Mevlana'nın Güzel Eseri Mesnevi

Şehit Olmak

Şehit Olmak
Zengin bir adam vardı. Bu adamın da zühre yanaklı, ay yüzlü, gümüş bedenli bir kızı vardı. Kız, kendini bildi, babası onu kocaya verdi. Fakat kocası kızın dengi değildi. Kavun, karpuz oldu, sulandı mı yarmazsan telef olur gider.

Babası da kızın baştan çıkmasından korktu da onun için onu, dengi olmayan birisine verdi. Kızına dedi ki: Kendini kocandan koru, sakın gebe kalma. Ne yapayım? Bu yoksula seni vermek zorunda kaldım. Bu adamı garip say, garipte vefa olmaz. Ansızın her şeyi bırakır, kaçıp gider. Çocuğu başına dert kalır.

Kızı dedi ki: Babacığım, dediğini tutarım. Öğüdün pek doğru, kabulüm. Babası, her iki üç günde bir kere kızına aman ha sakın diye öğüt veriyordu. Derken kız, birdenbire gebe kalıverdi; ikisi de gençti. Kız, bunu babasından gizledi. Çocuk karnında beş, yahut altı aylık oldu. Artık iyiden iyiye belli oldu. Babası dedi ki: Ben sana ondan kendini koru demedim mi? Öğütlerim yel miydi ki sana tesir etmedi?

Kız, baba dedi, nasıl tahammül edeyim? Erkekle kadın, şüphe yok ki ateşle pamuk. Pamuk ateşten nasıl çekinebilir? Yahut da ateş nasıl olur da pamuğu yakmaz, çekinir?

Babası dedi ki: A kızım, ben sana onun yanına gitme demedim. Yalnız menisinden kendini koru dedim. Tam zevk anında onun beli gelirken kendini çekmeliydin. Kız, peki... beli ne vakit gelecek, ben ne bileyim? Bu, pek gizli bir şey, anlaşılmaz ki dedi.

Babası gözleri süzüldü mü anla ki beli geliyor deyince, kız dedi: Onun gözü süzülünceye kadar benim bu iki gözüm de kör oluyor a baba. Her bayağı akıl, hırs ve öfke zamanı, yerinde durmaz ki.

Bir sofi, askere savaşa gitti. Ansızın savaş başladı. Sofi, ağırlıklarla çadırda kalan zayıflarla beraber kaldı. Erler, ta savaş yerine kadar at sürdüler. Ağır kişiler, toprak gibi yerlerinde kala kaldılar. İleri gidenlerin ileri gidenleriyse yürüyüp ilerlediler. Savaşlar edip üstün gelerek bir çok ganimetlerle geri döndüler.

Sen de al diye sofıye de armağan sundular. O, o armağanı attı, hiçbir şey almadı. Neden kızgınsın dediler. Savaştan mahrum kaldım dedi. Sofi, savaş safında hançer çekip savaşmadığı için bu iltifattan memnun olmadı. Bunun üzerine esir getirdik dediler, birini al öldür. Başını kes de gazi ol. Sofi, buna biraz sevindi yüreklendi.

Suyla alınan aptestin yüzlerce aydınlığı, nuru, feri vardır ama su olmazsa teyemmüm edilir. Sofi, bağlı esiri alıp gaza etmek üzere çadırın arkasına götürdü. Oraya tutsakla gitti ama biraz gecikti diye meraka düştüler. İki eli bağlı tutsak. Onu öldürüvermeliydi. Öldürmede neden bu kadar gecikti, sebebi ne? Dediler.

Birisi işi anlamak üzere ardından gitti. Bir de ne görsün? Kafir, sofinin üstüne çıkmamış mı? Erkek, dişinin üstüne biner gibi o tutsak da yoksulun üstüne aslan gibi binmiş. Elleri bağlı olduğu halde hiddetle sofinin boynunu ısırmada. Dişleriyle boğazını dişlemede. Sofi, kafirin altına düşmüş, aklı başından gitmiş. Eli bağlı kafir, bir kedi gibi, elinde mızrak olmadığı halde onu berbat etmiş. Dişleriyle onu yarı öldürmüş. Boynundan akan kanla sakalı kıpkırmızı kesilmiş.

Sen de eli bağlı olan nefsinin elinde tıpkı o sofi gibi alta düşmüş, kendinden geçmişsin. Yoldaki bir tepecikten aciz kalmışsın. Halbuki önünde yüz binlerce dağ var. Bu kadarcık bir tepeden korkup ölüye döndün. Önünde aşılacak dağ gibi beller var, nasıl gideceksin? Gaziler hiddetle gelip derhal acımadan o kafiri kılıçlayıp öldürdüler.

Kendine gelsin diye de sofinin yüzüne sular saçtılar, gül suları serptiler. Sofi, kendine gelip onları görünce ne oldu yahu diye sordular.

Ey aziz Tanrı hakkı için bu ne hal? Neden böyle bu derece kendinden geçtin? Yarı ölmüş elleri bağlı bir tutsaktan neden böyle korktun, aklın başından gitti, bu hale düştün?

Sofi dedi ki: Başını keseceğim sırada o aç gözlü bana öyle bir hışımla baktı ki... Gözünü açtı, dolandırdı da öyle bir bakış baktı bana ki aklım başımdan gitti. Gözünü dolandırması, bana adeta bir ordu göründü. O nasıl korkuydu? Anlatamam! Hikayeyi kısa keselim, işte o bakıştan korktum. Kendimden geçip yere yıkıldım.

Gaziler dediler ki: Sende bu yürek varken sakın savaşa girişmeye yeltenme. Eli bağlı bir kafirin göz süzmesiyle gemin kırıldı, gark oldun. Erkek aslanlar, saldırdılar mı kılıçlarıyla başlar top gibi yerlere yuvarlanır. Erlerin savaşına aşina değilsin, böyle bir zamanda kan denizinde nasıl yüzebilirsin sen?

Boyunlara inen kılıçların tak tak diye çıkardığı ses, (Bir mahalle öteden duyulan) çamaşır dövenlerin tak takını hiçe sayar. Nice başsız bedenler yerlerde çırpınır. Nice bedensiz başlar, kan denizinde habbelere döner. İnsanları yok eden yüzlerce er, savaşta atların ayakları altında yok olur gider.

Sen bir fareden ürküp uçan bu akılla o savaş safına karışıp nasıl kılıç çekeceksin? Savaş bu, bulgur aşı değil ki yenlerini sıvayıp girişesin. Bulgur aşını kaşıklamaya benzemez, gel de burada kılıcı gör. Bu safta demirden yaratılmış bir Hamza lazım. Savaş, öyle hayal gibi bir hayalden ürküp kaçan her yüreksizin işi değil. Savaş, Türklerin işidir, nazenin kadınların değil. Nazlı nazenin kadınların yeri evdir, eve git sen de.

Ayyazi dedi ki: Tam doksan kere belki yaralanırım diye, çırılçıplak savaşa girdim, okların önüne gittim, belki birisi gelir saplanır dedim. Fakat boğaza, yahut can alacak bir yere ok isabeti, devlet sahibi bir şehitten başkasına nasip olmuyor.

Vücudumda yaralanmadık bir tek yer yok. Bedenim oktan kalbur gibi delik deşik oldu. Fakat bu ne yiğitlik, ne de zeka işi. Baht işi bu. Bir türlü can alacak bir yerime ok isabet etmedi. Şehitliğin kısmet olmadığını anlayınca halvete gittim, çileye girdim. Kendimi büyük savaşa attım, riyazata zayıflamaya koyuldum. Halvetteyken kulağıma gazilerin savaşa giderken çaldıkları davul sesleri geldi. Sabah çağıydı, can kulağımla duydum nefsim içimden seslendi. Kalk, savaş zamanı geldi, yürü. Kendini savaşa at.

Dedim ki: Ey vefasız habis nefis, savaşa meyletme nerede, sen neredesin? Ey nefis, doğru söyle, bu hilebazlık nedir? yoksa şehvette düşkün nefis, ibadete yanaşmaz bile. Doğru söylemezsen üstüne saldırır, seni riyazatla adamakıllı sıkar, sıkıştırır. O anda nefsim, içimden seslendi, dilsiz, ağızsız fasih bir surette söz söylemekteydi: Beni her gün burada öldürüp duruyorsun. Canıma, kafirlere yapılan eziyetleri yapıyorsun. Kimsenin halimden haberi yok. Sen, beni uykusuz, yemeksiz öldürüp durmadasın. Bari savaşta bir yarayla şu bedenden kurtulurum da halk da erliğimi, fedakarlığımı görür.

Dedim ki: A nefisceğiz, hem münafık olarak yaşamadasın, hem münafıkça ölmedesin, nesin sen? İki alemde de mürai imişsin, iki alemde de hiçbir şeye yaramazmışsın meğer. Bu beden sağ oldukça halvetten çıkmamayı nezrettim. Çünkü, bu beden halvette ne yaparsa kadına, erkeğe görünmek için yapmaz.

Halvetteki hareketi de ancak Tanrı içindir, huzuru ve sükunu da. Orada niyetinde başka bir şey bulunmaz. Bu büyük savaştır, o küçük savaş. Her ikisi de Haydar’la Rüstem’in harcıdır. Öyle bir farenin kıpırdaması ile uçup gidecek akıl sahibinin harcı değil. O çeşit adama karılar gibi savaştan, kılıçtan uzak durmak gerek. O da sofi, bu da. Yazık o sofiye. O, bir iğneyle ölmede, bu kılıçlara karşı durmada.

Sureti sofidir ama canı yok. Bu çeşit sofiler öbür sofilerin de adını kötüye çıkarır. Toprakla karılmış olan şu bedenin kapısına, duvarına Tanrı, gayretiyle yüzlerce sofi yaptı. Büyüden o suretler oynasınlar da Musa’nın asası gizlensin dedi. Sopanın doğruluğu, suretleri yer, siler süpürür. Fakat Firavuna mensup olan göz, tozla toprakla doludur. Öbür sofi, harp safına, yaralanmak için yirmi kere girer. Savaş zamanı Müslümanlarla beraber kafire saldırır, bir kere bile geri dönmez. Yaralanır, yarasını bağlar, tekrar saldırır, savaşır. Beden bir yarayla ölmez diye savaşta yirmi kere yaralanır. Bir yarayla can vermeye acıklanır; doğruluğu elinden canının kolayca kurtulacağından üzülür.

Birisinin elinde kırk kuruşu vardı. Her gece birini denize atardı. Bu suretle de nefsine iyice eziyet etmek, yavaşlıkla onun can çekişmesini uzatmak isterdi. Müslümanlarla savaşa gider, onlar düşmandan yüz döndürseler bile o feri dönmezdi. Bir kere daha yaralanır, onu da bağlardı. Belki yirmi kere bedeninde mızrak ve ok kırılırdı.

Bu suretle savaşa savaşa nihayet kuvveti bitti, yere düştü. Aşkının doğruluğuyla, doğruluk makamına ulaştı. Doğruluk, can vermektir. Kendinize gelin de bu hususta ileri geçin. Kuran’da “Erler vardır ki Tanrı ile ettikleri ahdi bozmadılar, ahitlerine doğrulukla sarıldılar” ayetini okuyun.

Mademki bu beden, ruha bir alettir, şu halde bu hakiki ölüm değildir. nice ham kişiler vardır ki görünüşte kanlarını döktüler. Fakat nefisleri diri olarak o tarafa kaçtı. Aleti kırıldı ama yol kesen diri kaldı. Bindiği at kanlar saçtı ama nefis diri. At öldü, yolu aşılmadı. Ancak ham, kötü, perişan bir halde kala kaldı.

Her kan döken şehit olsaydı öldürülen kafir de kutlu bir şehit sayılırdı. Nice şehit olmuş güvenilir kişiler de vardır ki dünyada ölürler, şehit olmuşlardır, fakat diri gibi yürür gezerler. Yol kesen ruh olmuştur, onun kılıcı olan beden bakidir ve savaş arayan erin elindedir.

Kılıcı, kılıçtır, fakat, o adama değil. Fakat bu görünüş, seni şaşırtır. Nefis değişti mi bu beden kılıcı, ihsan ve lütuflar sahibi Tanrının elindedir. O öyle bir erdir ki gıdasız, tamamı ile dert. Öbür erlik ise toz gibi ortası delik bir şeydir.
 
Ay Yüzlü

Ay Yüzlü
Bir kovucu, Mısır halifesine, Musul padişahının huri gibi bir cariyesi olduğunu söyleyip dedi ki: Onun bir cariyesi var ki alemde onun gibi güzel yok. Güzelliğinin haddi yok., söze sığmaz, anlatılmaz ki. İşte resmi, şu kağıtta bir bak.

O ulu halife, kağıttaki resmi görünce hayran oldu, elindeki kadeh düştü. Derhal Musul’a büyük bir ordu ile bir er gönderdi. Eğer o ay parçasını teslim etmezse orasını yak yık. Verirse bir şey yapma, bırak, yalnız o ay parçasını getir de yeryüzündeyken ayı kucaklayayım dedi.

Er, binlerce Rüstem’le, davul ve bayraklarla yola düştü, Musul’a yollandı. Sayısız asker, şehri mahvetmek üzere tarlanın çevresine üşüşen çekirgeler gibi oraya üşüştüler. Savaş için her yana Kafdağı gibi mancınıklar kurdurdu.

Oklar yağmur gibi yağmada, mancınıklarla atılan taşlar gürler gibi gürlemeye, kılıçlar şimşek gibi çakmaya başlamıştı. Savaş, tam bir hafta sürdü, kanlar döküldü. Taştan yapılma kale mum gibi eridi, yerle yeksan oldu. Musul padişahı, bu korkunç savaşı görünce içeriden bir elçi göndererek, Müslümanların kanını dökmeden maksadın ne? Bu şiddetli savaşta ölüp gidiyorlar. Meramın nedir? maksadın, Musul şehrini almaksa böyle kan dökmeden de olur bu iş. Ben şehirden çıkayım gel, sen gir. Tek mazlumların kanı, seni tutmasın. Yok, muradın mal, altın ve mücevherse bunu, bu şehirden almak, zaten kolay bir şey dedi.

Elçi o erin huzuruna gelince er, cariyenin resmini verdi. Bu kağıda bak dedi, bunu istiyorum. Derhal teslim etsin yoksa ben üstünüm. Elçi gelip maksadı söyleyince o erkek padişah dedi ki: Bu suret eksik olsun tez götür. Ben iman ahdinde puta tapanlardan değilim. Putun puta tapanda olması daha doğru. Elçi, kızı getirince o yiğit er, derhal aşık oldu.

Aşk bir denizdir, gökyüzü, bu denizde bir köpük. Aşk, Yusuf’un havasına kapılan Zeliha gibi insanı hayran eder. Gönüllerin dönüşünü aşktan bil. Aşk olmasaydı dünya, donar kalırdı.

Aşk olmasaydı nereden cansız bir şey, nebata girer, onda mahvolurdu; büyüyüp yetişen nebatlar, nereden kendilerini canlılara feda ederlerdi?

Ruh, nasıl olurdu da o nefese feda olurdu da onun esintisinden Meryem gebe kalırdı? Her biri yerlerinde buz gibi dona kalırdı. Nereden çekirge gibi uçar gıda arardı ki? O yüceliğe aşık olanlar, zerre zerre, fidan gibi yüceliğe koşmadalar. Onların bu koşmaları, “Tanrı tesbih”tir. Can için bedeni temizlemededirler.

O yiğit er kuyuyu yol sanmış, çorak yerden hoşlanmış, oraya tohum ekmeye kalkışmıştı. O yatıp uyuyan, rüyada bir hayal görür, onunla buluşur düşü azar. Uyanıp kendine gelince görür ki o oyunbozanlık, uyanıkken olmamış. Vah der beyhude yere erlik suyumu zayi ettim, o işveli hayalin işvesine kapıldım. O yiğit er de beden yiğidi idi, asıl erliği yoktu. O yüzden erlik tohumunu öyle bir kuma saçtı gitti.

Aşk bineği, yüzlerce gemi atmış, ölümden bile korkmam diye nara atmaktaydı. Aşk ve sevda da halifeden pervam bile yok. Varlığımla ölümüm birdir bence diyordu. Fakat böyle ateşli ateşli ekmeye kalkışma. Bir iş eriyle danış. Fakat meşveret nerede, akıl nerede? Hırs seli, adama yıkık yerleri kazdırır, tırnaklarını uzatır.

Bir güzele aşık olanın önünde de set vardır, ardında da. Öyle adam, artık önünü ardını az görür. Kara sel cana kastetmeye geldi mi bir tilki aslanı kuyuya düşürür. Dağ gibi aslanlar, kuyuda olmayan bir hayali görürler de kendilerini kaldırıp atarlar.

Hiç kimseyi kadınlarla mahrem tutma. Çünkü erkekle kadın, ateşle pamuğa benzer. Tanrı suyu ile yunmuş bir ateş gerek ki bülüğa erme sırasında bile Yusuf gibi kötülükten çekinsin. Selvi boylu latif Zeliha’dan aslanlar gibi kendini çeksin.

O yiğit er de Musul’dan döndü, yola düştü. Yolda bir ormana, bir yeşilliğe geldi. Aşk ateşi, öyle bir parlamıştı ki yerle göğü fark etmiyordu. Çadır içinde o ay parçasına kastetti. Akıl nerede, halifeden korkma nerede?

Şehvet, bu ovada davul dövdü mü akıl dediğin ne oluyor ki a turpoğlu turp. Yüzlerce halife, o anda o erin ateşli gözüne bir sinekten aşağı görünür. O kadına tapan er şalvarını çıkarıp cariyenin ayak ucuna oturdu. Aleti, dosdoğru gideceği yere giderken orduda bir gürültü, bir kızılca kıyamet koptu.

Er sıçradı, götü başı açık bir halde ateş gibi Zülfikar elinde dışarı çıktı. Bir de ne görsün, ormandan kara bir erkek aslan, kendisini ordunun içine kapmış koy vermiş. Atlar, ürküp köpürmüşler, her çadır ve ağır yeri yıkılmış, herkes birbirine girmiş. Erkek aslan, ormanın gizli bir yerinden fırlamış, havaya, deniz dalgası gibi tam yirmi arşın sıçramıştı. Er, pek yiğitti, aldırış bile etmeden sarhoş bir erkek aslan gibi aslanın önünü kesti. Kılıçla bir vurdu, başını ikiye böldü. Derhal o ay yüzlü dilberin bulunduğu çadıra koştu. O hurinin yanına gelince aleti hala dimdikti. Öyle bir aslanla savaştı da erliği, yine sönmedi, hala ayaktaydı.

O, tatlı ve ay yüzlü güzel onun erliğine şaşıp kaldı. İstekle ona kendisini teslim etti. O anda iki can birleştiler.

Bu iki canın birbirleriyle birleşmesi yüzünden gayıptan bir başka can gelir erişir. Kadının rahminde meniyi kabule mani bir şey yoksa bu can, doğuş yolu ile gelir, yüz gösterir.

Her nerede iki adam, sevgiyle, yahut kinle birleşseler, bir üçüncü can, mutlaka doğar. Fakat o suretler, gayp aleminde doğarlar. Oraya varınca onları gözünle de görürsün. O sonuçlar, senin birleşmelerinden doğdu. Kendine gel de her eşe hemen sevinme.

Vaktini bekle. O zürriyetlerin sana ulaşacağından emin ol. Onlar, amelden ve sebeplerden doğmuşlardır. Her birinin sözü vardır, mekanı vardır.

O güzelim perdelerden sesleri erişir: Ey bizden gafil olan, hadi, çabuk yücel. Kadının canı da kıyamet gününü bekler, erkeğin canı da. Bu alemde emeklemen nedir ki? Daha çabuk adım at.

O er, o yalancı sabah yüzünden yolunu kaybetti de sinek gibi ayran kabına düştü işte.

Birkaç gün murat alıp verdiler. Fakat sonra o büyük suçtan pişman oldu. Ey güneş yüzlü, bu işe dair halifeye bir şey söyleme diye cariyeye yemin verdi. Halife cariyeyi görünce sarhoş oldu, onun tası da damdan düştü. Onu, övdüklerinin yüz misli güzel buldu. Hiç görme, işitmeye benzer mi? Övme, akıl kulağı için bir tasvirdir. Fakat suret, bil ki gözün harcıdır, kulağın değil.

Birisi, bilir bir adama sordu: A sözü güzel er, hak nedir, batıl ne? O er, adamın kulağına tutup bu batıldır dedi, gözse haktır onun her şeye yakini vardır. O, yani duymak, buna nispetle batıldır. Ey emin kişi, sözlerin çoğu da nispetten ibarettir.

Yarasa güneşten gizlenir, perde ardına girerse güneşin hayalinden gizlenmiş değildir. korku, ona bir hayal verir. İşte o hayal, onu karanlığa çeker. Nur hayali, onu korkutur da karanlık gecelere sarılmasına sebep olur. Sen düşmanın hayali ve tasavvuru yüzünden sevgiliye ve dosta sarılmışsındır.

Ey Musa sana keşfedilen tecelli nurları, dağa vurdu. Fakat o hayaller kuran dağ, senin hakikatinin ziyasına tahammül edemedi. Kendine gel de hayaline kabiliyetim var diye gururlanma, bu yoldan hakikate ulaşacağını umma. Savaş hayalinden kimse korkmaz. Savaştan önce yiğitlik yoktur bunu bil kafi. Puşt da savaş hayaline kapılır, aklından Rüstemler gibi yiğitlikler geçirir. Hamam duvarına yapılan Rüstem resmine her ham kişi saldırabilir. Fakat duymadan meydana gelen bu hayal, göz önüne geldi mi puşt kim oluyor? Rüstem bile aciz kalır. Çalış da o duyduğun şeyi gör. Batıl olan hak olsun.

Ondan sonra kulağın, göz tabiatını kazanır. Bir yün yumağı gibi olan kulakların, göz kesilir. Hatta bütün bedenin aynaya döner. Her tarafın göz ve gönül haline gelir.

Kulak bir hayal meydana getirir, o hayal de o güzelliğin vuslatına miyancıdır. Çalış, bu hayal çoğalsın da miyancı olan bu hayal, Mecnun’a kılavuzluk etsin.

O ahmak Halife de bir zaman o güzel cariyeye kapıldı, onunla gönül eğledi işte. Tut ki bütün doğuyu batıyı zaptettin, her tarafın saltanatına sahip oldun. Madem ki bu saltanat kalmayacak, sen onu bir şimşek farz et, çaktı, söndü. Ebedi kalmayacak mülkü, gönül, bir rüya bil. Cellat gibi boğazına yapışan debdebeyi, şan ve şöhreti ne yapacaksın ki?

Bil ki bu alemde de bir emniyet bucağı vardır. Yalnız münafıkın sözünü az duy, çünkü o söz zaten söz değildir.

Ahireti inkar edenin delili, her an ancak şudur: Eğer başka bir alem olsaydı onu görürdük. Bir çocuk aklın eserlerini görmüyor diye akıllı adam, akla ait şeyleri nakletmez mi ki? Akıllı bir adam da aşk ahvalini görmezse aşkın kutlu ayı eksilmez ya.

Yusuf’un güzelliğini kardeşlerinin gözleri görmedi. Fakat Yakup’un gözünden gizli kalmadı ki. Musa’nın gözü, asayı bir sopadan ibaret gördü ama gayb gözü de onu bir yılan, bir kıyamet gördü. Baş gözü ile can gözü savaşta idi. Can gözü üstün geldi delil gösterdi. Musa’nın gözü, elini el gördü ama can gözüne karşı o elden bir nurdur parladı.

Bu söz kemal bakımından sonsuzdur. Hakikatten haberi olmayan mahrumlara hayal görünür. Çünkü onca hakikat, ferçten ve boğazdan ibarettir. Onun yanında sevgilinin sırlarını az söyle.

Bizce ferç ve boğaz hayaldir. Bunun için de can, her an cemalini bize gösterir.

Kim ferç ve boğazına düşmüş, bu düşkünlüğünü kendisine adet ve huy edinmişse ona denecek söz, ancak “Sizin dininiz sizin, benim ki benim” sözünden ibarettir. Böyle bir inkara karşı sözü kısa kes. Ey Ahmet eski kafirle az konuş.

Halife buluşmayı diledi, bu maksatla o cariyenin yanına gitti. Onu andı aletini kaldırdı. O cana canlar katan, o sevgisini gittikçe arttıran güzelle buluşmaya niyetlendi. Kadının ayakları arasına oturdu. Oturdu ama takdir zevkinin yolunu bağladı. Farenin çıtırtısı kulağına değdi. Aleti indi uyudu, şehveti tamamı ile kaçtı. Bu ıslık yılan ıslığı olmasın, çünkü hasır kuvvetle oynamakta dedi.

Cariye, Halifenin gevşekliğini görünce kahkahalarla gülmeye başladı. O erin, aslanı öldürüp geldiği halde hala aletinin inmediğini hatırladı. Kahkahası arttıkça arttı, uzadıkça uzadı. Kendini tutmaya çalışıyordu ama bir türlü dudaklarını kapatamıyordu ki. Esrara alışık olanlar gibi boyuna gülüyordu. Kahkaha, kârına da üstün gelmişti zararına da.

Ne düşündü aklına ne getirdiyse fayda vermedi; aklına getirdiği şeylerde gülmesini arttırıyordu. Sanki bir selin bendi birden yıkılmıştı. Ağlayış, gülüş gönlün gamı, neşesi... Bil ki her birinin ayrı bir madeni vardır. Her birinin ayrı mahzeni vardır ve o mahzenin anahtarı, kapalı kapıları açan Tanrının elindedir. Bir türlü gülmesi dinmiyordu. Nihayet Halife alındı huysuzlandı.

Hemencecik kılıcını kınından sıyırdı. Habis dedi, neden gülüyorsun? Söyle. Bu gülüşten gönlüme bir şüphe düştü hileye kalkışma, doğru söyle. Yalanla beni kandırmaya kalkışırsan, yahut boş bir bahane icat edersen, ben bunu anlarım, gönlümde bunu anlayan bir nur vardır. Doğruyu söylemek gerek vesselam.

Bil ki padişahların gönüllerinde ulu bir ay vardır. Bazı, bazı gaflet yüzünden bulut altına girer ama önemi yok. Gönülde gezip dolaşma zamanı bir ışık vardır ki hiddet ve hırs vaktinde leğen altına gizlenir. O anlayış, şimdi benim dostumdur. Söylenecek sözü söylemezsen, bu kılıçla boynunu vururum. Bahanen hiç fayda vermez. Doğru söylersen seni azat ederim. Tanrı hakkı için neşeni kırmam. Yedi mushafı birbiri üzerine koyup sözünü tutacağına yemin etti.

Cariye aciz kalınca ahvali anlattı. O yüz Zal-e bedel olan Rüstem’in erliğini söyledi. Yoldaki gerdeği, o sırada vukua gelen olayları bir bir nakil etti.

Erin kılıcı çekip gidişini, aslanı öldürdükten sonra gelişini, aletinin hala gergedan boynuzu gibi ayakta olduğunu söyledi. Ondan sonra namuslu Halifenin gevşekliğini ve farenin bir çıtırtısından aletinin söndüğünü görünce dayanamayıp güldüğünü bildirdi.

Tanrı sırları meydana çıkarır. Mademki sonunda bitecek, kötü tohum ekme. Su, bulut, ateş ve bu güneş, sırları toprağın altından çıkarır.

Yaprakların dökülmesinden sonra gelen bahar, kıyametin varlığına bir delildir. Bahar, o sırları meydana çıkarır, şu yeryüzü ne yediyse rüsvay olur. Yedikleri, ağzından, dudağından biter, çıkar. İçindeki neyse meydana gelir. Her ağacın kökündeki sır ve o ağacın yemişi tamamı ile üstünde görünür. Gönlünü inciten her gam, içtiğin şarabın tesiri iledir. Fakat nereden bileceksin o mahmurluk, o baş ağrısı, hangi şaraptan meydana geldi?

Bu baş ağrısının o tanenin meyvesinden olduğunu aklı, fikri olanlar anlar. Dalla meyve, tohuma benzemez. Meni, hiç insanın bedenine benzer mi? Heyula esere benzemezken tohum, hiç ağaca benzer mi?

Meni, ekmekten meydana gelir, fakat ekmek gibi midir? İnsan, meniden olur, fakat hiç meni gibi midir? Cin, ateşten yaratılmıştır, fakat nereden ateşe benzer? Bulut buhardandır, fakat buhar gibi değildir ki.

İsa, Cebrail’in üfürmesinden vücut buldu. Fakat suret bakımından onun gibi midir, yahut ona benzer mi? Adem, topraktan yaratılmıştır, toprağa benzemez. Hiçbir üzüm, üzüm çotuğu gibi değildir. hırsız, darağacının ayağı gibi midir? İbadet ebedi cennete benzer mi?

Hiçbir asıl esere benzemez. Şu halde zahmetin ve baş ağrısının aslını bilemezsin. Fakat bu mücazat, mükafat, bir aslı olmadan vücuda gelmez. Tanrı, hiçbir suçsuz kulunu incitmez. Asıl neyse, o şeyi çeken odur. Ona benzemez ama ondandır.

Şu halde bil ki çektiğin zahmet, yaptığın bir suçun sonucudur. Sana inen bir tokat bir şehvetten ötürüdür.

İbret almaz o suçu bilmezsen bile hiç olmazsa derhal ağlayıp sızlanmaya koyul, yargılanma dile. Secde et, yüzlerce defa Yarabbi de, bu gam, yaptığım suçun karşılığıdır ancak.

Ey Yarabbim, sen zulümden, sitemden temizsin. Nasıl olur da suçsuz olarak insana bir dert, bir gam verirsin? Ben suçu belli beyan bilmiyorum, fakat bu derde sebep de mutlaka bir suçtur. Sebebi örttüğün gibi suçu da ört. Çünkü ceza, benim suçumu ortaya koymaktadır. Ceza sebebiyle hırsızlığım meydana çıkar.

Padişah, kendi kendisine suçunu, kabahatini, kızı ele geçirmek için ettiği ısrarı anıp tövbe etti, Tanrıdan yargılanmak diledi.

Dedi ki: Başkalarına yaptığım şeyler, ceza haline geldi, bana gelip çattı. Mevkiime güvenip başkalarının eşine kastettim. Bu kasıt bana döndü,kuyuya düştüm. Başkasının kapısını dövdüm, o da tuttu benim kapımı dövdü. Kim başkalarının karısına kötülük ederse bil ki kendi karısına ********lik eder. Çünkü bir kötülüğün cezası, tıpkı onun gibi olan bir kötülüğe uğramaktır. Suçun cezası, o suçun misli olur.

Sen, başkasının karısını bir sebeple kendine çektin mi, aynen sen de onun gibi, hatta ondan da üstün bir deyyussun. Ben, Musul padişahının cariyesini zorla aldım, benden onu derhal aldılar. Emniyet ettiğim adam olan lalam, hain çıktı, bana hıyanette bulundu.

Kin gütme, öç alma zamanı değil. Ben kendi elimle bir ham iştir yaptım. O beye de kin güdersem yapacağım zulüm yine başıma gelir. Şu ceza bir kere başıma geldi ya, bunu sınadım artık sınanmışı tekrar sınamam.

Musul padişahının derdi, boynumu kırdı adeta. Artık başkasını incitmem. Tanrı, bize mükafatını anlattı. “Döner kötülüğe gelirsimiz de cezanızı veririz” dedi.

Burada ileri gitmek faydasızdır. Sabırdan, merhametten başka iyi bir iş yoktur. Rabbimiz, biz nefsimize zulüm ettik, bir hatada bulunduk. Ey merhameti büyük Tanrı bize acı. Ben onu afettim, sen de yeni suçumu da afet, eski suçlarımı da.

Sonra cariyeye sakın dedi bu senden duyduğum sözü kimseye söyleme. Seni beyinle evlendireceğim. Tanrı hakkı için sakın bu hikayeyi kimseye anma. Anma da o, benden utanmasın. Çünkü o, bir kötülükte bulundu ama yüz binlerce de iyilik etti. Ben onu, defalarca sınadım, ona senden de güzel kadınları emniyet ettim. Hiç dokunmadı bu olan şey benim yaptığımın cezası.

Bundan sonra o beyi huzuruna çağırdı. Alemi kahretmeyi düşünen hışmını yendi. Ona kabul edilecek bir bahane buldu. Dedi ki: Ben bu cariyeden soğudum. Sebebi de şu: Çocuğumun anası, bir cariyeyi kıskanmada, adeta bir tencere gibi kaynayıp durmada, yüzlerce sıkıntılara uğradı. Oğlumun anasıdır onun nice hakları vardır. Böylece cevir ve cefalara layık değildir o. Kıskançlığa başladı kanlar yutmada. Bu cariye yüzünden pek şiddetli acılara düştü.

Hasılı bu cariyeyi birisine vereceğim. Buna karar verdikten sonra azizim efendim, senden daha iyisini bulacak değilim ya.

Sen onun için canınla oynadın. Artık onu senden başkasına vermek doğru değil. Onu, o beye nikahlayıp verdi. Öfkesini, hırsını kırdı geçirdi.

Onda erkek eşeklerin gücü, kuvveti yoktu. Fakat peygamberlerin erliği vardı. Hışmı, şehveti, hırsı terk etmek, erliktir. Bu, peygamberlik damarıdır. Söyle, damarında eşek erliği olmasın da Tanrı onu daima Ulu beylerbeyi diye çağırsın.

Tanrıdanuzak merdut bir diri olmaktansa Tanrının görüp gözettiği bir ölü olmam daha yeğ. Şu erliğin içi, sırrıdır, öbürü deriden ibaret. O, adamı cennete götürür, bu cehenneme.

Cennetin, hoşa gitmeyen şeylerle çevrildiği kaplandığı söylenmiş, cehennemin heva ve hevesten meydana geldiği haber verilmiştir.

Ey Eyaz, ey Şeytanı öldüren erkek aslan, eşek erliğini azalt, akıl erliğini çoğalt. Bu kadar yüzlerce alemin anlayamadığı şey, sence bir çocuk oyuncağı oldu. İşte sana er.

Ey benim emrimin lezzetini bulan, ey emrime vefakarlıkta bulunmak üzere canlar veren.

Emre, emrin lezzetine dair manevi hikayeyi dinle şimdi.
 
Eyaz'ın Aklı



Beyler, hasetten coşunca nihayet padişahı bile kınamaya başlayıp dediler ki: Bu senin Eyaz’ında otuz adamın aklı yokken nasıl olur da otuz beyin kaftan parasını yer?

Padişah otuz beyle avlanmak üzere dağlara ovalara çıktı. Uzaktan bir kervan gördü, beyin birisine git de sor bakalım, o kervan hangi şehirden geliyor? Dedi.

Bey gitti, sorup geldi, dedi ki: Rey’den geliyor. Peki nereye gidiyormuş? Deyince kalakaldı. Bir başka beye git bakalım yüce kişi dedi, sen de nereye gidiyor, şunu anla! O da gidip geldi, Yemen’e gidiyormuş dedi. Padişah yükü neymiş? Deyince dinelip kaldı. Padişah bir başka beye hadi, sen de yükü neymiş, onu öğren dedi. Bey gidip geldi, her cins mal var, fakat çoğu Rey kaseleri deyince, padişah Rey’den ne vakit çıkmış? Diye sordu. O aklı gevşek bey de aciz kaldı. Böylece otuz hatta daha fazla beyin hepsi de aciz ve noksan çıktı.

Bunun üzerine padişah beylere dedi ki: Ben bir gün tek başıma Eyaz’ımı sınadım. Şu kervan nereden geliyor git anla dedim. Gitti, hepsini sorup öğrenmiş. Benim emrim olmadan kervanın bütün ahvalini, olduğu gibi bir bir anlattı. Bu otuz bey, otuz defada ne öğrenebildiyse o, hepsini birden öğrenip geldi.

Beyler bu bir zeka işi, o da Tanrı vergisi, çalışmakla olmaz ki. Aya o güzel yüzü Tanrı vermiş, güle o hoş kokuyu Tanrı ihsan etmiş dediler. Padişah dedi ki: İnsanın elde ettiği şey zararsa çalışmamasından ileri gelmiştir, karsa çalışıp çabalamasından.

Yoksa Adem, “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik” der miydi. Bu suç bahtımdan, kader böyleymiş,ihtiyatın tedbirin ne faydası var? Derdi. İblis gibi hani. O da “Sen beni azdırdın. Hem kadehimizi kırıyor, hem de bizi dövüyorsun” demişti ya.

Halbuki takdir haktır ama, kulun çalışması da hak. Kendine gel de koca şeytan gibi kör olma. İki iş arasında tereddütte kalıyoruz. Hiç ihtiyarımız olmasa bu tereddüt olur mu?

İki eli iki ayağı bağlı olan adam bunu mu yapsam onu mu der mi? Denize mi dalsam, yücelere mi uçsam diye hiç tereddüt eder mi? Musul’a mı gitsem, yoksa büyü öğrenmek için Babil’e mi diye düşüncelere kapılır mı? Şu halde tereddüt, bir kudrete delalet eder. Böyle olmasa tereddüde düşmenin bıyığına gülerler.

Yiğidim, kadere az bahane bul! Nasıl oluyor da suçunu başkalarına yükletiyorsun? Zeyd, kana girsin, cezasını Amr çeksin... Amr, şarap içsin Ahmet dayak yesin, bu olur mu? Kendi etrafında dolan, kendi suçunu gör. Hareketi güneşten bil, gölgeden bilme.

Bir beyin bile ceza vermesi yanlış olmuyor, o gözü açık er, düşmanı biliyor. Bal şerbeti içersen başkasına humma gelmiyor. Gündüzün çalışıyorsun, akşamleyin ücretini başkası almıyor. Neye çalıştın da zararını, faydasını görmedin? Ne ektin de devşirme vakti onu biçmedin?

Canından teninden doğan işin, çocuğun gibi gelir, senin eteğini tutar. Yaptığın işe gayb aleminden bir suret verirler. Hırsızlık için darağacı kurmuyorlar mı? Darağacı hırsızlığa benzemez ama gaypları bilen Tanrının meydana getirdiği bir örnektir.

Tanrıi şahsın gönlüne, adalet için şöyle bir suret düz diye ilhamda bulunur. Sen de bilir, anlarsın ki bu, bu işin karşılığı. Yoksa adalet sahibi olan Tanrı takdiri, insana yaptığına uygun olmayan cezayı nasıl olur da verir?

Hakim bile bunu seçer, bu çeşit hareket ederken bu hakilerin en doğru ve adaletli hüküm vereni olan Tanrı, nasıl hükmeder? Düşün artık.

Arpa ektin mi arpadan başka bir şey bitmez. Borcu sen verdin kimden rehin istiyorsun ki? Suçunu başkasına yükleme. Aklını yaptığın işin cezasına ver, kulağını o yana aç... suçu kendine bul, tohumu sen ektin. Tanrının mücazatıyla, adaletiyle uzlaş.

Zahmetin sebebi kötülük etmektir. Kötülüğü yaptığın işlerde gör, talihimden deme. Talihe bakış insanı şaşı eder. Köpeği samanlıkta uyutur tembel bir hale sokar. Civanım kendi nefsini suçlu bul da adaletin verdiği cezayı az kına.

Ercesine tövbe et, yola baş koy. “Kim bir zerre kadar iyilik, yahut kötülük etse mükafat ve mücazatını görür.” Nefsin afsununa az aldan, Tanrı güneşi, bir zerreyi bile örtüp kaybetmez. Şu cismani güneş karşısında bile bu cismani zerreler görünürse, elbette hatıra ve düşünce zerreleri, hakikatlar güneşine karşı görünecek.
 
Çayırlıktaki Kuş

Çayırlıktaki Kuş

Bir kuş, çayırlığa gitti. Orada da av için bir tuzak vardı. Avcı yere birkaç tane saçmış, kendisi de orada pusuya sinmişti. Biçare avı yakalamak için kendisine yaprakları otları sarmıştı.

Bir kuşcağız onu tanımayıp geldi, adamın etrafında dönüp dolaştı. Sen kimsin ki dedi, böyle yeşiller giyinmişsin bu vahşi hayvanlar içinde ovada oturup duruyorsun. Adam, bir zahidim dedi, dünyadan elimi ayağımı çektim, burada otlarla kanaat edip gidiyorum. Zahitliği kendime yol yordam yaptım. Çünkü ecelimi önümde görmekteyim. Komşumun ölümü bana, vaiz edici yeter. Bu öğüt, benim kazancımı dükkanımı yıktı mahvetti. Sonunda mademki yapayalnız kalacağım, her kadınla, her erkekle düşüp kalkmaya alışmamak lazım.

Mademki sonunda mezara yüz tutacağım tek Tanrıya alışmam daha iyi. Güzelim, sonunda değil mi ki çenemiz bağlanacak, çenemi az oynatmam daha doğru.

Ey altın sırmalı esvaplar giymeye, altın kemerler takınmaya alışmış adam, nihayet sana da bir dikilmemiş elbisedir giydirilecek. Yüzümüzü toprağa tutalım, ondan bittik, geliştik. Neden gönlümüzü vefasızlara verelim?

Bizim atalarımız akrabalarımız, eskiden beri dört tabiattır. Öyle olduğu halde biz, eğreti akrabalara tamah ettik. Yıllardır insanın cismi, unsurlarla görüşmede, konuşmada.

Ruhu da, nefislerle akılardan ama ruh, kendi asılarını unutmuş. O tertemiz nefislerle akıllardan, cana her an ey vefasız diye mektup gelmede. Beş günlük dostları buldun da eski dostlardan yüz çevirdin. Çocuklar oyundan hoşlanırlar ama, geceleyin onları çeke çeke evlerine götürürler.

Küçük çocuk oyuna başlarken soyunur, hırkasını küllahını, ayakkabısını çıkarır atar. Hırsız da gelip ansızın onları kapıverir. Çocuk, oyuna öyle bir dalar ki külahı, gömleği aklına bile gelmez. Gece gelir çatar bir türlü oyunu bırakamaz. Eve bir türlü yüz çeviremez.

Duymadın mı, “Dünya ancak bir oyundan ibarettir” denmiştir. Sense oyuna daldın, elbiseni yele verdin, şimdi korkuya düştün. Gece gelmeden elbiseni ara, gündüzü dedikoduyla zayi etme.

Hasılı ben o ovada kendime halvet bir yer seçtim, halkı elbise hırsızı gördüm. Ömrün yarısı, sevgili isteğiyle geçti, yarısı düşmanların derdiyle. O, cüppeyi aldı götürdü bu, külahı. Biz de küçücük çocuklar gibi oyuna daldık; derken ecel gecesi yaklaştı. Artık bırak şu oyunu, yeter dönme oyuna gayrı. Tövbe atına binde hırsıza yetiş, hırsızdan elbiselerini al, geri dön.

Tövbe atı acayip bir attır. Bir anda şu aşağılık alemden ta göğün üstüne kadar sıçrayıp çıkar. Fakat atını da hırsızdan gözet ha. Biliyorsun ya o gizlice elbiseni çaldı. Aman şu atını gözet de hırsız çalmasın.

Birisinin bir koçu vardı. Boynuna bir ip bağlamış, ardından çekip götürüyordu. Bir hırsız geldi, ipini kesip koçu götürdü. Adam haberdar olunca koçu nereye götürdü diye sağa sola koşmaya başladı. Hırsızın bir kuyu başında eyvahlar olsun diye feryadetmekte olduğunu gördü.

Dedi ki: Üstat, neden feryat ediyorsun? Hırsız, kuyuya altın torbam düştü. Çıkarabilirsen sana gönül hoşluğu ile beşte birini veririm. Yüz altının beşte birine sahip olursun dedi. Bu tam on koçun değeri.

Bir kapı kapandı ise on kapı açıldı. Bir koç gittiyse Tanrı, ona karşılık bir deve ihsan etti deyip ; elbisesini çıkarttı, kuyuya indi. Hırsız da derhal elbiselerini alıp kaçtı.

Yolu köye çıkaracak bir tedbir gerek. Yoksa insana tamah tohumunu getiren tedbire tedbir demezler. Tamah huyu fitneden ibaret bir hırsızdır ama hayal gibi her an bir surete bürünür.
Onun hilesini Tanrıdan da başka kimse bilmez. Tanrıya kaç da o alçaktan kurtul!

Kuş dedi ki: Azizim, halvette oturma. Ahmed’in dininde rahiplik iyi değildir. peygamber, rahipliği neyhetti. Sen, nasıl oldu da böyle bidate kapıldın.

Cuma namazını kılmak, namazı cemaatle eda etmek, halka iyilik yapmalarını, Tanrı buyruklarını tutmalarını emretmek, kötülükte bulunmaktan çekinmek lazım. Kötü huyluların zahmetlerini çekip sabretmek, bulut gibi halka menfaatli olmak gerek.

“İnsanların hayırlısı halka faydalı olanıdır” babacığım. Taş değilsen taşla toprakla işin ne? Acınmış, Tanrı rahmetine erişmiş ümmetin arasında ol. Ahmed’in sünnetini bırakma, ona mahkum et kendini.

Adam dedi ki: Aklı tam olmayan, akıllı kişinin yanında taşa kerpice benzer. Ekmek isteğine düşen, eşekten farksızdır. Onunla konuşup görüşmek rahipliğin ta kendisidir.

Çünkü Haktan başka ne varsa hepsi mahvolur gider. Her gelecek, bir müddet sonra gelir, olacak olur. Adam olmayan kişinin hükmü de. Kıblesine benzer. O ölüyü arayıp durur, var onu da ölü say sen.

Böyle adamlarla düşüp kalkan da rahiptir. Çünkü düşüp kalktığı adamlar, taştan, ker***ten başka bir şey değildir. Hatta onlar taştan, ker***ten de beterdir. Çünkü taş ve ker***, kimsenin yolunu vurmaz. Halbuki bu ker***lerden insana yüz binlerce zarar gelir.

Kuş, iyi ama dedi, asıl savaş, yolda böyle yol vuranlar olunca savaştır. Aslan gibi olan er, halkı korumak, onlara yardım etmek ve düşmanla savaşmak için emin olmayan yola gelir. Erlik, yolcu düşmanla çatıştığı zaman meydana çıkar.

Peygamber, kılıçla gönderildi, ümmeti de saflar yaran er bir ümmettir. Bizim dinimiz de iş savaştır. İsa dininde mağaraya, dağa çekilip ibadette.

Adam dedi ki: Evet ama insanda güç kuvvet varsa, kötülüklere karşı durabilirse. Kuvvet olmayınca çekinmek daha doğru. Takatin yetmeyeceği şeyden kaçmak daha yerinde bir iş.

Kuş, işe sarılmak için dedi, yüreğin doğru olması gerek. Yoksa insanın dostu eksik olmaz. Sen dost ol da sayısız dost gör. Fakat dost olmazsan dostsuz, yardımsız kala kalırsın. Şeytan kurttur, sen de Yusuf’a benzersin. Ey temiz er, sakın Yakup’un eteğini bırakma. Kurt, çok defa sürüden bir kuzu, yalnız başına bir yol tutup ayrıldı mı onu kapar,yer.

Sünneti ve topluluğu bırakan kişi, yırtıcı hayvanlarla dopdolu olan böyle bir yerde kendi kanını dökmez de ne yapar? Sünnet yoldur, topluluk da yoldaşa benzer. Yolsuz yoldaşsız oldun mu bu daracık yerde helak oldun gitti.

Akla düşman olan yoldaş, yoldaş değildir. o, bir fırsat arar ki elbiseni alıp götürsün. Seninle beraber gider, gider ama bir aşılmaz bele, boğaza gelsin de varını yoğunu yağma etsin diye. Yahut o yoldaş dediğin kimse görünüşte cesurdur fakat hakikatte korkak. Bu sarp iş başa düştü mü dönmek için sana ders vermeye kalkışır. Korkaklığından dostunu da korkutur. Böyle yoldaşı düşman bil, dost değil.

Bu yol, insanın canı ile başı ile oynayacağı yoldur. Her meşelikte, her sazlıkta yufka yüreklileri geriye çevirecek bir afet vardır. Din yolu, her puşt tabiatlının gideceği yol değildir. bu yüzden de tehlikelerle doludur.

Yoldaki bu korku, unu kepekten ayıran elek gibi insanların da yüreklilerini yüreksizlerinden ayırt eder. Yol, nasıl yoldur? Gidenlerin ayak izleri ile dopdolu bir yol. Dost nasıl dosttur? Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen, seni aklı ile her an irşat edip yücelten dost.

Tutalım ki ihtiyatlısın da seni kurt kapmadı. İyi ama topluluk olmadıkça o neşeyi bulamazsın ki. Yalnız olarak bir yolda neşeli neşeli giden kişinin neşesi, dostlarla, yoldaşlarla giderse birken yüz olur. Eşek ağır canlı olduğu halde eşeğiyle dostu ile giderse neşelenir kuvvet bulur.

Kervendan ayrılıp yol almaya kalkışan eşeğe o yol, yüz kere daha uzar, o derece yorulur. O çölü yalnız olarak aşıncaya kadar kaç sopa fazla yer, kaç kere fazla nodullanır.

O eşek sana der ki: Eşek değilsen yola böyle yalnız düşme. Sen de bu öğüdü iyi dinle. Yolu gözeterek tenhaca ve güzel güzel giden şüphe yok ki dostlarla daha güzel gider.

Her peygamber bu düz yolda mucize gösterdi, yoldaşları aradı. Duvarların yardımı olmasa evler, ambarlar nereden meydana gelirdi? Her duvar birbirinden ayrı olsa tavan, havada nasıl olur da direksiz dayanaksız durur. Katibin, kalemin yardımı olmasa kağıt üstüne yazı yazılır, sayı mı dökülür?

Bir kişi kamışları yere döşese, fakat örüp hasır yapmasa nasıl durur? Bir yel geldi mi alır, uçuruverir. Tanrı, her cins eş yarattı, sonuçlarda topluluktan meydana geldi. Hasılı dam söyledi kuş söyledi... bahisleri uzadı gitti.

Mesneviyi kısa gönlün istediği bir şekilde düz. Macerayı özlü ve kısa anlat. Ondan sonra kuş dedi ki: Bu buğdaylar kimin? Adam, vasisi olmayan bir yetimin emaneti. Beni emin bildikleri için emanet ettiler, yetim malı dedi.

Kuş dedi ki: Ben pek açım. Şu anda bana leş bile helal. Müsaade ette ey emniyetli, zahit ve muhterem zat, şu buğdaydan yiyeyim. Adam, zaruret hakkında fetva veren de sensin. Fakat zaruretin, ihtiyacın yok da yersen suçlu olursun. Hatta zaruretin varsa bile çekinmek daha iyi. Fakat mademki yiyeceksin, parasını ver bari dedi.

Kuş, o anda tamamı ile kendisinden geçmişti. Atı, yularını elinden almıştı. Buğdayları yedi ama tuzakta kala kaldı. Nice Yasin okudu,nice En’am okudu. Aciz kaldıktan sonra ister acıklan ister ah et. Bu kara duman, o hale düşmeden gerekti.

Hırs ve heves, insanı harekete getirdi mi o zaman ey feryadıma yetişen medet de. Çünkü bu feryat, Basra harap olmadan edilen feryattır. Belki bu sınıklık yüzünden Basra kurtulur.

Ey ağlayan dövünen, bana Basra ile Musul yıkılmadan ağla dövün! Ölümden evvel feryat et, başına topraklar saç. Ölümden sonraysa ağlama, dayan. Ben felakete düşmeden, helak olmadan ağla bana, felaket tufanından sonraysa ağlamayı bırak.

Şeytan yolunu vurmadan Yasin okumak gerek. Kervan vurulup kırılmadan hayvan döv de yol alsın ey kervancı.

Bir kervan muhafızı uyunmuştu. Hırsız gelip kervanı soydu, aldığı malları toprağa gömdü. Sabahleyin kervan halkı uyandı, malların, gümüşlerin, develerin yerinde yeller esiyordu.

Mallarımız ne oldu yahu? Söyle bakalım dediler. Dedi ki: Gece hırsızlar geldiler. Gözümüzün önünde ne var ne yoksa alıp götürdüler. Halk, a kum tepesine benzeyen herif, a arda kalasıca, sen ne yaptın? Dediler. Dedi ki: Ben bir kişiydim, onlar yiğit, gürbüz, silahlı bir alay adamdı. Halk pekala dedi, savaşmayacaktın bari uyanın kalkın diye bağırsaydın.

Dedi ki: Bağırmak istedim ama tam o sırada bana bıçak, kılıç gösterip sus, yoksa acımadan seni keseriz demek istediler. Ben de korkudan ağzımı kapadım. Fakat şimdi istediğiniz kadar bağırıp çağırayım. O zaman soluk bile alamıyordum, fakat şimdi dilediğiniz kadar feryat edeyim.

Kötü ve rüsva, şeytan, ömrünü zati ettikten sonra “Eüzü” çekmek, “fatiha” okumak beyhudedir. Beyhudedir ama yine de gaflete düşmek, feryat etmekten daha kötüdür ya.

Sen de beyhude olsa, tatsız tuzsuz bulunsa bile yine feryat et, sızlan; ey yüce ve üstün tanrı de... Lütfet bu hor kişilere bir bak. Feryada erişme zamanı da kadirsin, o zaman geçince de. Allah’ım senden bir şey eksilmez ki!

Sen “Kaybettiğiniz şeylere hayıflanmayın” diyen padişahsın. Dilediğin şey nasıl olmaz?

Kuş dedi ki: Zahitlerin afsununu dinleyenin layığı budur. Zahit hayır dedi, nahak yere yetimlerin malını yiyen kişinin layığı bu. Kuş, bundan sonra öyle bir ağlayıp sızlanmaya koyuldu ki derdinden tuzak da titredi, avcı da.

Kuş, gönlümdeki birbirine zıt şeyler yüzünden belim kırıldı diyordu; sevgili, gel de ellerinle başımı okşa. Elinin altında oldukça başım rahatlaşır. Elin lütuf ve ihsan hususunda bir delildir senin. Gölgeni başımdan çekme. Kararım kalmadı, kararım kalmadı, kararım kalmadı!

Senin derdinle ey selvilerin, yaseminlerin haset ettikleri güzel, uyku gözlerimden usandı. Layık değilsem bile ne olur, bir an olsun bu dertlere düşmüş, dermana layık olmayan kulun halini sorsan ne olur ki?

Yoklukta ne liyakat vardı ki sen ona bunca lütuf kapılarını açtın. Uyuz bir toprağı, kerem ettin de insan haline getirdin; yenine, yakasına duygu nurlarından on inci doldurdun. Ölü bir meni, bu beş zahiri, beş batını duyguyla adam haline geldi.

Ey yüce nur, senin tevfikın olmadıkça tövbe nedir ki? Tövbenin bıyığına gülmeli. Dilersen tövbe bıyıklarını bir bir yolarsın. Tövbe, bir gölgedir, sense aydın bir ay.

Ey yüzünden dükkanım, durağım yıkılmış olan dilber, kalbimi sıkmaktasın, nasıl feryat etmeyeyim? Senden nasıl kaçabilirim ki sensiz bir diri bile yoktur. Senin tanrılığın olmadıkça kulun varlığı olamaz.

Ey canların aslı, canımı al benim. Sensiz bu candan usandım artık. Deliliğe aşığım, akıllılığa, usluluğa doydum. Utancımı yırttım, paraladım mı hiç olmazsa sırrımı açık söylerim. Ne zamana dek bu sabır, ne zamana dek bu mihnet ve titreyiş?

Saçak gibi ar ve haya altında gizlendim kaldım. Birdenbire şu yorganın altından bir sıçrayayım. Yoldaşlar, sevgili, yolları bağladı. Biz topal ceylanlarız, o avlanan bir aslan. Ona teslim olmak, emrine boyun eğmekten başka, böyle bir kan döken erkek aslana karşı ne çaremiz var?

O güneş gibi ne uyumakta, ne bir şey yemekte. Ruhları da uyutmamakta,ruhlara da bir şey yedirmemekte. Gel demekte, ya ben ol, ya benim huyumla huylan da sana tecelli edeyim, yüzümü gör. Görmediysen neden böyle çıldırdın... Topraktan neden böyle dirilmeyi istiyorsun?

Mekansızlık mekanından sana ot vermeseydi can gözün, o tarafa dikilir kalır mıydı hiç? Kedi delikten rızıklanır da onun için delik başında bekler durur. Başka bir kedi de damlarda gezinir çünkü kuş avlar onunla rızıklanır.

Birisi çulhacılığı kıble edinmiştir, öbürü kaftan parası için padişaha bekçilik yapar. Bir başkası da işsiz güçsüzdür, yüzünü mekansızlık yurduna tutmuştur. Çünkü onun can gıdasını da oradan sen vermedesin.

İradesini Tanrıya verenin işi iştir. O, Tanrı işi için her işten kesilmiştir. Başkaları şu birkaç gün içinde ta göç gecesine kadar çocuklar gibi oyuna dalıp giderler. Uyuyan biri sıçrayıp uyandı mı vesveseler dadısı ona işveler yapar.

Hadi der canım yavrum uyu. Kimsenin seni uyandırmasına razı değiliz biz. Senin kendi kendini uykudan çekip koparman lazım... su sesini duyan susuz gibi hani.

Ben susuzların kulağına gelen bir su sesiyim. Yağmur gibi göklerden yağarım ben. Aşık, sıçra şu ıstıraptan kurtul. Hem susuzluk, hem su sesini duymak hem de uyku... Bu nasıl olur?
 
Ölmeden Önce Ölmek

Ölmeden Önce Ölmek
Bir haylidir can çekiştin ama hala perde arkasındasın. Çünkü bir türlü ölemedin; halbuki ölüm, asıldı. Ölmedikçe can çekişmen, sona ermez. Merdiven tamamlanmadıkça dama çıkamazsın.

Yüz ayak merdivenin iki ayağı noksan olsa dama çıkmak isteyen çıkamaz, dama namahrem kesilir. Yüz kulaç ipin bir kulacı eksik olsa kovaya kuyu suyunun dolmasına imkan yoktur.

Bu gemi, yükünden artık olan son batmanı da yüklemezse batmaz beyim. Son yüklenen yükü asıl bil, ne iş yaparsa o yapar. Vesvese ve azgınlık gemisini o batırır.
Akıl gemisi battı mı insan, bu gök kubbeye güneş kesilir. Ölmediğin için can çekişmen uzadı. Ey Tıraz mumu, sabahleyin sön öl. Yıldızlarımız gizlenmedikçe can güneşi, bil ki gizlidir.

Topuzu kendine vur da benliğini darmadağın et. Çünkü bu ten gözü, kulağa tıkanmış pamuğa benzer. Ey alçak, bende, benim hareketlerimde gördüğün benlik, senin benliğinin aksidir. Sen, kendi kendine topuz vurmadasın.

Benim suretimde kendi aksini görmüş kendinle boğazlaşmak için coşmuş, köpürmüşsün. Hani o aslan da kuyuda kendi aksini görmüştü de düşmanı sanıp saldırmıştı ya, onun gibi işte.

Yok demek, şüphe yok ki var olanın varlığın zıddıdır. Yok, diyorum, bilmem diyorum, sen de bu zıtla, zıddı olan varı ve varlığı birazcık anla artık.

Bu zamanda zıddı nefyetmeden başka anlayış çaresi yok ki tuzak olmasın. Ey akıllı fikirli er, sevgiliyi perdesiz görmek istiyorsan ölümü seç, o perdeyi yırt. Fakat ölür mezara gidersin hani o ölümü değil. Seni değiştiren nura götüren ölümü seç.

Erkek erkeklik çağına girdi, kendini bildi mi çocukluk, ölür gider; Rum diyarına mensup olur. Zencilik kalmaz. Toprak altın oldu mu topraklığı kalmaz. Gam ferahlık haline geldi mi insana keder verme dikeni yok olur gider.

Mustafa bunu için ey sırları arayan, diri olan bir ölü görmek istersen dedi... Diriler gibi şu toprak üstünde ölü olarak yürüyen, canı göklere yücelmiş, yüceleri yurt edinmiş birisini görmek dilersen... Ölümden önce bu alemden göçmüş, akılla değil de ancak sen de ölürsen anlayacağın bir hale gelmiş. Canı, halkın canı gibi göçmemiş, bir duraktan bir durağa göçe göçe ta son durağa varmış.

Birisini, yeryüzünde bu sıfatlara bürünmüş gezip duran bir ölüyü görmek istersen... Tertemiz Ebu Bekir’i gör ki o, doğruluğu yüzünden mahşere varmış, haşrolmuş kişilerin ulusudur.
Bu alemde EbuBekris Sıddıyk’a bak da haşri daha iyi tasdik et.

Muhammed’de elde bulunan, görünüp duran yüzlerce kıyametti. Çünkü o, her hakikati, çözüp bağlama yokluğunda hal olmuş, hakiki varlığa ulaşmıştı. Ahmet bu dünyaya ikinci defa doğmuştu. O, apaçık yüzlerce kıyametti. Ondan kıyameti sorup dururlar ve “Ey kıyamet, kıyamete ne kadar zaman var” derlerdi.

Birisi o hakiki mahşer olan Peygamberden haşri sordu mu çok defa hal diliyle “Mahşerden haşri soruyor” derdi.
İşte onun için o güzel haberler veren peygamber, ey ulular demiştir, ölmeden önce ölün! Nitekim ben de ölmeden öldüm de bu sesi, bu şöhreti o taraftan aldım, getirdim.

Kıyamet ol da kıyameti gör. Her şeyi görmenin şartı budur. İster nur olsun, ister karanlık. O olmadıkça onu tamamı ile bilemezsin.

Akıl oldun mu aklı tamamı ile bilirsin, aşk oldun mu aşkın yanmış, mahvolmuş fitillerini anlar, duyarsın. Anlayış bunu kavrayabilseydi bu davanın delilini apaçık söylerdim.

İncir yiyen bir kuş gelip konuk olsa bu tarafta incir çoktur, incirin hiçbir değeri yoktur. Alemde bulunan kadın, erkek... Herkes her an can vermede, ölmededir. Sözlerini de, ölüm zamanı babanın oğula vasiyeti say. Da ibret al acın... Bu suretle de buğuz haset ve kin, kökünden sökülüp çıksın. Yakınlarına onlar ölünce nasıl yüreğin yanarsa o çeşit bak. Gelecek şey gelmiştir onları ölmüş say, sevdiğini ölüyor, ölmüş onu kaybetmişsin bil.

Garezler senin bu çeşit bakışına perde oluyorsa onları yırt, at. Bunları yırtıp atamazsan acizim deyip kalma. Bil ki aciz olanı bir acze salan var. Aciz, bir zincirdir. Birisi gelmiş, sana o zinciri takmıştır. Gözünü açıp zinciri takanı görmek gerek.

Ey yaşayış yolunu gösteren ben bir doğandım, ayağım bağlandı, bu neden? Diye yalvarıp sızlanmaya koyul. Yarabbi de, kötülüğe kuvvetle adım attım. Bu yüzden kahrınla daima zarar ve ziyan içindeyim.

Senin öğütlerine karşı kulağım sağırdır. Put kırıyorum diye davadaydım ama put yapıyormuşum meğer. Senin yaptığın şeyleri senin sanatlarını anmak mı farzdır, ölümü anmak mı? Ölüm, güz mevsimine benzer, sense yaprakların aslısın.

Şu ölüm yıllardır davulcağızını döver durur da senin kulağın vakitsiz ve yersiz oynar. Fakat can verme çağında ah ölüm dersin. Ölüm şimdi mi seni uyandırdı? Ölümün nara atmadan boğazı yırtıldı sesi tutuldu; dövüle dövüle davulu patladı!
Sense kendini bir şeylere verdin, ince eleyip sık dokudun; ne sesini duydun, ne davulunu! Fakat ölümün ne demek olduğunu şimdi anladın işte.
 
Aşure Günü

Aşure Günü

Aşure günü bütün Halep’liler, Antakya kapısına gelirler, ta geceye kadar. Kadın erkek, büyük bir kalabalık toplanır, Ehlibeyt’in yasını tutarlardı.

Bağırırlar, ağlarlar, feryat ederlerdi. Şia, Kerbela vakası için yas tutarlardı. Ehlibeyt’in Yezit’ten, Şimir’den çektikleri zulümleri, onlar tarafından uğradıkları sınamaları sayıp dökerler, sesleri ses verir, feryatları, bütün ovayı, çölü doldururdu. Bir garip şair, aşure günü çölden geldi, o feryadı duydu. Şehri bırakıp o tarafa yürüdü, feryadın sebebini araştırmaya koyuldu.

Merak etti, bu gam nedir bu yas kime tutuluyor diye soruşturmaya başladı. Herhalde bir ulu bey ölmüş olmalı diyordu; böyle bir topluluk, küçük iş değil. Ben garibim siz buralısınız adını lakaplarını söyleyin. Adı neydi ne iş görürdü, nasıl adamdı? Bana bildirin de onun iyiliklerine ait bir mersiye söyleyeyim.

Bunu duyanların birisi dedi ki: Yahu sen deli misin? Yoksa Şia değilsin de Ehlibeyt düşmanı mısın? Aşure gününü, o gün şehit olan cana yas tutmanın yüzlerce yıl yaşamadan daha üstün olduğunu bilmiyor musun? Bu dert Müminin yanında değersiz olur mu hiç? Kulağın aşkı küpenin değerincedir. Mümine göre o pak nurun yası, yüzlerce Nuh tufanından da meşhurdur.

Şair dedi ki: Doğru ama Yezit’in devri nerede? Bu yas buraya ne kadar geç gelmiş? Körler bile o kötülükleri gördüler, sağırların kulakları bile o hikayeleri duydu. Siz şimdiye kadar uyuyor muydunuz ki şimdi yas tutuyor, elbisenizi yırtıyorsunuz?

Ey uykuya dalanlar, kendinize ağlayın! Çünkü bu ağır uyku, çok kötü bir ölüm. Tanrıya mensup ruh, zindandan kurtuldu. Neden elbisenizi yırtalım, niçin elimizi ısırıp duralım? Onlar din sultanlarıydı. Bağı kırdıkları zaman onlara sevinç çağıdır.

Devlet saymanına uçup gittiler; tomruğu zinciri çözüp attılar. O gün devler günüdür, güzellik ve saltanat günüdür. Bir zerrecik anlasan, bilsen bunun böyle olduğunu tasdik edersin?

Bilmiyor anlamıyorsan yürü, kendine ağla. Çünkü göçmeyi mahşeri inkar ediyorsun. Kendi harap dinine, harap gönlüne ağla ki bu eski topraktan başka bir şey görmüyor. Görüyorsa neden yiğitleşmiyor, Tanrıya dayanmıyor; neden gözü tok değil?
Nerede yüzünde din şarabının verdiği nur? Denizi gördüysen hani cömert elin, avucun? Irmağı gören suyu esirgemez; hele o denizi, o bulutu görmüşse.

Karınca o güzelim harmanları görmez de bir tanecik buğdayın üstüne titrer. O taneyi hırsla, korkuyla çeker durur da onca yığını görmez. Harman sahibi de ey körlüğünden hiçbir şey görmeyen der; harmanlarımızdan ancak o bir tek taneyi gördün de ona canla başla sarıldın. Ey surette zerre olan, Zuhal yıldızını gör. Sen bir topal karıncasın, yürü Süleyman’a bak. Sen bu cisimden ibaret değilsin, gözden ibaretsin. Canı görsen cisimden vazgeçersin.
İnsan gözdür, öte yanı deriden, etten başka bir şer değil. Gözü, neyi görürse değeri o kadardır insanın.

Bir küp boyuna deniz suyu ile doldurulsa koca bir dağı sele verir. Küpün canından denize bir yol açılırsa küp, ırmaktan üstün olur. Onun için “Söyle” sözü denizin sözüdür. Ahmed neyi söylerse hakikatte o söz hakikat denizinindir. Onun sözleri denizin incileridir. Çünkü gönlü denizle birdir onun. Deniz daima küpümüze yardım edip durursa artık bir balıkta denizin bulunmasına şaşılır mı?

Duygu gözü şu geçip gidici suretlere düşmüş, donup kalmıştır. Sen, o sureti geçip gidici görürsün ama hakikatte geçip gitmez o. Bu ikilik şaşı gözün görüşüdür. Yoksa evvel ahirdir, ahir de evvel.

Bu nereden bilinir? Öldükten sonra dirilmeden. Öldükten sonra dirilmeyi ara da bundan az bahset. Dirilme gününün gelmesine şart önce ölmektir. Çünkü dirilme, ölümden sonradır. Herkes yokluktan korkar, işte bütün alem, bu yüzden yol sapıtmıştır. Halbuki yokluk, asıl sığınılacak yerdir.

Bilgiyi nerede arayalım? Bilgiyi terk etmede. Barışı nerede umalım? Barıştan vazgeçmeden. Varlığı nerede arayalım? Varlığı terk etmede. Elmayı nereden umalım? Elden vazgeçmeden!

Ey güzel yardımcı, yok gören gözü varlığı görür bir hale getirmeye de kadirsin sen. Yokluktan meydana gelen göz, varlığı tamamı ile yom gördü. Fakat şu iki göz, değişti de nurlandı mı bu düzgün cihan mahşer olur. Bu hamlara anlamak haram oldu da onun için bu hakikatler noksan göründü.

Tanrı cömerttir ama güzelim cennetin nimetleri cehennemliğe haramdır. O, ebedi ahde vefa edenlerden değildir, onun için de cennet balı ağzına acı gelir. Müşteri olmayınca alış veriş etmeye eliniz oynar mı? Birisi gelir, mallara bakar, fakat bakmakla alıcı olmaz ki. O ahmak bakış ancak alay içindir.

Bu kaça? Şu kaça? Diye sorar, dolaşır. Fakat vakit geçirmek, içinden de gülüp eğlenmek için. Usancından gelir, senden kumaş ister. Fakat ne müşteridir ne de kumaş arar. Kumaşı yüz kere görür, yüz kere geri verir. O nerede kumaş ölçecek? Yel ölçer poyraz biçer! Nerede müşterinin gelişi, alışverişi, nerede bir serserinin alayı, gönül eğleyişi? Cebinde bir habbe bile yoktur. Ancak gevezelik eder, yoksa nereden cüppe alacak? Alışveriş için sermaye yoktur; artık onun çirkin suratı nedir, alayı, gevezeliği ne oluyor? Bu dünya pazarında sermaye altındır, orada da aşk ve iki ıslak göz.

Kim eli boş pazara giderse ömrü geçer, tamamı ile ham ve eli boş olarak geri döner. Kardeş neredeydin? Hiçbir yerde. Ne pişirdin? Hiçbir şey! Müşteri ol da elim oynasın gebe olan madenimden lal doğsun. Fakat müşteri gevşek ve soğuk bile olsa yine sen onu çağır. Çünkü böyle emredilmiştir. Doğan kuşunu uçur ruh güvercinini tut. Davet yolunda Nuh’un yolunda yürü.

Tanrı için hizmette bulun. Halkın kabul etmesiyle, ret etmesiyle ne işin var senin.
 
Sahur Davulu

Sahur Davulu

Birisi, büyük bir zatın evinin kapısında sahur davulu çalmakta idi. Gece yarısı aşk ile şevk ile davul çalıyordu. Ona kabiliyetli birisi dedi ki: Evvela bu davulu, seher vakti çal, gece yarısı bu kepazelik olmaz. Bir de ey hevesli adam, şunu da bil ki bu evde hiç kimse yok.

Burada şeytandan periden başka kimse yokken ne diye vaktini zayi ediyorsun? Tefi, davulu birisi duysun diye çalıyorsan duyacak kulak nerede? Bunu anlamak için akıl lazım, fakat akıl hani?

Davulcu dedi ki: Sen sözünü bitirdin şimdi cevabımı dinle de şaşırıp kalma. Sence şimdi gece yarısı ama bence neşe sabahı yaklaştı. Her sınıklık bence kutlu bir hale geldi. Bütün geceler, gözüme gündüz kesildi.

Nil ırmağı sana kandır ama bence kan değil, sudur ey akıllı kişi. Sence o demirdir, tunçtur ama Davut peygambere mumdur. Dağ, sana karşı ağırıdır, cansızdır, fakat Davut’un önünde usta bir çalgıçı, bir okuyucudur.

Senin önünde o kırık taşlar susarlar. Fakat Ahmed’in önünde fasih bir hale gelir, hamdü senada bulunurlar. Senin önünde mescidin sütunu ölüdür, fakat Ahmed’e karşı gönlünü aldırmış bir aşıktır.

Cihanın bütün cüzüleri halkın önünde ölüdür, Tanrıya karşı bilgi sahibi ve muti. Bu evde bu konakta kimse yok, neden bu davulu çalıyorsun dedin. Bu halk, tanrı için paralar verir, yüzlerce hayrın temelini atar, mescitler yaparlar. Sarhoş aşıklar gibi uzun bir yol olan Hacca giderler, seve seve canları ile, malları ile oynarlar. Hiç o evde kimse yok derler mi? Ev sahibi, ev içinde gizlenen cana benzer.

Tanrı nuru ile ışıklanan, sevgilinin konağını dolu görür. Nice dolu ve kalabalık konaklar vardır ki işin sonunu görenler, onları boş görürler. Kimi dilersen Kabe’de ara da derhal önünde beliriversin.

Ziynetli ve yüce olan bir suret, nasıl olur da Tanrı yurdu olmaz, boş olur? Ona kapı kapanmaz, o geldi mi derhal açılır. Fakat başkaları, aşkla değil, ihtiyaçlardan gelirler. Hacca gidenler neden bu ses duymadan “Lebbeyk” deyip duruyoruz derler mi? Hakikatte onlara şu “Lebbeyk” demeyi nasip ediş, her lahza tek Tanrıdan gelen bir sestir.

Ben de koku aldım, biliyorum bu köşk, bu konak, can meclisinin kurulduğu yerdir toprağı da kimyadır. Hafif ve tiz nağmelerle bakırımı ebediyen onun kimyasına vurup duracağım. Nihayet bu sahur davulum, denizleri coşturacak, inciler saçacak, ihsanlarda bulunacak. Halk, savaş safında tanrı için canları ile oynar. Birisi Eyüp gibi belalara düşer, öbürü Yakup gibi sabreder. Yüz binlerce susuz ve muhtaç kişi, Tanrı için tamaha düşer, çalışır durur.

Ben de suçları yargılayan, örten Tanrı için bu kapıdan sahur davulu çalıyorum, benim de ümidim onda. Parasını almak için müşterimi istiyorsun? Gönül, Tanrıdan daha iyi müşteri nerede var? Malından pis dağarcığı alır, sana kendinden ışıklanan bir gönül nuru verir. Hakikatte yok olan şu buz kesmiş bedeni alır, vehmimize sığmaz bir saltanat ihsan eder.

Birkaç katra göz yaşı alır, şekerlerin, balların kıskandığı kevseri bağışlar. Sevdalarla, dertlerle dolu ah-ı alır, her ah-a karşılık yüzlerce karlı mevkii lütfeder. Gözyaşı bulutunun sürdüğü ah bulutu yüzündendir ki Halil’e fazla ah eden dedi.

Gel de hemen şu eşi olmayan alışverişi durmayan pazarda eskileri sat, hazır ve elde bir olan beyliği al. Eğer bir şüphe gelir de yolunu vurursa ticarette bulunan peygamberleri kendine senet yap.

O padişahlar padişahı, onların talihlerini öyle yaver etti, onlara öyle bir baht verdi ki dağlar bile onların pılı pırtılarını çekmeye muktedir değildir
 
Hilal'in Hastalığı

Hilal'in Hastalığı

Hilal kazara hastalandı, zayıflamaya, erimeye başladı. Mustafa, vahiyle onun halini anladı. Efendisi, onu, pek hor gördüğünden hastalığından da haberdar olmadı.

O ihsan sahibi ahırda tam dokuz gün yattı. Hiç kimse halini bilmiyordu. Er olan, erlere padişahlar padişahı kesilen, kendisini yüzlerce akıl, bir deniz gibi kaplayan, peygambere vahiy geldi. Tanrı merhameti dertlilere derman oldu, iştiyakını çeken Hilal hastadır.

Mustafa kadri yüce Hilal’i görmek, ona geçmiş olsun deyip hatırını sormak için o tarafa doğru yola çıktı.

O ay, vahiy güneşinin ardına düşmüş, sahabe de yıldızlar gibi onun ardınca gitmedeydi. Ay “Sahabem yıldızlara benzer. İyilere doğru yolu gösterirler, azgınları taşlarlar” diyordu.

Beye o padişah geldi dediler neşesinden çılgın bir halde yerinden sıçradı. O padişahlar padişahını kendisi için gelmiş sanıp sevinçten ellerini çırptı. Aşağıya inip muştucuya canlar saçıyordu adeta. Yeri öptü, selam verdi. Yüzü, sevincinden gül gibi kızarmıştı.

Buyurun dedi yurdumuzu şereflendirin de burası cennete dönsün. Evim, gökyüzünden üstün olsun, çünkü zamanın kutbunu gördüm. O hürmete değer sultan, onu azarlar gibi dedi ki: Ben seni görmeye gelmedim. bey, ruhum sana feda olsun dedi, hatta ruh da nedir ki? Lütuf et, bu geliş kimin için? Söyle. Söyle de senin lütuf ve ihsan bağına dikilmiş bir fidan olan o zatın ayaklarına toprak olayım.

Mustafa, arşın Hilal’i nerede? Tevazuundan ay ışığı gibi yerlere döşenen. Kullukta, gizlenen padişah, o sırları duymak için dünyaya gelmiş er nerede? O bizim kulumuz seyisimiz deme. Şunu bil ki define yıkık yerlerdedir.

Binlerce dolunay ayaklarının altına döşenmiş olan Hilal, hastalıkla ne alemde acaba? Dedi. Bey, hastalığından haberim yok ama dedi, birkaç gündür yanıma gelmedi. O, atlarla katırlarla düşer kalkar, seyis olduğu için şu ahırda yatar.

Peygamber Hilal’i görmek üzere ahıra girdi araştırmaya başladı. Ahır karanlık, pis ve berbattı. Fakat ülfet zamanı gelip çatınca bu kötülüklerin hepsi ortadan kalktı.

O erkek aslan, Yusuf’un kokusunu alan Yakup gibi Peygamberin kokusunu aldı. Mucizeler, imana sebep olmaz, sıfatları çeken cinsiyet kokusudur. Mucizeler düşmanı kahretmek içindir. Halbuki cinsiyet kokusu, gönül almaya insanı aşık etmeye sebep olur. Mucizeler, düşmanı kahreder ama dostu değil. Hiç dostun boynu ağlar mı?

Hilal uykudayken Peygamberin kokusunu aldı, bu gübrelik içindeki şu güzel koku nedir ki? Dedi. Derken atların katırların ayakları arasında o eşi olmayan Peygamberin tertemiz eteğini gördü. Sürüne sürüne ahırın bucağından gelip o erin ayağına yüzünü gözünü sürdü. Peygamber yüzünü yüzüne sürdü. Başını yüzünü gözünü öptü.

Rabbim dedi, sen ne gizli mücevhersin. Ey arş garibi, nasılsın iyi misin?

Hilal dedi ki: Uykusu dağılmış bir aşığın ağzına gün doğarsa ne hale gelir? Toprak çiğneyen bir susuzu su, güzel bir halde başı üstünde taşırsa nasıl olur?

İsa gibi hani. Irmak onu baş üstünde tutardı; abıhayat içinde gark olmadan emindi.

Ahmed dedi ki: Eğer yakıyni fazla olsaydı hava ona binek olurdu. Benim gibi... Ben de havaya bindim, miraç gecesi hava üstünde yürüdüm.

Hilal dedi ki: Kör ve pis bir köpek, uykudan sıçrayıp kalkar da kendisini aslan olmuş görünce ne hale gelir? Fakat okla vurulan aslan gibi bir aslan değil, korkusundan kılıçların temrenlerin kırıldığı bir aslan. Yılan gibi karnı üstünde sürünüp giden bir körün gözü açılır, bağı baharı görürse ne olur? Mahiyet ve keyfiyetten kurtulan, keyfiyetsizliğin ebedi hayat yurduna ulaşan birisi nasıl olur?

Mekansızlık yurduna mahiyet ve keyfiyet bağışlayan bir hale gelir, bütün keyfiyet ve mahiyetler, köpekler gibi sofranın etrafına toplanırsa, keyfiyetsizlik aleminden onlara kemik verirse ne olur? Cenabetken sus bu sureyi okuma. Keyfiyetten gusül edip, tamamı ile yıkanıp arınmadıkça sen bu musafa dokunma oğlum.

Fakat ey padişahlar, pis olayım, temiz olayım, alemde bunu okumayayım da neyi okuyayım? Sen bana sevaba girmem için diyorsun ki yıkanıp arınmadan su havuzuna girme. Fakat havuzun dışında topraktan başka bir şey yok. Havuza girmeyen temizlenemiyor. Suyun bu lütuf ve keremi olmasa, her pislikleri kabul edip temizlemese, vay ona iştiyak çekenlere, vay ona ümit bağlayanlara, vay onların ebedi hasretine!

Suyun yüzlerce lütfu vardır, yüzlerce ihsanı vardır. Pislikleri kabul eder vesselam. Ey hak ziyası Hüsamettin, nur seni kötü kuşlardan korur, gözetip bekler. Ey yarasalardan gizli olan güneş, Tanrı nuru ve onun yücelişi, senin gözcün bekçindir. Güneşin yüzündeki perde, ancak parlaklığının fazlalığı ve ışığının keskin ve şiddetli oluşudur. Güneşin perdesi de Tanrı nurudur. Ondan nasipsiz olan yarasadır gecedir. Her ikisi de güneşten uzakta ve perde ardında kaldığından ya yüzleri kararmıştır, yahut da donup kalmışlardır.

Hilal’e ait hikayenin bir kısmını yazdım. Şimdi de dolunaya ait hikayeyi dile getir.

Hilal’le dolunay birdir. İkilikten, noksandan, gidilmeden uzaktır onlar. Hilal hakikatte noksan kabul etmez, görünüşteki noksan, yavaş yavaş dolunay haline gelmek,kemal bulmaktır.

Geceleyin geceye yavaşlık hususunda ders verir. Sıkıntının yavaş yavaş açılacağını gösterir. Yavaşlıkla ey ham aceleci der, dama dayanan merdivenden basamak basamak çıkılır. Tencereye yavaş ve ustaca kayna, delice kaynayan yemekten hayır gelmez der. Tanrı, alemi bir kere Kün demekle yaratmaya kadir mi değildi? Bunda şüphe mi var? Peki neden bu yaratış altı gün sürdü, her gün de tam bin yıl kadardı. Neden çocuk dokuz ayda yaratılmada? Çünkü padişahların adeti bir şeyi yavaşlıkla yapmaktır.

Neden Adem’in yaratılışı kırk sabah sürdü, yavaş yavaş o balçığı insan haline getirdi? Tanrı, senin gibi aceleci değildir a ham adam. Sen, şimdi sıçrayıp koştun; çocuk olduğun halde kendini şeyh göstermedesin. Kabak gibi her şeyin üstüne çıktın. Nerede sen de savaşta direnecek ayak? Ağaçlara duvarlara dayandın, kabak gibi yukarı çıktın a kelceğiz.

Önce bineğin, usul boylu selvidir ama sonunda kupkuru, içi boş bir hale gelirdin. A su kabağı, yeşil rengin tez sararır, çünkü o renk iğreti bir boyadır, aslında yok ki.
 
Kocakarı Hikayesi

Kocakarı Hikayesi

Doksan yaşında bir kocakarı vardı. Yüzü bumburuşuktu rengi safran gibi sarıydı. Yanağı, sofra altısının baş tarafları gibi kat kattı. Fakat erkek aşkından vazgeçmemişti.

Dişleri dökülmüş saçları süt gibi ağarmıştı. Boyu yay gibi bükülmüş, her duygusu değişmişti. Böyle olduğu halde koca isteği ve şehvet hırsı hala yerindeydi. Erkek avlamaya aşkı vardı da tuzağı paramparça olmuştu. Vakitsiz öten horoza, yolsuz yolcusuz bir yola benziyordu. Kızgın ateşe konmuş bir boş tencereydi sanki.

Meydana aşıktı fakat ne atı vardı, ne ayağı. Düdük çalmaya sevdalıydı, fakat ne dudağı vardı ne zurnası. İhtiyarlıkta Tanrım, kafire bile hırs vermesin. Bu hırsı Tanrı kime verdiyse ne kötüdür o kul. Köpek kocaldı, dişleri döküldü mü damalara salamaz, ancak pisliğe gübreye salar.

Öyle olduğu halde şu altmış yaşındaki köpeklere bak ki her an köpek dişleri biraz daha keskinleşmede. İhtiyar köpeğin, derisinden tüyler dökülür; fakat şu ipekler giymiş kart köpeklere bak bir kere de!

Bu köpeklerin aşkı da alt yanlarıyla paraya, hırsları da. Kocaldıkça da bu hırsları artıyor, hele bak şu köpek soylarına! Böyle ömür cehennem sermayesi. Gazap kasaplarına salhane.

Ömrün uzun olsun dediler mi hoşlanır, güler de ağzı açık kalır. Böyle bir bedduayı dua sanır. Gözünü açmaz, kafasını bir türlü kaldırmaz. Kıl ucu kadar ahret ahvalini görseydi, böyle diyene “Senin ömrün uzun olsun” derdi.

Ekmeğe tapan, bir erkek bir yoksul, bir zembilli dilenci, bir gün Geylan’lı zengin birisinden ekmek alınca dedi ki: Yarabbi sen bu kulunu hoşlukla, selametle evine barkına kavuştur.

Geylan’lı kızıp a çirkin herif dedi, eğer ev bark, benim gördüğüm ev barksa oraya Tanrı, seni kavuştursun. Aşağılık kişiler, her söz söyleyeni hor hakir bir hale getirirler. Sözü yüceyse, değerliyse bile o sözün kaderini düşürürler. Çünkü söz, dinleyene göre söylenir; terzi kaftanını adamın boyuna göre biçer.

Mademki meclisteki dinleyenler aşağılık kişiler, aşağılık söz söylemeden başka çare yok. Bu sözü rehine koy da yine o kocakarı hikayesine başla.

Bir insan kocaldı da bu yolda er olmadı mı adını kocakarı takıver! Ne sermayesi var, ne değeri, ne de bir sermaye kabul edecek kabiliyeti. Ne hoş ve güzel bir şey verir, ne alır. Ne manası var ne anlama liyakati. Ne dili var ne kulağı, ne aklı var; ne görü. Ne kendinde, ne kendinden geçmiş, ne düşünceye sahip. Ne niyazı var, ne nazlanacak güzelliği. Soğan gibi kat kat ve her katıda kokmuş!

Ne bir yol varmış, ne yola gidecek ayağı kalmış. O kahpenin ne bir yanıklığı var, ne bir ah ve feryadı.

Evin birine bir yoksul geldi. Kuru ekmek, yahut taze nane istedi. Ev sahibi, burada ekmek ne arar? Burası ekmekçi dükkanı mı, aptal mısın sen dedi. Dilenci bari biraz yağ ver deyince dedi ki: Burası kasap dükkanı değil ki.

A ev sahibi, birazcık un ver bari deyince de yine ev sahibi, burasını değirmen mi sandın dedi. Dilenci her şeyden vazgeçtik, bir çanak su olsun ver dedi. Ev sahibi cevap verdi: Burası ırmak yahut çeşme değil.

Hasılı ekmekten kepeğe kadar ne istediyse ev sahibi kendisiyle alay etti, acıklandı, yok dedi. Yoksul eve girip eteklerini kaldırdı evin içinde aptes bozmaya niyetlendi. Ev sahibi ey çirkin herif ne yapıyorsun deyince dedi ki: Böyle yıkık yere bari aptes bozayım da ferahlayayım. Burada yaşamanın madem ki imkanı yok, böyle eve ancak aptes bozulur.

Padişah kolunda beslenmedin, avlanmayı bellemedin, zaten doğan değilsin ki av tutasın. Tavus kuşu da değilsin ki yüzlerce nakışlarla bezenesin de gözleri neşelendiresin. Dudu değilsin ki sana şeker versinler, tatlı sözlerini dinlesinler.

Bülbül değilsin, aşıkçasına ağlayıp inleyesin, çayırlıkta, çimenlikte yahut lale bahçelerinde güzel güzel çileyesin. Hüthüt değilsin ki çavuşluk edesin. Leylek değilsin ki yücelerde yurt tutasın.

Ne iştesin sen? Seni ne diye satın alsınlar? Ne kuşusun sen? Seni ne diye yesinler? Bu değer bilmezlerin dükkanından vazgeç, yücel “Tanrı satın alır” ihsanının dükkanına gel. Köhneliğinden kimsenin almadığı o kumaşı o kerem sahibi alır. Onun yanında hiçbir kalp ret edilmez; çünkü alış verişten kar beklemez ki.

O bunak sokağa bir gelin gibi çıkmak istedi; a azgın karı, kaşlarını yoldu. Yanağını, yüzünü, ağzını güzelleştirip süslenmek için aynanın önüne oturdu. Yüzüne neşeyle birkaç kere allık sürdü; fakat pörsümüş suratını bir türlü boya tutmadı.

Kuranın aşır başlarındaki tezhipleri kesti, pis mundar suratına yapıştırdı. Bu suretle yüzünün buruşuklarını örtmek, güzeller halkasına yüzük taşı olmak istiyordu. O tezhipli yerleri yapıştırdıkça yapıştırıyor, fakat çarşafını giydi mi hepsi yere düşüyordu. Yine onları alıp tükürüklüyor, yüzüne yapıştırıyor, fakat yine çarşafına büründü mü hepsi, yere dökülüyordu.

Bir hayli çalıştı, çabaladı. Nihayet şeytana yüzlerce lanet dedi. Bu sözü der demez İblis göründü de dedi ki: A kademsiz kadit olmuş, kurumuş kokmuş kahpe! Ben bütün ömrümde bunu düşünmediğim gibi senden başka da bu işi yapan kahpe görmedim. Kötülükte acayip bir tohum ektin, alemde musaf bırakmadın.

Sen şeytan ordusunda yüz tane şeytan ordususun. A pis kocakarı, bırak beni. Yüzün elma gibi kızarsın diye kitap bilgisinden nice aşirler çaldın. Satmak ve onlarla kendine şeref ve mevki satın almak için Tanrı erlerinin nice sözlerini aşırdın. Fakat eğreti renk senin yüzünü kızartmadı. Hurma ağacına bağlanan dal, hurma vazifesini görmedi.

Sonunda ölüm çarşafı gelip seni bürüdü mü bütün bu ziynetler, yanağından düştü. O göç zamanının “Hadi... kalk, kalk” sesi geldi mi bütün dedikodular yok olur gider.

Sükut alemi gelir çatar. Bari sen, o gelmeden sus. Vay o kişiye ki ölümle ünsiyeti yoktur! Gönlünü bir iki günceğiz cilala da o aynayı kendine defter edin. Sahip kıran Yusuf’un sayesinde Züleyha yeni baştan gençleşti.

Kocakarı soğuğunun o soğukluğu, temmuz güneşiyle değişiverir. Meryem’in sızıldanışıyla kurumuş hurma dalı yeşerir, hurma verir. A kocakarı, kaza ve kaderle niceye bir savaşıp duracaksın, geçmişi bırak da eldekini ara. Mademki yüzünün güzelleşmesine imkan yok; ister allık sür, ister kara mürekkep.
 
Define Yıkık Yerdedir

Define Yıkık Yerdedir

Tanrı rahmet etsin, hikaye etmiş, Gazi padişah Mahmut’u anarak inciler delmiştir. Hint savaşında o ulu ve temiz kişi bir köle elde etti. Onu halife yaptı tahta oturttu. Ona ordu verdi onu kendisine oğul edindi.

Bu hikayeyi uzun boylu ve etraflı olarak o din büyüğünün kitabında bul oku. Hasılı o çocuk, o güzelim tahtın üstünde o büyük padişahın yanı başında otururdu.

Daima yanar yakılır, ağlar dururdu. Padişah dedi ki ey bahtı kutlu! Neden ağlıyorsun? Devletin mi bozuldu? Padişahlardan üstünsün, padişahlar padişahı ile düşüp kalkmadasın. Sen şu tahtın üstünde oturuyorsun vezirlerle asker, tahtının önünde ay ve yıldızlar gibi saf, saf duruyorlar.

Çocuk şundan ağlıyorum dedi; anam memleketimizde. Beni daima seninle korkutur seni aslan Mahmut’un elinde göreyim derdi. Babam, anama sıkılır, bu ne kızgınlık, bu ne kötü dilek. Bundan başka bir beddua bulamıyor musun da böyle kötü ve öldürücü bir bedduada bulunuyorsun. Ne merhametsiz ne taş yürekli anasın. Onu adeta yüzlerce kılıçla kesip öldürmedesin diye kızar savaşırdı.

Ben ikisinin sözüne şaşardım, gönlüme bir korkudur bir derttir düşerdi. Mahmut acaba ne cehennem adam ki derdim, helake felaketlere örnek olmada. Senin korkundan titrer dururdum. Keremlerinden ağırlamalarından tamamı ile gafildim. Neden anam şimdi gelsin de beni taht üstünde görsün ey cihan padişahı!

İşte yoksullukta ey daralmış adam, o Mahmut’a benzer, tıpkısıdır. Tabiatın, seni yoksullukla korkutur durur. Fakat ey yüce ve adalet sahibi Mahmut’un merhametini bilsen sonu hayır olsun, Mahmut olsun dersin.

Ey gönlü korkup duran, yoksulluk sana göre Mahmut’tur. Seni yoldan çıkaran tabiatını pek dinleme. Yoksulluğu adam akıllı avlasan o çocuk gibi kıyamete dek ağlarsın. Beden, insanı besleme hususunda anaya benzer ama sana yüz düşmandan daha düşmandır.

Bedenin hasta oldu mu sana ilaç aratır, kuvvetlendi mi seni şeytanlaştırır, bir put haline sokar. Şu sitemlerle dopdolu olan bedeni bir zırh bil; ne kışa yarar ne yaza. Sabredersen kötü arkadaş iyidir. Sabır insanın göğsünü açar, insanı genişletir. Ayın gece sabretmesi, onu apaydın bir hale kor. Gülün dikene sabrı, onu güzel kokulu bir hale getirir. Aslanın pislik ve kan içinde kalıp sabretmesi, onu deve yavrularıyla doyurur.

Peygamberlerin münkirlere sabretmesi onları Tanrı hası yapmış, sahip kıran etmiştir. Kimde bir düzgün esvap görsen bil ki onu sabretmek, uğraşıp kazanmakla elde etmiştir.

Kimi aç çıplak görürsen bu hali, sabırsızlığına tanıktır. Kim ürker, canı dertler içinde kalırsa mutlaka bir kötü kişiye arkadaşlık etmiştir. Eğer sabretsen ülfetine tahammül edip vefa göstersen sevdiğinden ayrılmaz, başını dövmezdin.

Balla sütün karıştığı gibi Tanrı huyuyla huylansaydın “Ben batanları sevmem” der, kervandan arda kalmış ateş gibi yol üstünde yalnız başına kala kalmazdın. Sabırsızlıktan Tanrıdan başkasına eş oldun mu onun ayrılığı ile dertlenirsin, hayrın kalmaz. Sohbetin halis altınsa nasıl oluyor da haine emanet ediyorsun?

Tanrı ile düş kalk, onun huylarıyla huylan da emanetlerin zayi olmaktan da emin olsun, eksilmekten de. Huyları yaratanın huyuyla huylan, peygamberlerin ahlakını yetiştirip besleyen Tanrının ahlakına bürün.

Ona bir kuzu versen sana bir sürü bağışlar. Her sıfatı, kemale götüren zaten Tanrıdır. Kuzuyu kurda emanet edebilir misin? Sakın kurtla Yusuf’u yoldaş etme. Kurt kurnazlıktan gelir, tilkilenirse sakın aldanma, ondan iyilik gelmez.

Bilgisiz adam bir müddet seninle gönül arkadaşlığında bulunsa bile nihayet cahillikten sana bir zahım vurur. Onun iki aleti vardır, o hunsadır. Her iki aletinin işi nihayet meydana çıkar. Erlik aletini kadınlardan saklar onlara bir kız kardeş olur. Erlerden de kadınlık aletini, eliyle örtüp gizler. Kendisini erkek gösterir.

Tanrı, “Onun gizli ayıbını meydana çıkarır, burnunun üstünde erlik aleti gibi gösteririz” de, gözü olan kullarımız o işvecinin hilelerine aldanıp çuvala girmezler” dedi.

Hasılı her alet insanı erkek etmez. Eğer bilgin varsa kendine gel de bilgisizlikten kork. Tatlı sözlü cahil dostun sözlerine pek kapılma. O sözler eskimiş, yıllanmış zehre benzer.

Anasının canı, gözümün nuru der ama günden güne artan duran dertten, hasretten başka bir şey vermez sana. O ana, babaya açıkça, yavrucuğum mektepten bezdi, soldu sararsı der. Başka karından olsaydı ona bu kadar cefada bulunmadım. Doğrusunu istersen bu yavrucuk, senin oğlun olmasaydı ve ben doğurmasaydım, yine anası bu sözü söylerdi.

Kendine gel, bu anadan, onun merhametinden kaç. Babanın sillesi, onun helvasından yeğdir. Ana, nefistir... Baba da cömert akıl. Akla uyan önce daralır ama sonunda yüzlerce genişliğe uğrar.

Ey akılları ihsan eden Tanrı, feryada yetiş. Sen bir şey dilemezsen hiç kimse dilemez. İstek de sendedir, ihsan da. Biz kimiz ki? Evvel de sensin, ahir de. Hem sen söyle, hem sen dinle, hem sen ol. Biz bunca malımız mülkümüzle yine hiçbir şey değiliz.

Yarabbi, bize tekliflerde bulundun, lütfet de secdeye rağbetimizi arttır; bize cebir tembelliğini gönderip şevkimizi söndürme. Cebir, kamillerin kolu, kanadıdır... Tembellerin bağı, zindanı. Bu cebri Nil suyu gibi bil. Mümine sudur, kafire kan. Kanat, doğan kuşlarını padişaha götürür, kuzgunları mezarlığa. Şimdi sen, yokluğu anlatmayı bırak. Çünkü panzehiri benzer de zehir sanırsın.

Ey kapı yoldaşı kendine gel. Hintli çocuk gibi yokluk Mahmut’un dan korkma sakın. Şimdi bürünmüş olduğun varlıktan kork. O varlık hayali de bir şey değildir, sen de bir şey değilsin.

Hiçbir şey olmayan bir şey, hiçbir şey olmayan bir şeye aşık olmuş; hiç var olmamış, hiç var olmamışın yolunu kesmiştir. Bu hayaller, ortadan kalktı mı akla sığmaz şeylerin apaçık görünür sana.

İnsanların başbuğu doğru söylemiştir: “Dünyadan geçip giden kişinin, ölüm yüzünden bir derdi, bir acısı yoktur. Elindekini kaçırdığından dolayı yüzlerce acıya düşer.”

Neden her devletin, her nimetin mahzeni olan ölümü kıble edinmedin? Şaşkınlığımdan bütün ömrümce hayalleri kıble edindim, onlar da ecel gelince kaybolup gittiler der. Ölenlerin hasreti ölümden değildir. neden suretlere kapıldık kaldık? Diye acınırlar. Bunların bir suretten köpükten ibaret olduğunu görmedik. Halbuki köpük, denizden doğar, denizde gelişir ve hareket eder. Deniz köpükleri karaya attı mı mezarlığa git de o köpükleri seyret. Nerede sizin hareketiniz, oynaşmanız? Deniz sizi mahvolmaya mı terk etti de.

Onlar da sana dille dudakla değil de hal diliyle bu soruyu bize sorma, denize sor desinler.

Köpük gibi olan suret de dalga olmadan nasıl oynar? Yel olmadıkça toprak nasıl olur da havalanır? Suret tozunu gördün ya, yeli de gör. Köpüğü gördün ya, icat denizi de seyret.

Gör, gör ki sende yalnız bu görüş, bu bakış işe yarar. Bundan ötesini sorarsan yağsın, etsin, ilik ve sinirsen ibaretsin. Fakat yağın mumları ışıklandırmaya yaramaz. Etin sarhoşa kebap olmaz. Bütün bu bedenini bakışta erit, bakışa yürü, bakışa git, bakışa var! Bir bakış vardır, iki alemi de görür, padişahın yüzünü de. Bu ikisinin arasında sayıya sığmaz fark var. Gizli şeyleri Tanrı bilir ama gözüne bir sürme ara.

Yokluk denizini anlattık, duydun ya. Çalış da daima bu denizde ol. Çünkü tezgahın aslı yokluk alemidir; orada hiçbir şey yoktur, bomboştur, oranın nişanesi bulunmaz. Bütün ustalar, işlerini göstermek için yokluğu ve sınıklık yurdunu ararlar. Ustalın ustası Tanrının da tezgahı yokluktur. Nerede yokluk fazlaysa orası Tanrı tezgahıdır, Tanrı işi oradadır. Yokluk, en yüksek derece olduğundan yoksullar, oraya vardılar, öndülü aldılar. Hele bedenini malını yok etmiş derviş hepsinden ileridir. Fakat iş beden yokluğundadır, dilencilikte değil.

Dilenci malı bitmiş kişidir; kanat sahibi ise bedenine kıyan kişi. Artık dertten şikayet etme. Çünkü dert, insanı yokluğa sürüp götüren rahman bir attır.

Ben bu kadarını söyledim ötesini sen düşün. Fikrin donmuşsa, düşünemiyorsan yürü, zikret. Zikir, fikri titretir, harekete getirir. Zikri bu donmuş fikre güneş yap. İşin aslı cezp eder. Fakat kardeş, işten kalıp o cezbeyi bekleme. Çünkü işi bırakmak, nazlanmaya benzer. Canı ile oynayan hiç nazlanabilir mi?

Oğul ne kabul edilmeyi düşün, ne ret edilmeyi. Sen daima emri nehyi gör gözet. Derken cezbe kuşu, birden bire çerden çöpten yapılmış yuvasından uçar, görünüverir. Onu gördün mü sabah oldu demektir, mumu o vakit söndür.

Gözler, perdeleri delip hakikati görmeye başladı mı bu nur, onun nurudur artık. Bu nura sahip olan, dışa bakar içi görür. Zerrede ebedi varlık güneşini görür, katrada bütün denizi.
 
Hasan-ı Harkaniye'ye Ait Hikaye

Hasan-ı Harkaniye'ye Ait Hikaye

Bir derviş, Ebül-Huseyn-i Harkan’ın şöhretini duyup Talkan şehrinden yola çıkmıştı. Dağlar aştı, uzun ovalar geçti, şeyhi görmek için özü doğru olarak, Tanrıya yalvarıp yakararak bunca yol aldı.

Yolda gördüğü cefalar, çektiği eziyetler, anlatılmaya değer ama ben kısa kesiyorum. O genç, yolu bitirip maksadına ulaştı. O padişahın evini sordu. Öğrenip kapısına geldi, yüzlerce saygıyla kapı halkasını vurdu. Şeyhin karısı, kapıdan başını çıkardı.

Ey kerem sahibi, ne istiyorsun? Dedi. Derviş, ziyaret için geldim deyince. Kadın kahkahayla gülüp dedi ki: Sakalına bak yahu. Hele şu yolculuğa, şu uğradığın derde bak. Yerinde, yurdunda işin yok muydu da beyhude yere yollara düştün? Bir ahmağı görmek hevesine mi düştün, yoksa yurdundan mı usandın? Yahut da şeytan sana bir boyunduruk urdu, vesveseler verdi, sana bu yolculuk kapısını açtı.

Birçok kötü sözler söyledi, küfürlerde bulundu, dırıldandı durdu. Onların hepsini söyleyemem ben. Kadının sayısız gülümsemesinden, hikayeler söylemesinden derviş, pek dertlendi, dertlere uğradı.

Dervişin gözlerinden yaşlar aktı, dedi ki: Bütün bunlarla beraber o adı tatlı padişah nerede? Söyle bana.

Kadın dedi ki: O bomboş riyakar bir hilebazdır. Ahmaklara tuzaktır. Yol azıtanlara kementlik eder. Senin gibi sakalını değirmende ağartan yüz binlerce kişi azgınlıktan ona düşmüştür. Onu görmez, esenlikle yerine yurduna dönersen senin için daha hayırlıdır. Onu görüp de azmazsın hiç olmazsa. Onun işi gücü laftır, kase yalayıcı, hazır sofraya oturucu bir heriftir. Fakat davulunun sesi, etrafa yayılmış nasılsa.

Bu kavim İsrail oğullarına benzer, öküze taparlar. Böyle bir öküze el vurup adarlar işte. Bu hazır sofraya oturan adama kapılan, geceleyin bir leştir, gündüzün işsiz güçsüz bir adam. Bunlar yüzlerce bilgiyi, yüceliği bırakmışlardır da bir hileye, bir riyaya kapılmışlardır. İşte hal bu.

Nerede Musa’nın soyu? Gelse de şu öküze tapanların kanlarını dökse. Yazık! Şeriatı, Tanrıdan ürküp sakınmayı ardına atmış. Nerede Ömer? Gelse de şiddetle doğruluğu emretse. Bunlar her kötü şeyi mübah biliyorlar. Bu ibahilik bunlardan yayıldı, fesatçı kalleşe de ruhsat oldu adeta. Nerede Peygamberle sahabesinin yolu. Nerede namaz, nerede tesbih, nerede onların edepleri.

Genç, yeter diye bağırdı, apaydın günde bekçinin ne lüzumu var? Erlerin nuru doğuyu da tuttu batıyı da. Gökler bile hayrette kalıp secde ettiler.

Tantı güneşi Hamel burcundan doğdu da bu güneş utancından perde arkasına girdi. Senin gibi bir şeytanın saçmaları, nereden beni bu kapının tokmağından döndürecek? Ben bulut gibi yele kapılıp gelmedim ki beni bu kapıdan bir tozla çevirebilesin. Öküz bile o kerem kıblesi olunca nur kesilir, fakat o nur olmadı mı kıble, küfürdür, puttur. Heva ve hevesten gelen, ibahilik sapıklıktır, azgınlıktır, fakat Tanrıdan gelen, ibahilik yüceliktir.

O hesaba sığmaz nurun doğup parladığı yerde küfür iman kesildi,şeytan Müslüman oldu. O, yücelik mazharıdır, Tanrı sevgilisidir. Bütün ileri meleklerden öndülü kapmıştır. Melekten Adem’e seçde etmeleri ondan ileri olmalarındandır. Deri daima içe secde eder.

A kocakarı, sen Tanrı mumunu üflüyorsun ama hem sen yanıyorsun, hem başın, ey ağzı kokmuş. Bir köpeğin ağzından deniz pislenir mi? Güneş üflemekle söner mi?

Eğer görünüşe göre hüküm veriyorsan bu aydınlıktan daha aydın, daha görünür ne var? Söyle. Zahirden olanların hepsi, bu zuhurun karşısında noksanın, kusurun en ilerisidir. Kim Tanrı mumunu üflerse o mum sönmez, üfleyenin ağzı yanar. Senin gibi bir çok yarasalar rüya görürler ama bu alem, güneşten yetim kalır mı?

Ruh denizlerinde öyle kuvvetli dalgalar olur ki Nuh tufanından yüzlerce defa üstündür. Fakat Kenan’ın gözünde kıl bitmiştir de o yüzden Nuh’u da bırakmıştır, gemiyi de. Dağa tırmanmaya kalkışmıştır. Fakat derhal yarım bir dalga, dağı da aşağılıkların dibine atmıştır, Kenan’ı da. Ay, nurunu saçar köpek havlar durur. Hiç köpek ayı kendisine ortak edebilir mi? Ay ışığı ile geceleyin yol alanlar, köpek havlaması ile yollarından kalırlar mı? Cüzü, külle doğru ok gibi gider. Kokuşuk kocakarının ardına düşer mi hiç?

Şeriatın canı da ariftir, takvanın canı da. Marifet, geçmiş zamanlardaki zahitliğin mahsulüdür. Zahitlik, ekmeye çalışmaktır. Marifet de o ekilenin bitmesidir.

Şu halde çalışmak ve inanmak, bedene benzer. Bu ekmenin canı da biten mahsuldür ve onu devşirmektir. Doğruluğu emretmek de odur, doğruluk da o. Bu günümüzün de padişahıdır, yarınımızın da. Deri, daima latif içe kuldur.

Şeyh “Ben Tanrıyım” dedi ama ileri gitti, bütün körlerin boğazını sıktı. Kulun varlığı Tanrı varlığında yok olunca ne kalır? Bir düşün a çıfıt.

Gözün varsa aç da bak. Lâ dedikten sonra artık ne kalır? O göğe aya tüküren dudağın, boğazın, ağzın kesilseydi keşke. Şüphe yok ki o tükürük, göğe çıkmaz, döner, senin suratına gelir.

“Ebuleheb’in ruhuna kıyamete kadar “Elleri kurusun” bedduası geldiği gibi o tükürük de kıyamete kadar Tanrıdan, senin sıratından gelir. Davulu var, bayrağı var, ülkesi var. Böyle bir padişaha hazır sofraya oturur diyen köpektir. Gökler onu ayına kuldur. Doğu da ondan ekmek dilemektir, batı da.

Fermanında “Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım” hadisi yazılı olan zat, bir zattır ki herkes, onun nimetlerine, onun rızk taksimine muhtaçtır. O olmasaydı gökyüzü olmazdı, dönmezdi, nurlanmazdı, meleklere yurt kesilmezdi. O olmasaydı denizler olmaz, denizlerdeki heybet vücut bulmaz, balıklar ve padişahlara layık inciler meydana gelmezdi.

O olmasaydı yeryüzü olmaz, yeryüzünün içinde defineler, dışında yaseminler yaratılmazdı. Rızklarda onun rızkını yemektedir. Meyveler de onun yağmuruna karşı dudakları kupkuru bir haldedir.

Kendine gel de, bu işteki düğüm, tersine düğümlenmiştir. Sana sadaka verene sen sadaka ver. Ey yoksul zengine zekat ver. Bütün altınlar bütün ipekli kumaşlar, yokluktadır yoksuldadır. Senin gibi bir kötü, o makbul ruha eş olmuş, Nuh’un nikahındaki katil gibi adeta. Bu yurda mensup olmasaydın şimdi seni paramparça ederdim. O Nuh’u senden halâs ederdim, ben de kısasa uğrar, şeyhin yolunda ölmek şerefiyle yücelirdim.

Fakat zamanın padişahlar padişahının evinde bu çeşit küstahlıkta bulunamam. Yürü, dua et ki bu yurdun köpeğisin. Yoksa şimdi yapacağımı yapardım sana.

Ondan sonra derviş herkese sormakta, şeyhi her tarafta araştırmaktaydı. Birisi dedi ki: O kutup, odun getirmek üzere ormana gitti. O Zülfikar düşünceli ve ateşli derviş şeyhin havasına uyup ormanın yolunu tuttu. Şeytan, aklına ayı tozla örten bir gizli vesvese vermekteydi. Bu din şeyhi neden böyle bir kadını evinde tutuyor, onunla düşüp kalkıyor?

Zıt, nasıl olur da zıddıyla beraber bulunur? Halkın imamı olan bir zat nerede, maymun nerede? Diyordu. Sonra yine ateş gibi dönüyor, Lâ havle okuyor, ona itirazım küfürdür, kindir diyordu. Ben kim oluyorum ki Tanrının işlerine karışıyorum? Nefsimden neden böyle şüpheler, kınamalar geliyor?

Derken nefsi yine saldırıyor, bu yüzden gönlünden kuyumcular potasından çıkar gibi duman tütüyordu. Şeytanla, diyordu, Cebrail’in ne münasebeti var ki onunla konuşsun, düşüp kalksın, beraber yatsın uyusun. Azer, nasıl olur da Hilal’le geçinebilir? Yol kesen nasıl olur da kılavuzla beraber bulunur?

O bu düşüncedeyken ünlü şeyh, bir aslana binmiş, çıkageldi. Kükremiş aslan odunu çekmekteydi. O kutlu zat da odunlarının üstüne binmişti. Kamçısı bir yılandı. Yücelikle yılanı bir kamçı gibi eline almıştı. İyice bil ki, her şeyh, sarhoş aslanın üstüne biner. O görünür, bu görünmez ama can gözünden gizli değildir. onların altında yüz binlerce aslan vardır, odun çeker durur. Gayp gözü, onu görür.

Fakat adam olmayan da görsün diye Tanrı, onları bir bir baş gözüne de gösterir. O padişah, dervişi uzaktan görüp güldü. Sakın dedi, aldanma, şeytanı dinleme.

O ulu şeyh, gönlünün nuru ile dervişin içinden geçeni bildi. O nur, ne güzel bir delildir. O hünerli zat, dervişin yola düşmesinden o ana kadar aklından geçenleri bir bir söyledi. Ondan sonra o güzel güzel çileyip şakıyan zat, kadını kınamsı hususunda da ağzını açıp, dedi ki: O tahammül nefis havasında değildir. bu zan senin nefsinin havasıdır, orada durma. Ben sabredip bu kadının yükünü çekmeseydim aslan, benim yükümü çeker miydi hiç? Ben Tanrı yükünün altında kendinden geçmiş sarhoş ve köpürmüş bir deveyim. Onun buyruğunda yarı ham bile değilim ki halkın kınaması, yermesini düşüneyim.

Bizim geri kalanımızda onun buyruğudur, ileri gidenimizde. Canımız yüz üstü koşarak onu aramadadır. Bizim tekliğimiz, çiftliğimiz, hava ve hevesten değildir. canımız, mühre gibi Tanrı elindedir.

O ahmağın nazını da çekeriz, onun gibi yüzlercesinin nazını da. Bu, renk aşkından, koku sevdasından değildir. bu kaza ve kader, bizim dersimizin talebeleridir. Artık savaşımızın debdebesi nereye varır, bir düşün. Nereye mi varır? Yere bir yol olmayan bir yere. Işığı, gözleri alan Tanrı ayına ancak. O nur, bütün vehimlerden ve tasavvurlardan uzak olan nurun nurunun nurunun nurudur!

Dedikoduyu senin için aşağılattım. İbret al da kötü huylu arkadaşla arkadaş ol, uzlaş. “Sabır, sıkıntının anahtarıdır” sırrına ermek için gülerek hoşlanarak onun derdini çek. Bu aşağılık kişilerin aşağılığını çekersen sünnetlerin nuruna ulaşırsın.

Peygamberler aşağılık adamların zahmetlerini çok çektiler. Bu çeşit yılanlardan nice ıstıraplara uğradılar. Yargılayan Tanrının muradı, hükmü, ta ezelden tecelli ve zuhur etmekti. Zıddı olmadıkça bir şey görünemez. O misli olmayan padişahın zıddı yoktur.

“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” ayetindeki hikmet

Bunun için padişahlığına ayna olmak üzere bir gönül sahibini halife edindi. Ona hadsiz, hesapsız arılığını ihsan etti, ondan sonra karanlıklardan da ona bir zıt verdi.

Ak ve kara iki bayrak dikti. Birisi Adem’di bunların öbürü yol kesen İblis. O iki büyük ordu arasında savaşlar oldu, geldi geçti.

İkinci devre Habil geldi, onun pak nurunun zıddı Kaabil oldu. Adalet ve zulümden ibaret olan bu iki bayrak, böylece devir devir, Nemrud’a kadar geldi dayandı.

O İbrahim’in zıddı ve düşmanı oldu. O iki ordu birbirine kin güttü, savaştı durdu. Savaşın uzamasından hoşlanmayınca ikisinin arasını ateş ayırdı. O iki taifenin müşkülü halledilsin diye ateşi, azabı hakem yaptı. Devir, devir zaman, zaman bu iki fırka, Firavunla esirgeyici Musa’nın zamanına kadar yıllarca savaştı. Savaş bitmedi tükenmedi. Bu iş, haddi aşıp usanç verince de Tanrı, denizi hakem yaptı; bakalım hangisi öndülü alacak dedi.

Mustafa’nın devrine, onun zuhuruna kadar bu böyle gitti. O zuhur edince Ebucehil’le o cefa askerinin başbuğuyla savaştı. Tanrı, Semud kavmi için, bir haykırış hizmetkar tuttu, onların canlarını alıverdi. Ad kavmi için tez kalkan ve hızlı giden bir hizmetkarı tuttu, yeli kullandı.

Karun’un halini de bildi, onu defetmek için de yeryüzünü kullandı. Yer, halim olmakla beraber ona kinlendi, onu yuttu. Yerin halimliği adeta kahroldu da Karun’u da dibine kadar sömürdü, hazinesini de. Bu bedenin direği lokmadır. Açlık kılıcına karşı ekmek, bir zırhtır. Öyle olduğu halde Tanrı, senin ekmeğine bir kahır mayası kodu mu o ekmek boğaz illeti gibi kursağında durur, boğazını sıkar, seni öldürür. Seni soğuktan koruyan şu elbiseye Tanrı, zemheri mizacını verir. Bu güzelim cüppe buz gibi soğuk olur, kar gibi ziyan verir.

Kürkten de kaçarsın, ipekli elbisenden de. Ondan kaçar zemheriye sığınırsın. Sen iki dağ tepesi değilsin,bir dağ tepesisin, yalın kat bir adamsın sen. Zelle azabından gafilsin.

Şehre, köye Tanrı emri geldi: Eve duvara, onlara gölge verme, yağmura, güneşe mani olma dendi. Bu suretle o ümmet peygamberlerinin yanına koştular. Ey ulu kişi dediler, çoğumuz öldük. Artık arkasını tefsirden oku. O eli sopalı er, sopayı yılan yaptı. Aklın varsa bu nükte sana yeter. Gözün var ama anlayışın yok. Adeta donmuş bir kaynak, bir et parçası.

Bunun içindir ki düşünceleri meydana getiren, bezeyen Tanrı, ey kul, anlayışlı bir surette bak demektedir. Soğuk demiri döv demiyor, bunu istemiyor, fakat ey demir, hiç olmazsa Davut’un yanında dön dolaş.

Bedenin ölmüş, İsrafil’in yanına koş. Gönlün donmuş, yürüyüp giden güneşe git. Hayallerden öyle libaslara büründün ki neredeyse kötü zanlı sofestailere karışacaksın.

Sofestai’de zaten akıl yoktu. Bu yüzden duygudan da oldu, varlıktan da mahrum kaldı. Kendine gel, şimdi söz çiğnemek devri. Söylersen halka rezil rüsva olursun.

İm’an ne demektir? Kaynaktan su akıtmak. Bedenden can gitti mi o cana “giden revan” derler. Canı beden bağından çözüp kurtararak çayırlığa, çimenliğe salıveren hakim. Hayatla ruhu ayırt etmek için ona bu iki lakabı taktı. Bunu fark edenin canına aferin. Bu suretle de Tanrı fermanına uyan, dilerse gülü diken, dikeni gül yapan kişideki ruhu anlattı.

İnananlar, o zararlı yelin elinden kaçmışlar, hepsi bir daire içine sığınmışlardı. Yel, adeta tufandı, onun lütfu da gemi. Onun bu çeşit nice gemileri var, nice tufanları.

Tanrı, bir padişahı gemi yapar. Hırsı ile kendisini saflara vurur. Maksadı halkın emin olması değildir, ülke zapt etmektir. Değirmen beygiri koşar, döner durur. Maksadı da dayak yemeden kurtulmaktadır. Su çekmekten yahut susamdan şırlagan yağı çıkarmaktan haberi bile yoktur.

Öküz, arabayı çekmek eşyayı götürmek için değil, dayak korkusundan yürür, yeler. Fakat Tanrı, ona öyle bir acı korkusu vermiştir de o yüzden işler de görülür gider. Her kazanç sahibi de bunun gibi alemi ıslah için değil, kendisi için çalışır. Her biri derdine bir melhem arar. Derken bir alem de bu yüzden düzene girer. Tanrı korkuyu bu aleme direk yapmıştır. Herkes can korkusu ile bir işe sarılmıştır.

Tanrıya hamd olsun ki böyle bir korkuyu mimar etmiş, onunla yer yüzünü düzene koymuştur. Bunların hepside iyiden, kötüden korkarlar. Fakat hiçbir kimse yoktur ki kendi kendisinden korksun. Şu halde hakikatte herkese hakim olan birsidir ve o, duygularla duyulmaz ama çok yakındır insana. O, bir gizli yerde duyulur ama bu evin duyguları ile duyulmaz. Tanrının anlaşılacağı, duyulacağı duygu değildir, o duygu, başka bir duygudur.

Hayvan duygusu, o suretleri görseydi öküzle eşek de vaktin Beyazıd’ı olurdu. Bedeni, ruha mazhar eden, gemiyi Nuh’a burak yapan, dilerse ey nur arayan, gemiyi değiştirir, tufan haline getirir.

Ey yoksul, her an sana bir tufandır, bir gemidir. Seni gama neşeye ulaştırır durur. Gemiyle denizi görmüyorsan bütün cüzilerindeki şu titreyişi, şu kaynaşmayı gör. Gözler, korkunun aslını görmediğinden çeşit çeşit hayallerden korkar insan.

Sarhoş bir herif, körün birine bir yumruk indirir. Kör sanır ki kendisini deve tepti. Çünkü o sırada deve sesini duymuştur. Körün aynası kulaktır, göz değil. Derken yine hayır, bu bir taş olacak. Belki şu çınlayıp duran kubbeden geldi der. Bu da değil, o da değil, öbürü de değil. Bunları o korkuyu yaratan gösterir. Korku ve titreyiş, mutlaka başkasındandır. Hiçbir kimse kendisinden korkar mı? O filozofcuk, korkuya vehim der. O, bu dersi eğri anlamıştır.

Hakikati olmayan vehim olur mu hiç? Hiç gönül doğru olmayan bir yere akar mı? Yalancı, doğru olmasa bir yalan kıvırabilir mi? İki alemde de bir yalan doğrudan meydana gelir. Doğrunun revacına, parlaklığına bakar da yalancı o ümitle yalan söyler.

Ey yalancı, bu yalanın da doğru yüzünden geçmede. Nimete şükret de doğruyu inkar etme. Filozofluk taslayandan mı söyleyeyim, onun sevdasından mı bahsedeyim? Yoksa Tanrının gemilerini denizlerini mi anlatayım?

Hadi onun gemilerinden bahsedeyim. Çünkü o bahis, gönle öğüt verir. Külden bahsedeyim. Çünkü cüz, küllün içindedir. Her vesileyi Nuh ve kaptan bil, bu halkın sohbetini de tufan say. Aslandan ve erkek ejderhadan az kaç da aşinalarından, akrabalarından daha fazla sakın. Onlar seninle buluşup ömrünü ziyan ederler. Onları anma, gayb aleminden elde ettiğin mahsulü bitirir.

Susuz eşek gibi her birinin hayali, beden kabından düşünce şerbetini emer, sömürür. O kovucuların hayali, abıhayattan elde ettiğin çiğ tanesini emiverir. Daldan suyun çekilmesine alamet, o dalın kupkuru kalması, oynamamasıdır.

Her uzuv taze dala benzer. Ne yana çekersen eğilir. Dilersen ondan sepet, hatta çember bile yaparsın. Fakat suyu çekildi mi, kökünden su almaz oldu, kurudu mu dilediğin gibi bükülmez.

Kuran’dan “Namaza kalksalar da üşenerek kalkarlar” ayetini okusana. Dal kökünden meme emmiyor ki. Bu alamet, taş gibidir. Kısa keseyim de yoksulu, definesini onun hallerini söyleyeyim. Her fidanı yakan ateşi gördün ya. Hayali yakan can ateşini de seyret. Candan böyle bir ateş yalımlandı mı ne hayale aman vardır ne hakikate.

O, her aslanın, her tilkinin düşmanıdır. “her şey helak olur, ancak onun hakikati bakidir.” Onun hakikatine var, varlığından vazgeç. “Bismi” deki elif gibi kelimede kaybol. O elif, Bismi’de gizlenmiştir. O, hem Bismi’de vardır, hem yoktur. Böyle ulanmak için hazfedildi mi kelimede yok olur. O, ulanma içindir, be harfiyle sin harfi, onunla birbirine ulanmıştır. Fakat be harfiyle sin harfinin ulanması, elifin bulanmasına razı olmaz.

Bu ulanmada, bu buluşmada bir harf bile sığmazsa artık sözü kısa kesmem lazım benim. Bir harf bile sin’le be’yi ayırıyor. Burada susmak, ne lüzumlu bir şey. Elif, varlığından yok olmuştur ama o harfi olmaksızın da be’yle sin, elifi söyler durur.

“Sen atmadın attığın vakit o attı” ayeti Peygamberin varlığı olmadan inmiştir. Peygamber de kendi varlığından geçmiş, susmuş, Tanrı diliyle söylemeye koyulmuştur da ondan sonra “Allah dedi” demiştir. İlaç, ilaç olarak kaldıkça tesirsizdir. Fakat içildi, yendi de varlığından geçti mi tesir eder.

Ormanlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa yine Mesnevinin biteceğini umma. Toprak oldukça ve ker*** dökücü, toprağı karıp dört sopadan meydana gelen kalıba döktükçe bu kitabın şiiri de uzar gider.

Hatta toprak kalmasa, yapılan ker*** kurusa yine onun denizi coşar, köpürür... Köpüklerden toprak düzer. Orman kalmasa, ağaçlar tükense ormanlık, bu sefer denizin içinden biter, baş gösterir. Onun için sıkıntıları gideren o zat, “Bizim denizimizden zuhur eden sözleri rivayet edin. Bu hususta size bir teklif yoktur” dedi.

Denizden dön, yüzünü karaya ko. Oyundan oyuncaktan bahset, çocuğa bu daha iyi. Çocukluğunda oyunla oynarsa da yavaş yavaş akıl denizine aşina olur, o denize dalar yüzer. Çocuk, oyunla akıllanır, oynaya oynaya aklı başına gelir onun. Oyun, görünüşte akla uymaz ama iş böyledir işte. Deli çocuk, oyun oynar mı? Cüzü lazım ki külle dönsün.

İşte o yoksulun hayali, riyasız olarak gel, gel demekle beni aciz bıraktı. Onun sesini sen duymazsın ama ben duyarım. Çünkü gizlilik aleminde onun sırdaşıyım ben.

Onu define arıyor sanma. Define kendisi. Dost, manada dosttan başka bir şey olabilir mi? Her lahza o, kendisine secde etmede. Yüzünü görmek için önüne bir ayna koymuş secde ediyor. Aynada hakikati bir habbecik görseydi ondan bir hayalden başka bir şey kalmazdı.

Hayalleri de yok olurdu, kendisi de. Bilgisi, bilgisizlikte mahvolmak olurdu. Bizim bilgisizliğimizden başka bir bilgi, şüphe yok ki benim diye baş gösterirdi.

Adem’e secde edin diye ses gelip durmada. Adem’seniz bir an olsun kendinizi görün. Bu ses meleklerin gözünden şaşılığı giderdi de yeryüzü, onlarca lacivert gökyüzünün aynı oldu.

Tanrıdan başka tapacak yoktur dedi, tapacak yalnız Tanrıdır demekle ondan başka varlık yoktur demiş oldu ve birlik açıldı. O dostun, o doğru yolu bulmuş sevgilinin kulağımızı çekme zamanı geldi.

Kulağımızı tutup çeşmeye götürerek ağzını burada, bu suyla yıka, halktan gizlediğin şeyleri söyleme demesinin tan vakti. Fakat söylesen de o meydana çıkmaz ki. Yalnız sen açmayı kastetmekle suçlu olursun, o kadar.

Fakat ben, onların etrafında dönüp duruyorum işte. Bunu söyleyen de benim dinleyen de. Yoksulun ve definenin suretini söyle. Bunlar, eziyet çekenlerdir, o eziyeti anlat bakalım.

Rahmet çeşmesi, onlara haram oldu. Öldürücü zehri kadeh kadeh içiyorlar. Eteklerine toprak doldurmuşlar, şu kaynakları doldurmaya geliyorlar. Denizden yardım gören bu kaynak, şu iyi kötü bir avuç toprağın çalışıp çabalaması ile dolar mı hiç?

Fakat sizi bıraktım, size karşı kurudum, ebediyen de akmayacağım der. Halk, iştah bakımından ters tabiatlıdır. Öyleleri vardır ki suyu bırakır, içmez de toprak yer. Halk peygamberlerin tabiatlarına zıttır, tutar ejderhaya dayanır. Göze mühür vurmasını, gözü kapatmasını bildin, fakat neden göz yumdun, bunu da bildin mi?

Gözü yumdun da onun yerine şu gözlerini neye açtın? Bir bir, bil ki kapadığın gözün yerine gelen kötü gözlerdir onlar. Fakat inayet güneşi parlayıp doğmuş, ümidini kesenlere lütfetmiştir. Rahmetiyle görülmemiş bir tavla oyununa girişir. Küfrün ta kendisini tövbe haline kor.

O cömert Tanrı halkın bu bahtsızlığını görüp iki yüz tane sevgi çemberi akıtmıştır. O, koncaya dikenden sermaye verir, dikenden gonca bitirir. Yılan boynuzu ile yılanı süsler, bezer. Gece karanlığından gündüzü çıkarır. Yoksulun elinden zenginlik izhar eder. Halil’e kumu un yapar, Davut’a dağı enis kılar.

O karanlık bulutların altındaki dağ, olanca vahşetiyle beraber ağız açar, zir ve bem perdelerinden çenk çalar. Ey halktan nefret eden Davut, kalk. Onları terk ettin, yerine bizi dinle, beraber çalalım der.

O derviş dedi ki: Ey sırları bilen, bu define için ömrümü ziyan ettim. Hırs şeytanı, acele ettirdi, bana. Ne yavaşlığım kaldı, ne tedbirim, ne ihtiyatım. Tencereden bir lokma bile yemedim. Yalnız avucum siyahlandı, ağzım yandı. Bunu iyice bilmiyorum, bari bu düğümü bağlayana müracaat ederek çözeyim demedim.

Tanrının sözünü Tanrının sözü ile tefsire kalkış. Kendine gel de zannına uyup hezeyan etme a pek yüzlü! Düğümü kim bağladıysa o çözer. Bu nükteleri, bu sırları, yine söyleyen açar. Sana o çeşit söz, kolay anlaşılır gibi gelir ama Tanrı remizleri kolay anlaşılır mı hiç?

Adam yarabbi dedi, bu işten tövbe ettim. Kapıyı sen kapadın, yine sen aç! Duada da bir hünerim yokmuş, yine başımı hırkaya çekiyor, sana yalvarıyorum. Hüner nerede, ben neredeyim, doğru bir gönül nerede? Bunların hepside senin aksin, hepsi de sensin. Her gece rüyada bir tedbire girişmede, bir fikre düşmedeyim. Suda gark olan gemiye döndüm. Ne ben kalıyorum, ne hünerim kalıyor. Beden de bir leş gibi bihaber olarak bir tarafa düşüyor.

O yüce padişah, seher çağına kadar her gece “evet, Rabbiniz değil miyim?” diye sormada. “Evet” diye cevap vermede. Nerede “Evet, Rabbimizsiniz” diyen? Hepsini de uyku seli aldı götürdü. Yahut da bir timsah, hepsini paraladı, yedi.

Sabah çağı, karanlıklar kınından parlak kılıcını çekip de, doğu güneşi, geceyi dürünce bu timsah da yediklerini kusar. Yunus gibi o timsahın midesinden kurtulur, koku ve renk alemine yayılırız. Halk, Yunus gibi Tanrıyı tesbih etti, o karanlıklar aleminde o yüzden rahat kaldı. Her biri seher vakti, gece balığının karnından çıkınca der ki: Yarabbi, ey kerem sahibi, o korkunç geceye rahmet definesini gömmüş, ona bunca tat vermişsin.

O üstü pul pul, yol yol olan ve bir timsaha benzeyen gece, gözlerimizi, kulaklarımızı kuvvetlendiriyor, bedenimiz rahatlaşıyor. Bundan böyle senin gibi birisi, bizimle beraber olduktan sonra bize korkunç görünen şeylerden kaçmayız.

Musa, onu ateş gördü ama nurdu. Biz geceyi bir zenci gibi gördük, halbuki o huridir. Bundan böyle denizi, çerçöpün örtmemesi için senden bir göz isteyelim. Büyüklerin gözleri açıldı da ellerini çırpmaya, oynamaya başladılar. Ama bu elle, bu ayakla değil. Halkın gözünü, ancak sebepler bağlar. Sebepten korkup titreyen, eshaptan değildir. fakat bizim eshabımız; hakikat ehlidir. Tanrı, onlara kapı açmış, onları odanın baş köşesine geçirmiştir. Tanrı eline nispetle müstahak olan da Tanrı azatlısıdır, bağdan kurtulmuştur, müstahak olmayan da. Yokluk alemindeyken hak mı kazanmıştık da bu cana ulaştık, bu bilgiyi elde ettik? Ey ağyarı yar eden, ey dikene gül libası ihsan eyleyen! Toprağımızı ikinci defa olarak yine süz de hiçbir şey olmayanı yine bir şey haline getir! Bu duayı da önce sen emrettin, yoksa bir toprak parçasında sana dua etmeye kudret mi olurdu?

Ey hikmetine hayran olduğumun Tanrısı, mademki dua etmemizi emrettin, bu emrettiğin duayı sen kabul et. Geceleyin anlayış ve duygular gemisi kırılır. Ne bir ümit kalır, ne korku, ne yeis. Tanrım beni rahmet denizine daldırır, bakalım, ne hünerle doldurup geri gönderecek?

Birisini ululuk nuru ile doldurur, öbürünü vehimlerle, hayallerle. Kendimde bir rey, bir tedbir olsaydı her yaptığım, her giriştiğim iş, kendi hükmünce olurdu. Geceleyin aklım, benim buyruğum olmadan gitmezdi. Kuşlarım, tuzağımda dururdu. Can duraklarını bilir, uykumda da, uyanıkken de, sınandığım zaman da onları anlardım. Bu işleri bağlayıp çözmek elimde değil, değil de yine de bu ululanmam, bu kendimi beğenmem nedir? Gördüğümü görmemiş sandım da yine dua zembilini kaldırdım.

Ey kerem sahibi, elif gibi hiçbir şeyim yok... Mimin gözünden daha dar bir gönlüm var ancak. Bu elif, bu mim, varlığımızın anasıdır. Anamız olan mimin eli dardır, elifse ondan daha yoksul! Elifin bir şeyi yok demek gaflettir, mim gibi gönlü daralmış bir hale gelmek akıl alametidir. Kendimden geçtiğim zaman hiçim. Fakat aklım başıma geldi mi ıstıraplara düşer, kıvranır dururum.

Artık böyle bir hiçe bir şey yükleme. Böyle kıvrandıran şeye devlet adını takma. Zaten beni iyileştirecek bir şeyim yok. Bu yüzlerce derde de vehimden uğradım. Hiçbir şeyim yok, o haldeyim işte. Bana lütfet. Zahmetler çektim, rahatlaştır beni, rahatımı arttır benim. Göz yaşlarıma gark oldum, üryan bir halde durmadayım. Senin kapını görecek göz yok bende. Gözsüz kuluna rahmet et de gözyaşları, şu yazıda bir yeşillik, bir ot bitirsin. Gözyaşım kalmazsa gözyaşı ihsan et. Peygamberin yaş dökücü gözleri gibi hani. O bile bunca devletiyle, bunca ululuğuyla, bunca ileri oluşuyla beraber Tanrı kereminden gözyaşı istedi.

Artık benim gibi eli boş bir kase yalayıcı, nasıl olur da kanlı gözyaşlarını iplik gibi salmaz? Öyle bir göz bile gözyaşına meftun olduktan sonra benim göz yaşlarım, yüzlerce ırmak olmalı.

Onun göz yaşlarının bir katrası, benim iki yüz ırmağımdan yeğdir. Çünkü o bir katrayla insanlar da kurtuldu, cinler de. O cennet bahçesi bile yağmur isteyince çorak ve çirkin toprak nasıl istemez? Kardeş, elini duadan ayırma. Kabul edilmiş, edilmemiş, bununla ne işin var senin? Ekmek bile bu göz yaşına mani olursa elini ekmekten yumak gerek. Kendine çeki düzen ver, çevikleş, yan yakıl da ekmeğini göz yaşlarınla pişir.

O böyle dua edip dururken Tanrıdan ilham geldi, bu müşküller açıldı.
Dendi ki: Hatif sana yaya bir ok koy, at dedi, yayın zıhını adamakıllı çek demedi ki.

Yayı iyice ta kulağına kadar çek demedi, bir ok koy,atıver dedi. Sen, ukalalığından yayı çekmeye okçuluk hünerini göstermeye kalkıştın. Bu katı yayı bırak da yürü, alelade yaya bir ok koy, fazla gitmesine savaşma. Düştüğü yeri kaz, defineyi orada bulmaya çalış, altınları elde et.

Tanrı, şah damarından yakındır insana. Halbuki sen ok gibi olan düşünceni uzaklara atmadasın. Ey yayı kurup oku atan! Av yakında, sen uzağa düşmüşsün. Kim daha uzağa ok atarsa daha uzaktadır. Böyle bir defineden daha uzağa düşer o.

Filozof kendisini düşünceyle öldürdü. Koş de ona, zaten defineye arkasını çevirmiştir o. Koş de. Ne kadar fazla koşarsa gönlünün muradından o kadar uzaklaşır.

Padişah, “Bizim için savaşanlar” dedi, bizden uzaklaşmaya çalışanlar demedi a kararsız adam! Kenan gibi hani. O da Nuh’dan arlandı da o koca dağın tepesine çımaya kalkıştı. Kurtulmak için dağa ne kadar koştu, tırmandıysa kurtuluştan o kadar uzaklaştı.

Her sabah, daha katı bir yayla daha uzağa ok atıp define arayan bu yoksul gibi. Daha katı olan her yayı, eline aldıkça defineden o derece mahrum olmaktaydı. Bu atalar sözü, alemde söylenir durur: Şeytanın canı azapta gerek. Çünkü bilgisiz kişi hocadan utanır, kalkar, gidip yeni bir dükkan açar.

Ustana danışmadan açtığın o dükkan, bil ki kokmuş bir dükkandır, akreplerle, yılanlarla doludur o suretten ibaret adam. Çabuk yık bu dükkanı da yeşilliğe, gül fidanlarına, içilecek suların bulunduğu yere dön.

Kibrinden, işin iç yüzünü bilmediğinden güya kendisini kurtaracak dağı kurtuluş gemisi yapmaya kalkışan Kenan’a benzemez. O define arayana da okçuluğu hicap oldu. Halbuki isteği hazırdı, koynundaydı. Nice bilgi, nice zeka, nice zeka, nice anlayış vardır ki yolcuya bir gulyabani, bir harami kesilir.

Cennetliklerin çoğu ahmaktır. Bu suretle de filozofun şerrinden kurtulur onlar. Kendini faziletten de üryan bir hale getir, saçma şeylerden de... Böylece rahmet, her an sana insin dursun. Anlayışlı olmak; sınıklığın, niyazın zıddıdır. Anlayışlı olmayı bırak, ahmaklıkla uzlaşmaya bak. Anlayışı hırs ve tamah tuzağı bil. Temiz kişinin şeytan gibi akıllı olmakla ne işi var?

Aklı, fikri ileri olanlar, bir sanatla kanaat ederler. Fakat o kadar ileri anlayışlı olmayanlar sanatı görür, sanatkarı bulurlar. Ana küçücük yavrusunu gündüzün kucağına alır, ona el ayak olur, onu her şeyden korur.
 
Kazanmadan Rızk Dileyen Yoksul

Kazanmadan Rızk Dileyen Yoksul

Çaresiz bir müflis, derde düşmüştü. Hiçbir şeyi yoktu, binlerce zehir yutmuştu. Namazlarda, dualarda yalvarmakta, ey Tanrım, ey kurdu kuşu koruyan! Sen, beni yorulmadan, çalışıp çabalamadan yarattın. Şu alemde rızkımı da benim kazancım olmadan ver.

Başında gizli olan beş inci verdin. Beş duygu daha ihsan ettin ki onlar da gizli. Bu ihsanların sayıya sığmaz. Ben utanıyorum anlatmadan acizim. Beni yaratan yalnız sensin. Rızkımı da sen düzene koy demekteydi.

Yıllarca bu duada bulundu. Nihayet ağlayıp yalvarışı tesir etti. Hani çalışmadan, yorulmadan helal bir rızk isteyen adam vardı ya, onun gibi. Nihayet tanrı adaletine sahip Davut Peygamber zamanında bir öküz, onu kutluluğa ulaştırmıştı. Bu adamda yüzünü yerlere sürdü, yalvarıp sızladı, nihayet meydandan icabet topunu çeldi. Bazen duasının kabul edilmeyişine bakıp kötü zanlara düşüyor, niçin duam kabul edilmiyor diyor, derken yine Tanrının lütuf ve keremi, gönlüne muştuluklar veriyor, duasının kabul edileceğine delil oluyordu.

Çalışıp çabalarken yorulup ümitsizliğe düşünce Tanrı tapısından gel sesini duyuyordu. Tanrı alçaltıcıdır, yücelticidir. Bu ikisinden başka hiçbir işi yoktur.

Yerin alçalışına bak, göğün yücelişine bak. Kainatın devranı bu ikisinden hali değildir. şu yerin yücelip alçalışı da bir başka çeşittir. Yılın yarısında çorak bir hale gelir, yarısında yeşerir, tazeleşir.

Mihnetle dolu olan zamanın yücelip alçalması, büsbütün başka tarzdadır. Yirmi dört saatin yarısı günden olur yarısı gece. Zıtlarla uzlaşan mizacın yükselmesi, alçalması da şudur: Gah insan sıhhatli olur, gah hastalanır, inler.

Dünyanın bütün hallerini böyle bil. Kıtlık, bolluk, barış, savaş, hep denemelerden meydana gelir. Şu dünya, havada bu iki kanatla uçar. Canlar da bu ikisi yüzünden korku ve ümit yurtlarında yurt edinirler.

Böylece dünya, şimal rüzgarına benzeyen hayatla ve sam yeli gibi titrer durur. Nihayet İsa’mızın tek renge boyayan birlik küpü yüzlerce renkli küpleri kırar. Çünkü o alem, tuzlaya benzer. Oraya ne düşerse renkten arınır.

Toprağa bak. Çeşit, çeşit renkte bulunan insanları mezarlarda bir renge sokmada. Bu, görünen bedenlerin tuzlası, mana alemine ait tuzlaysa bundan tamamı ile ayrıdır.

O mana tuzlası manevidir. O, ezelden ebede kadar yenilikler içindedir. Eskilik bu yeniliğin zıddıdır. Halbuki o alemin yeniliği zıtsızdır, eşsizdir, sayıya da sığmaz. Nitekim Mustafa’nın nurunun cilası ile yüz binlerce çeşit karanlık ışık kesildi.

O ulu er yüzünden Yahudilerin. Tanrıya şirk koşanların, Hıristiyanların, Mecusilerin hepsi bir renge boyandılar. Yüz binlerce kısa ve uzun gölgeler o sır denizinin nurunda bir oldular. Ne uzunluk kaldı, ne kısalık, ne genişlik. Çeşit, çeşit gölgeler, güneşe rehin oldu. Fakat mahşerdeki tek renge boyanış, iyiye de apaçık görünür, kötüye de.

O alemde manalar, surete bürünürler. Suretlerimiz, hülyalarımıza uygun olur. O zamanda mektupların sureti açığa çıkar, elbiselerin astarı yüz olur, herkesin içi, dışına döner. Şimdi gizli şeyler, alacalı öküze benzer. Söz iği, alem içinde yüzlerce renkte bir iplik gibi görünür.

Şimdi yüzlerce renge boyanma, yüzlerce gönül sahibi olma devri. Tek renkli olma alemi nereden tecelli edecek? Şimdi zencilik zamanı. Rum diyarına mensup olanlar, beyaz güzeller gizli. Şimdi gece, güneş gizli.

Kurdun devri, Yusuf kuyunun dibinde. Kıptilerin nöbeti, Firavun padişah şimdi. Bu suretle de herkese lüzumlu, lüzumsuz gülüp duran ve kimseden esirgemeyen rızktan şu köpeklerde birkaç gün rızıklansınlar, hisselerini alsınlar bakalım.

“Gelin” buyruğu verilinceye kadar aslanlar, orman içinde beklemedeler. Bu emir geldi mi o aslanlar, yayıldıkları yerden çıkarlar. Tanrı hicapsız olarak yayılacakları, geçinecekleri yerleri gösterir.

İnsanın mahiyeti, insanlık, karayı da kaplar, denizi de. Alacalı öküzler o kurban gününde kesilirler. O kurban günü, korkunç bir kıyamettir. Müminlere bayramdır, öküzlere helak olma günü. O kurban gününde bütün su kuşları, gemiler gibi deniz üstünde akarlar, yüzerler.

Bu suretle de “Helak olan apaçık delilleri helak olur.” Kurtulan kurtulur ve yakıyne erer. Doğan kuşları, padişaha giderler, kuzgunlar, mezarlığa. Kemikle ekmek gibi pis şeylerin cüzileri, bu cihanda kuzgunların mezesi gıdasıdır.

Hikmetin kadrini bilme nerede, bağ bahçe nerede? Nefsiyle savaşmak, kahpe adama layık değildir. eşeğin ardından öd ağacı yakılmaz eşeğin ardına da misk sürülmez.

Kadınlara savaş yazılmamıştır. Nefisle savaşmaksa onların işi olamaz. Çünkü bu, büyük savaştır. Ancak nadir bazı kadında da bir Rüstem vardır. Meryem gibi gizlidir o.

Nitekim erlerin bedeninde, yüreksizliklerinden kadınların gizlendiği vardır. Kim, erliğe hazırlanmamış, er olmamışsa o dişilik, öbür alemde surete bürünür. O gün adalet günüdür. Adalet, her şeyi layık olduğu yere koymaktır. Ayakkabı ayağındır, külah başın. Bu suretle her isteyen isteğine erişir her batan batacağı yere kavuşur. Hiçbir istek isteyenden esirgenmez. Parlaklığın eşi güneştir, suyun eşi bulut.

Dünya Tanrının kahır yurdudur. Kahrı seçtiysen kahır göre dur. Kahır kılıcı, denize, karaya düşmüş. Kahrolanların kemiklerine, kıllarına bak. Damın çevresinde kuşların kanatlarını, ayaklarını seyret. Bunlar, sessiz, sözsüz sana Tanrı kahrını anlatırlar.

Ölü, gömüldüğü yerde bir yığın toprak kaldı. Öldüğü zaman geçtikçe o yığın da düzeldi gitti. Tanrı adaleti, herkesi eşiyle çift etmiştir; fili fille, sivrisineği sivrisinekle.

Ahmed’e mecliste dört seçilmiş dost, enis olur, Ebucehl’e de Utbe’yle Zül-hımar! Cebrail’le canların kıblesi Sidre’dir, karnına kul olanların kıblesi sofra. Arifin kıblesi vuslat nurudur, filozaflaşan aklın kıblesi hayal.

Zahidin kıblesi ihsan sahibi Tanrıdır, tamahkarın kıblesi altınla dolu torba. Mana gözetenlerin kıblesi sabırdır, surete tapanların kıblesi taştan yapılan suret.

Batın aleminde oturanların kıblesi lütuf ve ihsan sahibi Tanrıdır, zahire tapanların kıblesi kadın yüzü. Böylece eski yeni... Say dur. Usanırsan yürü, işine bak. Bizim rızkımız, altın kase içindeki şarap, köpeklerin rızkı, yal yedikleri yere dökülen tutamaç suyu.

Ne huyla huylandırdıysak ona layıksın. Seni o rızk için göndermişizdir. Onu ekmeğe aşık ettik, o huyu verdik ona. Bunu sevgiliye aşık ettik, sarhoş yaptık, bu huyu verdik buna. Huyundan razıysan, hoşlanıyorsan neden ondan kaçıyorsun öyleyse? Dişilik hoşuna gittiyse çarşafa gir. Rüstemlikten hoşlanıyorsan al hançeri. Bu sözün sonu yoktur. O yoksul da yoksulluk derdiyle arıkladı, gücü kuvveti kalmadı.

Bir gece rüyasında gördü. Ne rüyası, rüya nerede? Doğru özlü sofi, uyumadan rüya görür. Hatif ona dedi ki: Ey bir çok yorgunluklar görmüş er, kağıtçılarda bir kağıt ara. Komşun olan kağıtçıda gizlidir o. Kağıtlarını ele al.

Onların arasında şu şekilde, şu renkte bir kağıt var. Onu gizle bir yerde oku. Oğul, onu kağıtçıdan çaldın mı kalabalıktan, iyi kötü adamlardan bir kenara çekil. Yalnızca oku. Okurken kimseyi yanında bulundurma.

İş yayılır, ortaya düşerse bile dertlenme. O defineden senden başka hiç kimsecik, bir arpa bile alamaz. Elde etmen uzarsa sakın ümitsizlenme her an “ Tanrıdan ümit kesmeyin” ayetini vird edin.

O muştucu, bunu söyleyip elini, adamın göğsüne koydu, hadi dedi, yürü, zahmet çek!

O genç dalgınlık aleminden kendine gelince ferahından adeta dünyaya sığmıyordu. Tanrının koruması ve lütfu olmasaydı sevincinden çatlayacaktı doğrusu. Öyle bir sevinmişti ki. Kulağı, altı yüz perdenin ardından Tanrı sesini duymuştu. İşitme duygusu, perdeleri aşmış, başını yüceltmiş, feleği geçmişti.

Öyle bir an olur ki insanın görüş duygusu ibret ıssı olur, gaip perdesinden bile geçer. Duyguları, perdeyi aştı mı artık birbiri ardına ve boyuna görür, duyar. Adam, kağıtçı dükkanına geldi. Meşk kağıtlarına el attı.

O yazılı kağıt çabucak gözüne ilişti, Hatif’in söylediği alametlerin hepside o kağıtta vardı. Kağıdı koltuğuna koyup hayırlı pazarlar olsun usta, ben gidiyorum artık dedi. Tenha bir bucağa çekildi, kağıdı okudu. Adeta şaşırdı kaldı.

Bir definenin yerini göstermekte olan böyle bir değer biçilmez kağıt, meşk kağıtlarının arasına nasıl girmişti? Sonra aklına şu geldi: Her şeyi koruyan, Tanrıdır.

Koruyucu Tanrı nasıl olur da birisinin, abes yere bir şey aşırmasına müsaade eder? Ova, baştanbaşa altınla, para ile dolu olsa hiç kimse, Tanrının izni olmadıkça bir arpa bile alamaz. Tutulmadan, kekelemeden yüzlerce kitap okuyan Tanrı taktir etmediyse aklında hiçbir şey kalmaz. Fakat Tanrıya kulluk edersen bir kitap bile okumadan yeninden, yakandan duyulmadık bilgiler bulursun.

Musa’nın avucu, koynundan ziyalandı, nurlar saçtı, nuru, gökyüzündeki aydan da üstündü. Bu heybetli gökyüzünden dilediğin, ey Musa, koynundan baş gösterdi. Bil ki yüce gökler, insanın anladığı şeylerin aksidir; gökler, o akisten ibarettir. Yüce ulu Tanrının eli, iki alemden de önce aklı yaratmadı mı? Bu söz, hem apaçıktır, hem de pek gizli. Çünkü sinek, ankaya mahrem olamaz. Oğul, yine hikayeye dön de defineyle o yoksulun kıssasını tamamla.

Kağıtta şu yazılıydı: Bil ki şehrin dışında bir define var. İçinde mezar olan filan kubbe var ya. Hani arkası şehre, kapısı Ferkat yıldızına karşı. O türbeyi ardına al, yüzünü kıbleye çevir. Sonra yayla bir ok at. Kutlu kişi yaydan oku attın mı okun düştüğü yeri kaz.

O yiğit kuvvetli bir yay aldı, oku boşluğa doğru attı. Derhal kazma kürek getirdi. Sevine,sevine okunun düştüğü yeri kazmaya koyuldu. Hem kendi körleşti, hem kazması, küreği. Fakat gizli defineden hiçbir eser görünmedi.

Böylece her gün ok atıyor, düştüğü yeri kazıyor, fakat bir türlü definenin yerini bulamıyordu. Bunu adet edindi. Daima orayı burayı kazıp durduğundan şehre bir dedikodudur yayıldı, iş halkın ağzına düştü.

Pusuda duran, fırsat gözleyen adamlar, bu işi padişaha haber verdiler. Filan, bir define bildiren kağıt bulmuş diye söylediler. Adam, padişah tarafından duyulduğunu anlayınca teslim olmadan, kadere boyun eğmeden başka çare görmedi. Padişah kendisine işkence yapmadan, kağıdı padişahın önüne koydu.

Dedi ki: Şu kağıdı buldum ama defineyi bulamadım. Define yerine hadsiz, hesapsız zahmetlere girdim. Defineden bir habbe bile meydana çıkmadı. Fakat ben yılan gibi bir hayli kıvrandım durdum. Bir aydır ağzımın tadı yok. Bunun ziyanı da haram oldu bana, kârı da. Belki bahtın şu perdeyi açar ey savaşı kutlu olan kaleler fethetmiş padişahım.

Padişah da altı ay, belki de daha fazla ok attı, her yanda define aradı durdu. Fakat eziyetten, dertten, sıkıntıdan başka bir şey elde etmedi. Define adeta ankaya benziyordu, ismi var cismi yok.

İşin eni, boyu uzayıp duruyordu. Padişah, nihayet o defineden usandı. Her tarafı yer yer eştirmişti. Günün birinde kağıdı, herifin önüne atıp dedi ki: al şu kağıdı. Definenin eseri bile görünmedi. Senin işin yok, bu iş sana daha layık.

Bu işi olanın yapacağı şey değil. Gülü yakıp dikenin etrafında dolanmak akıl karı değil. Demirden ot bitmesini bekleyen olabilir ama bu hülyaya tutulan, az olur. Bu iş için senin gibi yorulma bilmez bir adam gerek. Sen mademki yorulmuyorsun, var ara. Bulursan ne ala, onu sana helal ettim. Bulamazsan yorulmazsın kazar durursun. Akıl, ümitsizlik yoluna gider mi hiç? Aşk lazım ki o tarafa koşsun.

Hiç bir şeye aldırmayan aşktır, akıl değil. Akıl, faydalanacağı şeyi arar. Aşk yılmaz, canını sakınmaz, utanma nedir bilmez. Değirmen taşının altına gitmiş gibi belalara uğrar, sabreder.

Öyle pek yüzlüdür ki hiç arkasını dönmez. Bir fayda elde etmek ümidini öldürmüştür içinde. Neyi var, neyi yoksa ortaya kor, oynar, yutulur, bir ücret aramaz. Tanrının aldığı gibi yine hepsini Tanrıya verir, tertemiz olur. Tanrı, ona sebepsiz olarak Tanrı vergisini Tanrıya bağışlar. Cömertlik, sebepsiz olarak vermektir. Temizlik, her şeyi Tanrıya verip arınmak, her şeriatın dışındadır. Çünkü şeriat, ya Tanrı ihsanına nail olmayı, yahut Tanrı kahrından kurtulmayı arar. Varlıktan arınanlarsa Tanrının has kurbanlarıdır. Onlar, ne Tanrıyı sınarlar, ne de ziyana, kara aldırış ederler.

O dertli definenin kağıdını padişah, o dertlere uğramış fakire verince; yoksul adam, düşmanlarından, onların saçmasından emin oldu, gidip sevdalandığı şeye adamakıllı sarıldı.

İnsanı dertlere düşüren aşka yar oldu. Köpek, yarasını yalaya yalaya iyi eder. Aşk ıstırabına hiçbir yar, hiçbir ortak yoktur. Aşığa alemde bir tek mahrem bile bulunmaz. Aşıktan daha deli kimse yoktur. Akıl, onun sevdasına karşı kördür, sağırdır. Çünkü bu, herkesin deliliğine benzemez ki. Hekimlik bilgisinde bunu iyileştirecek hükümler yoktur. Bir hekim, bu çeşit deliliğe uğrasa hekimlik kitabını kanı ile yıkar, yazılanların hepsini silerdi.

Bütün akılların hekimliği, aşka göre çizilmiş suretlerden başka bir şey değildir. bütün güzellerin yüzleri, onun yüzünün perdesidir. Ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir. Sana meftun olan, senden başkası değildir.

O adamda kendini kıble yapmış, dua edip durmuştu. “İnsan ancak çalıştığını elde eder.” Bundan önce bir cevap duymadan yıllarca dua etmişti. İcabet edilmeden dua ediyor, Tanrı kereminden “Lebbeyk” sesini gizli olarak işitiyordu.

O illetli adam, ulu yaratıcının cömertliğine güvendiğinden tefsiz oynuyordu. Ona ne bir hatif sesi gelmişti, ne bir haberci ulaşmıştı. Ümit kulağı, “Lebbeyk” sesiyle doluydu ama. Ümidi, dilsiz, sessiz “gel” demekteydi. O davet, gönlünden usancı silip süpürüyordu. Dama gelmeyi öğrenen güvercini çağırma, kov, o bir yere gidemez, kanadı bağlıdır.

Ey hak Ziyası Hüsameddin, onu kovsan da seninle buluştuğu için can kanadı bitmiştir; kovsan da can kuşu, sebepsiz olarak senin damının etrafında döner dolaşır.

Onun yiyeceği ,içeceği, konacağı yer, hep senin damındır. Yücelerde kanat çırpar ama tuzağına aşıktır. Hatta ruh, bir an hırsızlamacasına o fütuhattan dolayı sana şükretmese, münkir olsa.

Durup dinlenmeden kin güden aşk sahnesi, derhal o inkar eden göğüse ateş dolu bir leğen koyuverir. Aya gel, tozdan vazgeç. Aşk padişahı seni çağırmada, çabuk dön der. Ben, güvercin gibi sarhoşçasına bu damın, bu güvercinliğin etrafında kanat çırpmaktaydı. Aşk Cebrailiyim, Sidre’m sensin. İlletliyim, Meryem oğlu İsa sensin bana. O inciler saçan denizi coştur. Şu hastayı bu gün bir hoşça sor, soruştur. Çünkü sen, onunsun, deniz de onundur. Bu an, onun nöbet zamanıdır ama aldırma.

Zaten bu, onun meydana getirdiği bir feryattan ibarettir. Yarabbi, sen gizli olanı koru, onu meydana çıkarma. Ney gibi iki ağzımız var. Bir ağız, onun dudaklarında gizli. Öbür ağız, size görünmede, feryat etmede, havaya bir hay huydur salmada.

Fakat can gözü açık olan bilir ki bu baştan çıkan feryat da o baştan çıkmadadır. Neyin bu feryadı, onun soluklarından. Ruhun hay huyu, onun hay huylarından. Ney, onun dudakları ile hemdem olmasaydı alemi şekerle doldurabilir miydi?

Kiminle yattın, hangi tarafından kalktın da böyle deniz gibi coşup köpürmedesin? Yahut da “Ben rabbime konuk olurum” hadisini okudun, ateş denizinin ta içine atıldın. Fakat “ey ateş, soğu” narası, ey kendisine uyulan zat, senin canını korudu.

Ey hak Ziyası, din ve gönlün Husam’ı! Hiç güneş, balçıkla sıvanır mı? Bu toprak parçaları, senin güneşini örtmek istediler ama, dağların gönlündeki lâ’l madenleri, sana delalet etmede. Bağlar, bahçeler, senin gülümsemelerinle dopdolu.

Senin erliğine mahrem olacak Rüstem nerede ki senin yüzlerce harmanından bir buğday tanesini söylemeye kalkayım. Senin sırrından bir ah etmek istersem ancak Ali gibi bir kuyuya gitmeli, kuyunun içine ah etmeliyim.

Kardeşlerin gönüllerinde kin olduğundan Yusuf’umun kuyu dibinde kalması daha iyi. Sarhoş oldum, kendini ortaya atacağım artık. Kuyu nedir ki? Ben gidip ovanın ta ortasına çadır kuracağım. Ateşli şarabı ver avucuma da ondan sonra benim sarhoşça debdebemi, azametimi seyret.

O yoksul, defineyi elde edemedi ama söyle, beklesin. Çünkü biz, bu anda neşeye gark olduk. Ey yoksul, artık sen Tanrıya sığın. Ben gark oldum, benden yardım isteme. Artık o hikayelerde işim yok benim. Ne kendimden haberim var, ne sakalımdan! İçine bir kıl bile sığmayan şaraba gurur, izzeti nefis filan sığar mı hiç?

Saki, büyük bir sağrak sun da şu zengini sakalından, bıyığından kurtar. Gururundan bize bıyık buruyor, fakat bize hasedinden de sakalını yolup durmada. Onun bütün riyalarını, düzenlerini biliyoruz. O mattır, mattır, mat.

Pir, beş yüz yıl sonra, ondan ne doğacak? Kıldan kıla ve apaçık görür. Halkın aynada gördüğünü pir, pişmemiş ker***te görür. Kaba sakallının evinde görmediği, köseye bir bir görünür.

Denize git, sen balık oğlusun. Neden çerçöp gibi sakalına düştün böyle? Çerçöp değilsin sen, bu senden uzaktır. Sana inciler bile haset eder. Denizde, dalgalar arasında olman daha doğrudur. Deniz birdir. Eşi, ortağı yoktur. İncisi balığı da dalgasından başka bir şey değildir.

Ona eş, ortak olsun... Buna imkan yoktur. Böyle şey, o denizden, o denizin pak dalgasından uzaktır. Denizde ikilik ve ıstırap yoktur. Fakat şaşıya ne söyleyeyim? Hiç hiç! Ey şemen, şaşılara arkadaşız madem, müşrikçe konuşmak gerek. O birlik, vasıf ve hal bakımındandır. Fakat söz meydanına ancak ikilik gelebilir. Ya şaşı gibi bu ikiliği iç, yahut ağzını yum, güzelce sus! Yahut da nöbetle gah sus, gah söyle. Hasılı şaşıca davul döv vesselam. Bir mahrem gördün mü can sırrını söyle. Gül gördün mü bülbüller gibi nara at.

Hileyle, geçici şeylerle dolu bir tulum görürsen dudağını kapat, kendini küp haline sok. O, suyun düşmanıdır, onun önünde oynama. Yoksa bilgisizlik taşını atar, küpü kırar. Cabilin eziyetlerine sabretmek, ehil olanlara ciladır. Nerede bir gönül varsa sabırla cilalanır. Nemrut’un ateşi, İbrahim’e bir ayna temizliği verdi, aynayı cilalar gibi onu da arıttı, cilaladı. Nuh kavminin cefası ile Nuh’unu sabrı, Nuh’a ruh cilası oldu
 
Zaman Yapraklarındaki Giz

Zaman Yapraklarındaki Giz

Kadının biri kocasına dedi ki: Ey adamlığı bir adımda aşan! Bana hiç bakmıyorsun, neden? Ne zamana kadar bu horlukta kalacağım?

Kocası dedi ki: Boğazına bakıyorum, çıplağım ama elim ayağım var, çalışıp çabalıyorum. Güzelim, ere kadının boğazına ve elbisesine bakmak farzdır. Ben ikisine de bakıyorum. Bu hususlarda eksiğin gediğim yok.

Kadın, gömleğinin yenini gösterdi. Pek kaba ve kirliydi. Dedi ki: Kabalığından bedenimi yiyor. Kimse kimseye bu çeşit elbise verir mi? Kocası a kadın dedi, sana bir sorum var: Yoksul adamım ben elimden bu geliyor. Doğru, bu çok kaba, çok çirkin, fakat ey düşünceli kadın, bir düşün. Bu mu daha kötü yoksa boşanmak mı? Bu mu daha kötü, yoksa boşanmak mı? Bu mu sana daha kötü geliyor yoksa ayrılık mı?

Ey kınayıp duran bela, yoksulluk, eziyet ve mihnet de böyledir işte. Şüphe yok ki heva ve hevesi terk etmek acıdır ama Tanrıdan uzak olma acılığından daha iyidir.

Savaş ve oruç güçtür, çetindir. Fakat bu güçlük ve çetinlik, Tanrının kulu kendinden uzaklaştırmasından, böyle bir derde uğratmasından yeğdir. İhsan ve lütuflar ıssı Tanrı, bir gün, ey benim hastam, ey benim mihnetime uğrayan kul, nasılsın? Derse hiç zahmet ve eziyet kalır mı? Hatta böyle demese bile, böyle dediğini duymasan, anlamasan bile senin o zevkin yok mu? Tanrının senin hatırını sormasıdır işte.

Gönül hekimleri olan güzeller, hastaların hatırını sormaya düşkündürler. Utanır, söz olmasın derlerse bir çare bulurlar, yine haber gönderirler. Haber bile göndermeseler bunu düşünürler ya. Hasılı hiçbir sevgili yoktur ki aşkından haberi olmasın?

Ey duyulmamış, eşsiz hikayeler arayan, aşıkların hikayesini oku. Bunca uzun zamanlardır kaynar durursun ama yine de tatar aşı gibi yarı pişman bir haldesin ey kadid olmuş adam!

Bir ömürdür Tanrı adaletini görmüş, o tadı almışsın da yine görmeyenlerden daha namahremsin. Talebelik eden üstat olur. Öyle olduğu halde sen günden güne geri gitmişsin a inatçı kör. Anandan babandan haberin yok, geceyle gündüzden de ibret almamışsın.

ÖRNEK:

Bir arif, papazın birine sordu: Sen mi daha yaşlısın sakalın mı?

Papaz dedi ki: Ben ondan önce doğdum. Sakalsız nice zamanlarım var.

Arif dedi ki: Sakalın ağarmış, eski halini terk etmiş. Öyle olduğu halde yazıklar olsun, kötü huyun hala dönmemiş! O senden önce doğmuş seni geçmiş. Sense tirit sevdası ile böylece kala kalmışsın. Önce doğduğun renktesin hala. Ondan bir adım bile ileri atmamışsın. Hala kaptaki ekşi ayransın. Hala o yoğurdun yağını ayıramamışsın. Hala balçık küpteki hamursun, bir ömürdür ateşli tandırdasın ama hala pişmemişsin. Heves yeli ile başın dönüyor ama tepedeki ot gibi ayağın toprakta. Musa kavmi gibi Tih çölünün ıssısında, durduğun yerde tam kırk yıl kala kalmışsın a akılsız adam! Her gün ta akşama kadar koşup duruyorsun. Fakat kendini yine de ilk konak yerinde görmedesin. O öküze aşık oldukça şu üç yüz yıllık uzaklıktan kurtulamazsın. Onların da gönüllerinden öküzün hayali çıkmadıkça ıssı bir girdaba benzeyen o çölde kaldılar.

Bu öküzü bir tarafa bırak, Tanrıdan sonsuz lütuflara ermiş, nihayetsiz nimetler görmüşsün. Fakat öküz tabiatlısın, onun için o büyük büyük iyilikler, bu öküzün aşkı ile gönlünden gidiverdi. Bari şimdi bedeninin bütün cüzilerinden sor. Şu dilsiz uzuvlarının yüzlerce dili vardır.

Aleme rızk veren Tanrının nimetlerinin zikri zaman yapraklarında gizlenmiştir.

Sen gece gündüz hikaye arar durursun. Halbuki senin cüzilerinin cüzileri, sana hikayeler söyler durur. Onlar yokluktan var olalı nice neşeler gördüler, nice gamlar tattılar. Çünkü hiçbir cüzi lezzetsiz bitmez. Istıraplarla zayıflar, kuru kalır.

Halbuki senin cüzün kaldı da o iyilik, o nimet, aklından gitti. Daha doğrusu gitmedi,beş duygunla yedi endamından gizlendi. Yaz gibi hani. Yazın pamuk biter de o kalır, fakat yaz hatırlanmaz olur. Yahut da buz gibi. Kışın olur da kış gizlenir, buz bize kalır. Bu o güçlükten bir armağandır. Kışın da yazın armağanları şu meyvelerdir.

Ey yiğit bunun gibi senin her cüzün de bedenin de Tanrının bir nimetini söylemededir. Şu kadın gibi yirmi oğlu vardı da her oğlu, bir güzel halini anlatmadadır.

Sarhoşluk ve oynaşma olmadıkça gebe kalınmaz. Bahar olmayınca bahçelerde bir şey doğar mı? Gebelerle kucaklarındaki çocuklar, baharın o kadınlarından aşkına delalet eder. Her ağaç çocuklarını emzirmededir. Hepsi, Meryem gibi gizli bir padişahtan gebe kalmıştır. Ateş sula gizlenir ama üstünde yüz binlerce köpük coşar. Ateş pek gizlidir, fakat köpük, on parmağı ile ateşin varlığına delalet etmededir. Vuslat sarhoşlarının cüzileri de, bunun gibi hal ve söz timsallerinden gebe kalır. Hal güzelliğine karşı ağızları açık kalmıştır onların. Gözleri cihan nakşına örtülmüştür.

O doğanlar bu dört unsurdan doğmazlar. Onun için de bu gözlere görünmezler. Onlar, tecelliden doğmuşlardır. Bu yüzden renksiz perdeyle örtülüdürler. Doğmuşlar dedim ya, hakikatte doğmamışlar da. Bu söz, ancak anlatmak için söylenmiş bir sözdür.

Sus da “Kul-söyle” padişahı söylesin. Bu çeşit güllere karşı bülbüllük satmaya kalkışma. Bu gül, coşmuş köpürmüş, söyleyip duran bir güldür. Ey bülbül, bana karşı sözü kes de kulak kesil.

Her ikisi de yani hal de, söz de, tertemiz iki güzele benzer. Vuslat sırrına iki adil şahittir bunlar. Bu iki seçilmiş latif güzellik de gebeliklere ve geçmiş zamandaki haşirlere şahadet ederler. Yeniden yeniye gelen temmuz ayında buzun, her an kış hikayelerini söylemesi gibi. Hani buz da soğuk rüzgarları, zemheriyi, yaz günlerinde o güç zamanları söyler ya.

Kışın meyve ve Tanrı lütfunun hikayelerini anlatır. Güneşin gülümsediği zamanları, çimen gelinlerine dokunup eksiltmesini söyler. İşte onun gibi senden de hal gitti, cüzün o halin armağanı olarak kaldı. Ya ona sor, yahut da hatırla.

Gama giriftar oldumu çeviksen derhal sıçrar, o ümitsiz deminden kurtulursun. Ona, ey hali, nimetleri o yüceliği inkar eden gam, dersin...

Her dem baharda, neşede değilsin de gül yığınına benzeyen bedenin, neyin ambarı ya? Gül yığını bedenin, düşüncen de gül suyu gibi. Gül suyu, gülü inkar ediyor ha. Şaşılacak şey bu işte!

Nimetleri inkar eden maymun huylulardan saman bile esirgenir. Fakat peygamber huylu kişilere güneş ve bulut, saçı olarak saçılır. O küfür inadı, maymun adetidir. Şu hamd-ü şükürse Peygamberin yoludur.

Perdelerin yırtılması, maymun huylulara neler etti? Peygambere benzeyenlerse ibadetleri, ne faydalar verdi! Mamur yerlerde kuduz köpekler vardır. Yücelik ve nur definesi, yıkık yerlerdedir.

Şu doğma, ayın tutulmasından olmasaydı bunca filozof, yolu kaybeder miydi hiç? Akıllı fikirli kişiler, bu yol yitirme yüzünden burunlarının üstünde ahmaklık dağını gördüler.
 
Üç Yolcu

Üç Yolcu
Oğul, burada bir hikaye dinle de hünerlerine kapılıp belalara uğrama.

Bir Yahudi, bir Müslüman, bir de Hıristiyan yolda arkadaş oldular. Bir mümin, iki sapıkla yoldaş oldu. Aklın şeytan ve nefisle arkadaş olması gibi.

Yol hali bu bir de bakarsın, bir Maraga’lı ile bir Rey’li arkadaş olur. Beraber yerler, beraber içerler. Baykuş, karga ve doğan, bir kafese düşebilir. Hapiste bir temiz kişiyle bir beynamaz arkadaş olabilir. Bir konaktaki kervan sarayda doğu ve batı halkıyla Maveraünnehir’li bir araya gelir.

Aşağılık ve yüce kişiler, kış ve kar yüzünden bir kervansarayda günlerce kalırlar. Fakat yol açıldı, mani kalmadı mı hepsi ayrılır, her biri bir yana gider.

Akıl padişahı, kafesi kırdı mı kuşların her biri bir tarafa uçar. Bundan önce neşelenerek, sevinerek kendi cinsinin havası ile geldiği yere uçar giderdi ya. Kafeste ve zindan da iken de her an ağlayıp inleyerek kanat açar ama uçmaya yol ve imkan yoktur. Fakat yol oldu mu her biri, anarak kanat açtığı yere uçar, yel gibi uçup gider. Ağlayıp vah ettiği tarafa fırsat buldu mu koşar uçup kavuşur. Bedenine bak. Bu cüzüler, nereden toplanıp bedenine geldi. Kimisi suya, kimisi toprağa, kimisi yele, kimisi ateşe mensup. Kimi arştan gelmiş, kimi ferşten. Kimisi güzel, kimisi çirkin.

Her biri kar korkusundan bu kervansaraya sinmiş, geldikleri yere tekrar dönmeyi umuyor. Çeşit çeşit kar var, her taraf donmuş, hiçbir yerde hayat kalmamış. O adalet güneşinden uzak kalmışlar, o uzaklık kışından buz kesilmişler. Fakat o kızgın güneşin harareti bir geldi mi dağ bile kum ve yün kesilir.

Can verirken beden nasıl erirse kendilerinde candan eser olmayan cansızlar bile öyle erir.

Bu üç yoldaş bir konağa vardılar. Orada bir devletli, kendilerine helva hediye etti. Bir ihsan sahibi, “Ben yakınım” sofrasından her üç garibe de helva götürdü. Tanrıdan sevap ümidi ile sıcak somun ve bal helvası hediye etti.

Şehirliler edep ve zeka ehli olurlar. Toy vermek yoksul doyurmak da köylülere verilmiştir. Tanrı, garibe ziyafet çekmeyi köylülere vermiştir. Köylerde her gün Tanrıdan başka imdadına yetişecek hiç kimsesi olmayan yeni bir misafir vardır. Köylerde her gece yeni bir topluluk vardır ki onların Tanrıdan başka kimseleri yoktur.

O iki yabancı, adamakıllı yemek yemişler, imtilaya uğramışlardı. O Müslüman ise oruçluydu. Akşam namazı vakti o helva gelince Mümin, pek aç olduğundan yemek istediyse de, ikisi de biz boğazımıza kadar tokuz. Bu yemeği bu gece bırakalım da yarın yeriz. Bu gece sabredelim, yemeyelim de helvayı yarına saklayalım dediler.

Mümin dedi ki: Sabrı bırakalım da bu gece yiyelim yarının sahibi var. Ona sen, böyle hikmet satarak yalnız yemek istiyorsun galiba dediler.

Dedi ki: Dostlar, biz üç kişi değil miyiz? Bana razı değilseniz pay edelim. Kimse ne düşerse diler yesin, diler saklasın. İkisi birden hayır dediler, pay etmeyi bırak, “her pay eden cehennemdedir” sözünü duy.

Mümin, burada pay eden, kendi havasına uyup pay edendir. Tanrı için pay eden değil. Sen de Tanrınınsın onun payısın. Onun payını başkasına verirsen ona şirk koşmuş olursun. Eğer kötü kişilerin zamanı olmasaydı bu aslan, köpeklere üstün olurdu. Onların kasti o Müslüman’ın gam yemesi, o geceyi aç geçirmesiydi.

Tanrıya teslim oldu, boynunu eğdi, dostlarım dedi, baş üstüne, dediğiniz gibi olsun. O gece yatıp uyudular, sabahleyin kalkıp kendilerini bezediler. Yüzlerini ağızlarını yıkadılar. Her biri, kendi yolunca virdini okumaya koyuldu.

Bir zaman virtlerine yüz tutup Tanrıdan lütuf ve ihsan dilediler. Müminde ulu padişaha yüz tutar, Hıristiyan da Yahudi de; Mecusi de. Hatta taş, toprak, dağ ve suyun bile Tanrıya gizli bir duası, ilticası vardır.

Her sözün sonu gelmez. Her üç dostta ibadetlerini bitirdikten sonra dostçasına birbirlerine yüz çevirdiler.

Biri dedi ki: Her birimiz gördüğü rüyayı anlatsın. Kimin rüyası daha güzelse bu helvayı o yesin, üstün olan alt olanın payını alsın. Aklı en üstün olanın yemesi herkesin yemesi demektir. Onun nurlarla dolu olan canı üstün gelmiştir, arda kalanların derdine o deva eder. Akıllılar, ebediliğe ulaşmışlardır. Şu halde onların vücudu ile bu alemde mana bakımından bakidir.

Bunu üzerine önce Yahudi gördüğünü söyledi, geceleyin ruhu nerelerde gezdiyse anlattı. Dedi ki: Yolda önüme Musa çıktı. Öyledir, kedi rüyasında yağlı kuyruk görür. Musa’nın ardında Tur dağına gittim. Ben de Musa’da Tur dağı da nura gark olduk, görünmez bir hale geldik. O güneşin nuru ile üç gölge de mahvoldu. Ondan sonra o nurdan bir kapı açıldı. O nurun içinden bir başka nur göründü. O ikinci nur, çabucak yüceldi. Ben de, Musa’da, Tur dağı da... Üçümüzde o nurun doğmasıyla yok kaybolduk. Ondan sonra gördüm, Tanrı nuru ı-ona üfürünce dağ üçe ayrıldı.

Heybet sıfatı ona tecelli edince parçalar, birbirinden ayrıldı

Her bir parçası bir tarafa gitti. Bir parçası denize doğru gitti. Zehir gibi acı olan deniz suyu, bu yüzden tatlılaştı.

İkinci parçası yere geçti, yerden tatlı sular, deva çeşmeleri kaynadı. Tertemiz vahyin kutluluğundan o sular, bütün hastalara şifa kesildi. Öbür parçası da derhal uçup da Kâbe’nin yanına gitti, Arafat dağı oldu. Sonra tekrar o sesten kendime geldim, bir de gördüm ki Tur yerindeydi, ne eksiği vardı, ne fazlalığı.

Fakat Musa’nın ayağı altında buz gibi eriyordu. Ne çukuru kaldı ne tepesi. Heybetten yerle bir oldu, tepesi de o heybetle eteğiyle birleşti. Derken yine kendime geldim, gördüm ki Tur’la Musa, eskisi gidi durmakta. Yalnız dağın eteğindeki çölde yüzleri Musa’ya benzeyen bir alay halk var. Onun gibi onların ellerinde de birer asa var, hırkası tıpkı onların hırkasına benziyor. Hepside eteğini çemremiş kendi turuna gitmekte. Hepsi ellerini duaya kaldırmış, “Rabbin bana görün” demeye koyulmuş. Sonra yine o dalgınlıktan kendime geldim, her birinin sureti bana başka türlü göründü. Hepsi de Tanrı aşığı peygamberdi bunların. Bu suretle bana peygamberlerin birliği anlatılmış oldu.

Bu sırada yine o ulu melekleri gördüm. Kardan meydana gelmişti bunlar. Bunlardan başka yardım dileyen bir halka melek daha vardı ki onlarda ateşten yaratılmışlardı.

O çıfıt böyle söyleyip duruyordu. Nice Yahudi vardır ki sonu iyi olur. Hiçbir kafiri hor görmeyin. Müslüman olarak ölebilir olur ya. Ömrünün sonundan ne haberin var ki ondan tamamı ile yüzünü çeviriyorsun. Ondan sonra Hıristiyan söze geldi. Dedi ki: Rüyada Mesih gördüm.

Onunla dördüncü kat göğe alemin güneşinin bulunduğu durağa çıktım. Gök kalelerinin şaşılacak şeylerini gördüm. Bu alemdeki alametlere hiç benzemiyorlardı. Oğulların gökçeği, herkes bilir ki gökyüzünün hüneri, elbette yeryüzünden üstündür.

Bir deve, bir öküz ve bir koç, yolda giderlerken bir bağ ot buldular.

Koç dedi ki: Bunu paylaşırsak hiç birimiz doymayız. Fakat kimin ömrü daha artıksa bu otu o yesin. Yaşlılara hürmet Mustafa’nın sünnetlerindendir çünkü.

Aşağılık kişilerin hükmettiği bu devirde ise halk, yaşlıları iki yerde öne geçirirler. Ya ateş gibi sıcak yemeğe buyur derler, yahut bakımsızlıktan yıkılacak dereceye gelen köprüde ileri sürerler. Aşağılık kişiler kötü bir maksatları olmadıkça bir şeyhi, bir büyüğü, bir kılavuzu ağırlamazlar. Onların hayırları budur, artık kötülüklerini var sen kıyas et.

ÖRNEK

Bir padişah camiye geliyordu. Yaverleri, sopalı memurları, halkı dövmedeydi. Sopalı damlar, birinin başını yarıyor, öbürünün gömleğini yırtıyor, padişaha yol açıyorlardı.

O arada bir yoksul da yasakçılardan suçsuz olarak on sopa yedi. Kanlar içinde kaldı. Padişaha yüz dönüp dedi ki: Şu apaçık zulme bak, gizlisini ne soruyorsun? Camiye gidiyorsun güya. Hayrın buysa şerrin ve kötülüğün nedir ey azgın?

Bir pir aşağılık bir adamdan bir tek selam işitmez ki nihayet ondan bir hayli derde uğramasın. Böyle bir kötü kişinin veliye musallat olmasındansa kurdun musallat olması daha iyidir.

Kurt, çok zalimdir ama hiç olmazsa hilesi, düzeni yoktur. Hilesi, aklı fikri olsa hiç tuzağa düşer mi? Hile insandadır tamamı ile. Koç, öküzle deveye arkadaş dedi, mademki böyle bir ota rastladık, hadi bakalım her birimiz ömrümüzün başlangıcını söyleyin. Kim daha yaşlı anlaşılsın,öbürleri de sussun.

Benim vücuda gelişim, İsmail’in koçu ile başlar. O vakitten beri varım ben. Öküz ben dedi, Adem peygamber, bir öküzle çift sürüyordu ya, işte o vakit küçücüktüm. Halkın atası Adem’in yeryüzünde çift sürdüğü öküzle eşim ben.

Deve öküzle koçtan bu sözleri duyunca çok şaşırdı. Başını indirip otu aldı. Havaya kaldırdı. Hiçbir söz söylemeden o esrik deve,otu yedi, sonra dedi kİ: Benim için doğum tarihine zaten hacet yok. Bende bu çeşit gövde ve bu uzun boy varken buna ne hacet? Yavrum, herkes bilir ki ben, sizden küçük değilim. Akıl, fikir sahipleri, bilirler ki yaratılışım sizden üstündür.

Hıristiyan da, hepiniz bilirsiniz ki dedi bu yüce gök, şu eski yeryüzünden yüzlerce defa geniştir. Nerede gökyüzünü acayip genişlikleri, nerede şu yerin köşeleri, bucakları?

Müslüman bunu üzerine dedi ki: Dostlar, sultanım Mustafa zuhur etti.

Bana dedi ki: Onların birisi Tur’a gitti, Tanrı Kelim’ine arkadaş oldu, aşk tavlası oynamaya girişti. Öbürünü de sahip kıran İsa aldı, dördüncü kat göğe çıkardı.

Kalk a arda kalmış zarar görmüş adam! Bari o helva ile yahniyi sen ye. O hünerli, sanatlı kişiler, koştular; devlet ve mevki mektubunu okudular. O iki faziletli er, lütuf ve ihsanlar buldular, meleklere karıştılar. Ey arda kalmış saf ve bön! Kalk, sıçra da helva kasesinin başına otur! Bu sözü duyunca Hıristiyan’la Yahudi a haris dediler, yoksa helvayı yedin mi?

Müslüman, “O emrine itaat edilen padişah, emredince ben kimim ki buyruğuna uymayayım? sen Yahudi’sin Musa’nın emrinden baş çekebilir misin? Seni iyi ve kötü bir şeye koşsa emrinden nasıl olur da dışarı çıkabilirsin? Sen de Mesih’e tabisin, hayır veya şer, herhangi bir işte Mesih’in emrine karşı durabilir misin? E... Artık ben nasıl olur da peygamberlerin övündüğü Peygamberimin emrinden dışarı çıkabilirim? Helvayı yedim tabii, şimdi de sarhoşum işte!” dedi.

Bunun üzerine vallahi dediler, rüya, senin rüyan. Bu gördüğün rüya, bizim yüzlerce rüyamızdan üstün.

Ey neşeli zat senin uykun uyanıklık. Rüyanın eserini uyanıklıkla bile görüyorsun. Sen de faziletten, yiğitlikten, hünerden geç, iş hizmette ve güzel huydadır.

Tanrı, bizi bunun için meydana getirdi. “İnsanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım, cinleri de” dedi.

Samiri’nin hüneri, neyini fazlalaştırdı ki? O hüner kendisini Tanrı kapısından sürdürdü. Karun’un başına kimya bilgisinden neler geldi? Seyret de bak. Yer, onu ta dibini kadar çekti. Ebülhakem, hünerinden ne elde etti? Küfrüyle inkarı ile baş aşağı cehenneme gitti.

Hüner odur ki ateşi apaçık göresin; duman ateşe delalet eder demeyesin bunu böyle bil. Senin delilin hakikatte hekimin delilinden daha kokmuştur.

Oğul, senin delilin bundan başka bir şey değilse pislik ye, sidiğe bak dur. Delilin, asaya benzer senin. Elindedir de körlüğünden göremediğin şeyleri, güya onunla anlarsın. Bu gürültüyü, bu kap tutu göremiyorum, beni mazur tut diyorsun adeta.
 
Tirmiz Padişahı

Tirmiz Padişahı

Delkak, Tirmiz’de padişah olan Seyyid’in her şeyi bilen akıllı bir maskarasıydı. Padişahın Semerkant’da mühim bir işi vardı. O işi derhal yapıp gelecek bir adam aradı.

“Beş günde oraya gidip gelecek ve bana haber getirecek olana hazineler vereceğim” diye tellal çağırttı. Delkak köydeydi. Bunu duyunca eşeğine bindi. Tirmiz’e doğru koşturmaya başladı. Öyle koşturuyordu ki eşek sakatlandı. Ata bindi at da çatladı. Nihayet yol tozlarına bulanmış bir halde Tirmiz’e gelip divana girdi. Vakitsiz olmakla beraber padişahın huzuruna girmek istedi. Divana bir fısıltıdır düştü. Padişah da vehimlendi adeta.

Şehrin ileri gelenleri de ürktüler, geri kalanları da. Acaba diyorlardı, ne fitne ne kötülük çıktı? Kuvvetli bir düşman mı kast etti bize, yoksa kaza ve kaderden helak edici bir felakete mi uğradık?

Ne oldu da Delkak, köyden kalktı, böyle aceleyle yola düştü, yolda birkaç tane Arap atını çatlattı?

Halk, padişahın sarayının kapısına toplandı. Bakalım Delkak, böyle acele niçin geldi diye bekliyorlardı. Onun acelesinden, o telaşından Tirmiz’de bir gürültüdür koptu. Biri iki eliyle dizlerini dövüyor, öbürü eyvahlar olsun, başımıza gelenler nedir, diye bağırıyordu.

Herkes, korkudan, gürültüden bir felaket düşünmede, bir başka çeşit düşünceye kapılmada, yüzlerce hayallere düşmedeydi. Hırkamıza düşen bu ateş nedir, diye herkes aklınca bir şeyler kuruyordu.

Delkak, huzuruna gitmek istedi. Padişah derhal izin verdi. Yeri öpünce padişah “Ne oldu yahu” dedi. Kim, o ekşi suratlı adama bir şey sorduysa parmağını ağzına götürüp sus demekteydi. Bu hareketinden halkın, vehmi artıyor, herkes derleniyor, şaşırıp kalıyordu. Delkak, padişahın emri üzerine ey kerem sahibi padişahım dedi, bir an dur da nefes alayım. Aklım başıma gelsin. Çünkü acayip bir aleme düştüm. Bir an geçti ama padişah da vehme, zanna kapıldı. Boğazı da acıdı, ağzının tadı da kaçtı. Çünkü Delkak’ı hiç böyle görmemişti. Ondan daha hoş bir nedimi yoktu.

Daima hikayeler söyler, latifeler eder, padişahı sevindirir, güldürürdü. Huzurda oturdu mu öyle bir güldürürdü ki padişah, kahkaha atarken iki eliyle karnını tutmaya mecbur olurdu. kahkahadan terlere batar, yüzüstü yerlere yıkılırdı. Bu günse yüzü sapsarıydı, suratı asıktı. Parmağını ağzına götürüp sus padişahım diyordu. Bu ne haldi?

Padişah, ne felaket var acaba diye vehimlendikçe vehimleniyordu, hayallendikçe hayalleniyordu. Harzemşah, pek zalimdi, pek kan dökücüydü. Padişahın gönlünde o yüzden zaten gam, gussa vardı. O taraflardaki birçok padişahları ya hileyle, ya kuvvetle öldürmüş, yok etmişti o inatçı.

Tirmiz padişahı da bundan vehimleniyordu zaten. Delkak’ın halinden vehim büsbütün arttı. Dedi ki: çabuk söyle, ne var? Kimden bu derece perişan oldun? Delkak cevap verdi: Köyde duydum ki padişah, her ana caddenin başında bir tellal bağırtmış. Üç günde Semerkant’a kadar gidecek adama hazineler bağışlatacağım demiş. Koşa, koşa aceleyle geldim ki ben de o kudret olmadığını söyleyeyim. Benden böyle çeviklik gelmez. Hiç olmazsa bunu benden umma.

Padişah hay canına lanet olsun dedi, şehre yüzlerce korku saldın. A ham herif, bu kadar şey için ota da ateş saldın, otlağa da. Şu davullu, bayraklı hamlar da, biz yokluk yurdundan haberciyiz diye bağırıp dururlar ya! Hepsi dünyaya bir şeyhlik lafıdır atmış, kendisini Beyazıd yerine koymuştur. Kendi kendine yola girmiş, kendi kendine ulaşmış; bir dava yurdunda meclis kurmuştur.

Kendi kendisine gelin güvey olan gibi. Kız tarafını hiç bundan haberi yokken güvey evi birbirine girer. İş yarıdan yarıya düzeldi, biz, bize gereken şartları yerine getirdik. Evleri süpürdük, bezedik. Bu hevesle adeta sarhoş olduk, bu işe hoş bir surette giriştik der. Fakat o taraftan bir haber geldi mi hayır. O damdan bir kuş uçup bu yana ulaştı mı? Hayır.

Bu birbiri üstüne ulanan elçilikler, bu gürültü patırtı üzerine o taraftan size bir cevap geldi mi? Ne gezer? Gelmedi ama sevgilimiz biliyor ya. Mutlaka gönülden gönle yol vardır derler. Peki ama umduğumuz sevgiliden niye mektubumuza cevap gelmedi, niye yol bomboş öyleyse?

Gizli aşikar yüzlerce nişane var, fakat yeter, bu kapının perdesini bundan fazla açma. Sen yine, zevzekliğinden kendi kendisini derde atan o ahmak Delkak’ın hikayesini söyle.

Vezir dedi ki: Ey doğruya bir direk, bir dayak olan padişahım! Şu aşağılık kul bir söz söyleyecek, onu lütfen dinle. Delkak, köyden bir iş için geldi. Bir şey söyleyecekti. Şimdi vazgeçti, pişman oldu. Yağdan, baldan bahsetmede, söyleyeceğini gizlemede, maskaralıkla bu işten kurtulmaya savaşmada. Kını gösteriyor, kılıcı gizliyor. Onu acımadan sıkıştırmak gerek. Fıstığı, yahut cevizi kırmadıkça ne içi meydana çıkar, ne ondan bir çıkarılır. Onun bu saçma sözlerini, bu maskaralığını dinleme de titreyişine, yüzünün rengine bak.

Tanrı, “Niyetleri yüzlerine görünüp durur” dedi. Çünkü yüz içteki sırrı söyler, açığa vurur. Bu görünen şey, duyulan sözün zıddıdır. Çünkü insan şerle yoğrulmuştur.

Delkak, feryat ve figan ederek, coşup köpürerek vezir dedi, bu yoksulun kanına girmeye kalkışma. Gönle nice şüpheler, vehimler gelir ki doğru ve yerinde değildir. “Şüphe yok ki şüphenin bazısı suçtur, günahtır.” Sitem, hele yoksula olursa hiç doğru değildir. padişah kendisini inciten kişiye bile kötülük etmezken nasıl olur da onu güldürene kötülük eder? Fakat vezirin sözü, padişahın gönlüne yer etmişti. “Delkak’ı zindana götürün, maskaralığına, rüyasına pek kapılmayın. Boş karnına davul gibi vurun da davul gibi nesi var, nesi yoksa bize haber versin.

Davul kuru olursa sesi başka türlü çıkar, yaş olursa başka türlü. İçinde bir şey olursa başka türlü bir ses verir, boş olursa başka türlü. Sesi ne halde olduğunu bildirir bize. Siz de onu dövün de zorundan içindekini söylesin, gönüllerimiz kabul edinceye kadar nesi var, nesi yoksa açığa vursun.

Parlak ve açık doğru söz, gönle rahatlık verir. Gönül, yalan sözle yatışmaz. Yalan, çerçöpe benzer, gönül de ağza. Çöp ağızda gizlenmez. Ağızda çöp oldu mu dil dolanır durur, nihayet onu ağızdan atar. Hele göze bir çöp girerse göz yaşarır, kapanıp açılmaya başlar. Biz, bu çöpü, ağzımıza, gözümüze girmeden ayağımızın altında ezelim” dedi.

Delkak padişahım yavaş ol dedi. Yavaşlık ve yarlıgama yüzünü pek yırtma. Beni azaba sokmak için neden bu kadar acele ediyorsun? Senin elindeyim, kuş değilim k, uçayım. Tanrı için verilen cezada acele etmek doğru değildir. fakat kendi kızgınlığından, kendi gelip geçici heva ve hevesinden verilen cezada acele edilir. Adam, kendini bir an önce razı etmeye bakar.

Kaza ve kadere razı olursa kızgınlığı yatışır. Öç almadan geçer, o zevkten mahrum kalır. Bundan korkar işte. Yalancı şehvet, yemeye atılır, onun lezzetini, zevkini kaybedivereceğinden korkar ki bu zaten derttir.

İştah varsa acele etmemek, yenen şeyin iyice sinmesi için ağır ağır yemek daha doğrudur. Sen, benim belamı defetmek, gördüğün gediği tıkamak istiyorsun. O gedikten bir felaket gelmesin diyorsun ama kaza ve kaderin o gedikten başka daha nice gedikleri, nice delikleri var.

Belayı def etmenin çaresi, sitem etmek değildir. buna çare ihsandır, aftır keremdir. Peygamber “sadaka belayı defeder” dedi. Ey yiğit hastalığını sadakayla tedavi et. Sadaka, yoksulu yakmak, hilim gözleyen gözü kör etmek değildir.

Padişah dedi ki: Hayır, yerinde yapılırsa iyidir. Yerinde bir hayırda bulunursan bu, doğru bir harekettir. Ruh, yerine şah sürmek işi harap etmektir. Şah yerine atı sürmek de bilgisizliktir. Şeriatta ihsan da var ceza da. Padişah, baş köşeye geçer; at ahıra bağlanır.

Adalet nedir? Bir şeyi layık olduğu yere koymak. Zulüm nedir? layık olmadığı yere koymak. Tanrının yarattığı bir şey abes değildir. Kızgınlık, hilim, öğüt, hile... hepsi doğrudur. Bunların hiç biri mutlak olarak hayır değildir. aynı zamanda mutlak olarak şer de değildir. her birinin yerinde faydası vardır, yerinde de zararı. Onun için bilgi vaciptir, faydalıdır.

Yoksula yapılan öyle cezalar vardır ki sevap bakımından ekmekten de yeğdir, helvadan da. Çünkü helva, vakitsiz yenirse safra yapar. Halbuki helva verilecek yerde ona bir sille vurulsa kötülükten kurtulur. Yoksula vaktinde bir sille vur da boynu vurulmaktan kurtulsun. vuRmak, hakikatte kötü huyadır. Kilim dövülmez, tozu dövülür. Meclis de var, zindan da. Her ikisi de lazım. Meclis ihlas sahibi olana, zindan ham kişiye.

Yarayı deşmek lazım. Deşeceğin yerde üstüne merhem korsan pisliği kökleştirmiş olursun. Yaranın altındaki eti yer. Yarı faydası olsa elli tane ziyanı olur. Delkak, beni bırak demiyorum dedi, işi ara, sor, tahkik et diyorum. Sabır yolunu kapama, acele etme. Sabret de birkaç gün düşün. Bu düşünce esnasında bir şeye iyice karar verirsin de kulağımı bilerek çekersin.

Neden yürüyüşte “Yüzü üstünde sürünme” sözü söylenir? Daima doğru yürümek gerekken yüzüstü sürünme neden? İyi kişilerle danış, görüş. Peygamber “İşlerini meşveretle yapar onlar” dedi, bunu böyle bil. İşleri meşveretle yapmak, şunun içindir: Meşveretten hata ve eğrilik, az meydana gelir.

Bu akıllar, aydın kandillere benzer. Elbette yirmi kandil bir kandilden daha ziyade aydınlık verir. Belki aralarına gökyüzünün nurundan yanmış bir kandil düşüverir.

Tanrı gayreti, ortaya bir perde salmıştır. Aşağılık ve yücelik alemine mensup olanları birbirine karıştırmış, karmıştır. “Yürüyün alemi gezin” demiştir. Sen de gez, dolaş da bahtını, rızkını sınaya dur. Meclislerde, peygamber de bulunan akıl gibi bir akıl ara. Çünkü peygamberden, miras kalan ancak odur. Bu akıl, gaypları önden de görür, arttan da.

Bu kısa kesilen kitapta anlatılmasına imkan bulunmayan gözü de gözler arasında ara. İşte o azametli peygamber, rahipliği, dağlara çekilip yalnızca ibadet etmeyi bunun için menetmiştir. İnsanlar birbirleri ile buluşsunlar diye bunu kaldırmıştır. Çünkü böyle bir göze sahip adamın bakışı bahttır, ebedilik iksiridir. Temiz kişiler arsından tertemiz biri vardır ki padişah, onun fermanının üstüne “Şah” çekmiştir.

Onun duası, icabet edilir. İnsanların, cinlerin en ulularının içinde bile ona eşit yoktur. Onunla inada girişen, ister tatlı olsun, ister ekşi; Tanrıya karşı hiçbir delili yoktur. Çünkü biz onu yücelttik... Özrü, delili ortadan kaldırdık.

Tanrı kıbleyi ortaya apaçık bir surette çıkardı mı bil ki artık kıble aramak abestir. Kendine gel, araştırmadan yüz çevir, başını döndürüp durma artık. Döneceğin yer ve konaklayacağın mekan, meydanda işte. Bu kıbleden bir an gafil oldun mu her batıl kıblenin maskarası oldun gitti. Sana temyiz verene hamd etmezsen kıbleyi tanıma kabiliyetini kaybedersin.

Bu ambardan bir şey elde etmek, bir ihsana uğramak niyetindeysen seninle hemdert olanlardan bir an bile ayrılma. Çünkü bu yardımcıdan ayrıldığın an kötü bir arkadaşın derdine uğrarsın.
 
Fare İle Kurbağa

Fare İle Kurbağa

Tesadüf bu ya, bir fare, vefalı bir kurbağa ile su başında tanıştılar. Her ikisi de bir buluşma zamanı tayin ettiler. Her sabah bir bucaktan çıkıyorlar, birbirleri ile gönül tavlası, oynuyorlar, gönüllerini vesveseden arıtıyorlardı.

Bu buluşmadan ikisinin de gönlü ferahlıyor, birbirlerine hikayeler anlatıyorlar, birini söylediğini öbürü dinliyordu. Gah baş diliyle, gah hal diliyle sırlarını ortaya koyuyorlar. “Topluluk rahmettir” sözünü tevil diyorlardı. O kötü mahluk, kurbağa ile eş oldu mu neşeleniyor, beş yıllık vakaları hatırlıyordu.

Sözün coşması, ulanıp gitmesi, dostluk nişanesidir. Söz söyleyememekte ülfetsizliktendir. Gönül, dilberi gördü mü nasıl olur da suratı ekşi bir halde kalır? Bülbül, gül görür de nasıl susar? Kızarmış balık bile, Hızır’ın himmetiyle dirildi, denize sıçradı, orada karar kıldı. Sevgili, sevgilisiyle beraber oturdu mu yüz binlerce sır levhini bilir.

Sevgilinin alnı Levhi mahfuzdur. Dost, onun alnından iki alemin sırrını da apaçık görür. Dost kudümiyle adeta yol kılavuzudur. Mustafa, bunun için, “Sahabem yıldıza benzer” demiştir. Yıldız çölde de kılavuzdur, denizde de. Yıldıza göz dik, o kılavuzdur, yol gösterir. Gözünü onun yüzüne eş et. Onunla bahse girişmeye kalkma, bu çeşit hareketlerle toz koparma. Çünkü o tozla yıldız, görünmez olur. Halbuki göz, sürçen dilden elbette daha iyidir. Yalnız Tanrıdan vahiy alan kişi söylerse o başka. Çünkü o toz koparmaz, tozu yatıştırır.

Adem, vahiy ve sevgiye mazhar olunca sözü “Allemel esma” sırrını açtı. Her şeyin adı nasılsa öylece gönül sahifesinden diline aktı, her şeyi bildirdi. Her şeyi gönül gözü görmüştü, onun için hepsinin hassasını ve mahiyetini apaçık söylüyordu. Her şeye layık olan adı söyledi, puşta aslan demedi. Nuh da tam dokuz yıl doğru yolda vaaz ette. Her gün yeni bir öğüt verdi. Laal dudakları, kalplerin yakutuydu. Ne risale okumuştu, ne de “Kuutül kulub!” vaazlarını şerhlerden öğrenmiyordu. Sözleri, keşifler kaynağından coşuyordu, ruh şerhiydi.

Bir şarap var. O içildi mi söz suyu dilsizden bile kaynar, köpürür. Yeni doğan çocuk fasih söz söyler bir edip olur, Mesih gibi, ergen adamların hikmetini okur. O şaraptan içip dudağını hoş bir hale getiren dağ. Davut peygamber gibi yüzlerce gazel öğrenir. Bütün kuşlar, cik cik ötüşlerini bırakmışlar, padişah olan Davut’a uymuşlar, ona dost olmuşlar, onunla ırlamaya başlamışlar.

Kuş bile onu duyup sarhoş olduktan sonra demir, onun sesini duymuş, bunda şaşılacak ne var? Kasırga, Ad kavmini kırmış geçirmiş, fakat Süleyman’a hamal olmuş, onu sırtında taşımıştır. Kasırga, o padişahın tahtını yüklenmiş, her sabah, her akşam bir aylık yol götürmüştür. Hem ona hamal olmuş, hem casusluk yapmıştır. Uzakta olan birisini sözünü duydu mu, derhal gelir, o sözü Süleyman’ın kulağına fıslardı. “Filan kişi, şimdi böyle söyledi ey Süleyman ey sahip kıran ay” derdi.

Bu sözün sonu yoktur. Fare, bir gün kurbağaya ey akıl kandili dedi; zaman oluyor ki sana bir sır söylemek istiyorum. Halbuki sen suyun dibinde bulunuyorsun. Su kıyısında nara atıyorum ama suyun içindeyken aşıkların narasını duyuyorsun sen.

Ey yiğit er, ben bu muayyen buluşma vakitleri ile kanaat edemiyor, senin sohbetine doyamıyorum. Namaz ve yol gösteren ibadet, beş vakit olarak farz edildi. Fakat aşıklar daima namazdadır. Ve sarhoşluk o başlardaki mahmurluk, ne beş vakitle yatışır, ne beş yüz bin vakitle. “Beni az ziyaret et” sözü aşıklara göre değildir. doğru özlü aşıkların canı, pek susuzdur.

“Beni ziyaret et “sözü, balıklara göre değildir. çünkü onların canları, deniz olmadıkça hiçbir şeyle ünsiyet edemez. Bu denizin suyu pek korkunçtur ama balıkların mahmurluğuna göre bir yudumcuktur. Aşığa bir an ayrılık, bir yıl gibi gelir. Bir yıllık vuslat bile onca bir hayalden ibarettir. Aşk susuzdur, susuzu arar. Bunlar, geceyle gündüz gibi birbirinin ardına düşmüşlerdir. Gündüz geceye aşıktır, onsuz olamaz. Fakat bakarsan görürüsün ki gece, ona, ondan ziyade aşıktır. Onlar,birbirlerini aramadan bir lahza bile durmazlar. Daima, birbirlerinin ardından koşup dururlar.

Bu onun ayağına yapışmıştır. O, bunu kulağına. Bu ona hayrandır, o, buna aşık. Sevgilinin gönlünce herkes aşıktır, herkesi aşık görür o. Azra'nın gönlünde daima Vamık vardır. Aşığın gönlünde de sevgiliden başka kimse yoktur. Onların aralarında ne az, ne çok fark edici bir şey olamaz, onları birbirinden ayıracak kimse bulunamaz. Bu iki çan bir devededir. Artık buraya “Az ziyaret et” sözü nasıl sığar?

Hiç kimse,kendisine “Beni az ziyaret et” der mi? Hiç kimse kendisine nöbetle zamanla dost olur mu? Bu birlik aklın alacağı şey değildir. bunu anlamak, insanın ölümüne bağlıdır. Eğer bu, akılla anlaşılsaydı, insanın nefsini öldürmesi neden vacip olurdu ki?

Akıllar padişahı, bu kadar merhametliyken nasıl olur da zaruretsiz olarak insana “Kendini öldür” der?

Fare dedi ki: Ey merhametli, sevgili dost, ben seni görmedikçe bir an bile karar edemiyorum. Gündüzün nurum, kazancım, ışığım sensin; geceleyin kararım, neşem, uykum sen. Beni sevindir, vakitli vakitsiz kerem eder anarsın lütfedersin. Ey iyiliğimi isteyen, buluşmak için yirmi dört saatte bir kuşluk çağını tayin ettin.

Fakat ciğerim yanıyor, beş yüz kere susuzum, her susuzluğumda bir öküz açlığı var adeta. Benim derdimden haberin bile yok. Mevkiinin zekatını ver de bu yoksula bir bak.

Bu biedep yoksul, buna layık değil ama senin umumi lütfun, bundan çok üstün. Herkese lütfetmektesin. Lütfetmen için bir lüzuma hacet yok. Güneş, pisliklere de vurur. Fakat nuruna bir ziyan gelmez. O pislik, onun hararetiyle kurur, odun haline gelir. Bu yüzden de bir külhana girer, nurlanır, hamamın kapısını duvarını kızdırır, parlatır. Pisken bezenir, nurlanır. Çünkü güneş, ona öyle bir afsun okumuştur işte. Güneş yeryüzünün içini de kızdırır da artakalan pislikleri yer. Bu pislikler, bu suretle toprağın cüzü olur, ondan otlar biter. İşte Tanrıda kötülükleri iyiliklere böyle çevirir. Güneş en kötü şey olan pisliğe bunu yaparsa yeşilliklere, güllere, nergislere neler yapmaz? Bir düşün, Tanrı da ibadet güllerine karşılık ne vefada bulunur, ne mükafatlar verir, ne ihsanlar eder. Kötülüklere böyle elbiseler verirse temizlere neler bağışlar?

Tanrı onlara gözlerin görmediği şeyler verir. Dile, lügata sığmaz lütuflar eder. Biz kimiz ki bu derece lütfu hak edelim? Gel sevgili, güzel huyunla benim günümü de aydınlat. Çirkinliğime, kötülüğüme bakma. Dağdaki yılan gibi zehirlerle doluyum ben. Ben çirkinim, huylarım da tamamı ile çirkin. Beni diken olarak dikti, artık ben nasıl gül olabilirim?

Dikene güldeki güzelliğin ilk baharını ver. Bu yılana tavus güzelliğini sen ihsan et. Çirkinliğin son derecesine varmışım ben. Fakat senin lütfun da ihsan etmede son dercedir. Bu kötülüğün çirkinliğin son derecesine varmış olan kulun hacetini, son derecede olan lutfunla reva et ey usul boylu selvilerin bile haset ettikleri güzel! Ben ölürsem yine senin lütfun, bana gözyaşı döker, kerem sahibisin, buna ihtiyacın yoktur ama yine sen ağlarsın bana. Mezarımın başında çok oturursun. O güzel gözlerinden çok yaşlar akar. Mahrumiyetime ağlar, mazlumluğuma gözlerini yumup yaş dökersin sen. İyisi mi o lütufların birazcığını şimdi yap. O sözleri, şimdi benim kulağıma küpe et. Toprağıma söyleyeceğin sözleri şu gamla kulağıma saç, şimdi söyle bana.

Gümüş paralar veren bir ihsan sahibi, sofinin birine dedi ki: Ey ayaklarının altına canımı döşediğim zat. Ey padişahım! Bugün sana bir kuruş mu vereyim, yoksa yarın kuşluk çağında üç kuruş mu? Hangisini istersin?

Sofi dedi ki: Bugünkü de vaat, yarınki de. Dün yarım kuruş verseydin bugün elimde olsaydı. Buna, bugünkü vereceğin bir kuruştan da daha ziyade sevinirdim, yarın vereceğin yüz kuruştan da. Peşin sille, veresiye keremden hayırlıdır. İşte kafam önünde, başımı eğiyorum, vur, tek peşin olsun! Hele sille, senden geldikten sonra hiç gam yemem. Baş da o elin sarhoşudur, sille de. Ey canımın canı, ey yüzlerce cihan değer dost, aklını başına devşir, bu peşin şeyi ganimet say. Ay gibi yüzünü gece yolcularından gizleme. Ey akar su, bu arktan baş çekme.

Hep buradan da ak da ırmak kıyısı bu akar suyla gülsün, kenarlarında yaseminler boy atsın. Uzaktan ırmak kıyısında sarhoş yeşillikler gördün mü bil ki orada su vardır. Tanrı “Gönüllerindeki yüzlerinden anlaşılır” dedi. Yeşillikte yağmuru suyu anlatır. Yağmur gece yağarsa kimse görmez. Çünkü herkes uykuya dalmıştır. Ama her güzel gül bahçesi gizli bir yağmura delalet eder.

Kardeşim ben toprak hayvanlarındanım, sen su hayvanlarından. Fakat rahmet ve ihsan padişahısın. Öyle lütfet, öyle bir ihsan da bulun ki arada bir huzuruna gelebileyim. Irmak kıyısında seni canla başla çağırıyorum ama sen merhamet edip cevap vermiyorsun. Suya dalmama imkan yok. Çünkü terkibim topraktan meydana gelmiş. Ya bir elçi gönder, yahut kerem et, bir nişana ver de benim sesimi sana ulaştırsın. Bu iş için o iki dost konuşup görüştüler. Nihayet şuna karar verdiler:

Bir uzun ip bulacaklardı. Bu ipin çekişi, onların sırrını birbirine duyuracaktı. Fare, ipin bir ucunu sana karşı iki büklüm olan bu kulun ayağına bağlarız, öbür ucunu da senin ayağına. Bu suretle ikimiz, birbirimize ulanmış, bağlanmış oluruz; bir bedendeki can gibi birbirimize karışırız dedi.

Beden de canın ayağında bir ipe benzer, onu gökyüzünden yere çeker durur. Can kurbağası, kendinden geçme suyuna hoş bir surette dalmışken, beden faresinden güzelce kurtulmuşken. Beden faresi o iple yine onu çeker. Can, bu çekişten ne acılar tadar! Beyni kokmuş farenin çekişi olmasaydı kurbağa, suyun içinde rahatça yaşardı. Bunun ötesini, gündüz olup da ecel uykusundan uyanınca güneşe nurlar bağışlayandan duyarsın. İpliğin bir ucunu benim ayağıma bağla, öbür ucunu kendi ayağına düğümle de bu kupkuru yerde iktiza edince ipi çekebileyim, sen de bu vesileyle benim derdimi anlayasın dedi. Bu söz kurbağanın gönlüne acı geldi. Bu pis beni bağlıyor galiba dedi. İyi adamın gönlüne kötü bir düşünce geldi mi bu boş değildir, bir aslı vardır bunun. O anlayışı vehim sayma, Tanrı anlayışı bil. Gönüldeki nur, onu külli levihten okumuş, anlamıştır.

Biliyorsun ya, filcinin o kadar çalışmasına, korkunç bir surette bağırıp çağırmasına rağmen fil, Tanrı evine gitmemişti. Ayağı, o kadar köteğe rağmen az çok, Kabe tarafına gitmiyordu vesselam. Sanki ayakları kurumuştu, yahut da o saldıran canı, bedeninden çıkmıştı dersin. Fakat başını Yemen tarafına döndürdüler mi o erkek fil yüz at süratinde koşmaktaydı. Filin duygusu, gayb zahmını anlamıştı. Bu böyle olunca artık kendisine Tanrıdan ilham gelen velinin duygusu nasıl olur? O güzel huylu Yakup peygamber d, kardeşleri, Yusuf için babalarından izin alıp onu birazcık sahraya gezmeye götürmek istedikleri zaman bir şeyler sezinlemişti. Hepsi de ona, Yusuf’a bir zarar gelir diye düşünme. Bir iki günceğiz müsaade et baba. Neden bize emniyet etmiyor, neden Yusuf’unu bizimle gezmeye, eğlenmeye göndermiyorsun? Yeşilliklerde beraber gezip tozalım. Biz, onu çağırıyoruz ama emniyet ve ihsan sahibi kişileriz dediler.

Yakup, şu kadar biliyorum ki onu benim yanımdan alıp götürmenizden gönlümde bir dert, bir elem peydahlanıyor. Gönlüm, asla yalan söylemez. Çünkü o arş nurundan nurlanmıştır dedi. Yakup’un şu gönlünün burkulması yok mu işte o, bu işte bir kötülük olduğuna kati bir delildi. Fakat kaza ve kaderden kaçmasına imkan yoktu. Kaza ve kader hükmünü işleyecekti. Onun için Yakup da bu kadar nişaneler gördüğü halde yine de Yusuf’u gönderdi. Körün, kuyuya düşmesine şaşılmaz, fakat yolu gören de düşer, buna şaşılır işte. Bu kaza ve kaderin çeşit çeşit işleri vardır. Adamın gözünü, Tanrı nasıl dilerse öyle bağlar. Gönül hilesini hem bilir, hem bilmez. Mührünü vurmak için demiri bile yumuşatır, muma döndürür.

Gönül derdi ki: Mademki Tanrı taktiri böyle, bunu istiyor, ha olsun, ne yapalım? Kendisini bundan gafil tutmaktaydı. Can da, onun ipiyle bağlanmış kalmıştı. O yüce kişi, taktir yüzünden mat olursa bu, alt olma değildir, Tanrı kazasına uğramadır. Bir musibet, onu yüzlerce musibetten kurtarır. Bir iniş onu yüceliklere çıkarır.

Hani ham bir şuh bir şen adam gibi. Gece içtiği şarap, onu sarhoş etti, yüz binlerce ham kişinin sarhoşluğundan kurtardı. Nihayet o da pişti, usta oldu, cihanın esirliğinden kurtuldu, hürriyete kavuştu.

Zevali olmayan Tanrı şarabı içti, sarhoş oldu. Kendisine her şeyi, herkesi anlayacak bir kabiliyet geldi, halktan kurtuldu. Onların gevşek ve taklitçi inanışlarından, görmez gözlerinin gördüğü hayalden halas oldu.

Şaşılacak şey! Onların anlayışı, bu nişanesiz denizin met ve cezrine ne yapabilecek ki? Bu yapılmış, düzülmüş mamureler, o çölden geldi. Saltanat, padişahlık, vezirlik, oradan verildi. Yokluk çölünden bu görünen aleme iştiyaklarla bölük bölük varlıklar gelip durmada. Bu çölden her akşam, her sabah kervan üstüne kervan geliyor.

Geliyor, biz geldik, nöbet bizim, siz gidin diye yerimizi yurdumuzu alıyor. Oğul, akıl gözünü açtı mı baba, hemencecik yükünü kağnıya koyuyor. Padişahım biz kimiz ki devlete, kutluluğa layık olalım? Sen gel, talihimi devlete döndür. O alemden buraya bir ana yol var. Oradan buraya geliyorlar, buradan oraya gidiyorlar.

İyi dikkat et. Oturmuşuz ama gidiyoruz, yeni bir yere hareket etmişiz, fakat görmüyorsun sen. Sermayeni ağzını bugün için değil, ilerisi için, ileride bir iş yapmak için hazırlarsın. Ey yola tapan, yolcu odur ki yüzü ve gidişi, ileriyedir. Nitekim gönül perdesi ardından da anbean yorulmadan, usanmadan hayal alayı gelip durur. O düşünceler, hep bir fidanlıktan kopup gelmese nasıl olur da hepsi yol bulur, gönle gelip çatar? Bölük, bölük düşünce ordumuz, susamış bir halde gönül çeşmesine geliyor. Testilerini doldurup gidiyorlar. Daima meydanda ve daima gizli bunlar.

Düşünceleri, gökyüzünün yıldızları say. Fakat bunlar, başka bit gökyüzünde dönmedeler. Kutluluk gördün mü şükret, ihsanda bulun. Kötülük gördün mü sadaka ver, yargılanma dile! Çark vur. Ayın nuru ile ruhu parlat. Çünkü tutulma yerine geldi, zararlar gördü, can simsiyah oldu.

Onu yine hayalden vehimden, zandan kurtar. Yine kuyudan çıkar, cefa ipinden halas et. Bu suretle de bir gönül, senin güzel gönül alışınla kanatlansın, uçsun, şu balçıktan kurtulsun!

Ey Mısır azizi, ey ahdinde duran zat,mazlum Yusuf, senin zindanındadır. Onu kurtarmak için çabucak bir rüya görüver, Tanrı, ihsan sahiplerini sever. Yedi arık ve hasta öküz, yedi semiz öküzü yutmada. Yedi kuru ve çirkin beğenilmeyecek başak, yedi taze ve yemyeşil başağı otlamada.

Ey aziz, gönül Mısırında kıtlık başlıyor. Aman padişahım bunu caiz görme. Padişahım, senin hapsinde bir Yusuf’um ben. Lütfet, beni kadınlardan kurtar. Arşta oturup duruyordum. Anamın şehveti “inin” emri ile beni buraya attı. O tam yücelikten bir kocakarının hilesiyle rahim zindanına düştüm. Ruhu ta arştan bu yurda getirdi. Hasılı kadınların hilesi pek büyük.

İnişim, önce de kadın yüzünden, sonra da kadın yüzünden. Ruhtum, nasıl oldu da bedene büründüm? Ya bu düşkün Yusuf’un ağlayıp inlemesini duy, yahut o aşık Yakub’a merhamet et. Kardeşlerimden mi feryat edeyim, kadınlardan mı? ADEM GİBİ CENNETLERDEN DÜŞTÜM BEN! Kış yaprağı gibi soldum, çünkü vuslat cennetinde buğday yedim. Senin lütfunu, ihsanını, o barış selamını o güzel haberini duyunca, kötü göz değmesin diye ateşe çöreotu attım, fakat çöreotuma da kötü göz değdi. Önde de sonda da her kötü gözü def eden, ancak ve ancak mahmur gözlerindir.

Padişahın kötü gözü, senin güzel gözlerin mat eder, mahveder; ne güzel ilaç bu. Hatta senin gözünden kimyalar erişti mi kötü göz bile iyi göz olur. Padişahın gözü, doğanın gözüne değdi mi doğan, yücelir, himmetli bir göze sahip olur. O bakıştan öyle bir göze sahip olur ki, öyle yücelir ki artık erkek aslandan başka bir şey avlamaz olur.

Aslan da nedir ki? O manevi yüce doğan, hem senin avındır, hem de seni avlar. Din çayırında can doğanının ıslığı “Ben batan şeyleri sevmem” naraları olur.

Senin izinden uçup duran gönül doğanı da sayısız ihsanlarla uğradı, gözün, bir kerecik ona düştü. Burnu bir koku aldı, kulağı senin nağmelerini duydu. Her duygusu, muayyen olamayan nasipler elde etti.

Sen, hangi duyguya gayb aleminin yolunu açarsan o duygu, artık eskimez, yıpranmaz, ölmez. Mülk senindir. Duyguya bir şey ihsan edersin; o duygu, öbür duygulara padişahlık eder.

Fare doğru yolu bulmuş olan kurbağa ile buluşmak isteyince o aşk ipini çekerdi. Anbean elime böyle bir vasıta, böyle bir vesile geçirdim diye o ipe güvenirdi. Can ve gönül de bu geceli, görüşmek için artık bir ipliğe döndü adeta derdi.

Derken ansızın bir alaca karga geldi, fareyi yakaladı. Kurbağa da onunla beraber havalandı. Fare karganın gagasında havalanınca kurbağa da ona bağlı olduğundan onunla beraber sudan çıktı. Fare, karganın gagasındaydı, kurbağa da ipe bağlı olduğundan havalanmaktaydı.

Halksa hele bak diyordu, karga, hileyle suda yaşayan kurbağayı nasıl da avladı. Nasıl suya girdi, nasıl da onu kaptı? Suda yaşayan kurbağa, nasıl olur da alaca kargaya avlanır? Kurbağa, bu, suda yaşamayan susuz hayvanlar gibi, aşağılık bir mahluka eş olanın layığıdır.

Feryat adamın kendi cinsinden olmayan dostundan, feryat. “ey “ulu” lar, sizinle düşüp kalkacak iyi bir dost arayın, diyordu. Akıl ve ayıplarla dopdolu bulunan nefisten feryat eder. Nefis, güzel bir yüzdeki çirkin buruna benzer.

Akıl, ona der ki: Cins oluş, iyi bil ki su ve toprak bakımından değil, mana, bakımındandır. Kendine gel de surete tapma, suret sözüne kapılma, cins oluşu surette arama. Suret, cansız şeye, taşa benzer. Cansız şeyin, kendisiyle cins olandan, yahut olmayandan haberi var mıdır?

Can, karıncaya benzer, beden de bir buğday tanesine. Karınca o buğday tanesini her an çeker durur. Karınca bilir ki o kendi cinsinden olmayan buğdaylar, nihayet yenecek, kendisine karışacak. Bunlar, benim cinsimden olacaklar der.

Karıncanın biri, yoldan bir arpa tanesi bulur, çekip götürmeye koyulur. Öbürü, bir buğday yakalar, koşa koşa götürmeye başlar. Arpa, buğdayın bulunduğu yere gelmez ama karınca, karıncanın bulunduğu yere gelir ya. Arpanın gitmesi, buğdaya tabidir. Karıncaya baksana, dönüp kendi cinsine nasıl geliyor. Buğday, neden arpaya doğru gidiyor deme. Gözünü aç da düşmanı gör, alınan, götürülen şeyi değil.

Kara bir karınca, siyah kilimin üstünde bir taneyi almış gitmekte mesela. Tanenin gittiği görülür de karınca görünmez. Akıl der ki gözünü iyi aç da bak. Hiç tane onu bir götüren olmasa gider mi?

Köpek bu yüzden Ashabı Kehf’in bulunduğu yere geldi, onlara katıldı. Suretler, tanelerdir ama karınca, kalptir.

İsa bu yüzden gökyüzündeki temiz meleklere karıştı. Kafesler ayrıydı ama kuş yavrusu bir cinsten. Bu kafes meydandadır da kuş yavrusu gizli. Fakat kafesi bir götüren olmasa kafes, kendi kendine nasıl gider?

Ne mutlu o göze ki akıl, onun başında buyruktur; işin sonunu görür, her şeyi bilir, aydındır, nurludur. Çirkinle güzeli, akılla ayırt edin; şu karadır, bu ak diyen gözle değil. Göz, pislikte biten yeşilliğe de aldanır. Fakat akıl, onu bir de bizim mehengimize vur der.

Yalnız isteği gören göz, kuşa bir afettir; fakat tuzağı gören akıl, onu afetlerden kurtarır. Ama bir tuzak daha vardır ki onu akıl da bilemez. İşte gayb aleminde bulunanları gören vahiy, onun için bu tarafa koşup geldi.

Cinse cins olmayanı akılla bilmek, tanımak gerek. Hemencecik suretlere koşmamalı. Cins oluş, ne senin için suretledir, ne benim için. İsa, insan şeklindeydi, fakat melek cinsindendi. Onun için gökyüzü kuşu, karganın kurbağayı havalandırması gibi onu alıp bu gök kubbenin üstüne çıkardı.

Abdülgavs da peri cinsindendi de peri gibi tam dokuz yıl gizlice kanat çırpıp uçtu. Karısı başka bir kocaya vardı, ondan çocukları oldu. Kendi yetimleriyse babalarının ölümünü konuşurlar; acaba onu kurt mu paraladı, yoksa eşkıya mı öldürdü; yoksa bir kuyuya mı düştü, yahut da bir pusuya mı uğradı? Derlerdi.

Çocuklarının hepsi de düşüncelere dalarlar, hiç biri babamız sağ demezdi. Tam dokuz yıl sonra fakat yine iğreti olarak meydana çıktı, bir müddet sonra yine gözden kayboldu.

Bir ay oğullarına konuk oldu. Ondan sonra hiç kimse, bir daha onun rengini bile görmedi. Kılıç yarası, bedenden ruhu nasıl çalarsa peri cinsinden oluşu onu, insanlar arasından öyle kaptı işte. Cennetlik, cennet cinsinden olduğu için bu cinsiyet bakımından Tanrıya tapar.

Peygamber “Hamd ve cömertlik, dünyaya uzanmış cennet dallarıdır” demedi mi? Bütün sevgileri, lütufları, sevgi ve lütuf cinsinden bil, bütün kahırları da kahır cinsinden.

Küstahlık, küstahlığı doğurur, aldatan aldanır. Çünkü bunlar akıl bakımından birbirlerinin cinsidir. İdris yıldızların cinsindendi. Onun için sekiz yıl Zuhal’de kaldı. Zuhal, doğularda da onun dostu oldu, batılarda da, herhalde onunla konuştu, onun sırlarına mahrem oldu. Kaybolduktan sonra tekrar dünyaya gelince yeryüzünde nücum bilgisine dair ders verirdi. Önünde yıldızlar güzelce saf kurarlar, dersinde bulunurlardı. Bir derecede ki aşağılık yukarılık bütün halk, yıldızların seslerini duyarlardı. Cins olma çekişi, yıldızları ta yeryüzüne kadar çekmiş, onun yanına getirmişti. Her yıldız, kendi adını, halini, nasıl rasat edileceğini ona açar söylerdi.

Cinsiyet nedir? bir çeşit bakış. Bununla bir cinsten olanlar,

birbirlerine yol bulur, birbirlerine kavuşurlar. Tanrı birisine verdiği bakışı sana da verse sen de onun cinsinden olursun. Bedeni her yana çeken nedir? bakıştır. Haberdar olan, nasıl olur da bihaberi bildiği tarafa çeker? Erkekte kadın huyu oldu mu puşt olur, namussuzluk eder. Kadına kadın huyu verdi mi kadın, kadın arar sevici olur.

Tanrı, sana Cebrail sıfatlarını verirse kuş gibi uçar, havalarda yol ararsın. Gözün, havayı gözler durur. Yeryüzüne yabancı kesilir, gökyüzüne aşık olursun. Fakat sana eşek huyu verirse yüzlerce kanadın olsa uçar, ahıra konarsın!

Aşağılık fare, suret bakımından aşağı olmadı. Pisliğinden çaylağa zebun oldu. Yemek peşinde koşan hain olan, karanlığa tapan, peynir, fıstık ve pekmezle sarhoş olur. Eşsiz doğan kuşundan bile fare huyu olursa farelere ar olur, hayvanlar ondan utanırlar.

Oğul Harut’la Marut’a Tanrı insan huyunu verdi, melek huyları değişti. “Biz Tanrıya ibadet için saflar kurmuşuz” makamından aşağıya düştüler, Babil kuyusuna baş aşağı asıldılar. Levhi mahfuz, gözlerinden uzaklaştı, levhleri büyü yapan ve büyülenen kişilerin bedenleri oldu.

Kanatları aynı, başları aynı, bedenleri aynı fakat birisi arz üstünde Musa, öbürü aşağılık yerlerde hor hakir Firavun. Huy peşinde yürü, iyi huyluyla düş kalk. Gül bağına bak, nasıl gülün huyunu almış. Mezar toprağı bile insanla şereflenir; gönül ona elini kor, yüzünü sürer. Toprak bile temiz bir bedenle komşu olduğundan şereflenir, devlet bulursa, artık sen “Önce komşu gerek sonra ev” de. Gönlün varsa yürü, bir gönül sahibi dost ara.

Onun toprağı bile can huyunu almış, aziz kişilerin gözlerine sürme olmuştur. Nice toprak gibi mezarlarda yatanlar var ki faydaları, feyizleri bakımından yüzlerce diriden yeğ. Gölgesini gizlemiş ama toprağı, gölge vermekte. Yüz binlerce diri, onun gölgesinde gölgelenmekte
.
 
Sultan Mahmut

Sultan Mahmut

Sultan Mahmut, bir gece yalnız başına şehri dolaşırken bir bölük hırsıza rastladı. Hırsızlar ey vefalı adam dediler, sen kimsin? Sultan Mahmut, ben de sizlerden biriyim diye cevap verdi. Hırsızların biri, ey daima hileye düzene baş vuranlar, hadi bakalım,her birimiz hünerini söylesin.

Yaratılışta ne hüner ne marifet var? Şu gece vakti arkadaşlarına anlatsın dedi. Birisi dedi ki: Ey hünerini göstermeye kalkışan kavim, benim kulaklarımda bir hassa vardır. Köpek havladı mı, ne diyor, anlarım. Öbürleri, bu iki metelik eder ancak dediler. Bir başkası ey altına tapanlar, benim bütün hassam gözümdedir. Geceleyin karanlıkta kimi görsem, hiç şüphe yok, onu gündüz tanırım dedi. Başka biri, benim hünerim kolumdadır. Kolumun kuvvetiyle duvarları delerim dedi. Başka biri dedi ki: Benim marifetim burnumda. İşim, toprakları koklamaktır.

“İnsanlar madenlere benzerler” sırrına ermişim. Peygamber, onu ne için söylemişti. Ben, toprağın bedeninde ne kadar para var, ne madeni gizli anlarım. Bir yerde altın gizli, öbür tarafın masrafı, gelirinden fazla mesela, derhal bilirim. Mecnun gibi toprağı koklarım, yanılmaksızın Leyla’nın bulunduğu toprağı bulurum. Her gömleği koklar, içinde Yusuf mu var, şeytan mı anlarım.

Ahmet gibi hani. O da Yemen’den koku alırdı ya. Benim de şu burnum, o nasibe erişmiştir işte. Hangi toprak altına komşu, hangisi sıfırdan ibaret. Beş para etmez? Bu, bana malum olur.

Bir başkası da benim hünerin dedi elimdedir. Dağ tepesine kadar kement atarım. Ahmet gibi... Onun canı da bir kement attı, kenemdi ta göğe ulaştı.

Tanrı dedi ki: Ey gökyüzündeki Beyt-i Mamur’a kement atan, atışı benden bil. “Attığın vakit sen atmadın ben attım”

Nihayet dediler ki: Ey yüce ve vefalı dost, sen de söyle. Senin ne hünerin ne marifetin var?

Sultan Mahmut dedi ki: Benim hünerim sakalımdadır. Onunla suçluları cezadan eziyetten kurtarırım. Suçluları cellatlara verdiler mi, sakalım oynayınca onlar kurtuluverirler. Acıyıp sakalımı oynattım mı öldürülmeden de kurtulurlar, dertten de, elemden de. Hırsızlar, bu sözü duyunca kutbumuz sensin dediler; minnet gününde kurtuluşumuz senden olacak. Sonra hep beraber yola düzüldüler, o kutlu padişahın köşküne doğru hareket ettiler.

Bu sırada sağ taraftan bir köpek havladı. Köpek sesinden anlayan, köpek diyor ki dedi, padişah sizinle beraber. Kokudan anlayan bir yandaki toprağı kokladı, bu dedi, bir dul kadının odasının toprağı. Kement atan, kemendini attı, yüksek bir duvara ulaştılar. Koku alan bir başka yeri kokladı, dedi ki: O eşsiz padişahın hazinesi burada. Delik delen, duvarı deldi, hazineye girdiler. Her biri bir şeyler aldı. Bir hayli altın sırmalarla bezenmiş kumaş, ağır mücevherler alıp hemen gizlediler.

Padişah konakladıkları yeri, şekillerini, adlarını, yollarını iyice öğrendi. Onlardan gizlenip geri döndü. Sabahleyin divanda bu macerayı anlattı. Hemen yiğit çavuşlar yolladılar. Hırsızları tutup bağladılar. Hepsini eli bağlı olarak divana getirdiler. Can korkusu ile tir tir titriyorlardı. Padişahın huzurunda durdular. O ay gibi parlayan padişah, geceleyin kendileri ile arkadaşlık eden adamdı. Geceleyin kimi görse gündüz şüphesiz bir surette tanıyan, padişahı tahtında görünce bu adam dedi, geceleyin bizimle arkadaşlık eden adamdır. Sakalında o kadar hüner, marifet vardı ya hani; bu tutulmamızda yine ondan oldu.

Gözü, padişahı tanımış olduğundan bu tanışıklıkla ağzını açtı, tesirli bir suretle söz e başladı. Dedi ki: “Nerede olursanız olun, o sizinledir” dedikleri bu padişah işte. Bizim yaptığımızı görüyor sırrımızı duyuyordu. Gözüm, geceleyin padişahı tanıdı; Bütün gece onun ay gibi yüzü ile aşk oyununa girişti. Ben, ondan ümmetimi dileyecek, şefaatte bulunacağım. O, hiçbir ariften yüz çevirmez. Bil ki arifin gözü, iki alemde de insana aman verir. Herkes, onunla yardıma nail olur. “Gözü Tanrıdan başka bir şeye kaymadı” da onun için Muhammed, her derdin şefaatçisi oldu.

Dünya gecesiyle güneş, perde ardındayken o Tanrıyı görüyordu, ümidi ondandı. İki gözü de “Biz senin göğsünü açmadık mı, ferahlatmadık mı seni?” sürmesiyle sürmelemişti. Cebrail’in bile görmeye tahammül edemediğini o, gördü.

Tanrı bir yetime sürme çekti mi onu, doğru yola girmiş eşsiz, iri bir inci haline getirir. Nuru incilerden üstün olur. Öyle bir istenen, arzulanan, Tanrıyı ister, arzular.

Kulların duraklarını gördü; hasılı o yüzden Tanrı, onun adını “Gören tanık taktı. Şahidin aleti keskin gözle keskin kulaktır. Geceleri bile uyanıktır; sırlar ondan gizlenemez. Binlerce davacı, davaya kalkışsa kadı, kulağını şahide verir.

Hüküm verirken kadıların hüneri budur. Onların aydın gözleri, tanıktır. Onun için şahidin sözü, göz yerine geçer. Çünkü o, garezsiz olarak sırrı görmüştür. Davacı da görmüştür ama garezle görmüştür. Garez, gönül gözünün perdesidir. Tanrı diler ki sen zahit olasın; garezi bırakasın da tanık kesilesin.

Bu garezler göze perdedir. Göz perde indi mi insan, yukarı aşağı, bunca şeyi, göremez, “Sevdiğin şeyler seni kör ve sağır eder.” Fakat bir adamın gönlüne güneşin nuru vurdu mu onca yıldızın bir kadri, kıymeti kalmaz artık. Sırları perdesiz olarak görür. Müminle kafirlerin ruhlarının ne makamlarda bulunduğunu seyreder.

Tanrının, yeryüzünde de, yüce gökte de insan ruhundan daha gizli bir şeyi yoktur. Hak, kuru, yaş; her şeyi bildirdi de ruhu “O benim işimdendir” diye mühürledi, gizledi. Yüce kişinin gözü, ruhu gördü mü artık ona hiçbir gizli şey kalmaz. O, her kavgada, şahadeti makbul bir şahit olur. Sözü, her baş ağrısını keser, sersemliğini giderir.

Tanrının adı “adalet sahibi” dir, şahit de onun adamıdır. Onun için sevgilinin gözü adalet sahibi bir şahittir. İki alemde de Tanrının baktığı yer, gönüldür. Padişah daima gönle bakar.

Tanrının aşkı, onu şahidi “güzeli” sevmesi, bütün bu perdeleri düzüp koşmasına sebep oldu. Onun için bizim şahit (güzel) seven Tanrımız, Miraç gecesi, Peygamberle buluşunca “Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım” dedi.

Bu kadı, iyiye de hüküm etmede, kötüye de. Fakat şahit, kadıya bile hüküm etmiyor mu? Hüküm sahibi, şahide esir oldu. Sevin ey Tanrı rızasını kazanan kişinin keskin gözü.

Tanrıyı bilen, bilinen Tanrıdan pek ziyade niyazda bulundu; ey sıcakta soğukta bizi gözleyen Tanrı dedi...sen hayırda da danıştığımız zatsın, şerde de. Fakat gönlümüz, senin remizlerinden, buyruklarından bihaberdir. Biz seni görmeyiz, fakat sen gece gündüz bizi görürsün. Sebebi görmemiz bizim gözümüzü bağlar. Benim gözüm, gözler arasından seçildi de geceleyin güneşi gördü.

Ey yüce, ey ulu Tanrı, o, senin lütfundu. Lütfun yüceliği, tamamlanmasındandır. Yarabbi, nurumuzu kıyamette de fazlalaştır, tamamla. Bizi kahredici kötülüklerden kurtar. Gece dostuna gündüz ayrılığı verme. Yakınlığı görmüş canı uzaklaştırma. Senden uzaklaşmak, dertli, veballi bir ölümdür. Hele bu ayrılık, bu uzaklaşma, buluştuktan sonra olursa. Seni göreni gözsüz bırakma, ondan gizlenme. Bitmiş, boy atmış yeşilliğine su serp.

Ben yürüyüşte küstahlık etmedim, sen de ceza ve cefada aldırmazlıktan gelme. Yüzünü göreni, lütfet, cemalinden uzaklaştırma. Senden başkasının yüzünü görmek, boğaza takılan bir zincirdir. “Tanrıdan başka bir şey batıldır, asılsızdır.” Batıldırlar ama bana hak görünmedeler. Çünkü batıl batılları çeker. Yeryüzünde, gökyüzünde ne varsa hepsi de zerre zerre kehlibar gibi kendi cinsini çekmededir. Mide, ta dibine kadar ekmeği çekmededir, ciğerdeki hararet suyu. Güzellerin çekici gözleri de buralarda döner, dolaşır, gül bahçelerindeki kokuları arar durur. Çünkü gözün duygusu, rengi çeker; beyin ve burun, güzel kokuları.

Bu çekilişleri de sırları bilen Tanrıdan bil. Sen, kendi çekişinle bizi buralardan kurtar Yarabbi. Ey müşterimiz olan Tanrı, sen bu çekicilerden üstünsün. Acizleri satın alırsan değer, yaraşır. Kadir gecesi, o dolunayı tanıyan, susuz kişinin buluta yüz çevirmesi gibi yüzünü padişaha döndürdü. Dili de onundu zaten, canı da. Onun olan, ona küstahça söz söylese ne çıkar?

Dedi ki: Biz can gibi balçığa kakılıp kaldık. Kıyamet gününde can güneşi sensin. Ey gizlice yürüyen padişah, vakti geldi... Kerem et, hayırlısı ile bir sakalını oynat.

Her birimiz hünerimizi gösterdik, fakat o hünerler, ancak bahtsızlığımızı arttırdı. O marifetler, boynumuzu bağladı, o mevkiler yüzünden baş aşağı düştük, alçaldık. O hünerler, boynumuza bağlanmış bir hurma lifi oldu. Ölüm günü, onların hiç birinden fayda yok. Ancak geceleyin gözü padişahı tanıyanın o güzel duygusu işe yarar.

O marifetlerin hepsi yolda görünen adamın yolunu şaşırtan gulyabanidir. Yalnız geceleyin padişahın yüzünü gören göz başka. Padişah, hüküm gününde yalnız geceleyin yüzünü gören, kendisini tanıyan adamdan haya eder. Muhabbet padişahını tanıyan köpeğe de Ashabı Kehf’in köpeği adını takmalıdır. Köpeğin sesini anlayıp aslandan haber alan bir kulağa sahip bulunan kişinin hüneri de, iyi bir hüner.

Köpek, geceleri bekçiler gibi uyanık olduğundan padişahın geceleri uyanık olan kullarından da bihaber değildir. adı kötüye çıkanlardan utanmaya lüzum yok. Onların sırlarını anlamak gerek. Adı tamamı ile kötüye çıkana gelince artık onun hamlıkta bulunup iyi bir ad san aramaya kalkışmasına hiç lüzum yok. Nice altın vardır ki yağma edilmekten, zarara uğramaktan kurtarmak için üstünü karartırlar.

Susığırı, denizden bir mücevher çıkarır, onu kıyıya koyar, ışığı ile etrafını görür, otlamaya koyulur. Mücevherin nuru ile aydınlanan sahadaki sümbül ve süsenleri hemencecik yer. Böyle güzel kokulu çiçeklerle geçindiğinden, gıdası nergis ve nilüfer olduğundan da onun pisliği amberdir.

Birini gıdası, ululuk nuru olursa artık nasıl olur da o adamın dudağından sihri helal doğmaz? Gıdası, arı gibi vahiy olan kişinin evi, nasıl olur da balla dolu bulunmaz?

Susığırı, yine o mücevherin ışığı ile otlar dururken ansızın mücevherden pek uzağa düştü. Bir tacir, bunu görüp otlağın, çayırın kararması için mücevheri balçıkla örttü. Kendisi ağacın arasına gizlendi. Sığır kuvvetli boynuzları ile onu süsmek için bir hayli aradı. Düşmanı boynuzlamak için o çayırın etrafını belki yirmi kere döndü, dolaştı. Düşmanını bulmadan ümit kesince mücevheri koyduğu yere geldi. fakat o iri, o padişahlara layık mücevherin üstündeki balçığı görünce şeytan gibi o da balçıktan korktu.

Şeytan bile toprağı anlamadıktan, toprağa karşı kör ve sağır kesildikten sonra artık toprakta mücevher olduğunu öküz, nereden bilecek? "İnin" emri ile canı bu aşağılık yeryüzüne indirdi. Bu hayız hali, onu namazdan mahrum etti. Yoldaşlar, bu dertten kaçın, bu dedikodudan çekinin. Çünkü heva ve heves, erkeklerin hayzıdır.

“İnin” emri, canı bedene soktu da Adem incisi, toprakta gizlendi. Onu tacir bilir, fakat öküz bilmez. Gönül ehli olanlar anlarlar, fakat her toprak kazan anlamaz.

İçinde mücevher bulunan topraktaki o mücevher, öbür toprağın da sırrını söylemektedir. Fakat Tanrı rahmetinin saçısından bir nur elde etmemiş olan toprak, inciyle, mücevherle dolu olan toprakların sohbetini anlamaz.
 
Adın Ömer İse

Adın Ömer İse

Kaş şehrinde adın Ömer olursa yüz kuruş versen kimse sana lavaş satmaz. Bir dükkana gidip ben Ömer’im kerem edin de bu Ömer’e ekmek satın dedin mi. Dükkancı der ki: yürü öbür dükkana git oradaki bir ekmek buradaki elli ekmekten iyidir. Adam şaşı olmasa başka dükkan yok ki derdi. Onun şaşılığı gitse de nuru, kaşlının gönlüne vursaydı o vakit de Ömer Ali olurdu.

Fakat bu dükkancı buradan oradaki ekmekçiye ekmekçi diye bağırır bu Ömer’e ekmek sat. O da Ömer adını duydu mu ekmeği gizler onu başka ve uzak bir dükkana yollar. Arkadaş diye bağırır bu Ömer’e ekmek ver. Yani sesimi duyda sırrımı anla demek ister. O da seni ekmek almak için Ömer geliyor diye oradan başka bir dükkana yollar.

Bir dükkanda Ömer’im dedin mi yürü bütün Kaşanı gez, ekmekten mahrumsun. Fakat bir dükkanda Aliyin dedin mi oracıkta ekmeği parasız zahmetsiz alıver. Biri iki gören şaşı bile zevkten mahrum olur. Halbuki sen biri on görüyorsun ey anasını satan Kaşan olan bir yeryüzünde şaşkınlığından Ali olmadınsa Ömer gibi gez dolan gayrı.

Hadi hayra karşı bu yıkık manastırda şaşıya yeniden yeniye göçler vardır. Fakat hakkı tanıyan gören iki göze sahip olursan iki alemde dostla dolu görürsün. Bu korku ve ümitle dolu Kaşan la oradan oraya yollanmadan kurtulursun. Bu ırmakta konca yahut ağaç gördün mesela her ırmakta olduğu gibi onu hayal sanma buna kışların aksi doğrudur ve Tanrı bunlardan sana meyve satar.

Göz bu su yüzünden şaşkınlıktan azat olur. Oradaki akisleri görür sepeti meyvelerle dolar. Şu halde hakikatte bu su değildir bağdır. Artık sende Belkıs gibi happeleri görüp soyunmaya kalkışma. Eşeklerin sırtında çeşit, çeşit yükler var kendine gel, bu eşekleri bir sopayla sürme. Eşeğin birindeki yük Laal ve mücevherdir öbüründeki yük taş ve mermer. Her ırmağı da bir sanma.

Bu ırmakta ay gör ayın aksi deme. Bu hayvanların içtiği su değil Hızırın içtiği Abıhayat. Onda ne görünürse doğrudur. Bu ırmağın dibinde görünen ay ben ayım, ayın aksi değilim. Seninle konuşan seninle yol arkadaşlığı benim der. Bu suyun üstünde ne varsa diler onlara el at diler suyun içine vuran akislerine.

Bu suyu başka sulara kıyas etme bu ay yüzlünün ışığına ay de. Bu sözün sonu gelmez o garip muhtesibin derdi ile dertlendi bir hayli ağladı.

O adamın borç alışı halka yayıldı. Kethüda onun derdi ile dertlendi. Borcunu para toplayıp vermek üzere şehirde dolaşmaya her yerde hararetli ,hararetli o adamın halini anlatmaya başladı fakat bu dilencilikle o para dileyen adamcağızın eline ancak yüz altın girdi. Gelip adama hali anlattı. Adam Kethüdanın iki eline yapışıp kalktı, onun delaletiyle o şaşılacak derecede ihsan sahibi olan Muhtesibin mezarına gitti. Dedi ki: bir kula Tanrı muvaffakiyet verir de kutlu bir adama konuk olursa ev sahibi onun yoluna bütün malını mülkünü kor mevkiini bile onun mevkiine feda eder. Artık ona şükretmek Tanrıya şükretmekten ibarettir. Çünkü Tanrı o ihsan sahibine ihsana eş etmiştir.

Buna şükretmemek Tanrıya şükretmemektir. Onun hakkı şüphe yok ki Tanrı hakkı demektir. Nimet ve ihsanlarına karşılık Tanrıya şükret fakat ihsan edene de şükret onu da an. Ananın merhameti Tanrıdandır ama ona kulluk etmek, hizmette bulunmak da hem farzdır, hem de yerinde bir iş.

Tanrı işte bu yüzden “ Muhammed’e salavat getirin” dedi. Çünkü Muhammed, inananların dönüp başvurdukları zattır. Tanrı kıyamette kula “ Ne getirdin, sana verdiğim nimetlere karşılık ne yaptın?” der. Kul der ki: yarabbi sana can ve gönülden şükrettim. Çünkü o rızık ve ekmek, asıl bakımından sendendi.

Tanrı der ki: hayır, sana ihsan edene şükretmediğin için bana da şükretmedin. Bir kerem sahibine zulmettin, sitemde bulundun. Halbuki onun yüzünden benim nimetlerime nail olmadın mı? Hasılı o garip de velinimetinin mezarına gelince ağlayıp inlemeye koyuldu. Dedi ki: ey her yoksulun dayandığı güvendiği zat. Ey himmeti umulan ey yolda kalanların imdadına erişen!

Ey rızıklarımız için gam yiyen bizi hatırlayan ey ihsanı, lütfu, Tanrı rızkı gibi umumi olan! Ey yoksullara aşiret ve ana baba olan ey onlara geçinmek harcanmak ve borçlarını vermek için ana baba gibi yardım eden! Ey deniz gibi yakınlarına inci uzaklarına yağmur hediye eden!

Ey güneş sırtımız senin hararetinle ısınmıştı. Her köşkün parlaklığı sendendi, her yıkık yerin definesi sendin. Kaşının çatıldığını kimsecikler görmemişti ey mikail gibi rızık ve azık veren ey gönlü gayb deniziyle birleşmiş, ey ihsanı Kaf dağında gayp Anka’sı kesilmiş zat! İhsan ederken malımdan ne gitti acaba diye aklına bir şeycikler gelmezdi. Himmetinin yüce tavanı bir kere olsun yarılmadı senin.

Her ay her yıl ben de benim gibi yüzlerce kişi de senin soyun sopun olmuştu adeta. Paramız, soyumuz, varımız yoğumuz adımız sanımız bahtımız devletimiz bizim geçimimiz, bizim verile gelen rızkımız öldü. Sen mecliste de ihsan ve keremde de bir kişiydin ama bine bedeldin. İhsan esnasında yüzlerce Hatem’din adeta.

Hatem cansız şeyi ölü gönüllü adama verir sayılı birkaç ceviz ihsan ederdi. Sense her solukta öyle bir hayat bağışlamadasın ki onun güzelliğini anlatmaya ömür yetmez. Sen ebedi bir hayat tükenmez ve sayılmaz altınlar bağışlarsın. Ey gökyüzünün civarına secde ettiği zat bir huyuna bile mirasçı yok senin. Lütfun halka çobanlık etmede gam kurtundan korumada Tanrı Kelim’i gibi, merhametli bir çoban hem de.

Tanrı Kelim’i çobanlık ederken sürüden bir koyun kaçmıştı. Musa peşine düştü koşmaya başladı çarıklarını çıkardı ayaklarının altı şişti kabardı. Akşama kadar onu aradı. Koyun da gözünden kayboldu. Fakat nihayet koyun yorulup kaldı, Tanrı Kelim’i de onu yakaladı. Merhametle arkasını, başını okşamaya anası gibi onu sevmeye koyuldu.

Bir parçacık bile öfkelenmedi, kızmadı. Yalnız sevdi acıdı gözünden yaşlar döküldü. Dedi ki. Tutalım bana acımadın kendi kendine neden zulmettin? Tanrı o anda meleklere dedi ki. Peygamberliğe Musa yaraşır. Mustafa buyurmuştur ki. Her peygamber, gençliğinde yahut çocukluğunda mutlaka çobanlık etmiştir.

Çobanlık etmeden o sınavı geçirmeden Tanrı ona alem başbuğluğunu vermez. Birisi sen de ettin mi? Diye sordu. Dedi ki. Ben de bir müddet çobanlık ettim. Vekarları sabırları meydana çıksın diye Tanrı onları peygamber yapmadan çoban yapmıştır. Her buyruk sahibinin de insanlara çobanlık ederken Tanrı buyruğunu gözetmesi gerektir.

Kendisi sürüsünü güderken Musa gibi halim olması, akıl ve tedbirle bu işi görmesi lazımdır. Böyle harekette bulunursa Tanrı ona ayın üstünde, yücelikler aleminde bir ruhani çobanlık verir. Nitekim peygamberleri de bu çobanlıktan kurtarmış, onlara temiz kulların çobanlığını vermiştir. Sen bu çobanlıkta öyle doğru hareket ettin ki sana bir ayıp bulan kör olur.

Biliyorum Tanrı mükafat olarak sana o alemde de ebedi bir başbuğluk verir. Ben de deniz gibi cömert eline senin lütfuna ihsanına güvenerek hiç yoktan tam dokuz bin altın borç ettim. Neredesin sen ki lütfunla bu tortu saf bir hale gelsin. Neredesin ki yeşillik gibi gülesin de onu da al. Onun on mislini de al diyesin.

Neredesin ki beni güldüresin, efendiler gibi lütufta bulunasın, ihsan edesin. Neredesin ki beni hazine götüresin da borçtan da emin edesin, yoksulluktan da. Ben yeter dedikçe, sen ihsanını fazlalaştırasın da bunu da hatırım için al diyesin. Bir alem nasıl olurda toprak altına sığar? Bir gökyüzü nasıl olur da yere girer?

Haşa Tanrı hakkı için sen, diriyken de bu alemden dışarıda değilsin, şimdi de. Gayb havasında bir kuş uçar ama gölgesi yere vurur. Beden, gönlün gölgesinin,gölgesinin gölgesidir. Nereden beden gönül mertebesine erişecek? Adam uyur, ruhu, güneş gibi gökyüzünde parlar. Bedense yorgan altındadır. Can, boşluklarda astar gibi gizlidir, bedense yorganın altında döner durur.

Ruh, “Rabbimin emrindedir” gizlidir. Onun için nasıl bir örnek versem anlatmaya imkan yoktur. Acaba o şekerler saçan dudak nerede? O güzel cevapların, o sırların hani? O şeker çiğneyen akik dudaklar, o müşküllerimizdeki kilitlerin anahtarı ne oldu? Nerede o zülfikar gibi sözler, nerede o akılları kararsız bir hale getiren laflar?

Yuvasını arayan kumru gibi niceye bir “ Kü- Kü nerede, nerede” deyip duracaksın? Nerede? Rahmet sıfatlarının bulunduğu yerde Kudretten arılıktan akıldan ve anlayıştan ibaret olan alemde? Nerede olacak? Aslanın daima ormanda oluşu gibi o da gönlüyle düşüncesinin daima bulunduğu alemde. Nerede olacak Kadının erkeğin dert ve mihnet zamanı ümit bağladığı cihanda.

Nerede olacak? İnsan hastalanınca sıhhat ümidiyle göz diktiği yerde. Bir kötülüğü gidermek için yalvardığın bir harmanı savurmak bir gemiyi sürmek için rüzgar beklediğin alemde. Gönlün işaret ettiği dilin “ Ey o” diye dile getirdiği yerde. Nereden, nerede diye aramaya lüzum yok, Tanrıyla iste, keşke ben de çulhalar gibi hep mekik deyip dursam bu sırrı bilen aklı dileseydim.

Aklımız doğuyu da görür batıyı da. Akıldan ruhlara yüzlerce çeşit şimşekler çakar. O, köpüklü bir denizle beraber kabardı, kıyıyı kapladı. Sonra denizle beraber çekildi. Kıyıyı kaplayışı geçti, çekilişi kaldı! Dokuz bin altın borcum var. elimden tutanım yok. Elimde yalnız bütün şehirden toplanmış yüz altın var, işte bu kadar! Tanrı, seni çekti aldı.

Ben bu kargaşalıklar içinde kaldım. Ey toprağı bile güzel zat, ümitsiz bir halde gidiyorum. Seni hasretinle iştiyakınla dolu olan kuluna bir himmet et ey yüzü de eli de himmeti de kutlu zat! Kaynağın, ırmakların başına geldim, fakat orada su yerine kan buldum. Gök, o gök, fakat ay ışığı o ay ışığı değil. Irmak o ırmak, fakat su o su değil! İhsan sahipleri var ama o tertemiz ihsan sahibi nerede? Yıldızlar var ama hani o güneş?

Ey saygı değer zat, en Tanrı’ya gittin, bari ben de Tanrıya gideyim. Bütün devirlerde gelip geçenlerin toplandıkları yer, bayrağın dibidir, orası ne güzel bir topluluk yeridir. Tanrı “ Her şey tapımızda toplanır” der. Tanrı topluluk yeridir. Resimler ister haberdar olsunlar, ister olmasınlar, hepsi de ressamın elinde toplanır. O nişansız Tanrı anbean onların düşünce sahifesinde bir şeyler yazar, yazdıklarından bir kısmını siler durur.

İnsanı kızdırır, hoşnutluğu giderir, nekesliği getirir, cömertliği giderir. Aklım fikrim, zihnim yarım lahza bile bu yazıyı bozmadan hali değil. Testici testi ile uğraşıp durdukça testi hiç kendiliğinden genişleyebilir, büyür mü? Tahta dülgerin elindedir. Yoksa nasıl olur da kesilir, yahut başka bir tahtayla birleşir? Kumaş, bir terzinin elinde olmadıkça kendiliğinden nasıl dikilir yahut biçilir? Su kabı, ey akıllı adam sakanın elindedir. Öyle olmasa kendi kendine nasıl dolar, boşalır? Sen de her an dolmada boşalmadasın. Bil ki onun sanat elindesin.

Gökyüzündeki bu bağ kalktı mı sanatın sanatkarın elinde halden hale girmekte olduğunu anlarsın. Gözün varsa kendi gözünle bir bak. Hiçbir şeyden haberi olmayan bir ahmağın gözüyle bakma. Kulağın varsa kendi kulağınla dinle duy. Neden sersemlerin kulağına kapılıyorsun? Taklide uymaksızın bakmayı adet edin, kendi aklını koru, onu düşün sen.
 
Bey'in Güzel Atı

Bey'in Güzel Atı

Bir beyin pek güzel bir atı vardı. Padişahın at sürülerinde eşi yoktu. Bir gün o ata binip padişahın alayına katıldı. Harzemşah’ın gözü, ansızın ona ilişti. Atın çalımı, rengi padişahın gözünü aldı. Dönünceye kadar o attan gözünü ayıramadı. Hangi uzvuna baksa öbüründen daha güzel görünüyordu. Çevikliğinden, güzelliğinden ruhaniyetinden başka Tanrı ona eşsiz bir güzellik vermişti. Padişah aklıyla şöyle bir, araştırdı. Bu nedir ki aklımı çeldi? Dedi.

Gözüm böyle atları çok ördü, toktur, ganidir. Belki böyle güneş gibi iki yüz at görmüş, aydınlanmıştır. Şahların ruhları bence beydaktır. Böyle olduğu halde nasıl olur da bir yarım at, haksız olarak gözümü çeler? Yoksa büyücüleri yaratan bir büyü mü yaptı? Bu, onun çekişi olmalı, atın hassası değil. Fatiha okudu, bir hayli lahavle çekti. Fakat okuduğu fatiha gönlündeki derdi çoğalttı. Çünkü padişahı çeken zaten fatihaydı. Fatiha bir muradın olmasında, bir kötülükten kurtulmada birebirdir. Ama onu bu derde sokan, fatihanın sahibi Tanrıydı. Göze bir başkasını gösterirse bu onun işidir. Gözden kendisinden başkası kaybolur, göz yalnız Hakk’ı görürse bu da onun uyandırmasıdır. Padişah, iyice anladı ki gönlünün akması Tanrıdan. Tanrının işi her an eşsiz örneksiz şeyler yaratmaktır.

Onun hilesiyle taştan öküze , taştan ata tapar, secde ederler. Kafire göre putun bir ikincisi olamaz. Halbuki putta ne bir kudret vardır, ne bir ruhaniyet. Öyle olduğu halde o gizliden gizli gönülleri çekip duran nedir? O, bu aleme başka bir alemden parlamadadır. Bu pusuyu akılda görmez canda. Ben göremiyorum sen görebiliyorsan gör.

Harzemşah, gezintiden dönünce saltanat erkanının ileri gelenlerine sırrını açtı. Derhal, çavuşlara o atı. Beyden alıp getirmelerini emretti. Çavuşlar ateş gibi koşup vardılar. Dağ gibi olan o bey yüne döndü adeta. Dertten elemden canı ağzına geldi. imadülmülk’ten başka derdine derman olacak kimseyi göremedi. İmadülmülk onun bayrağıydı. Herkes onun altına gelirdi.

Her zulüm gören dertten ölüm haline gelen koşar ona başvururdu. Ulular içinde ondan daha saygılısı ondan daha üstünü yoktu. Padişahın kapısında adeta bir peygamberdi. Vezirliğe tamahı yoktu. Soyu sopu temizdi zahitti, ibadet ehliydi. Geceleri kalkar Tanrıya ibadette bulunurdu. Cömertlikte de sanki bir hatemdi. Rey ve tedbiri pek kutluydu. Her hususta reyi sınanmıştı.

Can vermede de cömertti. Mal vermede de. Yeni ay gibi gayb güneşini dilerdi. Beylikte garipti kimsesizdi. Yokluk ve Tanrı sevgisi sıfatlarında gizlenmişti. Her ihtiyaç sahibine baba gibiydi. Padişahın tapısında şefaatçiydi her zararı def ederdi. Kötülere Tanrı hilmi gibi örterdi. Hasılı huyu halkın huyundan bambaşka ve tamamıyla aykırıydı.

Kaç kere vezirliği bırakıp ibadet için yalnızca dağlara yönelmişti de padişah yüzlerce niyazlarda bulunarak onu önlemişti. Her an yüzlerce suça şefaat etse padişah ondan utanır şefaatini kabul ederdi. O bey adalet ve insaf sahibi imadülmülk’ ün yanına baş açık bir halde koştu. Başına topraklar serpiyordu. Dedi ki Haremde neyim var neyim yoksa hepsini alsın yağmacılara buyursun varımı yoğumu yağma ettirsin.

Fakat şu bir tek at yok mu o benim canımdır. Ey beni seven hayrımı isteyen! İyice bil ki onu alırsa öldüm ben. Bu atı elimden alırsa muhakkak biliyorum ki yaşayamam artık. Tanrı sana bu yakınlığı ihsan etmiş ey Mesih hemen elinle başımı okşa kadına da sabrederim, altınım akarım gitse de aldırmam. Bu ne uydurmalar nede hile eyer inanmazsan bu hararetimi yalan sanırsan hazırım.

Sına; sözü doğrumu yalan mı anla! İmadülmülk bu hali gördü gözleri yaşardı, ağladı. Gözlerini silerek perişan bir halde padişahın tapısına koştu. Padişahın huzurunda durdu. Ağzını yumdu fakat içinden kulların Tanrısına gizlice yalvarıyordu, ayakta duruyor fakat sultanının içinden geçirdiği şeyleri duyuyordu. Gönlünden şunları düşünmekte Tanrıya şöyle niyaz etmekteydi.

Yarabbi, o genç, eğri yola gittiyse affet senden başkasına sığınmak doğru değil. Fakat sen onun yaptığını bakma sana layık olanı yap. O tutsak olan kullardan halas olmasını beklemede. Fakat sen halas et onu. Çünkü bu halkın hepside muhtaçtır yoksulundan tut da padişahına kadar hepsi. Yüceliklere sahip dururken bir mumdan bir mum yalımından yol bulmayı ummak. Güzelim parlak güneş meydandayken mumla kandilden ayrılmak istemek. Fakat şüphe yok ki bizim şanımız edebi terk etme nimete karşı küfranda bulunma heva ve hevesinize uymadır.

Aklıların çoğu düşünceye daldığı zaman yasa gibi karanlığı sever geceleyin yarasa bir kurtcağız yese bu kurt’u bile can güneşi beslemiş yetiştirmiştir. Yarasa geceleyin o kurt’u yiyip sarhoş olduysa kurt yine kurt yine güneş yüzünden canlanmıştır. Işığın aydınlığı meydana getiren güneş düşmanını bile doyurmaktadır.

Fakat yarasa olmayan iri doğan kuşunun açık gözü doğru yolu görür aydındır o da yasa gibi geceleyin gelişmek istese o vakit güneş edebe sokmak için kulağını çeker. Der ki. Tutalım o inatçı yarasanın bir illeti var ya sana ne oldu? Sana bir dert vereyim seni bir zahmete sokayım da bir daha güneşten çekinmeyesin.

Yusuf da zindanda bulunan birisine yakardı ondan yardım diledi. Dedi ki: buradan çıkınca ve Padişahın tapısında işim düzelince o azizin huzurunda beni an halimi söyle de beni bu hapisten kurtarsın. Hiç sıkıntı içinde bulunan bir mahpus nasıl olurda başka bir mahpus kurtarabilir dünyadakilerin hepsi de mahpustur.

Zindandadır. Şu fani dünyada ölümü bekleyip dururlar. Pek nadirdir. Öyle bir adam ki bedeni zindanda ruhu yedinci kat gökte olsun. Hasılı Yusuf’ta o adamı kendine yardımcı gördüğünden zindanda beş küsur yıl kaldı. Şeytan o adamın aklından Yusuf’u çıkardı, gönlünden Yusuf’un sözünü kaybetti. O güzel huyludan böyle bir suç meydana geldiği için adalet sahibi Tanrı onu yıllarca zindanda bıraktı.

Adalet güneşinin ne kusuru oldu ki sen yarasa gibi karanlıklara düştün. Denizden buluttan ne kusur meydana geldi ki sen kumdan seraptan yardım istiyorsun. Halk aklı ermeyenler yarasa tabiatındadırlar. Onlar geçici şeylere başvururlar kendileri gibi her şeyleri gelgeçtir. Fakat ey Yusuf senin bari gözün açık. Bir yarasa karanlıklara başvurur olmayacak şeylere müracaat eder.

Fakat padişah doğanın gözüne ne oldu ki dedi. Üstat bu suç yüzünden bir daha çürümüş sopaya dayanma çürük tahtaya basma diye onu cezalandırdı. Fakat Yusuf’u da gönlüne o mahpusluktan bir dert gelmesin diye kendisiyle meşgul etti. Tanrı ona öyle bir ünsiyet öyle bir sarhoşluk ver di ki, gözünde ne zindan kaldı ne karanlık.

Zindan Rahimden daha aşağılık daha kötü daha karanlık daha kanlı ve daha kokuşuk değil ya. Tanrı rahimde sana kendi tarafından bir pencere açınca bedenin günden güne gelişti. O zindan da kıya kabul etmez bir zevkle bedenin duyguları adeta dikilmiş bir ağaç gibi güzelce açıldı.

O rahimden çıkmak sana pek güç gelirdi. Ananın kasığından arkaya doğru kaçardın. Lezzet dışardan gelmez içten gelir. Bunu böyle bil. Köşkleri kaleleri aramayı ahmaklık say. Birisi Mescit bucağında sarhoş ve neşelidir. Öbürü bağda bahçede suratını asar Muradına erişmez bir zevk bulamaz. Köşk bir şey değildir. Bedenin yık define yıkık yerdedir a benim beyim. Görmüyor musun bunu şarap meclisinde sarhoş yıkılınca zevk alıyor. Ev suretlerle dolu ama yık onu yık da defineyi bul sonra yine yap. Tasvir ve hayal nakışlarıyla dolu bir ev şu resimlerde vuslat definesinin üstüne çekilmiş perdeye benzer.

Şu gönülde suretler coşup duruyor ya onların hepsi definenin ışığı altınların parlayışı. Su arı durudur. Fakat üstünü köpük kaplamış köpük suya bir şey vurmasına mani oluyor. Değerli camda latiftir coşkundur. Fakat insanın bedeni onun üstüne çekilmiş bir perdedir. Halkın dilinde söylene duran atalar sözünü duysana bize bizden gelir her ne gelirse.

Bu köpüğe tapan susuzlar da köpük yüzünden arı duru sudan uzaklaşmışlardır. Ey güneş sen gibi bir kıblemiz bir imanımız varken yine de geceye tapmakta yarasalık etmekteyiz. Ey yardımı dilenen lütfet de bu yarasaları civarında uçur onları bu yarasalıktan kurtar. Bu genç bana müracaat etti. Bu suç yüzünden yol sapıttı seni kaybetti.

Fakat sen onun kusuruna bakma ormanlardaki aslanın gönlünden bir şeyler geçer ya imadülmülk’ ün gönlünden de bu düşünceler geçmekteydi. Görünüşte Padişahın huzurundaydı. Fakat ruhu gayp bahçelerinde uçuyordu. Melekler gibi elest ülkesinde her an yeniden yeniye şarap içmekte sarhoş olmaktaydı. İçi eğlencelerle düğün derneklerle doluydu. Dışı gamlarla kederlerle.

Bedenin içinde mezarın içinde olduğu gibi hoş bir alem vardı. O bu şaşkınlık aleminde bakalım gayp ıkliminden ne zuhur edecek diye bekliyorduk. O sırada çavuşlar o atı Harzemşah’ın huzuruna çektiler hakikaten de bu gök kubbenin altın da o çeşit o boyda o renkte at yoktu. Rengi her gözü alıyordu.

Sanki şimşekten aydan doğmuştu. Ne de güzeldi ya. Ay gibi Utarit gibi hızlı gütmekteydi. Sanki arpa yememişti kasırgayla beslenmişti. Ay bir gece içinde gök sahasını yürür aşar, ay bir gece içinde burçları dönüp dolaşıyor peki neden miracı inkar ediyorsun öyleyse. O eşi bulunmaz tek inci yüzlerce aya bedeldir.

Bir işaretiyle ay ikiye bölündü şaşılacak şey şu ki ayı yardı ama halkın duyguları zayıf olduğu için bu kadarcık bir mucize gösterdi. Yoksa peygamberlerle Tanrı resullerinin işleri güçleri göklerden de dışarıdır yıldızlardan da feleklerden şu dönen göklerden dışarı çık ta onların işlerini güçlerini seyret.

Sen yumurtada ki kuş yavrusu gibisin. Havadaki kuşların tespihlerini duymazsın mucizeler burada anlatılamaz. Sen yine atla harzemşah’ın hikayesini anlat. Köpek olsun at olsun Tanrı güneşinin lütfu neye vurursa Ashabı Kehf’in köpeğine döndürür. Sonra onun lütfunun vuruşunu da bir sanma. Taşa da vurmuştur laale de laal, ondan bir define elde etmiştir.

Taşsa yalnız bir hararet ve bir parlaklıktır güneş duvara da vurur fakat suya vurduğu gibi görünmez. Parlamaz ona bir şey vurmaz ve üstünde bir şey titremez. O tek bir padişah bir ümmet ata hayran, hayran baktı sonra yüzünü imadülmülk ’e döndürüp ey büyük adam dedi. Güzel bir at değil mi sanki yeryüzünden değil de cennetten gelmiş imadülmülk dedi ki: Padişahım gönlünün akışı sana şeytanı melek gibi göstermede.

İyice dikkat edersen görürsün pek güzel pek dilber bu at ama bedenine göre başı kusurlu. Başı adeta öküz başına benziyor bu söz harzemşah’ın gönlüne tesir etti. At gözünden düştü. Bir alım satımda garaz vasıta olur satılan şeyin o överse bir Yusuf’u üç arşın beze alırsın. Can verme çağında da Şeytan vasıtalık eder senden iman incisi alır. Ahmak derhal o sıkışık zamanda bir ibrik suyu imanını satıverir.

Halbuki o su ibriği değildir. Bir hayalden i,ibarettir. O vasıtalık eden ibrik ancak bir hile peşindedir. Bir kötülük yapmak ister. Şimdi sağlam ve semizken bile doğru şeyi bir hayal için verip duruyorsun . çocuk gibi her an madendeki inciyi satıp yerine ceviz almaktasın. Ecel gününün o hastalığında böyle bir şeyi yaparsan şaşılmaz artık.

Hayalinde bir surettir coşmuştur, fakat sınama zamanında ceviz gibi çürümüş bir şey. O hayal ilk zuhur ettiği zaman dolunay gibidir. Ama sonunda yeni aya döner. Önce bakınca onu sonra ne hale gelecekse öyle görürsün. Görürsen aldanmaz. Ondan kurtulursun. Ey emin kişi dünya çürük bir cevizdir. Onu pek sınama uzaktan bak.

Padişah o atı hal gözüyle gördü imadülmülk meal gözüyle padişahın gözü titredi ancak iki arşınlık yolu gördü. O sonu gören erse elli arşınlık yolu gördü. Tanrının insanı gözüne çektiği o sürme ne sürmedir ki can yüzlerce perdesinin ardındaki yolu görür. Kainatın ulusunun gözü sonu görmeyle eş olmuştur.

O yüzden cihanı leş gördü. Padişah bir kerecik bu zemmi duymakla iktifa etti. Gönlü attan soğudu gitti. Kendi gözünü bıraktı onun gözünü kabul etti. Kendi aklını bıraktı onun sözünü duydu. Bu bir bahaneydi o tek tanrı at sahibinin yalvarması yüzünden padişahı attan soğuttu. Atın güzelliğini örttü ona göstermedi o sözde arada kapı gıcırtısı gibiydi.

O sözü padişahın gözüne bir perde yaptı. Ay o perdenin ardından kara göründü. Ne temiz mimar ki gayp aleminde sözle afsunla kaleler yapar. Sözü sır köşkünün kapısının sesi bil. Bu ses kapının açılmasından mı geliyor kapının kapanmasından mı? Buna dikkat et. Kapı sesi duyulur kapı görünmez. Bu sesi görürsünüz kapıyı görmezsiniz.

Hikmet çengi o bir ses verdi mi dikkat et. Bakalım cennet kapılarından hangisi açıldı. Kötü söz kapısı açıldı mı bak bakalım cehennemin hangi kapısı açıldı. Kapısından uzak olsan da sesini duy. Ne mutlu gözü de açık olan kişiye. İyilik ettiğin müddetçe görürsün ki iyi yaşamaktasın gönlün rahat. Fakat bir kötülükte bulundun bir fenalık ettin mi o yaşayış o zevk gizleniverir.

Bu aşağılık kişilerin görüşüne uyup kendi görüşünü terk etme. Bu gerkesler seni leşe doğru çekerler çünkü. Nergis gibi gözlerini kapatıyor aman değneğimi tut beni yet ey ulu kişi diyorsun. Halbuki seni götürmek için seçtiğin o sopcıya dikkat edersen görürsün kü o senden de kördür. Kör gibi elini at Tanrı ipine yapış.

Tanrının emrinden nehyinden başka bir şeyin etrafında dönüp dolaşma Tanrı ipi nedir. Heva ve hevesi terk etmek. Bu heva ve heves Ad kavmine bir kasırga kesilmiştir. Halk heva ve heves yüzünden zindanda oturmaktadır. Kuşun kanadı heva ve heves yüzünden bağlanmıştır. Balık heva ve heves yüzünden kızgın tavaya düşer. Namuslu adamlardan utanma arlanma heva ve heves yüzünden gider.

Şahnenin gözü heva ve hevesten bir ateş yalımıdır. Çarmıha gerilmek ve darı ağacının korkunçluğu heva ve heves yüzündendir. Yer yüzünde beden şahnelerini gördün ya can aleminin hükümlerini yürüten şahneleri de gör. Ruha gayp aleminde işkenceler vardır. Fakat sen sıçrayıp kurtulmadıkça bu işkenceler gizlidir.

Kurtuldun mu işkenceyi azabı görürsün çünkü zıt zıddıyla görünür. Kuyuda ve kara su içinde doğan ovanın letafetiyle kuyunun zahmetini ne anlasın. Tanrı korkusuyla heva ve hevesten geçtin mi Tanrı tesliminden bir sağrak elde edersin. Heva ve hevesine uyup dolaşma. Bırak o yolu Tanrı kapısına, sel sebil ırmağına doğru gel. Heva ve hevese uyup ot gibi yelin geldiği tarafa eğilme. Şüphe yok arş gölgesi, çerden çöpten yapılma kulübelerden yeğdir.

Padişah, atı görürsün, sahibine verin. Tez beni bu günahtan kurtarın dedi. Fakat kendi kendine şu kadarcık bile söyleyemedi. Aslanı bu öküz başıyla aldatma. Hileyle ortaya öküz ayağını getirmedesin. Yürü, tanrı ata öküz boynuzunu vermez. Bu şöhret sahibi mimar, sanatını uygun yapar. Hiç atın bedenine öküz azası koyar mı? Mimar bedenleri uygun yaratmıştır. Köşkleri bir yerden bir yere götürülür bir tarz da kurmuştur. Köşklerin arasına balkonlar çıkarmış, bir taraftan öbür tarafa sarnıçlar açmıştır. İçlerinde sonsuz bir alem vardır.

Bir kara çadıra bunca boşluğu sığdırmıştır. Gönül gözü, ululuk ıssı Tanrı’dan daima halden hale dönmekte, daima sihri helale uğramakta bulunduğundan Mustafa, Tanrıdan çirkini çirkin hakkı hak olarak göstermesini diledi. O eşsiz imadülmülk ’ü de yaptığı o hileye sevk eden, yine saltanat sahibi Tanrı’ydı. Tanrı hilesi bu hilelerin kaynağıdır. “ Kalb ulu Tanrı’nın iki parmağı arasındadır.” Gönlüne hile ve kıyası veren tanrı, hırkasını ateşe vermeyi de bilir.

Bu güzel hikayenin de bir türlü sonu gelmiyor. Garip o zatın mezarından dönünce Kethuda, onu kendi evine götürdü. O yüz altını ondan mühürlü bir kağıt alıp kendisine teslim etti. yemek çıkardı,hikayeler söyledi. Adamcağızın gönlünde yüzlerce ümit gülü açıldı. Kolaylığın, güçlükten sonra geldiğini görmüştü. garibe buna ait hikayeler anlattı. Vakit gece yarısını bile geçti. Hikaye söylerler konuşup dururlarken uyku, onları aldı, ta can otlağına kadar götürdü.

Kethuda rüyasında o kutlu muhtesibi görü. Odanın baş köşesine geçmiş oturuyordu. Ona dedi ki: “ Ey iyi ve şirin Kethuda, neler söylediysen hepsini bir, bir işittim, duydum. Fakat cevap vermeme izin yoktu. İzinsiz ağız açamam ki. Biz işlerin gidişatını öğrenmiş olduğumuzdan ağızlarımızı mühürlediler.

Gayp sırları faş olmasın. Şu hayat, şu geçim yıkılmasın diye bizi söyletmiyorlar. Gaflet perdesi tamamıyla yırtılmasın, mihnet tenceresi yarı ham kalmasın diye susturdular bizi. Kulağımız kalmadı ama baştan ayağa kulağız. Ağzımız söylemiyor, dudağımız yok ama baştanbaşa sözüz. Ne verdiysek burada bulduk şimdi. Bu alem perdedir, o alemse asıl hakiki alem. Ekim günü, ektiğini gizleme günüdür; tohumu toprağa saçma günüdür. Devşirme vaktiyse ektiğinin zuhur ettiği gündür. O gün mükafat günü, ettiğini bulma günüdür.

Şimdi benden o yeni konuğa edeceğin ihsanları duy. Onun gelip çatacağını görüp duruyordun. Onun borcundan haberim vardı. Onun için iki üç mücevher hazırlamıştım. Onların değeri borcuna yeter de artar bile. Konuğum, dertlenmesin diye bu işe girişmiştim. Onun dokuz bin altın borcu var. ona de ki. Borcunu bunların bir kısmıyla öde. Bir hayli para artar, onları harca beni de duadan unutma.

Onu kendi elimle vermeyi isterdim. Filan deftere de bunu yazmışımdır. Fakat ecel mühlet vermedi ki ona Aden incilerini gizlice vereyim. O laal ve yakutları, bir şeye sardım. Onlar, o garibin borcu için sakladığım şeylerdir, üstünde de onun adı yazılıdır. Filan kemerin altına gömdüm. O dostun gamını, önceden yedim ben. Onların değerini Padişahlardan başka kimsecikler bilmez.

Satarken dikkat et, aldatmasınlar seni. Aldanmadan korkuyorsan bir şeyi alırken Peygamberin öğrettiği gibi üç günlüğüne muhayyer olarak al. Onların kesada düşeceğinden, değerlerinin düşkün olacağından korkma. Onun revacı hiç geçmez. Mirasçılarıma da selam söyle benden. Bu vasiyeti de kıldan kıla onlara anlat. O altınların çokluğuna kapılmasınlar.

Hepsini o konuğun önüne yığsınlar. Bu kadarını istemem derse al, dilediğine ver desinler. Ben verdiğimden bir habbe bile geri almam. Memeden çıkan süt, bir daha gerisin geriye memeye girmez. Verdiğini geri alan, Peygamberin sözüne göre köpek gibi kusmuğunu yemiş olur. Bana lazım değil diye kapısını örter, o altını kabul etmezse altınları götürüp onun kapısına döksünler.

Kim oraya uğrarsa o altınları alsın, götürsün. İhlas sahibi kimseler hediye ettikleri şeyi geri almazlar. Ben o parayı o mücevherleri iki yıl önce onun için koydum, ululuk ıssı Tanrı’ya böyle nezirde bulundum. Mirasçılarım ondan bir şey almak isterler. Bunu caiz görürlerse aldıklarının yirmi misli ziyana girerler. Gönlümü incitmeden çekinmezlerse onlara yüzlerce mihnet kapısı açıktır.

Tanrı’dan tatlı dillerle dilerim ve umarım ki hakkı müstahak olana ulaştırır. Bu sözlerden sonra Kethüdaya iki şey daha anlattı ki onları anlatmak için ağzımı açmayacağım. Hem o iki şey sır olarak kalsın, hem de Mesnevi o kadar uzamasın artık. Kethüda sıçrayıp ellerini çırparak uyandı. Gah gazel okumaktaydı, gah bağırıp ağlamakta. Konuk ne sevdalardasın dedi. Ey kethuda, sarhoş ve güzel bir halde kalktın.

Gece rüyada ne gördün ey ulu er? Ne gördün de böyle şehre de sığamıyorsun, ovaya da. Filin rüyada Hindistan’ı mı gördü de böyle dostların halkasından kaçtın? Kethuda, güzel bir rüya gördüm dedi. Gönlüme doğmuş bir güneş gördüm. O uyanık muhtesibi, o sevgiliye ulaşmak için can vereni gördüm. İstekleri veren bir iş için çağrılınca bin kişiye bedel olan efendiyi gördüm.

Sarhoş ve kendisinden geçmiş bir halde böyle sayıp dökerken nihayet sarhoşluk, aklını, fikrini aldı. Evin ortasına upuzun düştü. Halk, başına üşüştü. Bir müddet sonra kendisine gelince dedi ki: Ey iyilik güzellik denizi ey akılları kendisinden geçiren! Uyanıklıkta uyku veren, gönülsüzlük aleminde gönül alıcılığı bağışlayan! Aşağılık yoksullukta bir gönül zenginliği verir.

Devlet boyunduruğunu da yoksulluk zinciri edersin. Zıddı, zıddın içine kor, yakıcı suya ateş hararetini verirsin. Nemrud’ un ateşinde bahçe gizlidir, harcamakla ihsan etmekle gelir artar. Bunu içindir ki o kurtuluş padişahı Mustafa, “ Ey nimet sahipleri, cömertlik kazançtır, kardır” demiştir.

Mal sadakayla katiyen azalmaz. Hayırlarda bulunmak, malı zayi etmez, kaybolmaktan kurtarır. Altın zekat vermekle coşar, fazlalaşır. İnsanı kötülükten, fenalıktan kurtaran namazdır. Zekat vermen keseni korur. Namazın da seni kurtlardan kurtarır, çobanlık eder sana. Tatlı meyve; dalların yaprakların arasında gizlidir. Ebedi yaşayış, ölümün içindedir. Gübre bir suretle toprağın gıdası olmuş yer, o gıda ile bir meyve doğurmuştur. Varlık, yoklukta gizlenmiştir.

Secde edilmede secde etmede mevcuttur. Demirle taş görünüşte karanlıktır fakat iç alemde nurdur alemin ışığıdır. Korkuda yüzlerce eminlik gizli. Gözün karasında bunca aydınlık var. beden öküzünün içinde şehzade var. defineyi bir yıkık yere gömmüşsün. Bu suretle de bir kart eşek, o güzelim defineyi anlamasın, ondan kaçsın; yani iblis, öküzü görsün padişahı görmesin diyorsun.
 
Padişahın Üç Oğlu

Padişahın Üç Oğlu

Bir padişahın üç oğlu vardı. Üçü de anlayışlı, görgülüydü. Her biri öbürlerinden daha değerli, cömertlikte yiğitlikte, savaş eri olmada öbürlerinden üstündü. Şehzadeler, padişahın tapısında toplandılar. Adeta padişahın iki gözünün nuru üç tane mumdular. Babanın ağaca benzeyen vücudu, gizli bir yol vasıtasıyla oğul’ un iki gözünden su alır, gıdalanır. Oğuldan coşan bu kaynak ananın, babanın bahçelerine kadar akar gider.

Anayla babanın gönül ve hayat bahçeleri bu suretle yeşerir, tazeleşir. Onun gözleri, bu iki ırmak yüzünden yaşarır, gözyaşı döker. Kaynak hastalanıp kötüleşirse o ağacın dalları yaprakları da kurur. O ağaç kurumaya başlar, çünkü oğulun vücudundan sulanıyor, gıdalanıyordu. Nice böyle gizli su yolları vardır ki ey gafiller, sizin canınıza ulanmıştır.

Gökten, yerden nice sular çektin de vücudun böyle semirdi. Fakat bu iğretidir. Az, az sıkıştırmak gerek. Çünkü elde edilenin bırakılması lazım. Yalnız Tanrı’nın “Adem’e ruhumdan ruh üfürdüm” dediği varlık yok mu? O kalır işte. Sen de ruha bak, başkaları beyhudedir. Fakat bu beyhude sözünü, cana ruha nispetle söylüyorum, her şeyi sağlam bir surette yapan sanatkara Tanrı’ya nispetle değil ha!

Her şeyin aslı olan kaynak coşar da seni bu su yollarına muhtaç etmezse ne mutlu! Sen yüzlerce kaynaktan su içmedesin. O yüz kaynaktan ne kadarı azalırsa sendeki hoşluk da o kadar azalır. Fakat içerden bir güzelim kaynak coştu mu seni başka kaynakları gözlemekten kurtarır. Gözünün nuru balçıktan oldu mu onun sana vereceği şey de ancak gönül derdinden ibarettir.

Kaleye dışardan su gelirse emniyet ve barış zamanında iyidir ama düşman geldi de kaleyi çevirdi, kaledekiler kanlarına battılar mı düşman askeri dışardan gelen suyu keser, kaledekilerin o suya güvenmemelerini temin eder. İşte o zaman kale içindeki bir acı kuyu dışarıdaki yüz tatlı ırmaktan daha iyidir.

Sebepleri kesen ecel ve ölüm askeri de kış gibi dalları yaprakları kesmeye gelir. O zaman ağaçlara bahar, yardım edemez. Ancak iç alemindeki sevgilinin bahara benzeyen yüzü yardım eder. Onun için şu toprak yeryüzüne” Gurur, aldanış yurdu” denmiştir. Çünkü göçme çağına ulaştın mı senden ayağını çekiverir. Ondan önce senin sağında, solunda koşar, senin derdini ben alırım, senin yerine ben dertlenirim derdi. Bir şey almadı ya!

Gam zamanlarında sana senden gam ırak olsun, gamla aranda on dağ bulunsun derdi. Fakat elem ordusu geldi de ağzını kapattı mı, seni görmüşlüğüm var bile demez. Tanrı şeytan içinde bu çeşit bir örnek gösterdi. Hilelerle seni savaşa sokar. Ben seninleyim, sana yardım eder, tehlikelerde senin önüne ben düşer, tehlikeye ben koşar, göğüs gererim. Oklara siper olur, dara düştün mü seni kurtarırım.

Senin sürçtüğün yerde ben canımı feda ederim. Sen bir Rüstem’sin, bir Aslansın. Yürü ercesine karşı dur. Diyerek bu işvelerle seni küfür yoluna getirir, o hile, düzen çuvalına sokar. Fakat ayağını attın da hendeğe düştün mü ağzını açar, kahkahayla gülmeye başlar. Sen aman yahu dersin, gel ümidin sende. O hadi der, git, ben senden bıkmıştım zaten.

Tanrı’nın adaletinden korkmadın, bense korkarım. Ellerini çek benden! Tanrı da onda zaten iyilikten eser yoktur. Şimdi bu hileyle nasıl, nerede kurtulacaksın? Dedi ya. Hesap gününde yapanın da yüzü karadır, yapılanında. İkisi de taşlanırlar. Adalet bakımından yol kesen de uzaklık kuyusundadır, yol yitiren de ve o azap yurdu, ne kötü bir yatılacak yerdir. Yolunu azıtan aptal da kurtuluştan ümidini kesmeli yol azdıran da!

Burada eşek balçığa saplanmıştır, eşekçi de, burada da gaflettedirler, orada da çamura saplanır kalırlar. Ancak geri dönenler, ondan vazgeçenler ayrı. Onlar güz mevsiminden çıkar, Tanrı’nın lütuf ve ihsan baharına ererler. Tövbe ederler Tanrı da tövbeyi kabul eder. Onun buyruğunu tutarlar ve o, ne güzel bir buyruk sahibidir.

Pişman oldular da inlemeye başladılar mı suçluların iniltisinden arş bile titrer. Hem de ananın çocuğunun üstüne titreyişi gibi. Onların ellerini tutar, onları yücelere çeker. Tanrı der, sizi aldanmadan, ululanmadan kurtardı, işte ihsan bahçeleri, işte suçları örten, yargılayan Tanrı! Bundan böyle size ebedi ve tükenmez rızıkla azık tanrı havasından gelir, damdan, oluktan değil. Deniz bütün vasıtaları, gayretinden kaldırdı, bizzat kendisi lütfe ihsana başladı mı artık susuz da balık gibi elindeki maşrapayı terk eder.

O üç oğlan da babalarının ülkesinde seyahate çıkmayı kurdular. Divan ve geçim işlerini düzene koymak üzere babalarının şehirlerini kalelerini gezip dolaşacaklardı. Padişahın elini öpüp vedalaştılar. O emrine itaat edilir padişah onlara dedi ki“ gönlünüz nereye isterse varın. Allah’a emanet. Elinizi, kolunuzu sallaya, sallaya gidin. Yalnız “ Hüş-rüba- Akıl kapan” derler bir kale vardır. Orada nice erlerin kaftanı, bedenine dar gelir. Sakın oraya gitmeyin.

Allah aşkına olsun sakın “ Zatüssuver- Resimli “ denen kaleye varmayın. Oradan uzak olun, tehlikeden korkun. O kalenin yüzü, arka tarafı, burçları tavanı döşemesi hep insan resimleriyle bezenmiştir. Yusuf dalıp baksın diye Zeliha da odasını resimlerle bezemişti ya hani. Yusuf, ona bakmadığından o da hileye başvurmuş, odayı kendi resimleriyle doldurmuştu.

Güzel yüzlü Yusuf, nereye bakarsa elinde olmaksızın onun yüzünü görsün diye böyle yapmıştı. Tanrı da gözü aydınlar için altı tarafı da delillerine mazhar etti. Her hayvan her bitki nereye baksa nereye varsa Tanrı güzelliğini görsün; ondan gıdalansın dedi. Onun için o oraya “ Nereye dönersiniz Tanrı yüzü var” buyurdu. Susar da bir bardaktan su bile içersiniz suyun içinde Tanrıya bakmaktasınız.

Fakat aşık olmayan suya bakar da suyun içinde kendi yüzünü görür ey gözü açık er! Ama aşıkın sureti, Tanrı’da fani olursa söyle bakalım, suda kimin suretini görür? Güneşte Tanrı güzelliğini görür aşıklar. Gayret sahibi Tanrının sanatıyla nasıl ay, suya vurur da suda görünürse güneşte de hak görünür. Fakat Tanrı’nın bu gayreti aşık ve sadık kişileredir, şeytanla hayvana tecelli etmez o.

Şeytan bile aşık olsa “ Şeytanım benim elimde Müslüman oldu” sırrı belirir. Yezid’lik Tanrı ihsanıyla kalmaz, Yezit, Bayazıt olur ey kavim bu sözün sonu gelmez. Siz o kaleye insan resimlerinden sakının! Olmaya ki heves yolunuzu kessin, ebedi bir kötülüğe düşesiniz. Tehlikeden sakınmak farzdır. Benden bu garezsiz sözü duyun. Kurtuluş arıyorsan aklın sağlam ve keskin olması bele pususundan çekinmek yeğdir.

Babaları bu sözleri söylemeseydi, o kaleden çekinin demeseydi. O kaleye gitmek akıllarına bile gelmeyecekti. Gönülleri o tarafa akmayacaktı bile. Çünkü tanınmış bir kale değildi. O, pek ıssız bir yerdeydi. Kalelerden yolardan uzaktaydı. Fakat babaları gitmeyin deyince bu sözden hevese hayale düştüler. Bu men edilme yüzünden gönüllerinde bir rağbettir uyandı, onun sırrını mutlaka öğrenmek gerek dediler.
 
Geri
Üst