Osmanli Padisahlari Neden Hacc'a Gitmedi?

peace_346

New member
Katılım
2 Eki 2005
Mesajlar
1,820
Reaction score
0
Puanları
0
Yaş
35
Osmanlı padişahları tüm icraatlarını şeyhülislâmın fetvasına dayandırmak zorundaydılar... Bu hükümden biraz olsun ayrılan (Meselâ; Yavuz Padişah, bir gün Hıristiyanların zorla Müslüman yapılmasını emredince, Şeyhülislâm Zembilli Ali Cemali Efendi buna şiddetle karşı çıkmış, böyle bir yetkisi olmadığını, ısrar etmesi halinde ise tahttan indirilmesi için "fetva" vereceğini söylemişti. Yavuz Padişah ancak bu ciddi tehdit karşısında verdiği karardan dönmüş, iş tatlıya bağlanmıştı) padişahlar, karşılarında şeyhülislâmı buluyor, şiddetli tepki görüyorlardı. O kadar ki; Kanuni Süleyman, her icraatını Şeyh'in fetvasına uygun yaptığını göstermek için, fetva dolu sandığın mezarına konmasını istemiş. İslâm inancında buna yer olmadığını söyleyerek merak içinde sandığı açtıran Şeyhülislâm, kendi fetvalarını görünce, başını ellerinin arasına alıp şöyle mırıldanmıştı: "Sen kendini kurtardın Süleyman, ya biz kendimizi nasıl kurtaracağız!" Böyle bir dünyada, dinin hükmüne aykırı icraat yapmanın imkânsızlığı ortadadır.
Demek oluyor ki; padişahların hacca gitmemesi, altıyüz yıl Osmanlı'yı İslâm çizgisinde tutmak için kılı kırk yaran İslâm âlimlerinin fetvasıyla gerçekleşmiştir. Peki, ama neden böyle bir fetva verdiler?.. 1. Osmanlı Devleti "İ'lâ-yı Kelimetullah" (Allah inancını yayma) gibi bir misyon üstlendiğinden sürekli savaşın içindeydi. Savaş içindeki bir ülkenin padişahı, uzun süre başkentten ayrılamazdı. Hac ise, o günlerin şartlarında aylar sürüyordu. Bu zaman içinde devlette fitne çıkabilirdi. Sultan İkinci Murad'ın (Fatih'in babası) Manisa'ya çekilmesini fırsat bilen Avrupa'nın, Macaristan öncülüğünde birleşip Osmanlı üstüne haçlı seferi açtığını unutmayalım. 2. Padişahlar sıradan vatandaşlar gibi tek başlarına hac edemezlerdi. Kara ve deniz yoluyla giderken uğrayabilecekleri saldırılardan korunabilmek için yanlarına bir ordu almaları gerekiyordu. Ayrıca aşçıları, özel muhafızları, danışmanları, vezirleri ve komutanları da yanlarında olmalıydı.

Devlet boşluk kabul etmez. Bu yüzden padişahlar hacca giderken de devleti idare etmek zorundadırlar. Elçiler gönderecekler, gelen elçileri kabul edecekler, geçtikleri bölgelerin fukarasına sadaka dağıtacaklardı... İstanbul'la aralarındaki iletişimin devamı için de, ulakların (habercilerin) sürekli gelip gitmeleri gerekiyordu... Yani hacca, savaşa gider gibi gidecekler, bunun için de çok büyük masraflara katlanacaklardı... Hiçbir padişah, kişisel servetinden bunu karşılayamazdı! Çünkü hiçbir padişah o kadar zengin değildi. Masrafları devlete yüklemeleri ise adil olmazdı: Neden derseniz, hac devletin üzerine değil, kişinin (yani padişahın) üzerine farzdır... Fetva işte bu değerlendirmeler sonucu verilmiş, padişahlar bu yüzden hacca gitmemişlerdir. Ama her yıl "Sürre Alayı" ile Mekke ve Medine halkını altına boğar, bölgede tek bir fukara bırakmazdı... Peygamber mirasına da ölümüne sahip çıkardı.


"Padişah-ı alem olmak bir kuru kavga imiş - Bir veliye bende olmak cümleden ala imiş."

Yavuz Sultan Selim Han
 
Amr bin As' ın Hidayeti

AMR B. AS'IN HİDAYETİ

Amr b. As r.a. anlatıyor:

Hendek savaşından Mekke'ye döndüğümüzde, Kureyş'ten benim gibi düşünen bazı kimseleri bir araya getirdim. Onlar beni dinlerlerdi. Onlara:
- Biliyorsunuz, Muhammed gittikçe kuvvetleniyor, hem de korkunç bir şekilde güçlenmektedir. Ben bu konuda birşey düşünüyorum. Acaba siz ne dersiniz? diye sordum. 'Görüşün nedir?' dediler. Ben de:
- Beraberce gidelim Habeş Kralı Necaşi'ye sığınalım, onun yanında olalım. Eğer Muhammed bizim kavmimize galip gelirse, biz Necaşi'nin yanında kalırız. Onun elinin altında olmamız, Muhammed'in elinin altında olmaktan daha iyidir. Eğer bizimkiler galip gelirse, zaten bizi biliyorlar. Onlardan bize sadece iyilik gelebilir, dedim.

Arkadaşlarım bunun tek yol olduğunu söylediler. Bunun üzerine ben: 'O halde, Necaşi'ye vereceğimiz hediyeleri hazırlayınız.' dedim.
Necaşi'nin hoşuna gidecek hediyelerin başında tabaklanmış deri vardı. Biz de ona çokça deri topladık. Sonra Mekke'den yola çıkıp, Necaşi'ye vardık. Biz orada iken, Amr b. Ümeyye de geldi. Hz. Peygamber, Amr'ı Necaşi'ye Cafer ve arkadaşları için göndermişti. Amr, Necaşi'nin yanına girdi, sonra da çıktı. Arkadaşlarıma dedim ki:
- Bu zat Amr b. Ümeyye'dir. Eğer Necaşi'nin yanına girip de onu bana teslim etmesini istesem, o da onu bana verse de onun boynunu vursam, Kureyşliler bunu bir mükâfat gibi kabul ederler. Çünkü böylece Muhammed'in elçisini öldürmüş olurum.

Bu fikirle Necaşi'nin huzuruna girdim. Daha önce yaptığım gibi secde ettim. O da:
- Dostum Amr'a merhaba, dedi. Bana memleketinden bir hediye getirdin mi?
- Evet ey kral! Sana birçok deri getirdim.
Sonra derileri Necaşi'ye takdim ettim, hoşuna gitti. Dedim ki:
- Ey kral! Ben yanından çıkan bir kişi gördüm. O, bize düşman bir kişinin elçisidir. Onu bana ver ki öldüreyim. Çünkü o bizim ileri gelenlerimizden birçok genci öldürdü.
Necaşi müthiş öfkelendi. Sonra eliyle burnuma vurdu. Zannettim ki burnum kırıldı. Eğer yer açılsaydı korkudan girerdim. Dedim ki:
- Ey kral! Eğer hoşuna gitmeyeceğini bilseydim, bunu senden istemezdim. Necaşi:
- Kendisine, Musa'ya gelen en büyük Namus'un (Cebrail'in) geldiği bir kişinin elçisini sana vermemi nasıl isteyebilirsin?
- Ey kral! Gerçekten böyle midir?

- Behey azaba uğrayasıca, beni dinle de ona tabi ol! Çünkü o, Allah'a yemin ediyorum, Hak üzeredir ve kendisine karşı gelenlere, tıpkı Hz. Musa'nın Firavun ordusuna galip geldiği gibi galip gelecektir.
- O halde, onun namı hesabına İslâm üzerine benimle biat eder misin? dedim. Necaşi evet dedi ve elini uzattı. İslâm üzerine Necaşi'ye biat ettim.
Sonra arkadaşlarımın yanına vardım. Müslüman olduğumu gizledim. Daha sonra Hz. Peygamber'e gitmek üzere yola çıktım. Yolda Halid b. Velid'e rastladım. Bu hadise Mekke'nin fethinin biraz öncesindeydi. O da Mekke'den geliyordu. Ona:
- Ey Eba Süleyman, nereye gidiyorsun? dedim.

- Andolsun, iş açığa çıkmış ve başarıya ulaşmıştır. Kesinlikle o kişi peygamberdir. Gideceğim ve müslüman olacağım. Sen daha ne zamana kadar inat edeceksin? dedi. Ben de ona:

- Andolsun ki ben de müslüman olmak için geldim, dedim.
Halid'le beraber Medine'ye, Peygamber s.a.v.'e vardık. Halid benden önce müslüman oldu, biat etti. Sonra ben:
- Ey Allah'ın Rasulü! Ben geçmiş günahlarımın affedilmesi üzerine -ki gelecektekileri de bilmiyorum- seninle biat ediyorum, dedim. Hz. Peygamber s.a.v.:
- Ey Amr! Biat et ki, İslâm, İslâm'dan önceki bütün günahları silip süpürür. Hicretten önceki herşeyi hicretin sildiği gibi, dedi.

Rasulullah s.a.v.'e biat ettikten sonra geri döndüm.
 
Cebrail(a.s.)'in Hocasi

CEBRAİL(A.S.)'IN HOCASI

Birgün Server-i Enbiyâ 's.a.v.' mescidde oturmuş idi. Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Sultân-ı Enbiyâ, hazret-i Cebrâîl ile söyleşirdi. Eshâb-ı kirâm mescide gelip, Seyyid-i kâinâtı meşgûl görüp, bildiler ki, hazret-i Cebrâîl ile söyleşir. Sükût edip, oturdular. O sırada hazret-i Alî 'r.a.' içeri girip, selâm verip, yerine oturdu. Hazret-i Osmân 'r.a.' gelip, selâm verip, yerine oturdu. Sonra Ebû Bekr 'r.a.' gelip selâm verdikde, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm ayak üzerine kalkdı. Sultân-ı Enbiyâ hazretleri de ayak üzerine kalkdı. Eshâb-ı kirâm, Server-i kâinâtı ayak üzere kalkdığını görüp, hepsi ayağa kalkıp, hayret etdiler. Zîrâ Fahr-i âlem, Eshâb-ı güzînden kimseye ayak üzerine kalkmamışdır. Sonra bu husûsu, hazret-i Resûl-i ekremden sordular.

Buyurdular ki:

- Ebû Bekr-i Sıddîk mescide girip, selâm verdiği zemân, Cebrâîl aleyhisselâm Ebû Bekr-i Sıddîka ta'zîm için ayak üzerine kalkdı. Ben de ayak üzerine kalkdım. Sonra, yâ kardeşim Cebrâîl, Ebû Bekre ne için ta'zîm etdiniz, diye sordum.
Dedi ki:

- Yâ Resûlallah! Ebû Bekre ta'zîm bana vâcibdir. Zîrâ Ebû Bekr benim hocamdır. Ben sordum,

- Neden dolayı hocandır.
Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki:
- Yâ Muhammed 'sallallahü aleyhi ve sellem'! Hak Sübhânehü ve teâlâ, Âdem aleyhisselâtü vesselâmı yaratdığı zemân, meleklere, hazret-i Âdeme secde ediniz, diye emr etdi. Benim hâtırıma geldi ki, secde etmiyeyim. Ben ondan efdalim. Zîrâ ki, o balçıkdan yaratılmışdır, dedim. Bunun üzerine olmağa niyyet eyledim. O zemân ki, Ebû Bekrin rûhu arş altında nûrdan bir köşk içinde idi. Köşkün kapısı açıldı, Ebû Bekrin rûhu çıkdı.
Bana dedi ki,
- Yâ Cebrâîl secde eyle. Sakın muhâlefet etme. Bunu üç kerre tekrârladı. Arkama üç kerre eliyle vurdu. O sırada kalbimden kibr ve enâniyyet ve inâd gitdi. Âdeme secde eyledim. Benden kibr ve enâniyyet, iblîse intikâl edip, Âdeme secde etmedi. Ebedî tard edilip, mel'ûn oldu ve ben de ebedî se'âdete kavuşdum. Yâ Muhammed 'sallallahü aleyhi ve sellem'! Ebû Bekr bu şeklde bana hoca olmuşdur, dedi.
 
bazıları bakar bazıları görür ...!
 
Konu açarken Bölüm Kurallarını Okuyalım Konuların Birleştirildi Bir günde İki konudan fazla konu açamazsın....Lütfen biraz daha dikkat
 
güzel yazılar kardeş...
 
Geri
Üst