Montaigne ve Denemeleri

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Moderatör
Katılım
23 May 2010
Mesajlar
10,583
Reaction score
0
Puanları
0
MONTAIGNE'İN YAŞAMI


1533-Michel de Montaigne doğuyor ve Papessus köyünde bir
sütnineye gönderiliyor.

1535-Michel, Fransızca bilmeyen Horstanus adlı bir Alman
eğitmenine veriliyor. Bu eğitmen Michet'in babasının İtalyada
gördüğü yeni bir yöntemle çocuğu hep Latince konuşarak yetiştiriyor.

1539-Michel, altı yaşında; Fransa'nın en iyi kolejlerinden birine,
Guyenne Kolejine giriyor. Burada yedi yıl okuyor. Latin şiirinin
tadına varıyor ve biraz da Yunanca öğreniyor.

1546-Bordeaux da; Edebiyat Fakültesinde felsefe okuyor.

1548-Bordeaux da isyan: Michel, Toulouse da hukuk okuluna
gidiyor.

1554-Montaigne in babası Bordeaux Belediye Başkanı oluyor.

1555-Montaigne babasıyla Paris'e gidip geliyor.

1557-Bordeaux Belediye Meclisine giriyor.

1558-Montaigne'le La Boetie arasındaki büyük dostluk başlıyor.

1559-Bordeaux da mezhep kavgaları. Bir tüccar diri diri yakılıyor:
Amyot, Plutarkhos'un Hayatlar'ını Fransızcaya çeviriyor.
Montaigne'in en çok seveceği, okuyacağı kitap bu olacak.

1561-Bordeaux Belediye Medisi Montaigne'i önemli bir görevle
saraya gönderiyor. La Boetie siyasal hayata giriyor:

1562-Protestanlara karşı şiddet hareketleri başlıyor. Montaigne,
Rouen şehrini Protestanlardan almaya giden kral ordusuna katılıyor:

1563-Montaigne, Bordeaux'ya dönüyor: La Boetie ölüyor.

1565-9. Charles, Bordeaux'ya gelip bir süre kalıyor. Montaigne,
Françoise de la Chassagne'la evleniyor.

1568-Babası ölüyor. Miras beş erkek, üç kız kardeş arasında
bölünüyor. Michel, Montaigne çiftliğinin sahibi oluyor.

1569-Montaigne; babasının isteğiyle yaptığı Raimond Sebond'un
thelogia üzerine bir eserinin çevirisini bastırıyor.

1570-Montaigne, Bordeaux Belediye Meclisindeki görevinden istifa
ederek Paris'e gidiyor. La Boetie nin Latince şiirleriyle çevirilerini
bastırıyor. Montaigne'in ilk kızı doğup iki ay sonra ölüyor.

1571-Montaigne, çiftliğine çekiliyor ve kütüphanesine şu Latince
kitabeyi yazıyor:

«1571 yılı: Michel de Montaigne, otuz sekiz yaşında. Doğum
yıldönümünden bir gün önce; meclisteki kulluğundan ve
memuriyetinden bıkmış; fakat sapasağlam olarak kitapları arasına
dönüyor ve geri kalan günlerini orada, sessizlik içinde geçirmeye
karar veriyor.>

1572-Saint-Barthelemy kırımı. Montaigne Denemeleri'ni yazmaya
başlıyor. Plutarkhos'un Ahlaki Eserleri'nin çevirisi çıkıyor ve
Montaigne in elinden düşmüyor:

1573-İç savaş. Montaigne kralın ordusuna katılıyor; görevle
Bordeaux'ya gönderiliyor.

1574-Montaigne'in dördüncü kızı doğup üç ay sonra ölüyor.

1575-Montaigne Paris'e gidiyor.

1576-Montaigne, Pyrrhon felsefesiyle yakından ilgileniyor: Raimond
Sebond üstüne babasına söz verdiği eseri yazmaya başlıyor.

1577-Montaigne'in beşinci kızı doğup bir ay sonra ölüyor. Henri de
Navarre, Montaigne'e yüksek bir rütbe veriyor. Montaigne ilk kez
kum sancılarına tutuluyor. Denemeler'ine devam ediyor.

1578-Montaigne küçük bir orman satın alıyor.

1579-Montaigne kendini en çok anlattığı Denemelerini yazıyor.

1580-Denemeler ilk kez, iki cilt halinde basılıyor. Montaigne
İsviçre'ye, İtalya'ya gidiyor. Paris'e dönüp kitabını krala sunuyor.
Kral beğeniyor.

1581-Montaigne evine dönüyor.

1582-Montaigne, Bordeaux Belediye Başkanı oluyor, Denemeler'i
birçok eklemelerle yeniden bastırıyor...

1583-Montaigne in altıncı kızı doğuyor ve birkaç gün yaşıyor.

1584-Navarre Kralı (Sonraki V. Henri) Montaigne'in çiftliğine gelip
iki gün kalıyor.

1585-Montaigne Mareşal Matignon'la mektuplaşıyor. İç savaşta
önemli roller oynuyor. Bordeaux'da veba çıkıyor. Montaigne görevi
başına gelemiyor. Başkanlığı bitinceye kadar yakın bir kasabada
kaldıktan sonra, ailesini alıp veba bölgesi dışına çıkıyor.

1586-Montaigne tarihçileri okuyor.

1587 Henri de Navarre tekrar Montaigne'in çiftliğine geliyor.

1588-Montaigne, Denemeler'in dördüncü baskısı için Paris'e gidiyor:
Yolda Ligciler tarafından soyuluyor. Paris'te, Denemeler'in
hayranlarından Mademoiselle de Gournay'le tanışıyor. İç savaş
şiddetleniyor; Montaigne Kralla birlikte Rouen'e gidiyor. Tekrar
Paris'e dönüşünde bir gün için Bastille'e atılıyor.

1589-Montaigne evine çekilip kitap okuyor. Denemeler'in yeni bir
baskısını hazırlıyor: Birçok eklemeler yapıyor. Kitap en olgun şeklini
buluyor.

1590-Montaigne'in kızı evleniyor: Yeni kral 4. Henri, Montaigne'e
mektup yazıyor, yanına çağırıyor. Montaigne gidemiyor.

1591-Montaigne'in kızının bir kızı doğuyor.

1592-Montaigne ölüyor.
 
MONTAIGNE ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

- Denemeler'de gördüğüm her şeyi Montaigne'de değil kendimde
buluyorum. (Pascal)

- Bir kitap buldum burada. Montaigne'in kitabı; yanıma almadım
sanıyordum. Aman ne hoş adam. Ne zevk onunla birlikte olmak.
(Mme. de Sevigne)

- Montaigne, o hoşsohbet insan,
Bazen derin, bazen sudan
Kuşku duymasını bilmiş
Burnu bile kanamadan.
Kerli ferli softalarla
Alay etmiş sakınmadan. (Voltaire)

- Eminim, alışacaksınız Montaigne'e. İsanoğlu ne düşündüyse onda
var ve bu kadar güçlü biçem zor bulunur. Bir şey öğretmiyor, çünkü
hiçbir şeyi kestirip atmıyor. Doğmacılığın tam tersi. Mağrur adam,
ama kim mağrur değil ki? Alçakgönüllü görülenler büsbütün mağrur
değiller mi? Her satırında Ben, Kendim diye konuşuyor, ama Ben,
Kendim demeden hangi bilgiye varılabilir? Haydi, bırakın Allah
aşkına hocam, filozofun, metafizikçinin bundan iyisi görülmemiş.
(Mme. du Deffand)

- Montaigne, o tanrı gibi adam, 16. yüzyılın karanlıktan içinde tek
başına diri ve tertemiz bir ışık saçmış; dehası ancak zamanımızda,
gerçek ve felsefi düşünce boşinançların, geriliklerin yerini alınca
anlaşıldı. (Grimm)

- Montaine'in düşünceleri yanlış, ama güzel. (Malebranche)

- Yazarların çoğunda, yazan adamı görüyorum, Montaigne'de
ise düşünen adamı. (Montesquku)

- Çocukken babamın kitaplığından bana Dememeler çevirisinin
perişan bir cildi kalmıştı. Yıllar sonra, kolejden çıkışımda bir cildi
okudum ve ötekilerini arayıp buldum. Bu kitapla ne büyük haz ve
hayranlık saatleri geçirdiğimi hatırlıyorum. Bu kitabı, yaşadığım
başka bir hayatta yazmışım gibi geliyor o kadar candan bana, benim
düşüncemi, benim hayat deneyimimi söylüyordu. (Emerson)

- Montaigne amma da düşünce çalmış benden! (Beranger)

- Montaigne ölüyor: Kitabını tabutunun üstüne koyuyorlar;
cenazesinde yakını olarak din bilgini Charron ve manevi kızı
Mademoiselle de Goumay var Resmen septik olarak Bayle ve Naude
onlara katılıyor. Sonra Montaigne'e az çok bağlananlar, bir an için
ondan zevk almış olanlar, bir an için yalnızlık sıkıntısından kurtardığı,
kuşku duydurmak sayesinde düşündürdüğü kimseler; akraba ve komşu
olarak Madame de Sevigne, La Fontaine; onun yaptığını yapmaya
özenip onu taklit etmeyi onur bilenler: La Bruyere, Montesquieu,
Jean-Jacques Rousseau; ortada tek başına Voltaire; daha az önemli
kimseler, karmakarışık: Saint-Evremond, Chaulieu, Garat... Daha
arkada çağdaşlarımız ve belki hepimiz. Ne büyük bir cenaze alayı. Bir
insanın Ben'i için bundan daha fazla umulabilir mi? Peki ama, ne
yapıyorlar bu cenaze alayında? Tören gereğince hüngür hüngür
ağlayan Mademoiselle de Gournay den başka herkes konuşuyor:
Ölenden, onun sevimli taraflarından, hayata bu kadar karışan
felsefesinden sözediyorlar. Herkes kendi kendinden sözediyor. Onunla
herkesin ortak olduğu taraflar ortaya konuyor. Kimse ona olan
borcunu unutmuyor; her düşünce onun bir yankısı gibi... Korkarım bu
alayda dua eden tek adam Pascaldır. (Sainte-Beuve)

- Montaigne'i sevmek kendini sevmek, kendini her şeye tercih
etmektir. Montaigne'i sevmek yalnız gerçeği değil, doğruluğu ve ödev
duygusunu da yalnız kendinden yana çekmektir. Montaigne'i sevmek,
hayatımızda hazlara, zavallı yaradılışımızın kaldıramayacağı kadar yer
vermektir... (Brunetiere)

- Montaigne Fransız Rönesansını bitirip Klasik çağı haber veriyor.
(Lanson)

- Pilatus'un, devirler boyunca yankısı çınlayan korkunç sorusu
karşısında Montaigne, daha insanca, daha din dışı, başka bir anlamda
İsa'nın tanrıca cevabını vermiş oluyor:

«Gerçek nedir?»

«Gerçek benim!,»

Yani Montaigne gerçek olarak sahiden tanıyabileceği tek şeyin
kendisi olduğuna inanıyor. Onu kendinden sözetmeye götüren budur
çünkü kendini bilmeyi ayrıca her şeyden daha önemli sayıyor.
İnsanların ve her şeyin yüzünden maskeyi kaldırmalı, diyor.
Maskesini atmak için kendini anlatıyor. Maske insanın kendinden çok
ülkesine ve devrine ait olduğu için de insanlar maske yüzünden
birbirinden ayrılıyor. Böylece, maskesini gerçekten atan insanda

hemen kendi benzerimizi buluyoruz. (Andre Gide)



KENDİSİ

... Boyum ortanın biraz altında, bedenim sağlam yapılı ve toplucadır
yüzüm şişman değil, dolgundur; tabiatım, neşe ile hüzün arasında,
oldukça ateşli ve sıcakkanlıdır... Sağlığım, ta genç yaşımdan beri
düzgündür: Hastalığa tutulduğum azdır.

İşte ben böyle idim; kendimi, kırk yaşımı aşıp ihtiyarlığın yolunu
tuttuğum şu andaki halimle anlatmıyorum:

Minutatim vires et robur adultum

Frangit et in partem pejorem liquitur oetas (Lucretius)

Yıllar için için aşındırır

Olgunluk çağına varmış güçleri

Bundan sonraki halim ancak yarım bir varlık olacak; ben artık o ben
olmayacağım. Gün geçtikçe kendimden ayrılıyor, uzaklaşıyorum.

Singula de nobis anni proedandur euntes (Horatius)

Bir şey koparır bizden, yıllar, akıp giderken. (Kitap 2, bölüm 17)




 
DENEMELERİN KONUSU

Başkaları insanoğlunu yetiştiredursun ben onu anlatıyorum ve
kendimde, pek kötü yetişmiş bir örneğine gösteriyorum. Bu örneği
yeniden biçim vermek elimde olsaydı onu elbet olduğundan çok başka
türlü yapardım. Bir kez yapılmış artık. Şunu söyleyeyim ki, kendimi
anlatırken söylediklerim değişik ve değişken olmakla beraber hiç
gerçeğe aykırı değildir. Dünya durmayan bir salıncaktır: Orada her şey
toprak, Kafkas'ın kayalıkları, Mısır'ın piramitleri, hem çevresiyle
birlikte, hem de kendi kendine sallanır. Durmanın kendisi bile daha
ağır bir sallantıdan başka bir şey değildir. Konumu (kendimi) hep aynı
halde bulundurmak elimde değil. Doğal bir sarhoşlukla, salına serpile
yürüyüp gidiyor. Onu belli bir noktada, canımın istediği bir andaki
haliyle alıyorum. Duruşu değil, geçişi anlatıyorum: Fakat yaştan yaşa,
yahut halkın dediği gibi «yedi yıldan yedi yıla» geçişi değil, günden
güne, dakikadan dakikaya geçişi. Hikayemi saati saatine yazmam
gerekiyor. Az sonra değişebilirim. Yalnız halim değil, amacım da
değişebilir. Benim yaptığım, değişen ve birbirine benzemeyen olaylar,
kararsız ve bazen çelişmeli düşünceleri yazıya dökmektir. Acaba
benliğim mi değişiyor, yoksa aynı konulan ayrı koşullara ve ayrı
bakımlara göre mi ele alıyorum? Her ne hal ise, kendi kendimden
ayrıldığım oluyor. Fakat Demades'in dediği gibi, doğrudan hiç
ayrılmıyorum. Ruhum bir yerde durabilseydi, kendimi denemekle
kalmaz, bir karara varırdım: Ruhum sürekli bir arayış ve oluş içinde.
Anlattığım hayat basit ve gösterişsiz; zararı yok. Bütün ahlak felsefesi
sıradan ve kendi halinde bir hayata da girebilir, daha zengin, gösterişli
bir hayata da: Her insanda, insanlığın bütün halleri vardır.
(Kitap 3, bölüm 2)

Olgun bir okuyucu çok kez başkasının yazdıklarında yazarın
düşünmediği güzellikler bulur, okuduklarına daha zengin anlamlar ve
renkler kazandırır. (Kitap 1, bölüm 26)

Başkalarının bilgisiyle bilgin olabilsek bile, ancak kendi aklımızla
akıllı olabiliriz. (Kitap 1, bölüm 24)



KENDİMİZİ TANIMAK

Plinius'un dediği gibi, herkes kendisi için bir derstir elverir ki insan
kendini yakından görmesini bilsin. Benim yaptığım, bildiklerimi
söylemek değil, kendimi öğrenmektir; başkasına değil kendime ders
veriyorum. Ama bunları başkalarına da anlatmakla kötü bir iş
yapmıyorum: Bana yararı olan bu işin belki başkasına da yararı
olabilir. Zaten benim bir şeye dokunduğum yok. Yalnız kendimle
uğraşıyorum; delilik ediyorum, bundan zarar görecek başkası değil,
benim; çünkü bu öyle bir delilik ki bende başlayıp bende bitiyor,
hiçbir kötülüğe yol açmıyor. Eskilerden yalnız iki üçünün bu işi
denediğini söylerler; ama onların, yalnız adlarını bildiğimiz için
benim yaptığımın tıpkısını yapıp yapmadıklarını söyleyemeyiz.
Ruhumuzun ele avuca sığmayan akışını gözlemek, onun karanlık
derinliklerine kadar inmek, türlü hallerindeki bunca incelikleri
ayırdedip yazmak sanıldığından çok daha zahmetli bir iştir. Sonra bir
taraftan bu işin o kadar başka, o kadar garip bir zevki de var ki insanı
dünya işlerinden, hem de en değerli dünya işlerinden çekip alıyor.
Birkaç yıldır düşüncelerimin kendimden başka amacı yok; yalnız
kendimi sorguya çekiyor ve inceliyorum.

Başka bir şeyi incelediğim de oluyor ama, onu da hemen kendime
çekiyor, daha doğrusu, kendime mal ediyorum; daha az yararı olan
öteki bilimlerde olduğu gibi, bu bilimde öğrendiklerimi başkalarına
bildiriyorsam, bunda hiçbir kötülük görmüyorum. Şunu da söyleyeyim
ki öğrendiklerimle hiç de yetinmiyorum. İnsanın kendini
anlatmasından daha zor ve daha yararlı hiçbir şey yoktur. Üstelik,
meydana çıkmak için insanın süslenmesi, kendine çekidüzen vermesi
gerekiyor. Ben durmadan kendimi düzenliyorum, çünkü durmadan
anlatıyorum.

Kendinden sözetmeyi kötü görmek, yasak etmek adet olmuştur
çünkü kendinden sözetmek her zaman kendini övmek gibi görünür
kendini övmekse herkesin zıddına gider. Ama kendinden sözetmeyi
yasak etmek, çocuğun burnunu silecek yerde, burnunu koparmak olur.

İn vitium ducit culpae fuga (Horatius)

Kusur korkusuyla suç işliyoruz.

Bu tedbirde ben kardan çok zarar görüyorum, hatta kendimden
sözetmek mutlaka övünmek olsa bile ben asıl amacıma bağlı kalmak
için, kendimdeki bu hastalığı ortaya koyacak bir işten kaçınmamalıyım;
işlediğim, hem de edindiğim bu kusuru gizlememeliyim. Ama, bana
sorarsanız, birçokları içip sarhoş oluyor diye, şarabı yasak etmek
yanlıştır fazla kaçırılan şeyler hep iyi şeylerdir. Kendinden sözetmenin
kötü sayılması bence yalnız, halkın düşeceği kaba hatalardan ötürüdür.
Bu türlü kurallar budalalara vurulan dizginlerdir: Ne azizler -ki
kendilerinden pekala sözederler-, ne filozoflar, ne bilginler bu kuralları
dinler; onlara hiç benzememekle birlikte ben de bu kuralları
dinlemiyorum. Onların ereği kendilerini anlatmak değildir, ama sırası
gelince de kendilerini uluorta göstermekten çekinmezler. Sokrates
kendinden sözettiği kadar neden sözeder? Hep müritlerini de
kendilerinden sözetmeye, kitaplardan öğrendiklerini değil içlerinde olup
bitenleri anlatmaya dürtüklemez mi? Tanrıya ve rahibe kendimizden
sözetmiyor muyuz? Protestan komşularımız bunu halkın gözü önünde
yapıyorlar. Diyeceksiniz ki, onlara yalnız kötü taraflarımızı anlatırız.
Ama bu, her şeyi söylüyoruz demektir; çünkü iyi tarafımız da bütün
günahlardan arınmış değildir.

Benim mesleğim, sanatım yaşamaktır. Bana hayatımı duyduğum,
gördüğüm ve yaşadığım gibi anlatmamı yasak edenler mimara da
desinler ki, sen binalardan kendine göre değil başkasına göre, kendi
bilginle değil başkasının bilgisiyle sözedeceksin. Kimse sormadan
kendi değerlerini ortaya koymak bir övünme ise niçin Cicero
Hortentius'un, Hortentius Cicero'nun söz güzelliğini öne sürüyor?
Bana diyebilirler ki: Kendini kuru sözle değil işle ve eserle anlat. Ben
her şeyden önce düşüncelerimi anlatıyorum, bunlarsa ün ve eser haline
gelemeyecek kadar belirsiz şeyler: Onları söz haline getirmekte bile
güçlük çekiyorum. Birçok olgun ve değerli insanlar herhangi bir iş
görmekten kaçınmışlardır. Yaptığımız işler kendimizden çok
rastlantıların eseridir: Bu işler kendi özlerini belli ederler; beni ise
ancak şöyle böyle, belli belirsiz, parça parça gösterebilirler.
Ben kendimi olduğum gibi gösteriyorum: Öyle bir beden yapısı
koyuyorum ki ortaya bir bakışta damarları, kasları, her şeyi yerli
yerinde görüyorsunuz.

Öksürük, sararma, yahut yürek çarpması yalnız bedenin bir kısmını,
onu da şöyle böyle, gösterebilir. Ben yaptıklarımı değil, kendimi, öz
benliğimi anlatıyorum.

Bence insan ne olduğunu bilmekte dikkatli olmalı; iyi tarafını da,
kötü tarafını da aynı titizlikle ortaya çıkarmalıdır. Eğer ben kendimi
iyi ve olgun görseydim, bunu bağıra bağıra söylerdim. Kendimi
olduğumdan az göstermek, alçakgönüllülük değil, budalalıktır;
kendine değerinden az paha biçmek korkaklıktır, pısırıklıktır.
Aristoteles'e göre, hiçbir iyilik sahtelikle bir arada gitmez; doğru
hiçbir zaman yanlışa yer vermez. Kendini olduğundan fazla göstermek
de, çoğu kez gururdan değil budalalıktandır. Bence bu kendini
beğenme illetinin esası, kendinden pek fazla hoşlanmak, kendi
kendine hayasızca aşık olmaktır. Bunun en iyi çaresi, kendinden
sözetmeyi yasaklayan ve böylece bizi kendimiz üzerinde düşünmekten
büsbütün alıkoyanların dediklerinin tam tersini yapmaktır. Gurur
insanın düşüncesidir; söze dökülen onun pek küçük bir parçasıdır.
Bu adamlar öyle sanıyorlar ki insanın kendi üzerinde durması,
kendinden hoşlanması, hep kendisiyle uğraşması kendine fazla düşkün
olması demektir. Oysaki aşırı benciller kendilerini pek üstünkörü
bilenler, kendilerinden önce işlerine bakanlardır. Onlara göre kendi
kendisiyle başbaşa kalmak, sırtüstü yatıp vakit öldürmektir; ruhunu
zenginleştirmeye, kendini adam etmeye çalışmak boş hayaller
kurmaktır. Sanki kendimiz bizden ayrı, bize yabancı birisiymiş gibi.
Kendinden aşağıya bakıp da kendi kafasına hayran olan adam,
kendinden yukarıya, geçmiş yüzyıllara gözlerini kaldırsın; o zaman
yüzlerce devin ayakları altında kalacak ve burnu kırılacaktır. Kendi
mertliğiyle övünüp böbürleniyorsa, onu çok geride bırakan Scipion'un,
Epaminondas'ın, bunca orduların ve ulusların hayatlarını hatırlasın.
İnsan kendindeki eksik ve cılız değerleri, üstelik insan hayatının
hiçliğini hesaba katarak düşünecek olursa, hiçbir değeriyle övünmeye
kalkışmaz. Yalnız Sokrates, tanrısının dediğine uyup kendini
gerçekten tanımasını ve küçük görmesini bildiği için Bilge adını
almaya hak kazanmıştır. Kendini böylesine tanıyan adam istediği
kadar kendinden sözetsin. (Kitap 2, bölüm 6)
 
NASIL YAZMALI

Yazarken kitapları bir yana bırakır, aklımdan çıkarırım; kendi
gidişimi aksatırlar diye. Gerçekten de iyi yazarlar üstüme fena abanır,
yüreksiz ederler beni. Hani bir ressam varmış, kötü horoz resimleri
yapar ve uşaklarına, dükkana hiç canlı horoz sokmamalarını sıkı sıkı
tembih edermiş, ben de öyle. Hatta çalgıcı Antigenides'in bulduğu
çare benim daha işime gelirdi: Bir şey çalacağı zaman, kendinden
önce ve sonra halka doyasıya kötü şarkılar dinletirmiş. Böyle derim de
Plutarkhos'tan kolay kolay ayrılamam. O kadar dünyayı içine almış ki
bu adam, ne yapsanız, hangi olmayacak konuyu ele alsanız bir taraftan
gelir işinize karışır ve size türlü zenginlikler, güzelliklerle dolu cömert
bir el uzatır. Kendini her gelene bu kadar kolayca yağma ettirmesi
bayağı gücüme gidiyor. Şöyle biraz tuttunuz mu, kolu kanadı elinizde
kalıyor.

Ben gönlümce yazabilmek için evime çekiliyorum. Kimsenin bana el
uzatamayacağı, söz edemeyeceği yabancı bir ülkede oturuyorum. Öyle
bir yer ki tanıdığım hiç kimse okuduğu duanın Latince'sini bilmez,
hele Fransızca'sını hiç anlamaz. Başka yerde yazsam daha iyi
yazardım, ama yazdığım şey daha az benim olurdu. Oysaki benim
yazımda asıl aradığım tam anlamıyla kendimin olmasıdır. Ben
yazarken rastgele gittiğim için bol bol hatalara düşerim. Bunları
pekala düzeltebilirdim. Ama o zaman, benim adetim, malım olmuş
kusurları düzeltmekle kendi kendimi yanlış tanıtmış olurdum. Bana
dediler mi, yahut ben kendi kendime dedim mi ki: «Sen kaba kaba
benzetmeler yapıyorsun; bu sözcük Gaskonya kokuyor; bu sözün
tehlikeli (Ben Fransa sokaklarında söylenen hiçbir sözden kaçmam;
gramer adına kullanılan dile çatanlar benimle alay ederler); bak şu
cahilce söze; akla aykırı laf ediyorsun; fazla ileri gidiyorsun; sen
boyuna kendinle oynuyorsun, sahiden söylediğini de herkes
yalancıktan sanacak.» «- Doğru, derim; ama ben dikkatsizlikten gelen
hatalarımı düzeltsem bile, bende adet haline gelmiş olanları
düzeltemem. Ben hep böyle konuşmuyor muyum? Her yerde böyle çiğ
çiğ göstermiyor muyum kendimi? Sorun yok. Yazarken aradığım da
bu zaten. Herkes kitabımda beni, bende kitabımı görsün.»
(Kitap 3, bölüm V)

Odysseus'un dertlerini inceleyip kendi dertlerini bilmeyen dil
bilginleriyle, çalgılarını akort etmesini bilip de yaşayışlarını akort
etmesini bilmeyen müzikçilerle, adaletten sözetmeyi öğrenip adaleti
uygulamayanlarla alay edermiş kral Dionysius. (Kitap 1, bölüm 25


YASALAR ÜSTÜNE

Yasalar doğru oldukları için değil yasa oldukları için yürürlükte
kalırlar. Kendilerini dinletmeleri akıl dışı bir güçten gelir, başka bir
şeyden değil. Mistik olmak işlerine gelir. Yasa koyanlar da çok kez
budala, ya da eşitlik korkusuyla haksızlığa düşen kimselerdir. Nasıl
olursa olsunlar, insandırlar sonunda, her yaptıkları şey ister istemez
sudan ve değişkendir.

Yasalardan daha çok, daha ağır, daha geniş haksızlıklara yol açan ne
vardır? (Kitap 3, bölüm 13)

Bir filozofu çiftleşirken yakalayıp, ne yapıyorsun diye sormuşlar: Bir
insan ekiyorum diye cevap vermiş serinkanlılıkla ve hiç utanmadan.
Sarmısak ekerken görülmekle bu işi yaparken görülmek arasında
ayrım yokmuş onun için. (Kitap 2, bölüm 12)

BİLGİ VE DÜŞÜNCE

Öğrenimden kazancımız daha iyi ve daha akıllı olmaktır. Epiharmus
(Pythagoras okulundan bir filozof.) der ki, insan düşünce ile görür ve
duyar; her şeyden yararlanan her şeyi düzene sokan, başa geçip
yöneten düşüncedir; geri kalan her şey kör, sağır ve cansızdır. Şu
kesin ki çocuğa kendiliğinden bir şey yapmak özgürlüğünü
vermemekle onu korkak bir köle durumuna sokuyoruz. Retorika ve
gramer üstüne, Cicero'nun şu veya bu cümlesi üstüne öğrencisinin ne
düşündüğünü kim sormuştur? Bunları Tanrı sözü gibi belleğimize
basmakalıp yapıştırırlar; harfler ve sözcükler, anlatılan şeyin kendisi
haline gelir. Ezber bilmek, bilmek değildir; belleğimize emanet edilen
her şeyi saklamaktır. İnsan, kendiliğinden bildiği her şeyi ustasına
bakmadan, kitaptaki yerini aramadan, istediği gibi kullanır. Tümüyle
kitaptan bir bilgi ne sıkıcı bilgidir! Böyle bir bilgi bir süs olarak
kullanılsın: Ama temel olarak değil. Nitekim Platon, gerçek felsefenin
sağlam irade, inanç ve dürüstlük, amaçları başka olan öteki
bilimlerinse yalnızca süs olduğunu söyler. (Kitap 1, bölüm 26)




 
RUH VE BEDEN

Güzellik, insanlar arasında, çok tutulan bir şeydir. Aramızda ilk
anlaşma onunla başlar. İnsan ne kadar vahşi, ne kadar kötü yaratılışlı
olursa olsun onun büyüsüne kapılmaktan kendini alamaz. Bedenin
varlığımızdaki payı ve değeri büyüktür. Bu bakımdan onun yapısına
ve düzenine verilen önem pek yerindedir. İki temel taşımızı (ruh ve
bedeni) birbirinden ayırmak, koparmak isteyenler yanılıyorlar tam
tersine onları çiftleştirmek, birleştirmek gerek. Ruhtan istenecek şey
bir köşeye çekilmek, kendi kendine düşünmek, bedeni hor görüp
kendi başına bırakmak değil (Hoş, bunu ancak sahte bir çeşit
maymunlukla yapabilir ya), ona bağlanmak, onu kucaklamak, sevmek,
ona arkadaşlık ve kılavuzluk etmek, öğüt vermek, yanlış yola saptığı
zaman geri çevirmek, kısacası onunla evlenmek, ona gerçekten bir
koca olmaktır. Ta ki ikisinin hareketleri arasında başkalık ve karşıtlık
değil, uygunluk ve benzerlik olsun.

İNSAN VE ÖTESİ

Kendini beğenmek insanın özünde, yaratılışında olan bir hastalıktır.
İnsan yaratıkların en zavallısı, en cılızıdır öyleyken en mağruru da
odur. Şurada, dünyanın çamuru ve pisliği içinde oturduğunu, evrenin
en kötü, en ölü, en aşağı katında, göklerin kubbesinden en uzakta, üç
cinsten yaratıkların en kötü haldekileriyle birlikte, dünya evinin en alt
katına bağlı ve çakılı olduğunu bilir, görür ve yine hayaliyle, aydan
yukarılara çıkıp gökleri ayaklarımın altına indirmek sevdasıyla yaşar.
Aynı hayal gücüyle kendini tanrıyla bir görür; kendisine tanrısal
özellikler verir; kendini öteki yaratıklar sürüsünden ayırıp kenara
çeker, arkadaşları, yoldaşı olan varlıklara yukardan bakar; her birine
uygun gördüğü ölçüde güçler ve yetenekler dağıtır.

Biz insanlar öteki yaratıkların ne üstünde ne altındayız. Bilge der ki,
göklerin altındaki her şey, aynı yasanın ve aynı yazgının
buyruğundadır.

Indupedita suis fatalibus omnia vinclis. (Lucretius)

Her şey, kırılmaz zincirleriyle bağlı yazgının.

Bazı ayrılıklar, düzeyler ve dereceler vardır; ama her şeyde aynı
doğanın yüzü görülür.

Res quoeque suo ritu procedit, et ommes

Foedere naturae certo discrimina servant (Lucretius)

Her şey kendine göre gelişir ve hepsi

Sürdürür doğa düzeninin ayrılıklarını. (Kitap 11, bölüm 12)





EVİNİ KORUMA

Bunca bekçili, silahlı evler yok oldu gitti de benimki niçin duruyor?
Anlaşılan, diyorum, o evler bekçili, silahlı oldukları için yok olup
gittiler. Korunmak saldırana hem istek veriyor, hem de hak
kazandırıyor: Her korunma savaşçı bir kılığa girer ister istemez.
(Kitap 2, bölüm 15)

Bilinecek, bilinince de daha fazla hatırı sayılacak diye iyi adam olan,
insanların kulağına gitmesi koşuluyla iyilik eden kişi, kendisinden
fazla yarar sağlanabilecek bir insan değildir. (Kitap 2, bölüm 16)

AŞK ÜSTÜNE

Kitapları bir yana bırakır da dobra dobra konuşursak, aşk dediğimiz
şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey
değildir, gibi geliyor bana. Venüs'ün bize verdiği şey sonunda bir
boşalma hazzı değil mi? Tıpkı doğanın başka taraflarımızın
boşalmasına kattığı haz gibi. Bu haz ölçüsüzlük yahut hayasızlık
yüzünden kötülük haline geliyor. Sokrates'e göre aşk, güzelliğin
aracılığıyla çoğalma arzusudur. Ama nedir, bu hazzın insana verdiği o
acayip gıdıklama, Zenon'u, Kratippos'u düşürdüğü o delice, budalaca,
saçma sapan haller, bizi sürüklediği o uygunsuz azgınlık, aşkın en tatlı
anında o alev saçan, kudurmuş, zalim surat, sonra nedir o birden
kabarıp böbürlenme, bu kadar çılgınca bir işin içinde o ciddileşip
kendinden geçme? Hem ne diye hazlarımızla pisliklerimizi sarmaş
dolaş edip hep bir yere koymuşlar? Ne diye insan hazzın son
kertesinde acı çeker gibi, ölecek gibi inlemekli oluyor? Bunlara
bakınca, Platon'un dediği gibi, tanrıların insanı kendilerine oyuncak
diye yarattıklarına inanasım geliyor. İnsanların bu en bulanık, en
karışık işinin en ortak işleri olması da doğanın bir cilvesidir, diyorum.
Böylelikle bizi denkleştirmek, akıllılarla delileri, insanlarla hayvanları
birleştirmek istemiş. İnsanların en ağırbaşlısını o bilinen hal içinde bir
düşündüm mü, bütün ağırbaşlılığı bir yapmacık oluverir. Tavus
kuşuna haddini bildiren ayaklarıdır.

Oyun arasında ciddi düşüncelere yer vermeyenler, bir aziz heykelinin
karşısında, önü açık diye, dua etmekten çekinenler gibidir. Biz de
pekala hayvanlar gibi yeriz, içeriz; ama bunlar ruhumuzun göreceği
işlere engel olmaz, bu işte hayvanlara üstünlüğümüzü gösterebiliriz.
İşte gelgelelim öteki iş bütün düşünceleri, Platon'un bütün felsefesini
ve ilahiyatını emri altına alır, amansız hışmıyla bizi, hem de seve seve,
insanlığımızdan çıkartıp hayvanlaştırır. Başka her yerde az çok nazik
olabilirsiniz; başka her iş kibarlık kurallarına uydurulabilir, ama bu
işin hayvanca ve gülünç olmayan şekli düşünülemez bile. Bir arayın
da bulun bakalım bu iş bilgece ve edepli bir şekilde nasıl yapılabilir?
Büyük İskender, herkes gibi bir ölümlü olduğunu bir bu işte, bir de
uyumada anladığını söylermiş. Uyku ruhun kötü güçlerini sarıp
yokeder, bu iş de hepsini kaplayıp darmadağın eder. Onu sadece
mayamızdaki bozukluğun değil, hiçliğimizin, noksanlığımızın bir
belirtisi sayabiliriz kuşkusuz.

Doğa bir yandan bizi bu arzuya doğru sürer, gördüğü işlerin en
soylusunu, en yararlısını, en güzelini de ona bağlamıştır bir yandan da
bizi bırakır, onu kötüleriz, ondan ayıp, günah diye utanır kaçarız,
perhizi sevap sayarız. Bizi yaratan işi hayvanlık saymaktan daha
büyük hayvanlık mı olur? Türlü ulusların dinlerinde vardıkları,
kurban, mum yakma, oruç, adak gibi ortak taraflardan biri de cinsel
arzunun kötülenmesidir. Onun bir cezalanması demek olan sünnet bir
yana, bütün kanılar bu konuda birleşir. Hoş, bir bakıma insan denilen
bu budala varlığı yaratma işini ayıplamakta, bu işe yarayan
taraflarımızdan utanmakta pek de haksız değiliz ya... İnsanın
doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye hep koşa
koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında, gelmiş meydanlar
ararız, ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz. İnsanı
yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok
erdemleri içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır. Aristoteles
ülkesinin bir deyimine göre birini iyileştirmenin öldürmek anlamına
geldiğini söyler.

Bazı uluslar yemek yerken başlarını bir örtüyle kaparlarmış. Bir
bayan tanırım, hem de en büyüklerden bir bayan, o da aynı kafada:
Çiğnemek hiç güzel bir hareket değilmiş, kadının zerafetine,
güzelliğine çok zarar verirmiş. Bu bayan iştahı olduğu zaman
herkesten kaçarmış. Başka bir adam bilirim ne başkalarını yemek
yerken görmeye, ne de başkalarının kendini yerken görmesine
katlanamaz. Karnını doldurmak, içini boşaltmaktan çok daha ayıp bir
iştir. Türk padişahının ülkesinde birçok insanlar varmış ki
başkalarından üstün sayılmak için kendilerini yemek yerken
göstermezlermiş, haftada bir tek öğün yerlermiş, yüzlerini gözlerini
param parça ederlermiş, kimselerle de konuşmazlarmış. Bu softalar
demek doğayı bozdukça değerlendireceklerini, yaratılışlarını hor
görmekle yükseleceklerini, ne kadar kötüleşirlerse, o kadar
iyileşeceklerini sanıyorlar. Şu insan ne korkunç bir hayvan ki, kendi
kendinden bu kadar iğreniyor, kendi zevklerini başının belası sayıyor.
Hayatlarını gizleyen, başkalarının gözüne görünmekten kaçan insanlar
da var. Sağlık, sevinç içinde olmak onlar için en zararlı, en belalı
hallerdir. Değil yalnız birçok tarikatlar, birçok uluslar var ki
doğuşlarına lanet eder, ölümlerine şükrederler. Güneşe lanet edip
karanlıklara tapanlar bile var. Biz insanlar kendimizi kötülemeye
gösterdiğimiz zekayı hiçbir yerde gösteremeyiz. Kafamızın, o her şeyi
bozabilen tehlikeli aletin peşine düştüğü, öldürmeye kastettiği av
kendi kendimizdir.

O miseri! quorum guadia crimen habent. (Gallus)

Ah zavallılar, sevinçlerini suç sayanlar.

Bre zavallı insan, az mı derdin var ki kendine yeni dertler
uyduruyorsun. Az mı kötü haldesin ki, bir de kendi kendini
kötülemeye özeniyorsun. Ne diye yeni çirkinlikler yaratmaya
çalışıyorsun? İçinde ve dışında zaten o kadar çirkinlikler var ki! O
kadar rahat mısın ki rahatının yarısı sana batıyor? Doğanın seni
zorladığı bütün yararlı işleri gördün bitirdin, işsiz güçsüz kaldın da mı
başka işler çıkarıyorsun kendine? Sen tut, doğanın şaşmaz, hiçbir
yerde değişmez yasalarını hor görür, sonra o senin yaptığın, bir taraflı
acayip, uygunsuz yasalara uymaya çabala. Üstelik bu yasalar ne kadar
özel, dar, dayanıksız, gerçeğe aykırı olursa çabaların da o ölçüde
arıtıyor senin. Mahalle papazının sana emrettiği gündelik işlere sıkı
sıkıya bağlanırsın; tanrının, doğanın emirleri umurunda değildir. Bak,
bir düşün bunlar üzerinde: Bütün yaşamın böyle geçiyor. (Kitap 3,
bölüm 5)

DOSTLUK

Dost ve dostluk dediğimiz, çokluk ruhlarımızın beraber olmasını
sağlayan bir raslantı ya da zorunlulukla edindiğimiz ilintiler,
yakınlıklardır. Benim anlattığım dostlukta ruhlar o kadar derinden
uyuşmuş, karışmış kaynaşmıştır ki onları birleştiren dikişi silip
süpürmüş ve artık bulamaz olmuşlardır. Onu (Etienne de la Boetie:
Montaigne'in en iyi dostu. İyi yürekliliği ve bazı şiirleriyle
tanınmıştır.) niçin sevdiğimi bana söyletmek isterlerse bunu ancak
şöyle anlatabilirim sanıyorum: Çünkü o, o idi; ben de bendim.

Ruhlarımız o kadar sıkı bir birliktelikle yürüdü, birbirini o kadar
coşkun bir sevgiyle seyretti ve en gizli yanlarına kadar birbirine öyle
açıldılar ki ben onun ruhunu benimki kadar tanımakla kalmıyor,
kendimden çok ona güvenecek hale geliyordum.

Öteki sıradan dostlukları buna benzetmeye kalkışmayın: Onları, hem
de en iyilerini ben de herkes kadar bilirim. O dostluklarda insanın, eli
dizginde yürümesi gerekir: Aradaki bağ, güvensizliğe hiç yer
vermeyecek kadar düğümlenmiş değildir. Chilon (Eski Yunanistan'ın
ünlü bilgelerinden biri.) dermiş ki: «Onu (dostunuzu), bir gün
kendisinden nefret edecekmiş gibi sevin; ondan, bir gün kendisini
sevecekmiş gibi nefret edin.» Benim anlattığım yüksek ve yalın
dostluk için hiç yerinde olmayan bu davranış, öteki dostluklara
uyabilir. Bunlar için, Aristoteles'in sık sık tekrarladığı şu sözü de
kullanabiliriz: «Ey dostlarım, dünyada dost yoktur...»

Onsuz yorgun ve bezgin sürüklenip gidiyorum: Tattığım zevkler bile,
beni avutacak yerde ölümünün acısını daha fazla artırıyor. Biz her
şeyde birbirimizin yarısı idik; şimdi ben onun payını çalar gibi
oluyorum:

Nec fas esse ulla me voluptate hic frui

Decrevi, tantisper dum ille abest meus particeps (Terentius)

Onunla her şeyi paylaşmak zevkinden yoksun kalınca,

Hiçbir zevki tatmamaya karar verdim.

Her işte onun yarısı, ikinci yarısı olmaya o kadar alışmıştım ki şimdi
artık yarım bir varlık gibiyim.

Illam meae si partem animae tulit

Maturior vis, quid moror altera,

Nec chanıs aeque, nec superstes

Integer? Ille dies utramque

Duxit ruinam (Horatius)

Mademki zamansız bir ölüm seni, ruhumun yarısı olan seni alıp
götürdü, yeryüzünde varlığımın yarısından, en aziz parçasından
yoksun yaşamakta ne anlam var? O gün ikimiz birden öldük.

Ne yapsam, ne düşünsem onun eksikliğini duyuyorum. O da benim
için elbette aynı şeyi duyardı. Çünkü o, diğer bütün değerlerinde
olduğu gibi dostluk duygusunda da benden kat kat üstündü. (Kitap 1,
bölüm 28)


 
DOSTLUK BAĞLARI

Karı koca arasındaki sevginin, arada bir ayrılmakla gevşeyeceğini
sanırlar. Bence hiç de gevşemez. Tersine, fazla sürekli bir beraberlik
bu sevgiyi soğutur, bozar. Uzaktan her kadın insana hoş gelir. Herkes
kendi hayatından bilir ki, her gün birbirini görmenin tadı başka, ayrılıp
kavuşmanın tadı başkadır. Ayrılıklar benim yakınlarıma sevgimi
tazeler, ev hayatımın tadını artırır. Değişiklik, arzularımı bir o yana,
bir bu yana sürtüp kızıştırır. Dostluğun kolları birbirimizi dünyanın bir
ucundan bir ucuna kucaklayabilecek kadar uzundur. Hele karı koca
dostluğunda, uzun bir iş ortaklığı dolayısıyla bizi birbirimize çekecek,
hatırlatacak nice bağlar vardır.

Gerçek dostluğun ne olduğunu bilirim; bildiğim için de dostumu
kendime çekmekten çok, kendimi ona veririm. Ona iyilik etmeyi onun
bana iyilik etmesinden daha çok istemekle kalmam; kendine her
edeceği iyiliğin bana da iyilik olmasını isterim. Bana en büyük iyiliği
kendine iyilik ettiği zaman etmiş olur. Bir yere gitmek ona hoş
geliyor, yahut bir işine yarıyorsa, uzakta olması bana yanımda
olmasından daha tatlı gelir. Kaldı ki haberleşmek olanağı varsa insan
ayrı düşmüş de sayılmaz. Ben vaktiyle dostumdan ayrılmada yarar
bile buldum. Birbirimizden uzaklaşmakla hayatımızı daha fazla
doldurmuş, olanaklarımızı genişletmiş oluyorduk. Başka başka
yerlerde, o benim için yaşıyor, keyfediyordu, ben de onun için.

Hayatın tadını bir aradaymışız gibi çıkarıyorduk. Hatta bir aradayken
birimizden biri işsiz kalıyordu. O kadar kaynaşmıştık ki ayrı ayrı
yerlerde olmakla anamızdaki gönül birliği bir kat daha
zenginleşiyordu. (Kitap 3, bölüm 9)

DIRDIRCILAR

Mızmız, dırdırcı insanları hiç sevmem; bu adamlar yaşamanın
sevinçlerine yan çizer, dertlere can atar, dertlerle kaynaşırlar: Sinekler
gibi, cilalı pırıl pırıl yerlerde tutunamaz, pürtüklü, pürüzlü yerlere
abanır, oralarda rahat ederler; ya da sülükler gibi kara kan içer, kanla
beslenirler. (Kitap 3, bölüm 5)

Eğitimin insanı bozmaması yetmez, daha iyiden yana değiştirmesi
gerekir. (Kitap 1, bölüm 25)

YALNIZLIK

Yalnız yaşamanın bir tek amacı vardır sanıyorum; o da daha başıboş,
daha rahat yaşamak. Fakat her zaman, buna hangi yoldan varacağımızı
pek bilmiyoruz. Çok kez insan dünya işlerini bıraktığını sanır; oysaki
bu işlerin yolunu değiştirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bir aileyi
yönetmek bir devleti yönetmekten hiç de kolay değildir. Ruh nerde
bunalırsa bunalsın, hep aynı ruhtur; ev işlerinin az önemli olmaları,
daha az yorucu olmalarını gerektirmez. Bundan başka, saraydan ve
pazardan el çekmekle hayatımızın baş kaygılarından kurtulmuş
olmuyoruz.

Ratio et prudentia curas,

Non locus effusi late maris arbiter, aufert. (Horatlus)

Dertlerimizi avutan akıl ve hikmettir,

O engin denizlerin ötesindeki yerler değil

Ülke değiştirmekle kıskançlık, cimrilik, kararsızlık, korku, tutku bizi
bırakmaz.

Et post equitem sade atra cura. (Horatius)

Ve keder, atımızın terkisine binip gelir.

Onlar manastırlarda, medreselerde bile peşimizi bırakmazlar. Bizi
onlardan ne çöller kurtarabilir, ne mağaralar, ne de bedenimize
ettiğimiz işkenceler

Haeret lateri letalis arundo. (Virgilius)

Öldürücü yara bağrımızda kalır.

Sokrates'e birisi için, seyahat onu hiç değiştirmedi, demişler. O da:
Çok doğal, çünkü kendisini de beraber götürmüştür, demiş.

Quid terras alio calentes

Sole mutamus? patria quis exul

Se quoque fugit? (Horatius)

Niçin başka güneş başka toprak ararsın?

Yurdundan kaçmakla kendinden kaçar mısın?

İnsan önce içindeki sıkıntıyı dağıtmazsa yer değiştirmek daha fazla
bunaltır onu: Nasıl ki yerine oturmuş yükler daha az engel olur
geminin gidişine. Bir hastaya iyilikten çok kötülük edersiniz yerini
değiştirmekle. Hastalığı azdırırsınız kımıldatmakla, nasıl ki kazıklar
daha derine gidip sağlamlaşır sarsıp sallamakla. Onun için
kalabalıktan kaçmak yetmez, bir yerden başka bir yere gitmekle iş
bitmez: İçimizdeki kalabalık hallerimizden kurtulmamız, kendimizi
kendimizden koparmamız gerek

Rupi jam vincula dicas;

Nam luctata canis nodum arripit; attemen illi,

Cum fugit, a collo trahitur pars longa catenae. (Persius)

Kırdım diyorsun zincirlerini;

Evet, köpek de çeker koparır zincirini,

Kaçar o da, ama halkaları boynunda taşıyarak

Zincirlerimizi götürürüz kendimizle birlikte; tam bir özgürlük
değildir kavuştuğumuz; döner döner bakarız bırakıp gittiğimize;
onunla dolu kalır düşlerimiz.

Nisi purgatum est pectus, quae prelia nobis

Atque pericula tonc ingratis insinuandum?

Quantae conscindunt hominem cuppedinis acres

Sollicitum curae, quantique perinde timores?

Quidve superbia spurcita, ac petulantia, quantas

Efficiunt clades? Quid luxus desidiesque? (Lucretius)

İçi arınmamışsa, neler bekler insanı,

Kendi kendisiyle ne savaşlar eder boşuna!

Tutkuları içinde ne kemirici kaygılar.

Ne korkular içinde kıvranır insan!

Ne çöküntüler yapar bizde gurur, şehvet,

Öfke, gevşeklik ve tembellik!

Kötülüğümüz içimizde bizim; içimizse kurtulamıyor kendi
kendisinden.

In culpa est animus qui se non efiugit unquam. (Horatius)

Ruhun derdi içinde ve kaçamaz kendi kendinden.

İnsanın, olanak varsa karısı, çocuğu, parası ve hele sağlığı olmalı,
ama mutluluğunu yalnız bunlara bağlamamalı. Kendimize dükkanın
arkasında, yalnız bizim için bağımsız bir köşe ayırıp orada gerçek
özgürlüğümüzü, kendi sultanlığımızı kurmalıyız. Orada, yabancı
hiçbir konuğa yer vermeksizin kendi kendimizle her gün başbaşa verip
dertleşmeliyiz; karımız, çocuğumuz, servetimiz, adamlarımız yokmuş
gibi konuşup gülmeliyiz. Öyle ki, hepsini yitirmek felaketine
uğrayınca onlarsız yaşamak bizim için yeni bir şey olmasın. Kendi
içine çevrilebilen bir ruhumuz var; kendi kendine yoldaş olabilir;
kendi kendisiyle, çekiş dövüş, alışveriş edebilir. Yalnız kalınca sıkılır,
ne yapacağımızı bilmez oluruz diye korkmamalıyız.

In solis sis tibi turba locis (Tibulhıs)

Issız yerlerde kendin için bir evren ol

Erdem, der Antishenes, kendi kendisiyle yetinir; ne kurallara baş
vurur, ne laflara, ne gösterişlere.

Yapmaya alıştırıldığımız işlerden binde biri bile kendimizle
doğrudan doğruya ilgili değil. Bakarsınız bir adam canını dişine
takmış, kurşun yağmuru altında, yıkık bir kale duvarına tırmanıyor
bütün hıncıyla; bir başkası, karşı tarafta, kan revan içinde, aç susuz
savunuyor o kaleyi ölesiye: Kendileri için mi gösteriyorlar bu
yararlığı? Uğrunda ölecekleri ve hiç görmedikleri insan belki o sırada
kılım kıpırdatmadan keyif sürmektedir. Bakarsınız bir başkası, bitkin,
perişan, saçı sakalı birbirine karışmış kitaplıktan çıkıyor gece
yansından sonra: Bunca kitabı daha iyi, daha akıllı bir insan olmak
için mi karıştırdı sanırsınız? Yok canım sen de! Ya ölecek o kitaplıkta
ya öğretecek yarınki kuşaklara Platus'un dizelerini hangi düzenle
kurduğunu ve falan Latince sözcüğün nasıl yazılması gerektiğini. Kim
seve seve feda etmiyor sağlığını, canını şan şeref için? Oysa kalp bir
paradan başka nedir ki şan şeref? Kendi ölümümüzden korkmakla
yetinemeyiz; karılarımızın, çocuklarımızın, adamlarımızın ölümünden
de korkmak zorundayız. Kendi işlerimizden çektiğimiz sıkıntı
yetmiyormuş gibi komşularımızın, dostlarımızın işleriyle de dertlere
sokar, bunaltırız kendimizi.

Vah! quemquamne hominem in animum instituere, aut

Parare, quod sit charius quam ipse est sibi? (Terentius)

Vah, vah! Nasıl olur da insan bir şeyi

Kendinden daha çok sevmeye kalkar? (Kitap 1. bölüm 39)
 
DEVRİM

Bir devleti hiçbir şey yenilik kadar rahatsız etmez: Değişiklik hep
kötülüğe ve zorbalığa yol açar. Bir tek parça bozulunca düzeltilebilir:
Her şeyin özündeki bozulma ve çürüme eğiliminin bizi ilkelerimizden
uzaklaştırmasına da karşı koyabiliriz; ama koca toplumu yeniden
kalıba dökmeye, bu kadar büyük bir yapının temellerini değiştirmeye
kalkmak, düzeltecek yerde silip süpürmek, ufak tefek kusurları toptan
bir kargaşalıkla düzeltmek, hastalıkları ölümle iyi etmek, «Devlet
değiştirmekten çok yıkmak isteyen» (Cicero) kimselerin işidir.
Dünyanın birden düzeleceği yoktur; ama insan kendini sıkan şey
karşısında o kadar sabırsızdır ki, her ne pahasına olursa olsun ondan
kurtulmak ister. Binlerce örnek de gösteriyor ki dünya böyle çabuk
iyileşme aramaktan hep zarar görür: Durumunda genel bir iyileşme
olmadıkça, bir an dertten kurtulması iyileşmesi demek değildir. (Kitap
3, bölüm 9)

PARİS

Fransa'ya ne kadar kızsam Paris'e kötü gözle bakamam;
çocukluğumdan beri yüreğim ona bağlıdır. O, benim içimde en güzel
şeylerle bir aradadır: Sonradan başka güzel şehirler gördükçe onun
güzelliğine daha derin bir sevgiyle bağlandım. Paris'i yalnız kendisi
için seviyorum; yabancı süslere boğulmuş olarak değil, kendi haliyle
seviyorum; kusurlu, belalı taraflarına varıncaya kadar her şeyi ile ve
candan seviyorum. Beni Fransız yapan yalnız bu büyük şehirdir;
halkıyla büyük, dünyadaki yeriyle büyük, hele türlü türlü
rahatlıklarıyla büyük ve eşsiz olan, Fransa'nın onuru ve dünyanın en
soylu ziynetlerinden biri sayılan bu şehirdir. Allah onu
çatışmalarınızdan korusun. Toplu ve birleşik olduğu sürece, her
kuvvete karşı koyabileceğinden eminim; şunu bilelim ki, bütün
partilerin en kötüsü, onu karışıklığa sürükleyecek parti olacaktır. Paris
için beni korkutan yalnız kendisidir; ve onun için korktuğum kadar,
doğrusu, bu devletin hiçbir parçası için korkmam. (Kitap 3, bölüm
9)

ÇEVİRİ

Jacques Amyot'ya (İlk ve büyük Fransız çeviricilerinden (1513-
1593) bizim Fransız yazarları arasında en onurlu yeri vermekte
haksız olmadığımı sanıyorum. Yalnız anlatımının doğallığı ve
temizliği (ki bunda bütün ötekileri aşar), bu kadar uzun bir iş üzerinde
dayanışı, böyle çetrefil ve çetin bir yazarı büyük bir başarıyla
çevirecek kadar derin bilgisi için değil (büyük bir başarıyla diyorum,
çünkü kim ne derse desin, hiç Yunanca bilmememe karşın, çevirinin
her yerinde anlamın pek düzgün ve tutarlı olduğunu görüyorum, o
kadar ki, ya yazarın düşüncesini tam anlamış yahut da uzun bir
uğraştan sonra Plutarkhos'un ruhunu toptan bir kavrayışla kendi
ruhuna aşılamış ve böylece ona hiç değilse aykırı ve birbirini
tutmayan düşünceler söyletmemiştir); Amyot'ya en çok şunun için
minnet borcu duyuyorum ki, ülkesine hediye etmek üzere bu kadar
değerli ve yararlı bir kitabı (Plutarkhos'un «Ünlü Adamlar»ı.) arayıp
bulmuş. Bu kitap bizi içinde bulunduğumuz çamurdan çıkarmasaydı
biz cahillerin hali haraptı: Onun sayesinde bugün konuşmaya ve
yazmaya cüret edebiliyoruz; kadınlar onu okuduktan sonra kocalarına
ders veriyorlar: Hepimizin başucu kitabı oldu. (Kitap 2, bölüm 20)
 
İNSAN DOĞASI

İnsan doğasının yetersizliği yüzünden hiçbir şeyi duru ve yalın halde
tutamıyoruz. Kullandığımız her şeyin özü bozulmuştur madenlerin
bile. Altını işimize yarar hale getirmek için başka bir madde ile
karıştırıp bozmak zorunda kalıyoruz.

Ne Ariston'a, Pyrrhon'a ve Stoacılara göre hayatın amacı olan erdem,
ne de Kyrene okuluyla Aristippas'ın sözettikleri haz katıksız olarak
elde edilmiştir.

Kavuşabildiğimiz zevk ve nimetlerin hepsi mutlaka dertlerle,
üzüntülerle karışıktır.

Medio de fonte leporum

Surgit amari aliquid, quod in ipsis floribus angat (Lucretius)

Zevkin kaynaklarında öyle bir acılık var ki,

Çiçekler arasında bile olsa boğazımızı yakar.

Son sınırına varan bir hazda inlemeye, sızlanmaya benzer bir durum
vardır. İnsan can çekişir gibi olur. O kadar ki bu haz son kertesine
geldiği zaman onu en acı sözcüklerle anlatırız: Bitmek, yanmak,
bayılmak, ölmek, «morbidezza» gibi. Tatlı ile acı arasında, bir öz
birliği olduğuna bundan daha iyi kanıt olamaz.

Derin bir sevinçte, eğlentiden çok ciddilik vardır.

Ipsa Felicitas, se nisi temperat, premit (Seneka)

Mutluluk bile haddini aşarsa azap olur.

Mutluluk bizi ezer.

Eski bir Yunan atasözü de öyle der anlamı aşağı yukarı şudur:

Tanrıların bize verdiği bütün nimetlerin hiçbiri katıksız ve kusursuz
değildir, onları bir dert pahasına satın alırız.

İşte eğlence, keyifle sıkıntı, birbirinden çok ayrı oldukları halde, gizli
birtakım ilintilerle, kendiliklerinden birleşebiliyorlar.

Sokrates der ki: «Tanrılardan biri hazla elemi birleştirip karıştırmak
istemiş, bunu başaramayınca, bari şunları kuyruklarından birbirine
bağlayalım, demiştir.»

Metrodorus, yazgının bir çeşit zevkle karışık olduğunu söylermiş,
bilmem o da aynı şeyi mi söylemek istiyordu; fakat bana öyle geliyor
ki insan kendini hüzne bile bile, isteye isteye, seve seve bırakır. İnsan
mahsus da kederli görünebilir; onu demek istemiyorum. Üzgün
zamanımızda bile gülümseyen, hoşumuza giden, ince ve tatlı bir
şeyler duyar gibi oluruz. Acaba bazı ruhlar için hüzün bir zevk, bir
gıda değil midir?

Est quaedam flere voluptas (Ovidius)

Ağlamak da bir zevktir.

Seneka'da Attalus diye biri der ki: Yitirdiğimiz dostların anısı, çok
eski bir şarabın acılığı gibi, mayhoş elmalar gibi hoşumuza gider.»

Minister vetuli, puer, Falerni,

Ingere mi calices amariores, (Catullus)

Kadehime eski Falernum şarabı döken çocuk, Daha acısından getir
bana.

Doğada şöyle bir karışma da görülür: Ressamlardan öğreniyoruz ki
ağlarken ve gülerken yüzümüzde beliren çizgiler ve hareketler
aynıymış. Gerçekten, resim henüz bitmeden bakacak olursanız çehre
ağlayacak mı, gülecek mi bilemezsiniz. Daha garibi var: Gülme son
sınırına varınca gözyaşlarıyla karışır.

İnsanı dilediği bütün keyiflere kavuşmuş düşünelim. Diyelim ki
bütün bedeni, aralıksız, şehvetin son sınırındaki hazza benzer bir haz
içindedir. Öyle sanıyorum ki insan bu hazzın ateşiyle erir; bu kadar
katıksız, bu kadar sürekli, bu kadar geniş bir şehvete dayanamaz.
Böyle bir duruma düşecek olursak, çürük tahtaya basıyormuş gibi
korkarak kaçmak, içgüdümüzle bu durumdan kurtulmak isteriz.
Kendi kendime günahlarımı açarken görüyorum ki, en iyi huylarımda
bile kötüye çalan bir yan var. Korkarım ki Platon (benim şahsen en
temiz yürekle hayran olduğum, doğrulukta herkesten üstün tuttuğum
Platon) en sağlam bildiği doğruluğu iyi yoklasaydı, ki herhalde
yoklamıştır, bu doğrulukta insanın karışık yapısından gelen bir
bozukluk bulurdu. Fakat bu bozukluk çok derinlerde gizlidir; onu
ancak kendimiz görebiliriz. İnsan her bakımdan ve her yönden yamalı,
alaca bulacadır.

Adaletin yasalarında bile mutlaka adaletsiz bir taraf vardır. Platon
diyor ki, yasaların bütün ezici ve üzücü taraflarını anlatmaya kalkanlar
yedi başlı ejderhanın başlarını kesmeye yelteniyorlar. Tacitus şöyle
der:

«Omme magnum exemplum habet aliquid ex iniguo, quod contra
singulos utilitate publica rependitur.»

Örnek olsun diye verilen her cezada kamunun yararına ve bireyin
zararına bir adaletsizlik vardır.

Günlük hayatımızda ve insanlarla olan alışverişlerimizde fazla parlak
ve keskin bir zeka göstermek de doğru değildir. Derin bir anlayış bizi
fazla inceliğe ve fazla meraka götürür. Zekamızın olaylara ve dünya
işlerine daha elverişli bir hale getirebilmek için biraz ağırlaştırmak,
körleştirmek, onu bu karanlık ve bayağı hayata uydurmak için
karartmak ve bulandırmak gereklidir. Nitekim gevşek ve sıradan
zekalar işleri daha kolaylıkla, daha başarıyla çevirirler. Yüksek ve ince
felsefi düşünceler iş görmeye elverişli değildir. Keskin bir düşünce
inceliği, kabına sığmayan bir zeka çevikliği, işlerimize engel olur.
Dünya işlerini daha hoyratça, daha gelişi güzel yürütmeli ve her
zaman talihe büyük bir pay bırakmalıdır. İşleri derin, inceden inceye
düşünüp aydınlatmaya gerek yoktur. Birbirine zıt birçok parlak
düşünceler ve biçimler içinde insan kendini kaybeder:

Volutantibus res inter se pugnantes obtorpuerunt animi.
(Titus-Livius)

Zıt düşünceleri çevire çevire zihinleri sersemleşmişti.

Her işin bütün koşullarını ve sonuçlarını arayıp hesaplayan adam
karar vermekte güçlük çeker; orta bir kafa da işleri görür, büyük
küçük bütün girişimlere yeter. Dikkat ederseniz en iyi işçiler nasıl iş
gördüklerini söylemekten aciz kimselerdir. Buna karşılık, yaptıklarını
çok iyi anlatan kimselerin elinden iyi iş çıktığı pek görülmez. Her iş
üzerinde bol bol, güzel güzel konuşmasını çok iyi bilen birini tanırım
ki, kendisine yılda yüz binlerce gelir getiren bir serveti acınacak bir
şekilde elinden kaçırdı. (Kitap 2, bölüm 20)

Bilim iyi olmasına iyi bir ilaçtır ama hiçbir ilaç saklandığı kabın
pisliğiyle değişip bozulmayacak kadar zorlu değildir. (Kitap 1, bölüm
20)



İNSANIN GÜÇSÜZLÜĞÜ

Bir filozofu, ince çelik tellerden örülmüş sağlam bir kafes içine
koysalar ve kafesi Paris'in Notre-Dame katedralinin kulelerinden
birinin tepesine assalar filozof akıl yoluyla oradan düşmesi tehlikesi
olmadığını açıkça bilecek, ama yine de (dam aktarma işlerinde
çalışmamışsa) bu kadar yükseklerden aşağı bakar bakmaz korkuyla
ürpermekten kendini alamayacaktır. Çan kulelerinin yüksek
yerlerinde, korkuluklar kafesli oldu mu bu kafesler taştan da olsa,
korka korka dolaşırız. Böyle yerlerde dolaşmanın düşüncesine bile
dayanamayan insanlar vardır. İki kule arasına, üstünde rahatça
gezilebilecek kalınlıkta bir direk uzatsalar, hiçbir felsefi olgunluk, ne
kadar sarsılmaz olursa olsun bize orada yerde yürür gibi yürümek
cesaretini veremez. Ben bunu bizim tarafın dağlarında çok denedim.
Yükseklerden öyle pek fazla korkanlardan da olmadığın halde, o
sonsuz derinlikler karşısında bacaklarım titremeye başlardı. Hem öyle
yerlerde ki uçurumun kenarında boyumdan fazla yer vardı, bile bile
kenara gitmedikçe düşme olasılığı da yoktu... Hekimlerin anlattığına
göre bazı sesler ve çalgılar kimi insanları çıldırma hallerine sokarmış.
Ben kendim masalarının altında bir köpeğin kemik kemirmesini
duyunca deliye dönen kimseler gördüm. Demirin eğelenirken
çıkardığı keskin sese pek az kimse dayanabilir. Boğazında veya
burnunda tıkanıklık olan birinin konuşmasını dinlerken öfkeye, nefrete
kapılan insanlar çoktur. Graechus'ün bir flütçüsü varmış. Efendisi
Roma meydanlarında nutuk verirken bu flütçü arkadan flütüyle onun
sesini yükseltir, alçaltır düzenlemiş. Burada flütün gördüğü iş
dinleyicilerin heyecanını artıran, düşüncelerini değiştiren bazı ses
tonlarını ve hareketlerini bulmaktan başka ne işe yarayabilirdi?

Doğrusu, bir üfürüğün titreyiş ve iniş çıkışlarıyla halden hale giren,
çekilen tarafa giden şu bizim mübarek insanoğlunun sağlamlığına
büyüklüğüne hiç diyecek yok. (Kitap 2, bölüm 12)


 
ÜN

Yaptığı iyiliği başkaları duysun diye, kendisine daha fazla değer
verilsin diye yapan, doğruluğu dillerde dolaşmak koşuluyla doğru olan
adamdan pek hayır gelmez.

Gredo che'I resto di quel verno cose

Facesse denge di tenerne conto,

Ma fur sin'a que tempo si'nascose,

Che non e colpa mia s'hor'non le conto:

Perche Orlando a far opre virtuose,

Piü ch'a narrerla poi, sempre are pronto,

Ne mai fu alcun'de li suoi fatti espresso

Se non quando hebbe i testimonü appresso (Aristo, Orlando Furioso)

Sanıyorum ki geri kalan kış aylarında Orlando birçok onurlu işler
gördü. Fakat şimdiye kadar bunlar o kadar gizli tutuldu ki, onlardan
sözetmiyorsam suç benim değildir. Çünkü Orlando'nun, isteği parlak
görünmek değil, parlak işler görmekti. Sağlam tanıkları olmadıkça
zaferleri meydana çıkmazdı.

İnsan savaşa girmeyi kendi için bir ödev bilmeli ve beklediği ödül,
bütün iyi davranışların ne kadar gizli olursa olsun, er geç görecekleri
ödül olmalıdır, bu da temiz bir vicdanın iyi bir iş gördüğü için kendi
içinde duyacağı rahatlıktır. İnsan zevki için yiğit olmalı ki yiğit talihin
cilvelerinden uzak kalsın, sağlam ve güvenli bir temel üzerine
yerleşsin.

Virtus, repulsae nescia sordidae

Intaminatis fulget honoribus;

Nec sumit aut ponit secures,

Arbitria popularis aurae. (Horatius)

Başarısızlıktan zarar görmeyen bir değer, hiçbir şeyin lekeleyemediği
bir onurla parlar; böyle bir değer halkın keyfiyle ne yükselir ne de
alçalır.

Ruhumuz yapacağım gösteriş için yapmamalı, her şey içimizde,
hiçbir gözün görmediği en gizli yerimizde olup bitmelidir. Orada
ruhumuz bizi ölüm korkusundan, acılardan, yüzkarasından bile korur,
çocuklarımızı, dostlarınızı, servetimizi yitirmeye dayanacak ve
gereğinde savaşın tehlikelerine atılabilecek bir duruma getirir:

Non emolumento aliquo, sed ipsius honestatis decore.

Çıkar için değil, yiğitlik şanı için. (Cicero)

Böyle bir kazanç, başkalarının hakkımızda iyi yargılar vermesinden
başka bir şey olmayan onurlar ve ünlerden çok daha büyüktür,
istenmeye çok daha layıktır.

Ufacık bir toprak davası için halkın içinden on beş kişiyi seçmeyi
akıl ediyoruz, sonra en önemli davamızı tutup bilgisizliğin,
adaletsizliğin ve kararsızlığın anası olan halkın oyuna bırakıyoruz.
Akıllı bir insanın, hayatını düşüncesiz bir sürünün oyuna bırakması
akıl kârı mıdır?

«An quidquam stultius quam quos singulos contemmas eos aliquid
putare esse universos?» (Cicero)

Ayrı ayrı bakınca değer vermediğimiz kimselere, bir araya geldikleri
zaman değer vermekten daha büyük budalalık olur mu?

... Halk öyle şaşkın, öyle başıboş bir kılavuzdur ki, ne kadar zeki, ne
kadar becerikli olsak adımlarımızı ona uyduramayız. Her kafadan
çıkan bütün o karmakarışık sesler, bizi dört bir yana sürükleyen o kaba
sözler, düşünceler arasında doğru yolu bulmak olacak iş değildir. Bu
kadar kararsız, serseri bir varlığı kendimize kılavuz saymayalım: Her
zaman aklımızın ardısıra gidelim, halkın takdiri de canı isterse
ardımızdan gelsin. Bu takdir zaten talihe bağlı olduğu için onu kendi
yolumuzda giderken de bulabiliriz. Doğru yolu yalnız doğru olduğu
için tutmak istemesek bile, bu yolun eninde sonunda halk için de en
yararlı yol olduğunu göreceğiz ve yine ona döneceğiz:

«Dedit hoc providentia hominibus munus, ut honesta magis
juvarent.» (Qintilianus)

Yazgının insanlara bir lütfu da, namuslu işlerin aynı zamanda en
yararlı işler olmasıdır.

Yunanlı bir balıkçı, bir kasırga sırasında Neptunus'a şöyle söylemiş:

«Ey tanrı, beni ister kurtar, ister batır, ben dümenimi kırmadan
dosdoğru gideceğim.» Zamanımda nice dönek, ikiyüzlü, karışık
insanlar gördüm ki, dünya işlerinde benden daha tedbirli oldukları
halde, benim kurtulduğum felaketlerden kendilerini kurtaramadılar.

Risi successu posse carere dolos. (Ovidius)

Kurnazlıkların para etmediğini gördüm de güldüm. (Kitap 2, bölüm
16)
 
TANRILAR ÜSTÜNE

En az bildiğimiz şeyler tanrılaşmaya en elverişli olanlardır. Onun
içindir ki Yunanlıların, biz insanları tanrılaştırmalarına bir türlü akıl
erdiremem. Ben kendi hesabıma yılana, köpeğe, öküze tapanları daha
akla uygun görüyorum; çünkü onların huylarını daha az biliyoruz.
Onlara hayalimizle istediğimiz gibi değer biçimler, görülmedik
kudretler vermek daha fazla hakkımızdır. Bizim yaratılışımızın ne
kadar eksikleri olduğunu biliyoruz; tanrıları bize benzer tasarlamak,
onları bizim gibi arzuları, öfkeleri, kinleri, kanları, hazları, ölümleri,
mezarları olan birer varlık olarak düşünmek insan düşüncesinin bir
sarhoşluk zamanına rastlamış olsa gerektir.

Quae procul usque adeo divino ab numine distant.

Inque deum numero quae sint indigne videri (Lucretius)

Bütün bunlar tanrılıktan ne kadar uzak, tanrıların dünyasına ne kadar
aykırı.

«Formae, aetates, vestitus ornatus noti sunt, genera, conjugia,
cognationes omniaque traducta ad similitudinem imböcillitatis
humanae: nam et per turbatis animis inducuntur; accipimus enim
deorum cupiditates, aegritudines, iracundias.» (Cicero)

Tanrıların yüzlerini, yaşlarını, elbiselerini, süslerini biliyoruz;
Şecereleriyle, evlenmeleriyle, akrabalıklarıyla hep biz aciz insanlara
benzetilmişlerdir: Onların ruhları da aynı yanlış yollara sapmaktadır,
tanrıların da tutkularından, kederlerinden, hiddetlerinden
sözedilmektedir.

İnanca, doğruluğa, namusa, özgürlüğe, barışa, zafere, dindarlığa,
hatta hazza, sahteciliğe, ölüme, hırsa, ihtiyarlığa, sefalete, korkuya
hastalığa, felakete, şu zavallı, cılız hayatımızın daha birçok belalarına
birer tanrı işi diye bakmak aynı şeydir.

Quid juvat hoc, templis nostros inducere mores O curvae in terris
animae et caelestium inanes! (Persius)

Bizim ahlak ve törelerimizi, bizim toprağa bağlı, göklerden yoksun
ruhlarımızı tapınaklara sokmaya ne gerek var?

Mısırlılar, tedbirliliği hayasızlığa götürüyor, Apis ve İzis'in vaktiyle
birer insan olduklarını söyleyenlere ölüm cezası veriyorlardı; oysa
böyle olduğunu herkes de biliyordu. Varro der ki, bu tanrılar heykel
ve resimlerinde parmaklarını ağızlarına koymakla sanki rakiplerine:
Sakın bizim aslında birer insan oldugumuzu kimseye söylemeyin,
yoksa insanlar bizi artık saymazlar, demek istiyorlardı.

Mademki insanlar ille de tanrılarla akraba olmak istiyorlar, bari,
Cicero'nun dediği gibi, kendi kusur ve sefaletlerini göklere
çıkaracaklarına, tanrıların değerlerini yere indirip kendilerine mal
etselerdi. Fakat aslına bakacak olursak, insanlar aynı sakat düşünce
ile, hem o türlüsünü hem de bu türlüsünü yapagelmişlerdir.

Yunan filozoflarının, tanrıları inceden inceye bir sıraya korken,
ilintilerini, görev ve yetkilerini büyük bir özenle ayırtederken ciddi
olduklarına bir türlü inanamıyorum. Bana öyle geliyor ki Platon,
Pluton'un bahçesini (cehennemini), gövdelerimizin çürüyüp toprak
olduktan sonra göreceğimiz işkence veya rahatlıkları sayıp dökerken
ve bunları hayattaki duygularımıza benzetirken,

Secreti celant calles, et myrtea circum

Sylva tegit, curae non ipsa in morte relinquunt (Virgilius)

Gizli yerler, defne ormanları onları saklar ve dertleri ölümde bile
peşlerini bırakmaz.

ve Muhammet, Müslümanlara, halılar döşeli, altınlar, zümrütlerle
süslü, en güzel kadınlarla, şaraplarla, acayip yemeklerle dolu bir
cennet vadederken içlerinden gülüyorlardı ikisi de ve ağzımıza bir
parça bal sürüp bizi dünyadaki isteklerimize uygun hayal ve umutlara
düşürmek için mahsus bizim insani ve maddi tarafımıza
sesleniyorlardı. Nitekim birçoklarımız bu gaflete düşerek mahşer
gününden sonra tıpkı dünyadaki çeşitten zevkler ve rahatlıklarla dolu
bir dünya hayatı süreceğimizi sanıp dururuz. İnanabilir miyiz ki
Platon, bu kadar yüksek düşüncelere ulaşmış, «tanrısal» lakabını
alacak kadar tanrılara yaklaşmış olan bir adam, insan gibi zavallı bir
varlıkta aklın ulaşamadığı o esrarlı tanrı gücüne benzer bir taraf
görsün, bu zayıf varlığımızın, cılız duygularımızın sonsuz bir hazza
dayanacak kadar sağlam ve dayanıklı olduğunu sansın? Eğer Platon
bu kanıda ise, biz de ona insan aklı adına şunu söyleriz: Bize öteki
dünyada vereceğin zevkler burada duyduğumuz zevklerse, bunların
sonsuzluğa benzer hiçbir yanları yok. Duyularımızın beşi de ağızlarına
kadar hazla dolacak olsa, ruhumuzun arzulayacağı, umacağı bütün
zevklere erse, bu da hiçtir. Bir şey ki benimdir, bendedir, onda tanrısal
bir taraf yoktur. Dünyadaki durumumuza, hayatımıza bağlı şeylerin
ötede bulunmaması gerekir. Ölümlü varlıklara özgü bütün zevkler
ölümlüdür. Öteki dünyada akrabalarımızı, çocuklarımızı, dostlarımızı
bulmak bizi sevindiriyorsa, hala böyle bir mutluluğa bağlı kalıyorsak,
dünyadaki ölümlü hayatımız orada da devam ediyor demektir. Biz o
yüksek ve tanrısal değerleri ne biçimde hayal edersek edelim, layık
oldukları biçimde hayal edemeyiz: Onları gereğince düşünebilmek
için, düşünülmez, anlatılmaz, anlaşılmaz ve bizim bayağı hayatımızın
nimetlerine hiç benzemez kabul etmek gerekir. Aziz Paulus der ki:
«Allahın kullarına hazırladığı mutluluğu ne insan gözü görebilir, ne de
insan yüreği duyabilir.» Eğer bu mutluluğu duyabilmemiz için
(Platon, senin söylediğin gibi) bizi arıtmalardan geçirip yeni bir
biçime sokacaklarsa, bu değişiklik o kadar büyük, o kadar kökten
olacaktır ki, artık ortada bizden eser kalmayacaktır.

Hector erat tunc cum bello certabat; at ille,

Tractus ab Aemonio, num erat Hector, equo (Ovldius)

O dövüşen adam Hektor'du, fakat öteki,

O atların sürüklediği artık Hektor değildi.

Ahirette, vadedilen ödülleri alacak olan, bizden başka türlü bir varlık
olacaktır.

Qoud mutatur, dissolvitur; interit ergo:

Trajiciuntur enim partes atque ordine migrant (Lucretius)

Değişmek, dağılmak; yokolmaktır

Parçalar oynar yerinden, bozulur düzenleri.

Pitagoras'ın metamorfozlar evreninde ruhların beden değiştirdiğine
bir an inansak bile Caesar'ın ruhunu taşıyan aslanın aynı ihtirasları
duyduğunu, bir Caesar olduğunu kabul edebilir miyiz? Eğer onda
Caesar'lık kalıyorsa, Platon'un da tuttuğu bu düşünceye çatanlara hak
vermek gerekir. Bunlar der ki, insan kalıp değiştirdikten sonra yine
kendisi kalırsa, bir evladın, katır şekline girmiş olan annesinin sırtına
binmesi gibi saçmalıklar olabilir. Hayvan bedenlerinin aynı türden
başka bedenlere çevrilişlerinde son gelenlerin eskilerden farksız
olduklarını kabul edebilir miyiz? «Phoenix»in (Yandıktan sonra
küllerinden yeniden doğan efsanevi bir kuş: Anka.) küllerinden bir
kurt peyda olur, sonra bu kurttan başka bir «phoenix» çıkarmış; bu
ikinci «phoenix»in birincisinden başka olmadığı nasıl düşünülebilir?
şu bizim ipeği yapan kurtlar, bakarsınız, ölmüş, kupkuru olmuş
gibidirler, sonra aynı bedenden bir kelebek peyda olur, ondan da
tekrar bir kurt çıkıverir. Bu kurdun birinci kurt olduğunu kabul etmek
gülünçtür. Bir kez yok olan şey artık yoktur.

Nec si materiam nostram collegerit aetas

Post abitum, rursumque redegerit, tu sita nunc est.

Atque iterum nobis fuerit data lumina vitae,

Pertineat quidquam tamen ad nos id quoque factum Interrupta semel
cum sit repetentia nostra. (Lucretius)

Biz öldükten sonra zaman bütün maddemizi yeniden toplasa; ona
bugünkü düzenini geri verse, yeniden hayat ışığına çağrılsak bütün
bunların bizimle hiç ilgisi olmazdı, çünkü bellek ipliği bir kez kopmuş
olurdu.

Platon, sen başka bir yerde diyorsun ki, öteki dünyada ödüllere
kavuşacak olan, insanın yalnız ruh yanıdır. Bu da yine, pek olacağa
benzemiyor.

Scilicet, avolsis radicibus, tu nequit ullam

Dispicere ipse oculus rem, seorsum corpore toto. (Lucretius)

Göz, kökleri kopup bedenden ayrılınca, kendi başına kalınca artık
hiçbir şey göremez.

Çünkü, bu hesaba göre, ahiretin nimetlerine kavuşacak olan insan
değildir, yani biz değiliz; çünkü ruh ve beden bizim esaslı iki
parçamızdır; onların birbirinden ayrılması olan ölüm, varlığımızın yok
olmasıdır.

Inter enim jacta est vitai pausa, vageque

Deerrarunt passim motus ad sensibus omnes. (Lucretius)

Hayatın sona erdiği yerde her şey amaçsız olarak ve duygulara
dokunmadan yaşar.

İnsanı yaşatan organları kurtlar kemirirken, toprak hepsini parçalayıp
yerken, insanın acı duyduğundan söz eden yok.

Et nihil hoc ad nos, qui conjugioque

Corporis atque animae consistimus uniter apti. (Lucretius)

Bütün bunların hiç ilişkisi yok bizimle,

Çünkü biz ruhla beden bir aradayken varız. (Kitap 2, bölüm 12)
 
Geri
Üst