşımlarına, Maliki mezhebinde tali (ikincil) bir delil olan “maslahat” unsurundan ve özellikle Endülüs’lü Maliki fakihi eş-Şatıbi’nin bu unsur hakkındaki değerlendirmelerinden de destek aramayı ihmal etmediler.
Çerçevesi şu ana kadar net olarak çizilememiş olan “Kur’ an’ın ruhu” söylemi ve maslahat prensibinin -belirleyicilik alanı Maliki mezhebinin yaklaşımını çok daha fazla aşacak şekilde(6)- devreye sokulması sonucu Kıyas prensibi devre dışı bırakılmış oluyordu.
2 İcma: Sahabe’nin ileri gelenleri tarafından işletilmeye başlanmış bulunan İcma prensibi Fer’i bir mesele hakkında bir dönemde yaşayan bütün müçtehit imamların içtihatlarının aynı doğrultuda oluşması demektir. Tafsilatını yine Usul-i Fıkıh kitaplarına havale edeceğimiz bu prensip de reformist/modernist çevreler tarafından aşındırılmaya çalışılmıştır. İcma’nın vukuunun mümkün olmadığı: hakkında icma bulunduğu söylenen meseleler hakkında, iyi araştırıldığında aslında ihtilaf bulunduğu, tarihin bir döneminde meydana gelmiş bir icmanın, başka bir dönemde aynen kabul edilmesinin, insan aklının dondurulması demek olacağından, böyle birşeyin kabul edilemeyeceği gibi bir çok gerekçeye dayandırılan İcma itirazları, İmam eş-Şafi’nin konu hakkındaki bazı değerlendirmeleri de istismar edilmek suretiyle(7) güçlendirilmeye çalışılmıştır.
Oysa İcma, fer’i bir hüküm hakkındaki bir naasa dayanıyorsa, o naasın bildirdiği hükmü zanni olmaktan çıkarıp kat’i kılması ve İslam Hukuku alanında derin vukufiyet sahibi Müçtehit İmamlar’ın konsensüsü olması bakımından İlahi İrade’nin tesbitinde elbette belli bir fonksiyon icra etmektedir.
Üstelik reformist/modernist çevreler, İcma hakkındaki değerlendirmelerinde yukarıda söylediğimiz noktada da durmadılar. Birtakım hadislerde geçen “ümmet” kelimesinin, Ümmet-i Davet dediğimiz gayri müslimler ile Ümmet-i İcabet dediğimiz müslümanlar arasında herhangi bir ayrım yapmadan tümünü, tüm insanları kapsadığını ileri sürerek, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’in ümmetinin bütün insanlık olduğunu söylediler.(8)
Bizzat Allah Teala’nın Kitabı’nda ve Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)in Sünneti’nde en keskin hatlarla çizilmiş olan iman/ küfür sınırı, reformist/modernist çevreler tarafından böylece ortadan kaldırılmış ve bunun yerine, özellikle masonik çevrelerin dillendirdikleri “insanlık din, tüm insanların kardeşliği” sloganları, İslami kılıflara büründürülerek yeniden ifade edilmiş oluyordu.
3. Sünnet: Mezhep İmamları’nın içtihatlarının büyük bir kısmının Sünnet’e dayanıyor olması ve Sünnet’in ve hadislerin birçok noktada rasyonel bakış açısına aykırılıklar arzettiğinin kabul edilmesi, temelde akılcılığa (rasyonalizm) dayanan reformist/modernist hareketi, Sünnet’i ve hadislari de “sorgulamaya” itmiştir. Tabiatiyle modern akla ve bugünkü bilimsel verilere uymadığı kabul edilen birçok hadis, bu bakış açısı tarafından “uydurma” olarak kabul edildi.
Bu yaklaşımı desteklemek için, sadece Kur’an’ın ilahi garanti altında olduğu ve Sünnet için böyle bir garantiden söz edilemeyeceği temel bir tez olarak ısrarla işlendi. Zira işin içine beşer unsuru girdiği anda şüpheci davranmak “bilsel” davranışın bir gereği idi. Geçmiş alimler tarafından sahih olarak kabul edilmiş olsa da, pek çok hadis, reformist/modernist çevreler tarafından “uydurma” olarak damgalandı. Böylece Sünnet’ in büyük bir kısmından kurtulma imkanı doğmuş oluyordu.
Burada, alimlerin (buradaki “alimler”den kastımız, özellik Fıkıh ve Usûli Fıkıh alimleridir), mütevatir ve meşhur kategorisine girmeyen hadisleri “ahad hadis” (veya “haberi vahid) olarak değerlendirmeleri ve bu tür hadislerin ilim bildirmeyeceğini söylemeleri de, reformist/ modernist çevreler tarafından iddialarını destekleyici bir unsur olarak kullanıldı.
Burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, “Kur’an’a aykırı hadis olamayacağı” söylemidir. Bu söyleme göre eğer herhangi bir hadis isterse eski alimler tarafından mütevatir olduğu söylenmiş olsun Kur’an’a aykırılık teşkil ediyorsa, onun sahih olarak kabul edilmesi söz konusu olamaz.
Oysa Kur’an’a aykırı görüldüğü gerekçesiyle uydurma olduğu söylenen hadisler hakkında, meseleyi bütün veçheleriyle araştırmadan verilen bu hükümler, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’in Sünneti’nin büyük bir kısmının iptal edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir.
Meselenin bir diğer yönü de, Sünnet’in yol göstericiliğine baş vurmadan Kur’an’a doğrudan gitme söyleminin bünyesinde barındırdığı tehlikeler ile karşımıza çıkmaktadır. Tam bu noktada 4. merhale ile karşı karşıya geliyoruz ki, meselenin en can alıcı noktasını da burası oluşturmaktadır.
4. Kur’an: Kur’an ayetlerinin anlamı ve ihtiva ettiği hükümlerin anlaşılıp uygulanması noktasında Sünnet’in otoritesi de dahil olmak üzere hiçbir vasıta kabul etmeye yanaşmayan reformist/modernist anlayış, bu aşamada artık önünde uçsuz bucaksız bir hareket alanı bulmaktadır. “Fikir hürriyeti”, “Allah’ ın Kitabı’na aracısız olarak baş vurmak”, “Kur’an’ın, kendisini “açık/anlaşılır” bir kitap olarak nitelendirmesi”... gibi pek çok söylem burada devreye girdi ve artık her isteyen, Kur’an ayetlerinden istediği hükmü çıkarma “özgürlüğüne” kavuşmuş oldu. Yüzyıllar içinde bitmez tükenmez samimi çabalarla ve tam bir ehliyetle vücuda getirilmiş olan Tefsir ve Fıkıh kitapları, Müfessirler, Fakihler ve diğer ulema, binbir ithamla töhmet altında bırakıldı ve asırların bilgi birikimi hoyratça çiğnenerek devre dışı bırakıldı.
Oysa Kur’an’ın doğru anlaşılması ve tefsirin öncelikle ilmiliği ispatlanmış bir metot geliştirilmesi gerekir. Böyle bir metod olmadan Kur’an’dan hüküm çıkarmak, onu tahrif etmekle eş anlamlıdır.
Nitekim günümüzde bunun büyük bir rahatlıkla yapıldığını görmekteyiz. Her isteyen, Kur’ an’dan istediği hükmü çıkarmakta ve “ben böyle anlıyorum” diyerek işin içinden sıyrılmaktadır.
Tevrat ve İncil’in aslında çok da fazla tahrife uğramadığı, dolayısıyla bu kitaplara inanan Yahudi ve Hristiyanlar’ın da “hak din” ve “tevhid dini” üzere olduğu hükmünden tutunuz, Kur’an’da yer almayan bir hükmün Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’in de olsa hiç kimse tarafından konamayacağı tesbitine kadar, aslında İslami olmayan pek çok anlayış, güya Kur’ an merkeze alınarak vaaz edildi. Kur’an ve Sünnet tarafından konmuş olan en temel sabiteler bile yıkılıp geçildi ve ortaya ne idüğü belirsiz bir din çıktı. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç kimsenin hiçbir anlayış ve hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa da kabilinden varla yok arası bir din!
İşte bu yazının başından beri 4 merhale halinde sıralamaya çalıştığımız bu hareket, aşama aşama bu noktaya geldi. Din’de Mezhep’in niçin önemli olduğu tam bu noktada kendisini bütün ağırlığıyla hissettirmektedir. Çünkü Mezhep, dini haysiyettir, din hakkında konuşmanın ve dini bir hüküm vermenin kuralı, çerçevesi ve sistemidir. Mezhep, metod demektir; mezhepsizlik ise metodsuzluktur. Metodsuz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet ise karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye mahkumdur. Mezhep tanımayan insan, kendisini metodsuzluğa, karmayaşa ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, Allah’ın dini hakkında söylediği her söz ve ileri sürdüğü her görüş, daha baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir.
Kendisini mezhep imamlarından üstün ve onların kurdukları sistemleri yıkma selahiyetinde gören kimseler, aslında dini bir kurumu tahrip etmiş olmaktadırlar. Bunun neticesi ise, yukarıdan beri gördüğümüz gibi sonunda zarüra-ı diniyye dediğimiz alana kadar gitmektedir. Zira bu hereket, nerede duracağı -onu yürütenler tarafından bile- önceden kestirilemeyen bir “kör gidiş”i ifade etmektedir.
Mezhep tanımadığını söyleyenlere sorunuz; Bugüne kadar Kur’an ve Sünnet’i anlama ve onlardan hüküm çıkarma konusunda geliştirdiğimiz dört başı mamur bir usûl metod var mıdır?
Bu soruya verebilecekleri en küçük bir olumlu cevap yoktur. Mezhep ve metot tanımadığını, geçmiş ulemanın bize bıraktığı devasa ilmi mirası yıkmakla, yıpratmakla meşgul olmaktan başka bir mahareti olmayan böyle kimseler, kendi içlerinde korkunç çelişkilere düşmekten kurtulamıyorlarsa, sebebi burada aranmalıdır.
Her ne kadar hiçbir mezhebe bağlı olmama düşüncesi mutlak olarak ve her zaman yukarıda çerçevesini çizdiğimiz “dinsizlik” vakıasına götürmese de, bu başlangıcın, genellikle bu sona götürdüğünü de görmezlikten gelmemiz mümkün değildir.
İşte bugün aşama aşama gelinen noktada bizzat Allah Teala ve O’nun Resulû tarafından çizilmiş olan iman-küfür sınırının pek çok reformist/modernist tarafından ortadan kaldırılması, Muhammed Zaid el-Kevseri merhumun, bu yazıya başlık olarak seçilen sözünün ne kadar doğru ve hikmetli bir söz olduğunu en anlaşılır bir biçimde ortaya koymaktadır.
Selam, hidayete tabi olanlara...Selam ehli sünnet vel cemaat yolunda olanlara..
(alıntıdır)
Mezhep değiştirmeyi açalım:
Himmetleri, niyetleri ve çıkış noktaları itibariyle dört hak mezhep bünyesinde yetişmiş, gelişmiş ve muhtelif içtihatlarda bulunmuş her bir imamın ve her bir müçtehidin, aynı kaynakları esas aldığından, aynı kaynaklardan beslendiğinden ve “Allah katındaki doğruyu” tesbit etmek için azamî gayreti sarf etmiş olduğundan zerrece şüphemiz yoktur ve olmamalıdır. Kaynaklar birdir. İçtihatlarla amaçlanan hedefler de birdir. Her birinin gâyesi, Müslümanların, Allah’ın dînini, Allah’ın Kitap ve Sünnet aracılığıyla bizlere ulaştırdığı “vahy’e” uygun bir şekilde yaşamalarına hizmet etmek olmuştur.
Hareket noktaları ve hedefleri bir olunca, detaydaki farklılıkları olağan görmek, hattâ İslâmiyet’in düşünme ve içtihada verdiği eşsiz değerin bir tezâhürü olarak “çözüm zenginliği” olarak telâkkî etmek gerektir. Böyledir de. Bir mesele, A mezhebinde farklı, B mezhebinde farklı bir hüküm içinde telâkkî edilmiş olabilir. Bunu hiçbir biçimde, “Hak birdir, nasıl böyle farklı mütâlaalar hak olabilir?” tarzında düşünmemek lâzım. Böyle bir asrî sorunun gelebileceğine ihtimâl veren Bedîüzzaman Hazretleri (ra), bu soruyu kendisi sorar ve yine kendisi cevaplar: Suyun, beş muhtelif mîzaçlı hastalara göre beş hüküm aldığını; birisine, hastalığının mîzacına göre ilâç olan ve tıbben vacip olan suyun, diğerinin hastalığı için zehir gibi muzır olabilmekte ve bu kişiye de tıbben haram olmaktadır. Bir diğerine az zarar veriyor ise, tıbben mekruh olduğu; bir başkasına ne zarar, ne menfaati varsa tıbben mubah; bir diğerine ise zararsız menfaati var ise tıbben sünnet olduğuna hükmedilebiliyor, beşine de hak nazarıyla bakılabiliyor ve “Su yalnız vâciptir; başka hükmü yoktur!” demek nasıl mümkün olmuyor ise; Allah’ın hükümlerini de, mezhepler farklı bakış açılarından değerlendirebilmekte ve her bir değerlendirme de “hak” olabilmektedir.1 Bu durumda Müslümanların, dört hak mezhepten birisine uymaları ve amellerinin bu mezheplerden birinin hükümlerine muvâfık olması, istikâmet üzere olmaları açısından yeterli bulunmaktadır.2
Bir mezhepten diğerine bütünüyle geçmek câiz olduğu gibi; kendi mezhebini terk etmeksizin, bazı hususî mes’elelerde, ihtiyaç olduğu anda, diğer bir hak mezhebin hükmüne uymak da câizdir. Meselâ, Hanefî mezhebinde akıntılı özür sahibi bir hastanın abdesti vaktin çıkmasıyla bozulur; Mâlikî mezhebinde bozulmaz. Böyle bir Hanefî Müslüman abdest alırken Mâlikî mezhebinin de şartlarına riâyet etmesi hâlinde, yeni giren vakitte abdest alabilecek güç ve tâkatten mahrum olduğunda, Mâlikî mezhebine ittibâen namazını kılabilir. Mâliki mezhebinin burada çözümde gösterdiği esneklik Müslüman’ın bir zenginliğidir; ıztırar ve ihtiyaç içindeki bir Müslüman için neden uygulanır olmasın?
Ancak bir mezhep keyfî olarak terk edilmemeli, bir diğer mezhebin içtihatlarına keyfî olarak sığınılmamalıdır. Bilhassa bulunduğumuz çevre halkının mezhebine aykırı tercihlerde bulunmanın, bir takım yanlışlıklara ve yanlış anlamalara da sebebiyet vereceği unutulmamalıdır. Yeni bir mezhep tercihinde bulunmak isteyen birisi, bu yeni mezhebin hükümlerini öğrenir ve uygulamaya başlarsa, mezhebini değiştirmiş olur.
Farklı içtihat tercihi, kendi mezhebine göre amel işledikten sonra yapılmaz. Meselâ, bir Şâfiî Müslüman, namazını kıldıktan sonra, hanımına çıplak eli ile dokunduğunu hatırlamış olsa; kendi mezhebine göre abdesti bozulmuş olduğundan, namazını abdestsiz kılmış olur ve namazını iâde etmesi gerekir. “Namazım Hanefî mezhebine göre sahih oldu” diyemez. Ancak böyle bir Müslüman hanımına dokunduğu halde bunu hatırlamamış olsa, kendisine de hatırlatılmamış olsa namazının Hanefî mezhebine göre sahih olduğuna hükmedilir. Çünkü dinde zorluk yoktur.
Sahip olduğumuz mezheplerin diğer mezheplere göre farklı içtihatlarına saygı duymak, farklı içtihatları hak olarak bilmek ve riâyet etmekle yükümlü olduğumuzu aslâ unutmamalıyız.
Cenâb-ı Hak cümle ehl-i îmânı istikâmetten ayırmasın; âmin.