- Katılım
- 22 Haz 2007
- Mesajlar
- 10,386
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
ALLAH KAİNATI “kün” emri ile yarattı, onda güzel isimlerini tecelli ettirdi. Her bir isim varlık aleminde çeşitlenmeye, biçimlenmeye, nizama, kudrete, hikmete ila ahir bir çok sıfat ve fiile kapı açtı. Hasılı, gözümüzün önünde cevelan ve seyeran eden kainat ortaya çıktı. Allah Hakim ismi gereği her işte bir sıralama bir tertip bir nedensellik yarattı. Oysa O, zamandan münezzehti. Onun için “önce şu, sonra bu yaratılacak, önce çekirdek, sonra filiz, sonra ağaç, sonra meyve olacak” diye bir kaide yoktu. Sıralama ve tertip zamanla mukayyed olan mümkinat için, bilhassa hikmet ile anlayan ve marifetullah arşına doğru seyreden insan için lazımdı.
Fakat insan zamanla nefsini o kadar beğendi ki, Rabbi de nefsi gibi zannetti. Allah’ı adetlere, kanunlara, sünnetullaha mecbur zannetti. Çünkü kendisi bu kanunlara mecburdu. “Allahu ekber,” “Ve hüve ala külli şey’in kadir” gibi zikirlerin manasını, lafızlarını diline pelesenk etse de, unuttu. Zikrin gayesi bir hatırlatma olmaktan çıktı, bir konsantrasyon çabası, bir enerji toplama gayreti haline geldi. Mucizeye inanmaz oldu, kanun değiştirmeye itikad etmez oldu, Allah’ı sınırladı, kayıtladı, bir zincirle (haşa) bağladı da, hakikat-i halde kendisi kıpırdayamaz oldu.
Bu çarpık zihin yapısı her kötü şeyin ilki gibi İblis’le başladı. İblis ilimce yüksek bir mertebede idi. O güne kadar tahsil edilmiş ilimle biliyordu ki, ateş unsurlar içerisinde topraktan üstündü. (Alimler de bunu söylerler). Ama bu ancak Rabbin tertip ettiği ve belirlediği bir üstünlüktü. Yine aynı Rab ateşten de halifesini yaratabilme kudretine sahipti. Ama öyle dilemedi. O halifesini topraktan yaratmayı diledi. Zira o en küçük ve aciz bir sebebe büyük ve külli bir meyveyi takmayı severdi. Kuru çubuğa sulu üzüm taktıran, tahta ve sert ağaca yumuşak ve sulu meyveler konduran, aptal bir tavuğa mucizevi yumurtayı yaptıran da aynı hikmetti. Allah Müsebbibü’l-Esbabın kendisi olduğunu göstermeyi diledi ki, aciz sebepleri mucizevi sonuçlarla bitiştirdi.
Topraktan yaratılan insanın üstün olarak seçilmesi de onun bu hikmetine binaendi. Zira toprak unsurların en aşağıda olanı ve en soğuk, kuru, kesif, aciz görüneni idi. İblis hata etti. Demesi gereken “Yaratan daha iyi bilir” olmalı değil miydi? O Allah’ın mükevvenatta dilediğini, dilediği şeyden yaratabileceğini, dilediğine dilediği payeyi verebileceğini kabul etmek istemediği gibi, amellerinin ve ilminin çokluğuna bakıp kendisini seçmek istemeyişini de kabullenemedi. Allah’ı kendi koyduğu unsurlar hiyerarşisine tabi olmakla mecbur, kullarının amellerine bağlı ve kayıtlı zannetti. Hakikatte ilmi de, ameli de nakıstı; zira melekler bilse de o amelin niyetle, ihlasla bir dirhem iken bir batman kıymetinde olduğunu, Allah’ın da kullarının ibadetine muhtaç, ve onlara belirli bir cevap vermeye mecbur olmadığını bilmiyordu. Bir taraftan bilse de bir taraftan işine gelmiyordu. Akılcıların kulakları çınlasın!
Benzer bir durum İsrail oğullarında karşımıza çıkar. Onlar Sebt gününü, neyin yenilip yenilemeyeceğini tartışırlar, kıbleyi, orucu ve kurbanı tartışırlar, neshedilen Tevrat şeriatını ebedi telakki ederler. Zira derler ki, “Madem bunu Allah koydu, o halde bu değişmez bir yasadır.” Hayır, bilakis Allah yasayı bizim için koyar, onu değiştirmek bizim için muhaldir. Oysa O ne isterse onu yapar, bir yasayı yürürlükten kaldırır, yerine başka birini koyar. O Faalun lima yüriddir, kimse O’na hesap soramaz. Bir kitap getirir ve bir kitabı yürürlükten kaldırır. Kul kanuna tabidir, Allah değildir. Herkes gibi akıl da haddini bilmelidir.
Yine aynı ümmet Hz. İsa hakkında da benzer bir sebeple ihtilafa düşmüştür. Allah Hz. İsa’yı babasız yaratmıştır. Oysa bu Yahudilerin hafsalasının kaldıramayacağı birşeydir. Onlara göre bir çocuk bir kadın ve bir erkekten olur, aksi düşünülemez, bu yüzden Hz. Meryem’e çirkin bir iftira atarlar. Oysa bir masuma iftira atmak için gözle görülür delil lazımdır. Buna dahi ihtiyaç duymazlar, mutlaka biri vardır, babadır, ksi düşünülemez. Oysa Allah Hz. İsa’nın yaradılışını bize izah ederken Adem misalini verir. Bu dahi bize hikmetle mevize göstermek, merhametle öğüt vermek içindir. Yoksa bize “Ben öyle istedim öyle yarattım” diyebilirdi. Kim O’na hesap sorabilir? Biz de itaat ve inkiyadla mükellef olurduk. Aksi onun için kudrette noksanlık vehmine kapılmak olurdu, zira Allah der ki: “Göklerin ve yerin yaratılması insanın yaratılmasından daha büyüktür.” Oysa Allah Hakim’dir, Rahim’dir; bize mecbur olmadığı halde merhametinden dolayı izah eder. Bize tenzil buyurur, bu da hiç de mecbur olmadığı halde Rahmeti kendisine ilke edinmesinden kaynaklanır.
Fütuhat-ı Mekkiye’de şöyle denilir. Allah Adem’i topraktan yarattı. Havva’yı Adem’den yarattı. İsa’yı Meryem’den yarattı. Sair insanları bir kadın ve bir erkekten yarattı. Öyleyse dört tip yaratma eylemi vardır. Zannedildiği gibi tek değildir. Biri bir adamdan yaratma, biri bir kadından yaratma, biri bir adam ve kadından yaratma, biri ise topraktan yaratma. Allah bununla bize şöyle der: Bakın dört farklı yolla yarattım, istesem çoğaltırdım, anlayın ben bir yola mecbur değilim, istediğim yol ve yöntemle hayat sahibi varlıklar yaratırım.”
Yine bu kaideye binaen Üstadımız, ateşten, nurdan, zülumattan, havadaki kelimelerden, kokudan, sesten hayat sahibi varlıkların yaratıldığını görsek de, görmesek de, bunların melekler, ruhlar cinler gibi sınıfları olduğunu bize öğretir. Allahın yaratmak için bir kanuna ihtiyacı yoktur, kanunu koyan da O’dur. O her türlü ihtiyaçtan münezzehtir O bir şeyin olmasını isteyince ona “OL” der, o da oluverir.
Bu bize sebeplerin ötesine bakmak için verilmiş bir çift basiret gözüdür. Hayatın içerisinde insana umut ışığıdır. İnsan etrafına ve sebeplere bakıp bir şeyin olup olamayacağına hükmetme hakkına sahip değildir. Sebebe bakmak ona sadece kulluk gereği verilmiş bir formaliteden ibarettir. Bir kışrdır, kabuktur, lazımdır, ama asıl değildir. Asıl olan Müsebbibü’l-Esbab’a bakmaktır. O dilerse her şey olur. Zaten her bir şey onun dilemesiyle olmaktadır. Bu yüzden O’nun ipine tutunmuş olan mü’minden daha özgür kimse yoktur. Onun için her sıradışı şey mümkün, her sıradan şey mucizedir. Bu yüzden Allah’ın ravhından ancak kafirler umut keser. Zira kafir sebebin kölesidir, müminse Faalun lima Yürid’in kuludur.
Yine Allah indinde insanların sosyal hayatının zalimane ve zahirane kuralları geçerli değildir. Burada zenginler taltif edilir, fakirler geriye itilir. İlim sahiplerine alkış tutulur, cahiller horlanır. İktidardan nasiplenenler ala, tebaa hakir görülür. Oysa Allah bizim şekillerimize değil, kalplerimize bakar. Biz cahil ama iyi niyetli isek, alim ama fahr sahibinden üstün; tebaa ama ahlaklı ve muti isek, zalim ve bencil iktidar sahibinden üstün; fakir isek ve sabır içinde şükrediyorsak, nimeti kendinden bilen zenginden üstün olacağız. Bu dünyada garip görülen mü’minler orada aziz olacaklar, tekebbür eden fasıklar ise yüzü kara bir hicab içinde bulunacaklar. Zira Allah bizim ölçülerimize tabi değildir. Bilakis O kendi ölçülerine bile mecbur değildir. O’nun kendisine edindiği ilkeler sıfatlar ve şuunatlar birer mecburiyet değildir. Bize bir ihsanda bulunursa hak ettiğimiz için değil O’nun rahmeti gereği verecektir. Dolayısıyla bu meselede hesap kitap yapmamak, gönüle bakmak lazımdır.
Fakat insan zamanla nefsini o kadar beğendi ki, Rabbi de nefsi gibi zannetti. Allah’ı adetlere, kanunlara, sünnetullaha mecbur zannetti. Çünkü kendisi bu kanunlara mecburdu. “Allahu ekber,” “Ve hüve ala külli şey’in kadir” gibi zikirlerin manasını, lafızlarını diline pelesenk etse de, unuttu. Zikrin gayesi bir hatırlatma olmaktan çıktı, bir konsantrasyon çabası, bir enerji toplama gayreti haline geldi. Mucizeye inanmaz oldu, kanun değiştirmeye itikad etmez oldu, Allah’ı sınırladı, kayıtladı, bir zincirle (haşa) bağladı da, hakikat-i halde kendisi kıpırdayamaz oldu.
Bu çarpık zihin yapısı her kötü şeyin ilki gibi İblis’le başladı. İblis ilimce yüksek bir mertebede idi. O güne kadar tahsil edilmiş ilimle biliyordu ki, ateş unsurlar içerisinde topraktan üstündü. (Alimler de bunu söylerler). Ama bu ancak Rabbin tertip ettiği ve belirlediği bir üstünlüktü. Yine aynı Rab ateşten de halifesini yaratabilme kudretine sahipti. Ama öyle dilemedi. O halifesini topraktan yaratmayı diledi. Zira o en küçük ve aciz bir sebebe büyük ve külli bir meyveyi takmayı severdi. Kuru çubuğa sulu üzüm taktıran, tahta ve sert ağaca yumuşak ve sulu meyveler konduran, aptal bir tavuğa mucizevi yumurtayı yaptıran da aynı hikmetti. Allah Müsebbibü’l-Esbabın kendisi olduğunu göstermeyi diledi ki, aciz sebepleri mucizevi sonuçlarla bitiştirdi.
Topraktan yaratılan insanın üstün olarak seçilmesi de onun bu hikmetine binaendi. Zira toprak unsurların en aşağıda olanı ve en soğuk, kuru, kesif, aciz görüneni idi. İblis hata etti. Demesi gereken “Yaratan daha iyi bilir” olmalı değil miydi? O Allah’ın mükevvenatta dilediğini, dilediği şeyden yaratabileceğini, dilediğine dilediği payeyi verebileceğini kabul etmek istemediği gibi, amellerinin ve ilminin çokluğuna bakıp kendisini seçmek istemeyişini de kabullenemedi. Allah’ı kendi koyduğu unsurlar hiyerarşisine tabi olmakla mecbur, kullarının amellerine bağlı ve kayıtlı zannetti. Hakikatte ilmi de, ameli de nakıstı; zira melekler bilse de o amelin niyetle, ihlasla bir dirhem iken bir batman kıymetinde olduğunu, Allah’ın da kullarının ibadetine muhtaç, ve onlara belirli bir cevap vermeye mecbur olmadığını bilmiyordu. Bir taraftan bilse de bir taraftan işine gelmiyordu. Akılcıların kulakları çınlasın!
Benzer bir durum İsrail oğullarında karşımıza çıkar. Onlar Sebt gününü, neyin yenilip yenilemeyeceğini tartışırlar, kıbleyi, orucu ve kurbanı tartışırlar, neshedilen Tevrat şeriatını ebedi telakki ederler. Zira derler ki, “Madem bunu Allah koydu, o halde bu değişmez bir yasadır.” Hayır, bilakis Allah yasayı bizim için koyar, onu değiştirmek bizim için muhaldir. Oysa O ne isterse onu yapar, bir yasayı yürürlükten kaldırır, yerine başka birini koyar. O Faalun lima yüriddir, kimse O’na hesap soramaz. Bir kitap getirir ve bir kitabı yürürlükten kaldırır. Kul kanuna tabidir, Allah değildir. Herkes gibi akıl da haddini bilmelidir.
Yine aynı ümmet Hz. İsa hakkında da benzer bir sebeple ihtilafa düşmüştür. Allah Hz. İsa’yı babasız yaratmıştır. Oysa bu Yahudilerin hafsalasının kaldıramayacağı birşeydir. Onlara göre bir çocuk bir kadın ve bir erkekten olur, aksi düşünülemez, bu yüzden Hz. Meryem’e çirkin bir iftira atarlar. Oysa bir masuma iftira atmak için gözle görülür delil lazımdır. Buna dahi ihtiyaç duymazlar, mutlaka biri vardır, babadır, ksi düşünülemez. Oysa Allah Hz. İsa’nın yaradılışını bize izah ederken Adem misalini verir. Bu dahi bize hikmetle mevize göstermek, merhametle öğüt vermek içindir. Yoksa bize “Ben öyle istedim öyle yarattım” diyebilirdi. Kim O’na hesap sorabilir? Biz de itaat ve inkiyadla mükellef olurduk. Aksi onun için kudrette noksanlık vehmine kapılmak olurdu, zira Allah der ki: “Göklerin ve yerin yaratılması insanın yaratılmasından daha büyüktür.” Oysa Allah Hakim’dir, Rahim’dir; bize mecbur olmadığı halde merhametinden dolayı izah eder. Bize tenzil buyurur, bu da hiç de mecbur olmadığı halde Rahmeti kendisine ilke edinmesinden kaynaklanır.
Fütuhat-ı Mekkiye’de şöyle denilir. Allah Adem’i topraktan yarattı. Havva’yı Adem’den yarattı. İsa’yı Meryem’den yarattı. Sair insanları bir kadın ve bir erkekten yarattı. Öyleyse dört tip yaratma eylemi vardır. Zannedildiği gibi tek değildir. Biri bir adamdan yaratma, biri bir kadından yaratma, biri bir adam ve kadından yaratma, biri ise topraktan yaratma. Allah bununla bize şöyle der: Bakın dört farklı yolla yarattım, istesem çoğaltırdım, anlayın ben bir yola mecbur değilim, istediğim yol ve yöntemle hayat sahibi varlıklar yaratırım.”
Yine bu kaideye binaen Üstadımız, ateşten, nurdan, zülumattan, havadaki kelimelerden, kokudan, sesten hayat sahibi varlıkların yaratıldığını görsek de, görmesek de, bunların melekler, ruhlar cinler gibi sınıfları olduğunu bize öğretir. Allahın yaratmak için bir kanuna ihtiyacı yoktur, kanunu koyan da O’dur. O her türlü ihtiyaçtan münezzehtir O bir şeyin olmasını isteyince ona “OL” der, o da oluverir.
Bu bize sebeplerin ötesine bakmak için verilmiş bir çift basiret gözüdür. Hayatın içerisinde insana umut ışığıdır. İnsan etrafına ve sebeplere bakıp bir şeyin olup olamayacağına hükmetme hakkına sahip değildir. Sebebe bakmak ona sadece kulluk gereği verilmiş bir formaliteden ibarettir. Bir kışrdır, kabuktur, lazımdır, ama asıl değildir. Asıl olan Müsebbibü’l-Esbab’a bakmaktır. O dilerse her şey olur. Zaten her bir şey onun dilemesiyle olmaktadır. Bu yüzden O’nun ipine tutunmuş olan mü’minden daha özgür kimse yoktur. Onun için her sıradışı şey mümkün, her sıradan şey mucizedir. Bu yüzden Allah’ın ravhından ancak kafirler umut keser. Zira kafir sebebin kölesidir, müminse Faalun lima Yürid’in kuludur.
Yine Allah indinde insanların sosyal hayatının zalimane ve zahirane kuralları geçerli değildir. Burada zenginler taltif edilir, fakirler geriye itilir. İlim sahiplerine alkış tutulur, cahiller horlanır. İktidardan nasiplenenler ala, tebaa hakir görülür. Oysa Allah bizim şekillerimize değil, kalplerimize bakar. Biz cahil ama iyi niyetli isek, alim ama fahr sahibinden üstün; tebaa ama ahlaklı ve muti isek, zalim ve bencil iktidar sahibinden üstün; fakir isek ve sabır içinde şükrediyorsak, nimeti kendinden bilen zenginden üstün olacağız. Bu dünyada garip görülen mü’minler orada aziz olacaklar, tekebbür eden fasıklar ise yüzü kara bir hicab içinde bulunacaklar. Zira Allah bizim ölçülerimize tabi değildir. Bilakis O kendi ölçülerine bile mecbur değildir. O’nun kendisine edindiği ilkeler sıfatlar ve şuunatlar birer mecburiyet değildir. Bize bir ihsanda bulunursa hak ettiğimiz için değil O’nun rahmeti gereği verecektir. Dolayısıyla bu meselede hesap kitap yapmamak, gönüle bakmak lazımdır.
© 2009 karakalem.net, Mona İslam