Mehmed Akif'in Kur'an Anlayışı

lazzuri53

"LazigoL"
Altın Üye
Katılım
12 May 2006
Mesajlar
18,130
Reaction score
0
Puanları
0
Yaş
35
Konum
Deu..
Akif ’in dünyasının merkezi Kur’ân’dır. Bunu, kendisi açıkça belirtmiştir. Ona göre yapılacak iş;

Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı
şeklinde özetlenebilir. Niçin? Çünkü, Kur’ân-ı Kerîmin prensiplerini uygulayarak, mükemmel ve örnek bir millet olunacağını bu millet tarihinde tecrübe etmiştir.

O, Kur’ân’ı iyi anlayarak, toplumun realitesini onun ışığında inceledi; hastalıklarını teşhis edip tedavi çarelerini aradı. Fen bilimleri öğrenimi yapmış olması, zekâsı, müşahede kabiliyeti, kendisine realist gözlem ve tahlil yapma imkânı sağlarken, Kur’ân onun şaşmaz mihengi, daha doğrusu rehberi oluyordu. Onun içindir ki Akif realist olmakla birlikte eseri fotoğraftan ibaret değildir. Acı vâkıaya niçin ve nasıl düşüldüğünü, kurtuluş çarelerini sebepleriyle birlikte gösteren bir eser ortaya koymuştur.

Merhumu sadece bir nazım ustası, hamasî bir destan şairi bilmek, onu hiç tanımamak demektir. O, Türk milletini yükselten değerleri ve gerileten sebepleri iyice teşhis eden ve geçici olmayan çareleri gösteren bir mütefekkirdir. Akif, milletimizin ruhunun doktoru idi. Bu millet onu, hastalarının başı ucunda, mezarlıkta, meyhanede, mahalle kahvesinde, meydanlarda, cami kürsülerinde, savaş cephelerinde, meclis kürsülerinde, hâsılı bütün ıstıraplarının yanında buldu. Merhumun şahsiyetini inceleyenler onun, şairlikten başka fikir kahramanı, ruh doktoru, sosyolog ve ahlâk âbidesi bir mürşid olduğunu kabul etmek zorunda kalırlar.

Düşünen şiirin edebiyatımızda en bariz örneğini veren Akif, edebiyatın birbirine aykırı iki tatbikatını, Kur’ân-ı Kerimin bir ayetini tefsir ederek anlatır. Şuarâ sûresine adını veren bu ayetin mealini şöyle verir: “Şâirlerin arkasından ancak sapıklar gider. Görmüyor musun ki onlar her vadide dolaşıyorlar. Hem yapmadıkları şeyi söylüyorlar. Yalnız iman ederek yararlı işler yapanlarla Allah’ı sık sık hatırlayanlar; bir de zulüm gördükten sonra intikam alanlar için söz yoktur. Zulmedenler ise nasıl bir akıbete uğradıklarını anlayacaklardır” (Şuarâ sûresi, 225-227).

Ayetin tefsirini yazarken de şu açıklamaya yer verir: “Gerçekten, her vadiye dalıp çıkan, yalancılıktan başka san’at sermayesi olmayan, mevzuu tükendikçe ötekinin berikinin namusuna hücum eden, herkesin özel hayatını açmak için dilini maymuncuk gibi kullanan, bir mazmun, bir kafiye uğrunda bin hakikati, bin hikmeti kurban ediveren, bir nükte hatırı için, hatıra gelmeyecek rezilliğe kucak açan bu serserilerin etrafında daima bir sürü kopuk dolaşır ki, bunlar o herzevekillerin kustukları hezeyanları nimet kabul eder de gezdikleri yerlere saçıp dururlar! İşte gerek bu mahiyetteki şairler, gerek onların yardakçıları, mensub oldukları millet için birer musibettirler.

Din namına, ahlak namına, Allah korkusu namına kalbinde hiç bir his taşımayan; zulme, haksızlığa karşı ruhunun derinliklerinden bütün ruhu ile coşmayan şairler, hangi toplumda bol ise, Allah o toplumun belasını verecek değil, vermiş demektir!

Öyle ya, bir milletin ruhu edebiyatında, şiirlerinde görülür. İçtimaî ruhu yüksek olan bir milletin sinesinde bu gibi sefiller türese de üreyemez. Saniyen; millet fertlerinin içtimaî seviyesini yükseltmek, bununla beraber, sağlam fikirleri beliğ bir beyanın sihriyle kalblerde his haline getirmek ancak şairlerin vazifesidir. Bu vazifenin ihmali, milletin çöküşüdür.

Ayetteki intisar (Ve’ntasarû) “intikam almak” manasınadır ki burada hem hususî, hem umumîdir. Yani şair hücuma, tecavüze uğrayan kendi masum şahsiyetinin intikamını alacağı gibi, zulüm gören millet evlâdını da dil kılıcı ile müdafaa edecektir”

Görüldüğü üzere Akif bu ayet-i kerimeye dayanarak, geniş anlamda basını da içine alan edebiyata; toplumun gözü, kulağı ve konuşan lisanı olma, sağlam fikirleri belîğ, etkili bir beyanın büyüsüyle kalplerde heyecan uyandıran his haline getirme, böylece milletin içtimaî seviyesini yükseltme misyonunu tanımakta, aksi halde milletin çökeceğini söylemektedir.

İslâm Dîni, Şiirin Temizini Makbul, Murdarını Merdut Görür.

Mütefekkirimiz, temel tarihî çerçeve olarak, “şimdiki zamanı” alır. Tarih, bütün yıkıcı birikintileri ile gelip şimdiki zamana toplanmıştır. O halde, gordiyom, şimdiki zamandır. Bu kördüğüm bir kılıçla ikiye biçilmedikçe Türk İslâm milleti için bir gelecekten bahsedilemez.

O, toplumun şimdiki zamanını, çok defa tablolar halinde verir. Doğu ülkelerinin sefaleti, bir mahalle kahvesinin genel seviyeyi ifşa eden çıplak hali, kadınların durumu, genel içtimaî tembellik, bezginlik, yılgınlık ve bunun, yanlış olarak kadere atfı... bütün yaşama ve düşünce dejeneresansı ile toplum masaya yatırılır.

Fakat Akif bu realizmi, idealinin yedeğinde bulundurur ve vasıta olarak kullanır. İdeali, keskin bir ışık halinde bu realitenin üstünde durur. Şehri, insanı, sokağı, kahvesi, bütün sefaletiyle bir toplumun, şark ülkelerinin acı manzaraları ve bunu bir tarafından delip öbür tarafına geçen ve bir projektör aydınlığında gösteren bir gün ışığı, yani İslâm. Âkif ’in şiirini, belli bir dönemde, belli bir topluluğun tarihî, sosyolojik realitesiyle, o toplumun temel değerlerinin bütünü olan İslâm karşısındaki durumu, işte bu iki unsur kurar: İslâm ve realite. İşte bu iki kelime Akif ’in bütün şiirini özetler.

İmdi Akif ’in:
Hani Kur’ân’daki ruhun şu heyulada izi?
Nasıl İslâm ile birleştiririz kendimizi!

diyerek yakındığı, Kur’ân ruhundan uzaklaşmış, aslî lisanıyla onu anlama imkânından da mahrum olan cemiyetimiz, Kur’ân’ın hidayetinden nasıl faydalanabilir? O, Eşref Edip Bey’in teşebbüsüyle kurulan ve önemli âlim ve yazarların gayreti ile çıkarılan Sebilü’r-reşad dergisi ile bu gayeye hizmete yönelmiştir.

Sebilü’r-reşad dergisinin başyazarı Mehmed Akif idi. Derginin yayın kurulu 1912’de yaptığı bir toplantıda başlıca bölümlerin kimler tarafından yazılacağını ihtisasa göre belirledi. Tefsir kısmı hakkında üyelerden Halim Sabit, M. Akif ’in yapmasını teklif etti. O, “Bu benim işim değil. Bu ağır yükü bana yüklemeyiniz. Onun kavaid ve usulü var ki benim o konularda uzmanlığım yok” diye özür beyan etti. Halim Sabit: “Daha iyi ya! Biz de öyle istiyoruz. Kavaid ve bilgi naklinden ziyade, doğrudan doğruya Kur’ân’dan anladığınızı, duyduğunuzu yazınız. Ayetlerin size ilhamları, bizce en mükemmel tefsirdir.” Sonuçta ittifak karşısında kabul etmeye mecbur kaldı. Bu samimi özrü onun tevazuundan ileri geliyordu. Liyakati elbette vardı. Celaleyn tefsirini yanından hiç eksik etmediğini, Kelam-ı kadim gibi okuduğunu, şimdiye kadar on sekiz defa hatmedip şimdi on dokuzuncu hatme devam etmekte olduğunu kendisi ifade etmiştir. “Tefsir-i Şerif ” başlığını taşıyan ve her birinde o günün hadiseleriyle ilgili bir veya birkaç ayetin ele alınıp açıklandığı bu yazılar 1912-1919 yılları arasında çıkmış olup hepsi elli altı makaledir.

Sebîlü’r-reşâd 24 Şubat 1327 (1912) tarihli ilk sayısında, derginin her nüshasının baş kısmında Kur’ân-ı Kerim tefsirine yer vereceğini belirterek, tefsiri şu usûlle yapacağını bildiriyor: Sebîlü’r-reşâd İslâmî bir dergi olduğundan, İslâmî ilimlerin esas rüknü olan tefsîr-i şerife, ilmî kısmın birinci babı tahsis edilmiştir. Kütüphanelerimizde Arapça, Türkçe, Farsça hatta daha başka lisanlarda yazılmış güzel tefsirler çokça bulunduğundan bunları olduğu gibi nakletmekte fazla bir faide görmüyoruz. Arzu eden, onları istediği yerde okuyabilir. Bundan ötürü, derginin hususî mesleği bakımından, yayınlanacak olan tefsir eserlerinde, imkân nisbetinde şu hususiyetlerden birine riayet etmek istiyoruz:

1- İlim ve tekniğe, tarihe, içtimaî hayatımıza ve maişetimize temas eden bazı ayetler söz konusu edilerek, dirayet ve rivayet yönünden mütalaa edilecek ve sair lisanlarca bu yolda yazılan tefsir eserlerinin önemli görülen ve belirttiğimiz noktalara uyan yerleri tercüme olunacaktır.

İ’râb ve binadan, dilbilgisi tahlillerinden bahsetmek için mecmuamızın hacmi müsait bulunmadığından, yazılacak makalelerde, mümkün mertebe, ulûm-i arabiyyenin nazariyatından sarf-ı nazar ile amelî (pratik) neticeler üzerinde i’mâl-i fıkr edilecektir.

Hangi ilmî vasıta ile olursa olsun, önce, ayetten anlaşılan yüce meal yazılarak, ibare ve işaretinin, delâlet ve iktizasının belîğ irşadlarına dayanarak, zaman ve zeminin icabatına göre, genel İslâmî durumlar hakkında fikir ve mütalaalar yürütülecektir.

2- Tefsir metotları ve bu sahada yazılan eserler, Tefsir ilminin kısımları, Tefsir tarihi, müfessirlerin hayatları ve Tefsir usûlleri hakkında inceleme yapılacaktır.

3- Zamanımızda, tefsir öğreniminin hayli gerilediği malumdur. Âdeta Kur’ân-ı Kerimi bilmek, anlamak ehemmiyetsiz, faydasız bir iş gibi telâkki olunmaya başlamıştır. Ortada, Kur’ân-ı Kerim artık anlaşılmış, -hâşâ- daha bilinecek bir yeri kalmamış gibi bir batıl zan türemiştir. Bir mantık kitabı ile senelerce uğraşıldığı halde, medrese talebelerinin Celaleyn malumatı kadar olsun, tefsirden nasipsiz oluşu, şüphesiz pek büyük bir kusurdur. Bu sebeplerden ötürü mecmuamız, Tefsir ilminin ihya edilmesine çalışacak, mekteb ve medreselerimizde okutulmasına teşvikten geri durmayacaktır.”

Bu açıklamada önem verilen ve dergide uygulanan noktaları göz önüne alacak olursak, tefsirde arzulanan hususların şunlar olduğunu görürüz: İlim ve tekniğe, tarihe, toplum hayatına temas eden ayetler üzerinde özellikle durulacak, daha ziyade pratik neticeler hedef alınacak, ayetlerin belîğ ve etkili irşadlarına dayanarak zaman ve zeminin gereğine göre, genel İslâmî meseleler hakkında değerlendirmeler yapılacak, iyileştirme çareleri aranacaktır. Bu ana hedef doğrultusunda, Kur’ân kültürünü topluma mal etmek ve tefsir ilmini ihya etmek için, mektep ve medreselerde tefsir ilminin okutulması teşvik edilecektir.

Şimdi alıştığımız bu tefsir tarzı, o zaman için ciddî bir yenilik oluyordu. “İçtimaî tefsir” diye adlandırılan bu tefsir metodu, böylece memleketimize de giriyordu. Bu tefsir tarzı, üç beş sene önce Mısır’da ortaya çıkan Tefsîru’l-Menâr’da tatbik edilmişti. Mehmed Akif ’in, bu tefsir çığırını açan Muhammed Abduh’dan istifade ettiği aşikârdır. Kendisi de İslâm’ı ve Müslümanları değerlendirme ve İslâm ümmetini, Kur’ân’dan hareket ederek ıslah etme hususunda, M. Abduh ile büyük ölçüde hemfikirdi. Fakat genel temayüldeki bu ittifak, tafsilata girilmesi halinde farklılaşabilir. Nitekim M. Abduh’un açtığı bu tefsir çığırı, neş’et ettiği yer olan Mısır’da bile değişik süreçler takib etmiş, aynı Üstaddan yola çıkan farklı müellifler, geniş bir fikir yelpazesi teşkil etmişlerdir. Mesela, Bir tarafta tavizsiz Sünni anlayış temsilcilerinden Hasan el-Benna, bir tarafta Kur’ân hakkındaki bazı telakkileri büyük tepkiler alan Emin el-Huli ve Muhammed Halefullah ve öteki uçta Batılılaşma akımının aşırı temsilcilerinden Taha Hüseyin, başka birçokları arasında zikr edilebilir. Akif de onun müsbet fikirlerinden yararlanmış, hatalarını savunmamıştır.

Akif felaketler devrinin çocuğu idi. Üç kıt’aya yayılmış, Akdeniz’i bir Türk gölü haline getirmiş ve dünyada; kuvvetiyle, ilmiyle, adaleti ve insanlığı ile denge unsuru olmuş büyük bir devletin hayatının sonbaharında dünyaya gelmişti. Bu medeniyetin unsurları olan marifet, fazilet, emr-i maruf nehy-i münker (iyiliği yayma, kötülükten sakındırma), mes’ûliyet, haya, diğergâmlık, fedakârlık, iffet, azim... gibi meziyetler ve onların peşinden yurt köşeleri, birer birer, kış habercisi rüzgârlara tutulmuş kuru hazan yaprakları misali uçuşuyor, kayboluyordu. Zengin bir asilin beş parasız kalıp görgüsüz dünkü hizmetçilerine muhtaç olması veya âlimin, cahillerin oyuncağı olmasındaki trajedi yaşanıyordu. Hatta bundan da fazla bir musibet vardı: Düşmanlarımız, bizi bu zillet içinde yaşatmayı bile çok görüyorlar, hayat hakkı da tanımak istemiyorlardı. Kendisini bu millete mensup bilen herkes, bu acıyı kalbinde hissediyordu. Etkilenmeyenler, M. Akif ’in, “Hay sıkılmaz! Ağlamazsan, bari gülmekten utan!” dediği, sadece pek cüz’î bir istisna teşkil eden bazı soysuzlar idi.

Milletin bu hale gelmesi, Kur’ân’ın hayat veren ruhundan ve buyruklarından uzaklaşmasından ileri gelmişti. Kur’ân’ın toplumu ıslah eden prensiplerini tatbik etmeyen Müslüman, onu mezarlık kitabı, tefeül, muska veya mûsikî vasıtası haline getirmiştir. Kendisinin batması neyse, Kur’ân’ı da elinden bırakmadığı için batarken onu da beraber batırıyordu. Hâlbuki Kur’ân, mezarlıkta en çok okunan Yâsîn sûresinde, misyonunun “diri olan, yaşayan her bir insanı uyarmak, irşad etmek” olduğunu bildiriyordu. Ama cemaat bunu anlamıyor, hissetmiyordu. Daha doğrusu unutmuştu. Çünkü milletimizin bunu bildiği devirler olmuştu. Ashab-ı kiramı harekete geçirerek onlara, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük fütuhatını yaptıran, çeyrek asır kadar bir zamanda doğuda Hindistan’a, batıda İspanya’ya, kuzeyde Azerbaycan’a kadar götüren, Kur’ân değil miydi? Eski düşmanlarını, uğrunda canlarını seve seve verdirecek kadar kendisine bağlayan, Kur’ân ahlâk, adalet ve fazileti değil miydi? Muarızlarına bile kendisini kabul ettiren İslâm medeniyetinin Güneşi Kur’ân olmamış mıydı? (Mesela E. Renan şöyle der: “Bir medeniyetin değeri, yaratıcılığında, ilim ve sanat hayatına kattığı zenginliklerde, gerçekleştirdiği refah ve içtimaî adalette ise, İslâmlığı, bilhassa ilk beş asrında ve yer yer 18. asra kadar, dünya tarihinin en parlak devirleri arasında görmek icabeder”)

Evet, elbette bunları gerçekleştiren, Kur’ân’dı. Cemiyet, gidişatıyla bunu unutmuş olsa bile, Akif ’in de içinde bulunduğu az sayıdaki Müslüman biliyordu. O, Mushaf-ı şerifi hatim indirmek için değil, mânasını anlamak, imanlı, amel-i salihli, hak ve hakikati bilen ve onu uygulamak için sebat gösteren “Müslüman” olmak için okuyordu, inceliyordu.

Kur’ân-ı Kerim’e olan sevgisi ileri derecede olduğundan ve özellikle onunla irtibatı pek kuvvetli olduğundan, nadiren rastlanacak bir durum olarak, onun Kur’ân’ı hıfz etme işine Üniversite öğrencisi olduğu sırada başladığını görüyoruz. Yetiştiği devrin en yüksek seviyede fen bilimlerinin öğretildiği kurumlardan biri olup şimdiki Veteriner Fakültesine tekabül eden “Yüksek Baytarlık Mektebi”nde okurken, Fransızca ders kitapları, laboratuar uygulamaları arasında, yirmi yaşlarında, her gün birkaç sayfa ezberleyerek hıfza teşebbüs ettiğini görüyoruz. Vefatından birkaç ay önce hasta yatağında bu konuyu bir dostu kendisine şöylece sormuştu: “Sizin kuvvetli bir “hafız” olduğunuz pek bilinmez. Kur’ân-ı Kerim’i Baytar Mektebi’ni bitirdikten sonra ezberlediğiniz söyleniyor. Hafızlık umumiyetle küçük yaşlarda elde edilebilir. O yaşta sizin için zor olmamış mıydı?” Mehmed Akif şöyle cevap vermişti: “Yüksek tahsili bitirdikten sonra hafız oldum. Fakat ondan evvel Kur’ân’ı okuya okuya gayet pişkin bir hale getirdiğim için zaten hıfz ile aramızda bir mesafe yoktu. Az bir müddet içinde Kur’ân’ı ezberleyiverdim”6 . O, öğrenciliği sırasında ezberlemekle yetinmiyor, Kur’ân’ın, müslümanın fikir ve duygu hayatında alması gereken yüksek mevkiyi “Kur’ân’a Hitap” tarzındaki şiirleri ile dile getiriyordu. Üniversiteyi birincilikle bitirdikten sonra Adana’da resmi göreve tayin edilmiş, orada hafızlığını tamamlamış, daha sonra İstanbul Kirazlı Mescid’de mukabele okuyarak da hıfzını cemaatle paylaşmıştır

Peygamberinin (a.s) bildirmesiyle M. Akif şunu öğrenmişti: Kur’ân, Allah’ın, insan üzerindeki bir hüccetidir, direktifidir ki ona uyanı kurtarır, mutlu eder, aykırı yol tutanı ise özürsüz hale getirir. M. Akif, yine O’nun hadis-i şerifine tabi olarak Kur’ân’ı, “Rabbinin mahlûkuna gönderdiği bir mektup” bildi. Onu tebliğ eden Hz. Peygamberden, Cibrîl’den, hatta bu kelamın ezeli sahibi olan Allah Teala’dan işitiyor gibi dinledi. Hz. Peygamberden sonra, sanki yeryüzünde yalnız kendisine gönderilmiş gibi okudu. Böylece Kur’ân’ın bin üç yüz seneden fazla bir zaman boyunca dünyayı niçin ihtizaza getirdiğinin sebebini daha iyi anladı. Kur’ân âlimlerinin izah ettikleri i’caz nevilerinden “Kur’ân’ın her asırda taze kalması” meselesinin sırrına erdi. Anladı ki -Peygamber Efendimizin mübarek beyanları ile- “Kelamullah ile kelam-ı beşer arasındaki fark, Halık ile mahlûk arasındaki fark gibidir”. Allah Teala’nın her şeyi ihata eden ilminden geldiğinden ötürü Kur’ân, bütün devirlerin mürşididir. Ezelden geldiği için ebede gidecektir. Allah nasıl ölmeyen Diri (Hayy) ise, hayat veren Muhyî ise kelamı da, O’nun ebedî hayatının tecellilerine mazhar olarak, ruhlara hayat üfleyecektir.

Kur’ân-ı Kerimi bu halet içinde okuma, Akif ’in dünyasını altüst etti. Sonra da her köşesini yerli yerine yerleştirdi. Kükremek gereken yerde onu bir volkan haline getirdi. Zaten sayısız felaketlerle ciğeri yanan Üstad küfre, zulme, haksızlığa, duygusuzluğa, hayasızlığa, gayri meşru kazanmaya, şahsiyetsizliğe karşı yanardağ gibi püskürdü, âteşin lâvlarıyla ruhlardaki kirleri yakıp kül etti. Kadirşinaslık gerektiğinde, haklı övgü ve takdirleriyle, din ve millet için fedakârlıkta bulunanları, mümkün olan en mükemmel şekilde yüceltti: Kâbe-yi muazzamayı onun başına mezar taşı, yedi kandilli Süreyyayı ona kandil, gök kubbeyi ona örtü ve Çanakkale şehitlerini Bedr’in arslanlarına refik yapıp aziz Peygamberin âğuşuna teslim etti. Her tarafından şehid fışkıracak yurdu bir cennet, bu milletin imanını üstün teknolojiye karşı koyan bir serhad yaptı. İtmi’nan ve sükûn makamında Gece, Secde tarzında şiirler terennüm etti. Rabbine hitab ederek:

Bütün kandillerin tehlîle dalmışlar... Şaşırdım ben:
Nasıl ma’bed ki sun’un, sermedi bir secde gök kubben!
Nasıl dursun, benim bîçare gölgem, Sen’den ayrılmış!
Güneşlerden değil ya Rab, Sen’in sinenden ayrılmış!
Henüz yâdımdadır bezminde medhûş olduğum demler;
dedi, mâsivâdan çıkıp ilahi vuslata erdi.

Tevazu gereken yerde tevazu kahramanı oldu. Örnek hayatını “Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder!” yaptı. Eserleri hakkında:

“Şi’r için gözyaşı derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım!</EM<”

Kur’ân, Akif ’i uyandırdı. O da: “Ey örtülerine bürünen! Ayağa kalk ve etrafını Kur’ân’la uyar!”8 hitabından hissesini aldı. Yol kavşağında durup, kollarını makas gibi açarak gür sadasıyla kalabalıkları durdurmaya çalıştı. “Bu millet için Kur’ân yolundan başka yol yoktur!” diye haykırıp gerekçelerini güzelce ifade etti:

Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı

Bununla beraber Mehmed Akif ’in değerlendirmesine göre toplumumuz bir müddetten beri Kur’ân’ı gereği gibi ele almıyordu. Kur’ân’a büyük saygı duyan Türk milleti ile onun arasına adeta sisler ve bulutlar girmişti. Halkımızın ekserisi Kur’ân dili olan Arapça’yı bilmiyordu. Kur’ân’ı açıklamak için yazılan tefsir kitapları genel olarak Arap dilinde idi ve geniş kitlenin istifadesinden ziyade, yüksek bir ilmi seviyeye ve seçkin bir ilim ehline hitab ediyordu. Bu tefsirlerin çoğu eski dönemde yazılmış olmak itibarıyla toplumun şimdiki ihtiyaçlarına cevap vermede sınırlı kalıyordu. Toplumun Kur’ân kaynağından beslenmesini sağlayacak kanallarda tıkanıklık baş göstermişti. Dolayısıyla eğitimsizlik, gaflet, “nasıl olsa biz Kur’ân’ı okuyor ve biliyoruz” şeklindeki kanıksama, bu rehberden layıkıyla faydalanmaya mani oluyordu. Onun için, gür bir sesle milletimize hitap ederek Kur’ân anlayışımızı gözden geçirmeye davet etmiştir:

İnmemiştir hele Kur’ân, şunu hakkıyla bilin:
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!

Kur’ân tercümesi hazırlama talebini kabul etmesi de, toplumumuzun Kur’ân-ı Kerim’in hidayetiyle içli dışlı olma ihtiyacına cevap vermek için olmuştur. Milletimizin Türkçe olarak hazırlanacak yeni bir Kur’ân tefsirine ihtiyacı 1925 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülmüş bunun giderilmesi kararlaştırılmış ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na bu görev verilmişti. Başkan Rifat (Börekçi) ile yardımcısı Ahmed Hamdi Akseki’nin ricalarıyla Tefsir, Elmalılı Muhammed Hamdi (Yazır)’ın uhdesine verilmişti. Mehmed Akif de ısrar ve ricalardan sonra, bu tefsir içinde yer alması ve “Meal” tarzında olması şartıyla tercümeyi kabul etmiş, Diyanet İşleri Başkanlığı ile sözleşme imzaladıktan az sonra Mısır’a gitmişti. Bu meal ile ilgili çok şey söylenip yazılmıştır. Fakat sonuç itibarıyla anlaşıldığına göre Mehmed Akif beş yıl süren çalışma ile Meal-i Şerif ’i dikkatle hazırlamış, tamamlamıştır. 17 Aralık 1929’da yazdığı mektupta: “Tercüme bitti ama tebyizi (temize çekilmesi) bitmedi. Bakalım o mu benden evvel bitecek, yoksa ben mi ondan evvel biteceğim?” ifadesinde bu durum açıkça görülmektedir. Fakat Eşref Edip (Fergan)’a yazdığı 5 Ocak 1931 tarihli mektupta tercümeyi bitirdiğini fakat göndermekten vazgeçtiğini, Diyanet İşleri Başkanlığı ile yaptığı sözleşmeyi de fesh etmek istediğini, bu konuda onun yardımcı olmasını şu ifadesiyle istemiştir: “Kur’ân tercümesinin Hamdi Efendi Hoca’ya devri için, nasıl bir kâğıda yazmak lazımsa, yazın da suretini bana gönderin imza edeyim. Nereden tasdik ettirilecek ise, ettireyim diye evvelce yazmıştım. Sen hiç aldırmadın. Sen şimdi yine ondan bahs ediyorsun. Bu işi ihmal etme. Sonra çok müşkil vaziyette kalırız”.9 Bunun üzerine meal, Hamdi Efendi tarafından yazılmıştır. Mehmed Akif, Mealini göndermemesinin sebebini belirtmiyor. Fakat bunun kuvvetle muhtemel görülen sebebinin, o sıralarda camilerde Kur’ân tercümesiyle namaz kıldırma teşebbüsleri olup hazırladığı mükemmel mealin bu yanlış uygulamaya alet edilebileceği olduğu kanaati yaygındır.

Eşref Edip 1932’de Mısır’a M. Akif ’i ziyarete gittiğinde bu Mealin tamamını okumuş olarak şunları yazmıştır: “O ne sadelik, ne ahenk! Ayetler arasındaki irtibatı muhafaza hususunda öyle büyük kudret göstermiş ki, bütün bir sureyi okursunuz da hiçbir ayetin başında veya sonunda ufak bir irtibatsızlık göremezsiniz. Müfessirler ayetler arasında irtibat ve münasebeti anlatmak için sahifeler dolusu izahatta bulunurlar. Üstad ise bu irtibatı, fiilen o suretle yapmış ki, bir ayetin bitip diğer ayetin başladığının farkında bile olmazsınız. Bir şiir gibi senelerce üzerinde işlenmiş, hiçbir tarafında, hiçbir noktasında bir pürüz kalmamış. Su gibi akıyor. (…) O vakit tamamıyla kanaatim kesinleşti ki “Yeryüzünde Akif ’ten başka o selaset ve kuvvette Kur’ân’ı Türkçeye tercüme edebilecek hiç kimse yoktur” diyen Süleyman Nazif tamamıyla haklıdır”
 
Üstad Akif, yapılacak ilk işin cehaletten kurtulup ilim sahibi olmak gerektiğine inanır. Kur'ân-ı Kerim’in bu konudaki "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 39/9) mealindeki ayetini, bir manzumesinin başlığı yapar. Ayet-i kerime bütün zamanlarla olduğu gibi kendi devri ile de yeni nazil olmuşçasına iletişim içindedir. Kur'ân, Akif ’in hayatına girmiş, onunla içice olmuştur; devamlı surette ona hitab etmekte, cevaplar istemektedir. O da mesele üzerinde etraflıca düşünüp cevap vermekte, maksadını tefsir ederek, anlayışı ve duyuşu kıt olanların bile anlayacağı şekle getirerek yazmaktadır. Ayetin, bilenin bilmeyenden farklı olduğunu bildirmesinden, bilmeyenin hayvana benzetildiği sonucunu çıkarıyor, öyle yorumluyor. Çünkü insanla hayvan arasındaki başlıca fark, ilimdir. Öyle ise bilmeyenlerin, bu hayvanlıktan kurtulması icab eder. Aksi halde bilenler kendilerine hükmedecek, onları çalıştıracak, yüke koşacaktır. Bu cehalet, İslâm güneşinin de ışığını geçirmesine mani olan koyu bulutlar yığmıştır. Cahiller ille de felakete gideceklerse, hiç değilse Allah’tan utanıp dinlemedikleri İslâm’ı da beraberlerinde batırmamalıdırlar. Fakat, heyhat! Bu anlayış da yine ilim sayesinde olabilir. Cahil onun da farkında değildir.

"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"
Olmaz ya! Tabiî... Biri insan, biri hayvan!1

diye başlayan bölümde, cehaletten kurtulmanın şart olduğunu haykırır. Üstad burada "Allah’ı layıkıyla tazim edip O’na saygı duyanlar, âlimlerdir” (Fâtır, 35/27) mealindeki ayet kabilinden bazı naslara telmih etmektedir.

Mehmed Akif ’in tefsiri konusunda şu önemli gerçekleri unutmamak gerekir: Bir nebze işaret ettiğimiz üzere, onun tefsiri, serbest bir tefsirdir. Gayesi, bir çok tefsir kitabında bulduğumuz lafız tahlilleri değildir. Zira bunların yeri başkadır. Önemsemediğinden değil, ancak makam münasip olmadığından ve zaten o ihtiyaç başka eserlerle giderildiğinden bunlara yer vermez. Onun esas gayesi, Kur'ân’ın hidayetini, etkin bir tarzda millete mal etmektir. Bundan ötürü ayetin gah maksadını, gah semeresini ve neticesini gösterir. Bazen zıddını bildirir, yani bu durumun olmaması halinde ortaya çıkacak vaziyeti bildirir. Bazen misalini, benzer bir durumunu bildirmek suretiyle ayeti açıklar. Aşikârdır ki bütün bu yollar, tefsir nevilerine dahildir. Bunları, şiirin füsünkâr, büyüleyici tesiriyle, balmumu gibi şekil verdiği aruz ve kafiye âhengiyle müşahhas olarak sergiler. Tabloya bir de hareket unsuru katmakla muhatabın aklına ve kalbine, hayaline ve hissine hitab ederek onu tam bir etki altına alır. İfadesinde kullandığı unsurlar, verilen misaller, realiteden alındığından, okuyucuya da ayetin, sanki şimdi nazil olduğunu hissettirir.

Mehmed Akif, Kur'ân’ın, bir başka şiirine başlık yaptığı "Siz iyiliği emreder, kötülüğü meneder, Allah’a inanır olduğunuzdan, insanların hayrı için meydana çıkarılmış en hayırlı bir milletsiniz" (Al-i İmran, 3/110) mealindeki ayetini tekrar tekrar okur. Kur'ân’ın, Müslümanlardan, hangi vasıflarla bezenmelerini istediğini öğrenir. Saadeti, bu vasıflara bağladığını düşünür. Sonra prensibin güzelliğini bildirmekle yetinmeyip, kabil-i tatbik olduğunu anlatmak için Asr-ı saadetten, İslâm tarihinin ilk neslinden başlayarak bu evsafta olan Müslümanların, tarih içinde yaşayışlarıyla, defalarca bu gerçeği ispatlayan tabloları göz önünde canlandırır. Müteakiben düşüş ve çöküş sebeplerini inceler. Sebebinin, Kur'ân’ın istediği o meziyetleri terkedip, aksine tehlikeyi haber verip sakındırdığı halde yasakladığı işleri yapmamızda olduğunu anlar. Müslümanlar, Kur'ân’dan aldıkları feyizle, tarihleri dehşete düşürecek pek sür'atli bir gelişme göstermişlerdi. Dinimiz, ahlâkımız, ilmimiz, kuvvetle birlikte olan adaletimiz, ihsanımız vardı. Bunun sebebi Allah’ın, Müslümanları, insanların faydası için, onlara numune yapmak iradesidir. Bu örnek olmayı sağlayan, emr-i maruf nehy-i münker (iyiliği yayma, kötülüğü önleme) prensibidir. Bunun da kaynaklandığı menba, Allah’a gerçek surette imanlarıdır.

Son devirde Müslümanlar, cemiyeti sarsan, yıkan, çürüten fesat unsurları kol gezerken, "Her koyun kendi bacağından asılır" diye nemelazımcılığa düştüklerinden gerilediler. İyilerimiz, artık görüp de aldırmayanlar oldu. Sözüm ona "hoşgörü" sahibi olan tipler övüldü. Yanlış bir müsamaha zihniyeti yayıldı. Yanlış, çünkü müsamaha, yapıcı bir sonuca götürürse övülmeye layıktır; halbuki bu durumda sonuç toplumun zararıdır. Çünkü bu müsamaha hakikatsizdir, sahtedir. Böyle oluşunun delili de şudur ki: Kendisinin şahsına ait en ufak bir menfaati zedelenirse, mesela maaşı verilmez veya geciktirilirse ortalığı velveleye verir. Ama milletin menfaati heder olurken, cemiyetin günden güne batışı karşısında "hoşgörülü" olur. Bu, müsamaha değil, umursamazlıktır. Toplumun çöküşünü, sahte bir dindar tavrı ile: "Ne yapalım, Allah böyle takdir etmiş!" diyerek geçiştirirken, kendisinin tüyüne zarar gelmesi halinde arslan kesilir. Bu, milleti düşünmek değil, tevekkül değil, sahtekârlıktır, edepsizliktir.

Manzumede bu fikirlere yer veren Akif, böylece ayeti tefsir etmektedir.

Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyaya milliyyet nedir öğretmişiz!2

diye başlayan bölümde bu fikirleri vurgular.

Toplumda kötülüklerin yayılması, ekseriya birtakım yarı doğrularla kamufle edilmek suretiyle olur. Mesela hayâsızlık, yıkıcı fikirler neşredenler "hür basının" lüzumundan dem vururlar. "Her şey serbest olsun, halkımız iyiyi kötüden ayırdeder. Zaten iyi ve kötü konusunda herkes için geçerli objektif kıstaslar tesbit etmek mümkün değildir. Hepsinin serbest olması, basına tahdit getirilmesinden daha yararlıdır. Sonra, zararlı bile olsa, onu da tanıtmalı ki millet ders alsın, ondan kaçınsın vs." derler. Halbuki hürriyet adına, milleti ayakta tutan rükünleri yıkmak doğru mudur? Milletin iffet ve hayâ duygusunu köreltmekle basın özgürlüğü, gerçek tenkid, emr-i maruf, neyh-i münker arasında ne münasebet vardır; Allah’ın gönderdiği ve milletin tamamına yakın bir ekseriyetinin kabul ettiği ve bin yıllık tarihi boyunca kimliğini kendisinden aldığı, uğrunda yüz binlerce şehid verdiği İslâm’ı tanıtmak bazılarına göre "din propagandası, vicdanlara baskı, dîni siyasete alet etmek, irtica, taassup" oluyor. Ama Müslüman milletin vergileriyle yapılan okullarda dinlerini öğretmemek, öğretmek isteyen hususi okullara da müsaade etmemek, din hürriyetini ortadan kaldırmak olmuyor. Şahıslara hakaret zulüm sayılıyor da, milletin mukaddes bildiği dinî esaslarla alay etmek, fikir özgürlüğünün himayesinde kabul ediliyor.

İşte böylece, toplumda insanları bir fikre, bir tutuma, bir teşebbüse çağıran herkes hamiyyet ehli görünür. Millet, hürriyet, müsamaha, demokrasi, çağdaşlık gibi masum bir siper arkasına saklanır. Halbuki tarihte ve devrimizde vaki olan bir çok tecrübe ile anlaşılmıştır ki zararlı zihniyetler, insanları, dış yüzlerindeki yaldızlarla aldatmışlardır. Yıkıcı olan hiç bir kimse: "Ben müfsidim, bozmak istiyorum" demez. Öyle ise millete düşen, dikkatli, basiretli, uyanık ve bilgili olmaktır. Piyasada dolaşan altınları mihenge vurmaktır. Veya yol gösteren âlimlere kulak vermektir. Sadece iddialara, yaldızlara, sloganlara kanmamaktır. Zira desîseleriyle, planlarıyla, kızarmaz yüzleriyle sûret-i haktan görünen çok kundakçılar, kuzu postuna bürünen çok kurtlar vardır.

Böylece, gayesiz bir düşünce ile ecnebileri körü körüne taklid ederek mevcut olan birçok değerimizi yıkmışız. Yıkmadık bir aile, bir de din kaldı. Şimdiye kadarki yıkılışlarımız, azim ve ciddiyetle tamir edilebilir. Ama Allah korusun, ailenin iffet ve hayâsı giderilirse, millet dinden uzaklaştırılırsa, artık varlığımız devam edemez. Bozguncu, kendi namusundan cömertlik ederse, ne hali varsa görsün, fakat milleti o yöne götüremez. Zira aile fıtrîdir, tabiata karşı çıkılamaz. Dinsiz milletin yaşaması mümkün değildir. Batıl dinlere mensup cemiyetlerde bile dinsizler, yok hükmünde çok küçük bir istisna teşkil ederler. İlim ve teknikte ilerlemek, dinsizlik için bahane yapılamaz. Zira Batının maddeten ilerlemiş milletleri dinlerine fazlasıyla bağlıdırlar. Aziz milletimiz, siz onların bilimsellik iddialarına aldanmayın, biz onların bilimlerini pek iyi biliriz: O da kendi Şark medeniyetimize bakmamak, Batıyı da bilmemektir. Üstad Akif, naklettiğimiz bu değerlendirmelerini, bir ayetin tefsiri mahiyetinde, müfsid münafıklardan başka kimsenin rahatsız olmayacağı, oldukça heyecanlı ve millet adına öfkeli bir üslupla dile getirir. Manzumenin başlığı olan ayetin meali şöyledir: "Onlara: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın!’ denildiği zaman, ‘Biz ıslahtan başka bir şey yapmıyoruz!’ derler. Gözünü aç, iyi bil ki: ‘Onlar yok mu, işte asıl müfsitler onlardır!’ lakin farkında değiller." (Bakara, 2/11-12).

Bir yığın kundakçıdan yangın görenler milleti,
Şimdi inmiş zanneder mutlak şu müthiş ayeti!3

Ûstad Mehmed Akif ’in Kur'ân anlayışını bu mahdut çerçeveye sığdırmak pek zor. O, bu tefsirlerini Sırât-ı müstakim, Sebîlü'r-reşâd haftalık dergilerinin "Tefsir" sahifelerinde, cami kürsülerinde, gerek Meşrutiyetten sonra İstanbul’da, gerek 1920'den itibaren İstiklal mücadelesi için göçtüğü Anadolu’da ve Safahât'ının birçok manzumesinde ifade etmiştir. Tesbit ve tahlil ettiğimiz notlarımız pek çoktur. Fakat daha fazla uzatmamak için, oldukça orijinal bulduğumuz son bir tefsir örneği ile yazımıza son vermek istiyoruz.

Balkan faciasından sonra Mehmed Akif, Safahât'ın 3. kitabı olan "Hakkın Sesleri" bölümünün ilk manzumesini 27 Aralık 1913'te yazmıştı. Bu manzume Âl-i İmran sûresinden mülhem olup Akif tarafından verilmiş olan meali şöyledir: "(Yâ Muhammed!) de ki: Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, Sen mülkü dilediğinin elinden alırsın. Sen dilediğini aziz kılarsın, Sen dilediğini zelil edersin. Hayır yalnız Senin elindedir. Sen, hiç şüphe yok ki her şeye kadirsin" (Al-i İmran, 3/26). O, bu şiiri ile, ayetin tefsiri mahiyetinde olan vaazında, bu ayet ile, ona zıt gibi görünen: "Hakikaten, insan için, kendi çalışmasıyla kazandığından başkası yoktur" (Necm, 53/39) ayetinin bildirdiği gerçeği bağdaştırmaya çalışmaktadır.

Bu faciadan sonra Üstad yerinde duramaz olmuş, milleti uyarmak için faaliyete girmiş ve bu arada cami kürsülerinde vaaza da teşebbüs etmişti. Bunlardan Fatih camiindeki vaaz, en müessir ve en kapsamlısı olduğundan onun üzerinde duracağız4. Bu vaaz esnasında yaptığı tefsir, şu özellikleri sebebiyle, herhangi bir tefsirden daha geniş boyutlar kazanmıştı:

1- Şiir ve vaaz, büyük bir acının içinden dile gelmişti. Binaenaleyh duyarak, bütün samimiyetiyle, yapmacıktan uzak olarak kaleme alındığından pek belîğ ve etkili olmuştur.

2- Manzume bizzat Mehmed Akif tarafından okunduğundan, müellif, kendi iç dünyasını, vurguları, jestleri, mimikleri ile başka herhangi birinden daha çok ifade edebilmiştir.

3- Cemaat, bu hitabeyi bir cuma namazını müteakip camideki ruhanî hava içinde dinlemişti. Muhataplar müştak idiler. İhtiyacını hisseden iştiyaklı bir topluluğa hitab etmek, hatibi coşturup feyzini artırır.

4- Müfessir hatîb ile muhataplar arasında tam bir iletişim hâsıl olmuştu. İnsibağ sırrı ile cemaatin birbirinden aldığı feyz, onları rûhanîleştirmişti.

5- Vaazın birinci kısmı manzum idi. Şiir ve nazmın füsünkâr tesirini haiz idi. Akif, manzumeyi:

Cihan kanun-i sa'yin bak nasıl bir hisle münkadı
Ne yaptın? ‘Leyse li'l-insani illâ mâ seâ’ vardı?

diye tamamladıktan sonra huzû içinde titredi. Hafif, titrek bir sesle: "Eveet... ‘Ve en leyse li'l-insâni illâ mâ seâ’ vardı!" hakikatini tekrar ettikten sonra şu şekilde vaaza başladı:

"İnsan için ne bu dünyada, ne öteki dünyada kendi çalışmalarının veriminden, kendi kazancından başka bir şey yok. İnsan ne ekerse onu biçiyor. Ekmeden biçmek olmuyor. (...)"

"Demek, o deminki feryatların hepsi beyhude imiş! Öyle ya kime duyuracaksın? ‘Yer pek, gök yüksek!’ Aczin figanına karşı bütün kâinat hissiz, bütün mevcudat duygusuz! Ya sen ne istiyordun? Baksana, hem aczinden dem vuruyorsun, hem koca kâinatı keyfine râm etmek ümidine düşüyorsun!" (...)

Zerrelerden seyyarelere kadar bütün kâinat iştedir (...) "Biz tutmuş da mahlûkattan bahsediyoruz. Halık yok mu, Halık? İşte O da, keyfiyetini, suretini tasavvur edemeyeceğimiz bir faaliyetle kâinatı idare edip duruyor! Allahu zülcelal her an bu kâinata hayat veriyor, her an bir şan, bir hadise vücuda getiriyor.5"

Öyle ise sana emeksizce yaşamak, çalışmaksızın nail-i meram olmak hakkını, böyle bir ümidi kim veriyor? Müslümanlık galiba? Belki. Öyle ya, Müslümanlar Allah’ın sevgili kullarıdır! İyi amma işte görüyorsun ki, bu âlemde, bu âlem-i fıtratta, bu âlem-i tabiatta hiç sükûn yok. Müslümanlık ise fıtrat dinidir, belki fıtratın kendisidir. Allah: “O halde, gerçek Müslüman olarak özünü, dosdoğru dine, Allah’ın fıtratına yönelt! İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bunu bilmezler” (Rum, 30/30) Lakin çoğu gafildirler de o pak dinin içine, birtakım fıtrata aykırı hükümler karıştırıyorlar" buyuruyor.

İslâm 25 senede dünyaları tutan bir hızla yayıldı ise, bundan ötürü yayıldı. Şimdi bile onca imkânlarına rağmen Hıristiyanlıktan çok yayılıyorsa bu, fıtrat dini olmasındandır.

İslâm irfan, şehamet dini iken zamanımız Müslümanlarını, tersine cehalet, meskenet kapladı. "Biz Müslümanlar, ben öyle görüyorum, Allah ile pek laubaliyiz! Zannediyoruz ki Cenab-ı Hak, oturduğumuz yerden isteyivermekle hatırımız için ilahi kanunlarını değiştirir... Zavallı bizler! Beyhude yere feryad edip duruyoruz!"

-Pek âla. Bu dualar nedir? Hani biraz evvel "salâten tuncîna" okuduk. Bunların aslı yok mu? Te'siri yok mu?

-Hay hay, var! Fakat düşünmeliyiz: Dua nedir? Allah’a rücûdur (dönüştür), Yani evamir-i ilahiyyeye (Allah’ın emirlerine), Cenab-ı Hakk’ın gerek Kur'ân’ıyla gerek Peygamberinin lisanıyla, sünnetiyle tebliğ ettiği evamir-i ilahiyyeye inkiyad etmemek (uymamak) yüzünden mutazarrır olan insanlar tekrar Allah’a rücu ederse Allah’ın gösterdiği yolu tutarsa dua makbul olur". Başka türlü, kabulüne imkân yok. "Allah’ın nizamını değiştirmek mümkün değildir." (Ahzab, 33/23)

Eskiden, Müslümanlar ilimde ilerlediler. Hıristiyanlar, Avrupa’dan kalkıp Bağdat’a, Endülüs medreselerine tahsil yapmaya geliyorlardı. Sonra gittikçe geriledik. Şimdi elbirliği ile cehaleti gidermezsek, kesinlikle mahvoluruz. Hz. Mevlana'nın şöyle bir hikâyesi var: Fakirin birinin harap bir evi vardı. Her sabah işine giderken: "Ey eski yurdum, sakın bana haber vermeden yıkılıp çoluk çocuğumu mahvetmeyesin!" derdi. Bir gün gelir bakar ki ev yıkılmış, üç çocuğunu da ezmiş. Yıkık yurdun kalıntıları üzerine çıkıp baykuş gibi ötmeye başladı: ‘Bu vefasızlık reva mı? Sana o kadar da yalvardım vs’. Harap ev cevap verdi: ‘Beni azarlama! Sana binlerce defa bu akıbeti haber verdim. Fakat ne vakit ağzımı açtımsa, bir avuç çamur tıkadın. Duvarlarımdaki çatlaklar hep birer lisan idi!’ Cemiyetimiz bu yamalarla ayakta duramazdı. Yıkıldı. Şükür ki tamamen yıkılmadı. Ama tedbir alınmazsa, kalanı da gider.

Çalışalım, tamam! Fakat nasıl? Bu, önemli bir meseledir. Bundan yüz sene önce, aynı felaket, bir milletin başına daha gelmişti. Sonra, ileri gelenleri toplanıp görüşürken siyasîler, âlimler, komutanlar... her biri bir fikir ileri sürdü: Kimisi ordumuzu ıslah edelim, kimisi düvel-i muazzamadan (süper güçlerden) birinin himayesine girelim, ittifaka girelim, kimisi deniz ticaretini ilerletelim vs. dedi. Sıra kendisine gelince ihtiyar bir adam ise dedi ki: ‘Mahalle mektepleri yapalım!’. Oradakiler gülüp eğlenince, maksadını şöyle izah etti: "Mensupları arasında temel bilgiler yaygınlaşmadan ne ordu, ne ticaret, ne servet doğru dürüst olamaz. Çünkü başa gelen felaketler, bizim eğitimimizin onlarınkine mağlub olmasından ileri gelmişti". Onlar da kabul edip, işe girişince bugünkü Almanya doğdu.

Kanaati, tevekkülü, sabrı hep yanlış anlayıp tatbik ettik. İşte bunlar gibi İslâmî esasları, yeni neslimizin olsun, anlaması için ilim lazımdır. İşte Akif, eserlerinin çoğunda olduğu gibi bu vaazında da bunları bildirir.

Netice olarak, Mehmed Akif merhum, cemiyetimizi Kur'ân ışığında değerlendirmiştir. Kur'ân’dan hareket ederek toplumu iyileştirme yollarını aramıştır. Kur'ân-ı Kerimin hidayetini, ona uygun düşünceyi millete mal etmek istemiştir. Bu maksad için, özellikle içtimaî hayatla ilgili ayetlere ve onların tefsirlerine ağırlık vermiş, şiirlerinde, mensur yazılarında, vaazlarında bunu anlatmaya çalışmıştır. Merhum, Kur'ân’ı âdeta yeni nazil oluyormuşçasına okumaya cehdetmiş, Kur'ân’ın esas muhatabı sanki kendisi ve muasır toplumu olduğunu düşünmüş, böylece -Kur'ân’ın muhataplarından beklediği üzere- ondan büyük bir feyz almıştır. Her türlü tasavvurun üstünde bir dinamizmi haiz Kur'ân’ın, dinamik anlaşılışının güzel örneğini vermiştir. Sun'îlikten uzak, felaketlerin, hadiselerin içinden duyarak yazdığı ve şiirin büyüleyici etkisinden istifade ettiği ve bilhassa, ebedî olan Kur'ân’a mâkes olduğu için, eseri de ebedîliğe namzet olmuştur.

Çok hızlı değişimlerin yaşandığı bir dönemde, vefatının üzerinden 70 sene geçmesine rağmen Mehmed Akif ’in fikirleri üzerinde durmamın ciddi bir gerekçesi olup o da şudur: Mehmed Akif, ezelden gelip ebede uzanan Allah’ın kelamına, evrensel olan Kur'ân’a tercüman oluyor ve insanlıktaki ortak akla hitab ediyordu. Onun çok yönlerinden sadece şuraya alacağımız vasıflarının yeni nesillerimize mal edilebilmesi, milletçe idealimiz olmaya fazlasıyla değer:

1. Doğru söylemek, yalandan uzak durmak. Onun prensibi ‘Sözün odun gibi olsun, tek doğru olsun!’ Çok yakın arkadaşlarından Şefik Kolaylı anlatıyor: “Bütün hayatı süresince bir kere olsun yalan söylediğini görmemişimdir. Bir gün birisi ile görüşürken o zat: ‘Doğru mu?’ dedi. Buna o kadar kızdı ki: ‘Bir daha bana bu kelimeyi tekrar etmeyiniz!’ diye müthiş bir şekilde azarladı. 6

2. Sözünde durması. Onu tanıyan herkes bu konuda ne kadar titiz olduğunu belirtir. Yakın arkadaşlarından Fatin Gökmen anlatıyor: “Ben Vaniköyü’nde oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi’nde. Bir gün öğle yemeğini bende yemeyi kararlaştırmıştık. Öğleden bir saat evvel bana gelecekti. O gün öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf sel kesildi. Merhum yürümeyi severdi. Havanın bu haliyle karadan gelemeyeceğini tabii gördüm. Miaddan biraz evvelki vapurdan çıkmadı, diğer vapur bir buçuk saat sonra gelecekti. Yakın komşulardan birine gittim. Vapur gelmeden geleceğimi de hizmetçiye söyledim. Yağmur devam ediyordu. Vaktinde evime döndüm, bir de ne işiteyim, bu arada sırılsıklam bir halde gelmiş, beni evde bulamayınca hizmetçi ne kadar ısrar ettiyse de durmamış, ‘Selam söyle’ demiş, o yağmurda dönmüş gitmiş! Ertesi gün kendini gördüm. Vaziyeti anlatarak özür dilemek istedim. Dinlemedi, ‘Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir!’ dedi. Benimle tam altı ay dargın kaldı. (Hasan Basri Çantay, Akifname, s.246’dan naklen M. Ertuğrul Düzdağ, a.g.e., s.223).

3. Üstün gayret ve hamiyet. Akif nemelazımcı olmayıp iyi olan her şeyin yapılması, kötülüklerin ise ortadan kaldırılması için çalışıp durmuştur. O şöyle diyor: “İyilerin tembelliği, kötülerin faaliyetidir. İngilizlerin dünyaya hâkim olmalarının sebebi, fenalar fenalık yapınca, iyiler derhal önüne geçerler, bir kenara çekilip yan gelmezler. Ah biz Şarklılara vazife hissini ihsas edecek bir aşı keşf olunsa! Nereye gittim ise insanlarında vazife duygusunu göremedim. Bu şuurun uyandığı gün, Şark yakasını kurtarmış demektir.”7

4. Menfaatçi olmayıp fedakâr olmak. Merhum Mehmed Akif, Ankara’nın soğuk kışında palto alacak parası olmadığından kışı üşüyerek geçiriyordu. Bu sırada İstiklal Marşı’nın Büyük Millet Meclisi’nde kabulünden ötürü kendisine 500 liralık ödül verilmişti. Bu para ile kendisine belki bin palto alabilirdi. Fakat bu ödülü kabul etmedi. Meclis muhasebe memurunun mevzuat icabı almasından başka çare olmadığını söylemesi üzerine mecburen alıp Ankara’ da “Dâru’l-Mesai” adlı hayır derneğine teberru etmiştir. Bu dernek, fakir kadın ve çocuklara örgü örme gibi bazı el sanatları öğreterek geçim temin etme imkânları kazandıran bir dernek idi. 8

Yakın dostu şair Midhat Cemal Kuntay onun hakkında: O bir ahlak kahramanıydı. İlk tanıdığım zaman ona inanmadım. “Bir insan bu kadar temiz olamazdı. Fena aktör, melek rolünü oynamaktan bir gün yorulacaktı. Gayri tabii bir faziletten yorulan yüzünü bir gün görecektim. Fakat otuz beş sene bu gün gelmedi”9

Hülasa Mehmed Akif aydınların taşımaları gereken sorumluluğun mükemmel bir örneğidir. Vefatından bu yana geçen yetmiş sene içinde de aydın edebiyatı çok yapıldı. Fakat onun gibi şahsiyetlere ihtiyaç aynen devam ediyor. Zira aydınların sessiz kalmaları zorbalara cesaret veriyor. Onların maddi güçlere boyun eğmeleri, menfaatlerini tercih etmeleri, zulmü devam ettiriyor. Bu da fikir hürriyetini yayma yerine fikrin esaretini sürdürmeye yol açıyor. Onun içindir ki Mehmed Akif gibi gür sesli, ihlâslı ve söylediği doğruları yaşayan ahlak kahramanlarını yeni nesillere tanıtıp sevdirmek, böylece onların örnek alınmasını sağlamak gerekmektedir.
Prof.Dr. Suat YILDIRIM



Kod:
-Biraz uzun oldu ama ne kaparsak kâr.. ;)
 
Haklısın ne kaparsak kar... =) Allah razı olsun...Eline sağlık...
 
Güzel paylaşım LaZiSH...İyi bii kaynak olmuş...Allah razı olsun..;)

Edit: araya girmiş benim post yaw.görmemiştim..Düzelttim şimdi Lazish..Kusura kalma..;)
 
Geri
Üst