türk ocağı
serdengeçti
Mukadder 'son'un malum trajedisi: BBP
"yorgunluk kuyusundan
yükselir çıkarız.
içimizdeki zinde güçler,
çatık kaşlı baylar,
beklerler ki,
güçsüz düşsün çocuklar…"
(Kafka)
MUKADDER “SON”UN MALÛM TRAJEDİSİ: BBP
‘Siyâset Nedir?’ sorusunun son yüzyılda bu topraklardaki karşılığı ‘Devlet Kurtarma’yla açıklanabilir. Anadolu’nun son bin yıllık ‘statüko eksenli’ târihinin son iki yüz elli yılda çatırdamaya başlayıp, son yüzyılın başlarında târifsiz trajedilere dönüşerek ‘kayıp kuşaklar’a naïf bir ‘kurtarıcılık’ rolü biçmesi bugün yaşadığımız ve artık tekerrürlerle ‘komedi’ye dönüşen ‘siyâsetsizliğimiz’i de açıklıyor.
Bugün yaşadıklarımız ve dâhi ‘yaşayamadıklarımız’ın açıklanabilmesi, en geniş anlamıyla ‘ortak kader’i ifâde eden ‘millet’ in lehine olacak tek bir taşı yerinden oynatabilmek için geçen yüzyılı açan ve kapatan iki milât târihi olan 1908 ve 1980’in ‘ne olduğu’nun anlaşılması gerekir. Kaldı ki Cumhuriyetimiz o ilk ‘kurucu ruhu’yla 1908’in onurlu bir müştemilâtı olmuş; Atlantik-Avrupa-Kıta Avrupası-Rusya arasındaki güç mücadelesinde ‘rövanş’lardan öteye gidemeyecek olan ‘60-‘70-‘97 müdahalelerini çıkartırsak bir sistem kurma anlamında son otuz yılın ve önümüzdeki birkaç on yılın kaderi ‘12 Eylül’de kurulan düzen’le yazılmıştır.
Târihin kendisini ‘medeniyetler mezarlığı’ olarak tavsif ettiği Anadolu topraklarının, artık son kertede ‘var kalma’ adına târihi refleksi olan ‘denge siyâseti’nin ‘Bu Ülke’yi getirdiği çıkmaz, Osmanlı’nın ilk kuruluş yıllarından sonra belki de ilk kez ‘Devlet’ten bağımsız ve ‘devşirmeler’in dışında teşekkül etmiş bir hareket olarak ‘Gençleri’ yâni ‘Bizim Çocuk’ların kaderlerinin onlarınkiyle aynı olduğu yüzyılın başındaki ‘Bizim Çocuklar’ olan ‘kayıp kuşak’ları ‘durumdan vazife çıkartmaya’ zorlamıştı.
Her iki trajedide de, adına ‘müesses nizâm’ denilen ve kaba bir tâbirle ifade etmek gerekirse ‘ulusal güvenliği’ karşılığında kendisini pazarlaması gerektiğini düşünen ve sadece canına kastedildiğinde refleksleriyle karşı duran ‘işbirlikçi sistem’, yine o bildik ‘kırmızı kitab’ının değiştirilemez emirlerine binâen kendi ‘güvenliği’ için ‘kendi gençleri’ni harcamaktan çekinmeyecekti.
İşte bu müesses irâde(sizlik), özü itibariyle bağımsızlıkçı olan ve Atillâ İlhan’ın deyimiyle ilk sözü ‘Kahrolsun Emperyalizm’ olan Cumhuriyet’i milletin tüm değerlerini karşısına alacak şekilde içi boş bir ‘laik yobazlığa’ indirgemiş; diğer tarafta ise alenen darbe yapıp bugün Marmaris’te paletinden kan damlatan bir adamla ve onun kurduğu düzenle hesaplaşmak yerine, bu laik yobazların milletle kavgalı görüntüsü üzerinden tabîi meşrûiyet kazanan ‘işbirlikçi sağ / islâmcılığı’ bu ülkenin başına belâ etmiştir.
12 EYLÜL, ÖZALİZM… BIRAKINIZ SÖMÜRSÜNLER !
78 kuşağı için en fazla tekellüm edilen hayıflanmaların başında ‘elleri kalem tutacağına silah tutmuş ve nihâyetinde kullanılmışlar’ olmuştur. Bugün hiç bir zihnî faaliyette bulunmadan ‘kurtarıcıları’nın kendisi adına düşünüp hayatına yön verdiği ve galiba hiçbir zaman ‘birey’ olamayacak olan ‘badem bıyıklılar’ın olduğu gibi, o dönemde taraf olan ama ‘her nasılsa’ kıllarına hâlel gelmeyen ‘idealist beyaz Türkler’den de benzer aforozlar gelmeye devam ediyor. Birbirlerine sokakları dar eden ve devamında birkaç metrekarelik hücreleri paylaşan ve aslında o dönemin ‘mağduru’ olan bu kayıp kuşağın ‘Beyaz olmayan Türkleri’ özeleştirilerini çoktan yapmış ve ‘istismâr edildiklerini’ kabul etmişlerdir.
Ancak burada asıl sorgulanması gereken, 12 Eylül düzenini kurmak için şartların oluşması beklenirken, ellerine silah verilen yirmili yaşların bahârındaki Anadolu çocuklarının mı yoksa 12 Eylül’ü ve onun öz evlâdı olan “Özalizm”i kayıtsız şartsız savunanların mı daha fazla özeleştiri yapmaları gerektiğidir.
Kendilerinin kurgulamadığı bir oyunda, hayatta kalabilmek için düşünmeye dâhi fırsatları olmadan kavgaya mecbur bırakılan bu kuşak mı, yoksa bugün çok katlı gökdelenlerinde çok tatlı kârların peşinde koşarken iş toplantıları aralarında cemaatle namazlarını kılıp sonrasında sadaka ekonomisiyle oy devşirdikleri asgari ücretliye ‘şükretmeyi’ öğreten Özalcı islâmcılar mı daha fazla suçludur?
“Bu Ülke”nin soylu idealistlerinin “milletin muktedir iktidarı” dâvâsına; güce tapmayı uzlaşma, işbirlikçiliği diyalog, sömürülmeye razı olmayı ittifak, serbest piyasayı “babalar gibi satmak”, dinin emrettiği “selâm”ı bir yanağını uzatana öbür yanağını da uzatmak olarak gören sağ/islâmcı siyâsetin hiç bir anlamlı katkısı olamaz.
12 Eylül’ün bir devlet politikası olarak (ki en hazin tarafı, iktisâdî/mühendislik bir konu gibi görülerek DPT’ye havale edilmiştir) kurguladığı ve lâfzî anlamdan öteye geçemeyecek olan ‘Türk-İslâm Sentezi’ni bu toprakların en öz medeniyet tasavvuru olan ‘İ’lây-ı Kelimetullâh İçin Nizâm-ı Âlem’in yerine geçirmeye çalışan ve Kenan Evren’in ‘millet’inden mülhem milliyetçilik anlayışıyla düzen bekçiliği için serdengeçtiler isteyen devletçi milliyetçiliğin de; ‘milletin mülkü’nü sömürenlere ve bu işbirlikçi ‘yerli’ sömürgenleri sömürmeye başlayan küresel sömürücülere “ama biz bu ülkeyi karşılıksız sevdik…” ten başka cevapları kalmamıştır.
MUKADDER “SON”UN MALÛM TRAJEDİSİ: BBP
90’lı yılların başında serdedilen ‘Yeni Dünyâ Düzeni’yle sistemin yeni yüzü, artık kendisine ‘muhâlif’ olanlara ‘iktidar’ nimetini tattırmayarak halkın gözünde ‘sihirli değneği olan’ bir umut olması yerine, iktidara getirerek ve sisteme katkı sağlayarak ve onun gibi yaşayarak ‘pastadan pay alan’ yeni nesil acar mücahit/ülkücü/solcuların peydahlanmasıydı.
‘Yeni Bir Dünya Kuruluyor’ diye başlayan ‘Millî Mutabakat Metni’, kurulan yeni dünyada artık Soğuk Savaş’ın dengelerinin değil, serbest piyasa ekonomisinin küresel akide hâline geldiği ve ‘şefkatli kapitalizme’ ve onun ‘görünmeyen el’ine imân etmiş tek tip insan yetiştirmeye kurulu bir ‘düzen’in Türkiye üzerindeki hesaplarına karşı bir meydan okumaydı.
70’li yıllarda ortaya çıkmaya başlayan ‘rahatsızlık’lar 90’lı yılların başlarında aynı çatı altında siyâset yapan iki farklı partiye dönüşme noktasına kadar gelmiş, müesses nizâmın küresel haydutlara teslim olduğu bir yapıda ve tabii ki ‘ülkemizin geçirmekte olduğu bu kritik süreçte’; siyâseti ‘sonuç alma sanatı’ olarak gören siyâset esnafları tarafından ‘merkez sağ’ın dayanılmaz hafifliğiyle titreyip ‘asıllarına rücû’ ettiği bir yol hâritası olarak çizilmişti.
“Muhsin Yazıcıoğlu ve Arkadaşları”nın siyâsî mensubu bulundukları partiden ayrılmaları ya da tasfiyeleri, sistem içinde kalarak sistemle mücadele edilemeyeceğinin ve hep ‘günün biri’ni beklemenin her şeyden önce ‘Biz’i ‘Biz’ olmaktan çıkaracağının, yuları küresel patronaja kaptırdığından beri rehin olan ‘derin irâde’nin hizâya getirilmesi için öncelikle ‘öpmeye kalkışılan el’ olarak görülmemesi gerektiğinin ve tüm bunlar içinde ilk şartın Sistemin Dışına Çıkılması gerektiğinin bedeli yıllarca 1% civarında oyla sonuçlanmıştı.
‘Muhsin Yazıcıoğlu ve Arkadaşları’ tanımlamasının uzun siyâsî ve sosyolojik tahlillerle vuzûhu için vakit henüz erken olmakla beraber, bugün bu süreçte ve bu hususta ve dahi Muhsin Yazıcıoğlu’nun irtihâlinin ardından tamamen susmanın da bir vebâl olduğu âşikârdı.
BBP’nin yaşadığı “yalnızlığın” koordinatları sâdece Muhsin Yazıcıoğlu’nun şahsında “Büyük Birlik” camiâsını değil; yüzyılın başında sırasıyla millet-i sâdıka olan azınlıkların, Arap dünyâsının ve nihâyetinde Türkistan’ın güçlüden yana aldıkları pozüsyon itibariyle diğer ‘Bizim Çocuklar’ınkini de ihtivâ ediyordu.
Yüzyılın iki trajedisinin en güzide evlâdından ikisinin, Mehmet Akif’in ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun yolları bugün Ankara’da Taceddin Dergahı’nda kesişti..
O’nlara bu yalnızlığı revâ görenler de, hâtıraları üzerinden hasis hesaplar yaparak ucuz siyâset işportacılıklarıyla azîz ruhlarını incitecek olanlar da emîn olabilirler; her ikisi de hepinize haklarını helâl edecek kadar müşfiktiler...
Ama asıl vebâl siyâsî kimliği büyük ölçüde BBP’nin ‘92 Ruhu’yla şekillenen ama şimdilerde de âdeta hangi gerekçe ile olursa olsun redd-i mirâs ederek, aday olmayan ve de Muhsin Yazıcıoğlu’nun ‘Ocak’larından yetişen adaya/adaylara ‘kerhen’de olsa destek vermeyen ve Başkan’ın emânetini ‘O’ndan sonra tufan’ diyerek, ‘yeter ki taşın altında elimiz olmasın, kimin olursa olsun’ şeklinde kendilerine tâyin ettikleri ‘ayıplı pozüsyonları’ ile yılların ‘merkez sağcısı’ MHP’nin ‘Devrik Genel Başkan Adayı’ bir pragmatiste bugün ya da yarınlarda devredecek sürece karşı “ölüm sessizliği”nde bekleyerek adetâ zımnî destek verenlerin de olacaktır...
‘25 Mart itibariyle Başkan’ın yanında olanlar’ gibi ucuz bir ’Piyango Başkancılığı’ oynayıp, daha da önemlisi Muhsin Yazıcıoğlu’nun şahsında BBP’nin Türk siyâsetine armağanı olan o naif sâhifenin; BBP’nin ‘Yeniden Ülkücülük’ dediği yıllarda ‘Ülkücülük târihî misyonunu tamamladı..’ diyerek merkez sağın ‘Bakanlık’larında ufalanan ‘Bilge Lider’(!)den medet umanlar ve Başkan’ın cenâzesi dahi kalkmamışken ‘Rahmetli seçimlerde beni destekleyeceğine söz vermişti..’ diyebilen tarihin kaydedebildiği en ‘fırıldak’ Belediye Başkanından gelecek olan ranta endeksli olanlar bilmelidirler ki; ‘ben herkesle istişâre ettim, ama kimse kabul etmedi..’ diyerek merkez sağın çok partili dönemdeki en büyük ilkesizliği olan ‘delege teveccühü’ yalanıyla, adaylığını en azından câmiâya açıklayan bir eski Ocak Genel Başkanı’nın dâvetli bile olmadığı bir toplantıda ‘tek aday’lığını imzaya açıp oldu bittiye tevessül edenlerin çarıklı siyâset erbâplıkları ve şark kurnazlıkları ancak iki büklüm eğilerek ellerini öptükleri Demirel’in partisinde/partilerinde işe yarar şeylerdi; şimdi değil, BBP kurultaylarında değil…
Muhsin Yazıcıoğlu’nun geride bıraktığı koltuğun ateşten gömlek olduğunu biliyor ve geminin nereye gideceğinin ‘devlet’in değil ‘millet’in çizeceği yol haritasına göre belirleneceğini söylüyorsak eğer; MHP’den ayrılmak gibi büyük bir fedakârlığı yıllarca omuzlarında taşıyan ve referansı hâlâ ‘Millî Mutabakat Metni’ olan ‘BBP’lilerin’ bu şarkının kendi makâmınca icrâı ve eğer bitecekse de kendisi kalarak bitmesi için zaman; bütün câmiânın Ocaklılar etrafında ellerini taşın altına koymalarının zamanıdır.
Ocaklılar bir sonraki yazımızın konusu…
Mayıs 2009 / Ankara
SELİM CEM
k.http://www.haber10.com/makale/15455
"yorgunluk kuyusundan
yükselir çıkarız.
içimizdeki zinde güçler,
çatık kaşlı baylar,
beklerler ki,
güçsüz düşsün çocuklar…"
(Kafka)
MUKADDER “SON”UN MALÛM TRAJEDİSİ: BBP
‘Siyâset Nedir?’ sorusunun son yüzyılda bu topraklardaki karşılığı ‘Devlet Kurtarma’yla açıklanabilir. Anadolu’nun son bin yıllık ‘statüko eksenli’ târihinin son iki yüz elli yılda çatırdamaya başlayıp, son yüzyılın başlarında târifsiz trajedilere dönüşerek ‘kayıp kuşaklar’a naïf bir ‘kurtarıcılık’ rolü biçmesi bugün yaşadığımız ve artık tekerrürlerle ‘komedi’ye dönüşen ‘siyâsetsizliğimiz’i de açıklıyor.
Bugün yaşadıklarımız ve dâhi ‘yaşayamadıklarımız’ın açıklanabilmesi, en geniş anlamıyla ‘ortak kader’i ifâde eden ‘millet’ in lehine olacak tek bir taşı yerinden oynatabilmek için geçen yüzyılı açan ve kapatan iki milât târihi olan 1908 ve 1980’in ‘ne olduğu’nun anlaşılması gerekir. Kaldı ki Cumhuriyetimiz o ilk ‘kurucu ruhu’yla 1908’in onurlu bir müştemilâtı olmuş; Atlantik-Avrupa-Kıta Avrupası-Rusya arasındaki güç mücadelesinde ‘rövanş’lardan öteye gidemeyecek olan ‘60-‘70-‘97 müdahalelerini çıkartırsak bir sistem kurma anlamında son otuz yılın ve önümüzdeki birkaç on yılın kaderi ‘12 Eylül’de kurulan düzen’le yazılmıştır.
Târihin kendisini ‘medeniyetler mezarlığı’ olarak tavsif ettiği Anadolu topraklarının, artık son kertede ‘var kalma’ adına târihi refleksi olan ‘denge siyâseti’nin ‘Bu Ülke’yi getirdiği çıkmaz, Osmanlı’nın ilk kuruluş yıllarından sonra belki de ilk kez ‘Devlet’ten bağımsız ve ‘devşirmeler’in dışında teşekkül etmiş bir hareket olarak ‘Gençleri’ yâni ‘Bizim Çocuk’ların kaderlerinin onlarınkiyle aynı olduğu yüzyılın başındaki ‘Bizim Çocuklar’ olan ‘kayıp kuşak’ları ‘durumdan vazife çıkartmaya’ zorlamıştı.
Her iki trajedide de, adına ‘müesses nizâm’ denilen ve kaba bir tâbirle ifade etmek gerekirse ‘ulusal güvenliği’ karşılığında kendisini pazarlaması gerektiğini düşünen ve sadece canına kastedildiğinde refleksleriyle karşı duran ‘işbirlikçi sistem’, yine o bildik ‘kırmızı kitab’ının değiştirilemez emirlerine binâen kendi ‘güvenliği’ için ‘kendi gençleri’ni harcamaktan çekinmeyecekti.
İşte bu müesses irâde(sizlik), özü itibariyle bağımsızlıkçı olan ve Atillâ İlhan’ın deyimiyle ilk sözü ‘Kahrolsun Emperyalizm’ olan Cumhuriyet’i milletin tüm değerlerini karşısına alacak şekilde içi boş bir ‘laik yobazlığa’ indirgemiş; diğer tarafta ise alenen darbe yapıp bugün Marmaris’te paletinden kan damlatan bir adamla ve onun kurduğu düzenle hesaplaşmak yerine, bu laik yobazların milletle kavgalı görüntüsü üzerinden tabîi meşrûiyet kazanan ‘işbirlikçi sağ / islâmcılığı’ bu ülkenin başına belâ etmiştir.
12 EYLÜL, ÖZALİZM… BIRAKINIZ SÖMÜRSÜNLER !
78 kuşağı için en fazla tekellüm edilen hayıflanmaların başında ‘elleri kalem tutacağına silah tutmuş ve nihâyetinde kullanılmışlar’ olmuştur. Bugün hiç bir zihnî faaliyette bulunmadan ‘kurtarıcıları’nın kendisi adına düşünüp hayatına yön verdiği ve galiba hiçbir zaman ‘birey’ olamayacak olan ‘badem bıyıklılar’ın olduğu gibi, o dönemde taraf olan ama ‘her nasılsa’ kıllarına hâlel gelmeyen ‘idealist beyaz Türkler’den de benzer aforozlar gelmeye devam ediyor. Birbirlerine sokakları dar eden ve devamında birkaç metrekarelik hücreleri paylaşan ve aslında o dönemin ‘mağduru’ olan bu kayıp kuşağın ‘Beyaz olmayan Türkleri’ özeleştirilerini çoktan yapmış ve ‘istismâr edildiklerini’ kabul etmişlerdir.
Ancak burada asıl sorgulanması gereken, 12 Eylül düzenini kurmak için şartların oluşması beklenirken, ellerine silah verilen yirmili yaşların bahârındaki Anadolu çocuklarının mı yoksa 12 Eylül’ü ve onun öz evlâdı olan “Özalizm”i kayıtsız şartsız savunanların mı daha fazla özeleştiri yapmaları gerektiğidir.
Kendilerinin kurgulamadığı bir oyunda, hayatta kalabilmek için düşünmeye dâhi fırsatları olmadan kavgaya mecbur bırakılan bu kuşak mı, yoksa bugün çok katlı gökdelenlerinde çok tatlı kârların peşinde koşarken iş toplantıları aralarında cemaatle namazlarını kılıp sonrasında sadaka ekonomisiyle oy devşirdikleri asgari ücretliye ‘şükretmeyi’ öğreten Özalcı islâmcılar mı daha fazla suçludur?
“Bu Ülke”nin soylu idealistlerinin “milletin muktedir iktidarı” dâvâsına; güce tapmayı uzlaşma, işbirlikçiliği diyalog, sömürülmeye razı olmayı ittifak, serbest piyasayı “babalar gibi satmak”, dinin emrettiği “selâm”ı bir yanağını uzatana öbür yanağını da uzatmak olarak gören sağ/islâmcı siyâsetin hiç bir anlamlı katkısı olamaz.
12 Eylül’ün bir devlet politikası olarak (ki en hazin tarafı, iktisâdî/mühendislik bir konu gibi görülerek DPT’ye havale edilmiştir) kurguladığı ve lâfzî anlamdan öteye geçemeyecek olan ‘Türk-İslâm Sentezi’ni bu toprakların en öz medeniyet tasavvuru olan ‘İ’lây-ı Kelimetullâh İçin Nizâm-ı Âlem’in yerine geçirmeye çalışan ve Kenan Evren’in ‘millet’inden mülhem milliyetçilik anlayışıyla düzen bekçiliği için serdengeçtiler isteyen devletçi milliyetçiliğin de; ‘milletin mülkü’nü sömürenlere ve bu işbirlikçi ‘yerli’ sömürgenleri sömürmeye başlayan küresel sömürücülere “ama biz bu ülkeyi karşılıksız sevdik…” ten başka cevapları kalmamıştır.
MUKADDER “SON”UN MALÛM TRAJEDİSİ: BBP
90’lı yılların başında serdedilen ‘Yeni Dünyâ Düzeni’yle sistemin yeni yüzü, artık kendisine ‘muhâlif’ olanlara ‘iktidar’ nimetini tattırmayarak halkın gözünde ‘sihirli değneği olan’ bir umut olması yerine, iktidara getirerek ve sisteme katkı sağlayarak ve onun gibi yaşayarak ‘pastadan pay alan’ yeni nesil acar mücahit/ülkücü/solcuların peydahlanmasıydı.
‘Yeni Bir Dünya Kuruluyor’ diye başlayan ‘Millî Mutabakat Metni’, kurulan yeni dünyada artık Soğuk Savaş’ın dengelerinin değil, serbest piyasa ekonomisinin küresel akide hâline geldiği ve ‘şefkatli kapitalizme’ ve onun ‘görünmeyen el’ine imân etmiş tek tip insan yetiştirmeye kurulu bir ‘düzen’in Türkiye üzerindeki hesaplarına karşı bir meydan okumaydı.
70’li yıllarda ortaya çıkmaya başlayan ‘rahatsızlık’lar 90’lı yılların başlarında aynı çatı altında siyâset yapan iki farklı partiye dönüşme noktasına kadar gelmiş, müesses nizâmın küresel haydutlara teslim olduğu bir yapıda ve tabii ki ‘ülkemizin geçirmekte olduğu bu kritik süreçte’; siyâseti ‘sonuç alma sanatı’ olarak gören siyâset esnafları tarafından ‘merkez sağ’ın dayanılmaz hafifliğiyle titreyip ‘asıllarına rücû’ ettiği bir yol hâritası olarak çizilmişti.
“Muhsin Yazıcıoğlu ve Arkadaşları”nın siyâsî mensubu bulundukları partiden ayrılmaları ya da tasfiyeleri, sistem içinde kalarak sistemle mücadele edilemeyeceğinin ve hep ‘günün biri’ni beklemenin her şeyden önce ‘Biz’i ‘Biz’ olmaktan çıkaracağının, yuları küresel patronaja kaptırdığından beri rehin olan ‘derin irâde’nin hizâya getirilmesi için öncelikle ‘öpmeye kalkışılan el’ olarak görülmemesi gerektiğinin ve tüm bunlar içinde ilk şartın Sistemin Dışına Çıkılması gerektiğinin bedeli yıllarca 1% civarında oyla sonuçlanmıştı.
‘Muhsin Yazıcıoğlu ve Arkadaşları’ tanımlamasının uzun siyâsî ve sosyolojik tahlillerle vuzûhu için vakit henüz erken olmakla beraber, bugün bu süreçte ve bu hususta ve dahi Muhsin Yazıcıoğlu’nun irtihâlinin ardından tamamen susmanın da bir vebâl olduğu âşikârdı.
BBP’nin yaşadığı “yalnızlığın” koordinatları sâdece Muhsin Yazıcıoğlu’nun şahsında “Büyük Birlik” camiâsını değil; yüzyılın başında sırasıyla millet-i sâdıka olan azınlıkların, Arap dünyâsının ve nihâyetinde Türkistan’ın güçlüden yana aldıkları pozüsyon itibariyle diğer ‘Bizim Çocuklar’ınkini de ihtivâ ediyordu.
Yüzyılın iki trajedisinin en güzide evlâdından ikisinin, Mehmet Akif’in ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun yolları bugün Ankara’da Taceddin Dergahı’nda kesişti..
O’nlara bu yalnızlığı revâ görenler de, hâtıraları üzerinden hasis hesaplar yaparak ucuz siyâset işportacılıklarıyla azîz ruhlarını incitecek olanlar da emîn olabilirler; her ikisi de hepinize haklarını helâl edecek kadar müşfiktiler...
Ama asıl vebâl siyâsî kimliği büyük ölçüde BBP’nin ‘92 Ruhu’yla şekillenen ama şimdilerde de âdeta hangi gerekçe ile olursa olsun redd-i mirâs ederek, aday olmayan ve de Muhsin Yazıcıoğlu’nun ‘Ocak’larından yetişen adaya/adaylara ‘kerhen’de olsa destek vermeyen ve Başkan’ın emânetini ‘O’ndan sonra tufan’ diyerek, ‘yeter ki taşın altında elimiz olmasın, kimin olursa olsun’ şeklinde kendilerine tâyin ettikleri ‘ayıplı pozüsyonları’ ile yılların ‘merkez sağcısı’ MHP’nin ‘Devrik Genel Başkan Adayı’ bir pragmatiste bugün ya da yarınlarda devredecek sürece karşı “ölüm sessizliği”nde bekleyerek adetâ zımnî destek verenlerin de olacaktır...
‘25 Mart itibariyle Başkan’ın yanında olanlar’ gibi ucuz bir ’Piyango Başkancılığı’ oynayıp, daha da önemlisi Muhsin Yazıcıoğlu’nun şahsında BBP’nin Türk siyâsetine armağanı olan o naif sâhifenin; BBP’nin ‘Yeniden Ülkücülük’ dediği yıllarda ‘Ülkücülük târihî misyonunu tamamladı..’ diyerek merkez sağın ‘Bakanlık’larında ufalanan ‘Bilge Lider’(!)den medet umanlar ve Başkan’ın cenâzesi dahi kalkmamışken ‘Rahmetli seçimlerde beni destekleyeceğine söz vermişti..’ diyebilen tarihin kaydedebildiği en ‘fırıldak’ Belediye Başkanından gelecek olan ranta endeksli olanlar bilmelidirler ki; ‘ben herkesle istişâre ettim, ama kimse kabul etmedi..’ diyerek merkez sağın çok partili dönemdeki en büyük ilkesizliği olan ‘delege teveccühü’ yalanıyla, adaylığını en azından câmiâya açıklayan bir eski Ocak Genel Başkanı’nın dâvetli bile olmadığı bir toplantıda ‘tek aday’lığını imzaya açıp oldu bittiye tevessül edenlerin çarıklı siyâset erbâplıkları ve şark kurnazlıkları ancak iki büklüm eğilerek ellerini öptükleri Demirel’in partisinde/partilerinde işe yarar şeylerdi; şimdi değil, BBP kurultaylarında değil…
Muhsin Yazıcıoğlu’nun geride bıraktığı koltuğun ateşten gömlek olduğunu biliyor ve geminin nereye gideceğinin ‘devlet’in değil ‘millet’in çizeceği yol haritasına göre belirleneceğini söylüyorsak eğer; MHP’den ayrılmak gibi büyük bir fedakârlığı yıllarca omuzlarında taşıyan ve referansı hâlâ ‘Millî Mutabakat Metni’ olan ‘BBP’lilerin’ bu şarkının kendi makâmınca icrâı ve eğer bitecekse de kendisi kalarak bitmesi için zaman; bütün câmiânın Ocaklılar etrafında ellerini taşın altına koymalarının zamanıdır.
Ocaklılar bir sonraki yazımızın konusu…
Mayıs 2009 / Ankara
SELİM CEM
k.http://www.haber10.com/makale/15455