Müjdeli bir değişim

innuendo

HANZALA
Moderatör
Katılım
5 Nis 2007
Mesajlar
9,878
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
FİLİSTANBUL
Müjdeli bir değişim

Cumhuriyet tarihinin en ilginç dönemlerinden birini yaşıyoruz.
Bütün hayatın “devlete ve devlet görevlilerine” göre tanzim edildiği “oligarşik” bir cumhuriyetten, her şeyin halka göre belirlendiği “demokratik bir cumhuriyete” geçme mücadelesi veriliyor.

Cumhuriyetin yapısının değiştirilmesi için verilen mücadelenin tam göbeğinde “ordu” konusunun durması elbette bir tesadüf değil.

Türkiye’yi halkın iradesinden bağımsız bir azınlığın yönetebilmesi ancak ordunun “silahlı bekçiliğiyle” mümkün.

Biraraya geldiklerinde büyük çoğunluğu oluşturan dindarların, Kürtlerin, solcuların, Alevilerin “özgür ve eşit” yaşama talepleri hep “silahla” baskı altına alınmış.

Bu kesimlerden “devlet görevine” seçilenler ise eski yeniçeriler gibi bir “devşirme” anlayışından geçirilmişler.

Dindarlar dindarlıklarını, Kürtler Kürtlüklerini, Aleviler Aleviliklerini “devlet kapsında” bırakıp içeri öyle girebilmişler.

Devletin içinde “asıl kimliklerinin” dışında “Atatürkçülük” diye tarif edilen yeni bir kimlik edinmişler.

Bu “devşirme” yöneticiler, Sünni olacaklar ama Sünni yaşam tarzını ve ibadet etme biçimini terk edecekler, Kürt olacaklar ama “Kürtlüklerini” öne çıkartmayacaklar, Alevi olacaklar ama Aleviliklerini saklayacaklar, solcu olacaklar ama fikirlerini söylemeyecekler.

İbadetinden, Aleviliğinden, Kürtlüğünden, solculuğundan vazgeçmeyen “halk” ise “hakkını” isteyemesin diye sürekli bir baskı altında tutulacak.

Medyayla, edebiyatla, karikatürlerle beyinleri yıkanacak, dindarlar “yobaz”, Aleviler “mumsöndü yapan ahlaksız”, Kürtler “bölücü”, solcular “hain” gösterilecek.

İnsanlar dinlerinden, dillerinden, fikirlerinden “utanır” hale getirilecek.

Devlet ekonomide tek patron olacak.

Cumhuriyet çok uzun zaman bunu başarıyla yürüttü.

Dünyanın koşulları da buna izin verdi.

Ama dünya da Türkiye de değişti.

Türkiye, “küreselleşen, bütünleşen” dünyanın önemli bir parçası haline geldi.

İnsanlar “hakları” olduğunu öğrendi.

Üretim yapan “halk” yavaş yavaş zenginleşmeye, devletin boyunduruğundan çıkmaya başladı.

Zenginleşen “dindar” kesim siyasete ağırlığını koydu.

Kürtler, silahla “kimliklerini” kabul ettirme yolunu seçti.

Aleviler örgütlendi.

Devletle, halk “iktidar” için karşı karşıya geldi.

Şimdi dünya koşulları “halktan” yana.

Para, halkın elinde.

Halkın Kürt kesiminde “silah” var.

Ve, halk “yeter” diyor.

Sadece bu ülkenin halkı değil, dünya da “yeter” diye bağırmakta.

Bu ülkenin huzura kavuşabilmesi için halkın bu ülkenin “sahibi” olması gerekiyor.

Bunun önündeki engel ordu.

Gerek ordu, gerekse “ordu yanlısı medya” sürekli olarak aynı şeyi söylüyor:

“Cumhuriyet tehlikede.”

Söyledikleri doğru ama eksik.

Bu “oligarşik cumhuriyet” tehlikede.

Bu ülkede “azınlığın sultası” sona erecek.

Halkın iradesine tabi “demokratik” bir cumhuriyet kurulacak.

Ordu, “hukuk dışı” bir baskı kuramayacak halkının üzerinde.

Kendi kimliğini unutmak zorunda kalan “devşirmeler” tarafından değil, gerçek kimliklerine sahip çıkan insanlar tarafından birlikte yönetilecek bu ülke.

“Ben Kürdüm” diyen birini cumhurbaşkanı seçebileceğiz, “ben Aleviyim” diyen bir başbakanımız olabilecek, “Cuma namazlarını kaçırmayan” diyen bir genelkurmay başkanımız görev yapabilecek, “enternasyonalizme” inanan bir Marksist Meclis başkanlığını üstlenebilecek.

Bu ülkenin her vatandaşı, inancı, dini, dili, fikri ne olursa olsun diğerleriyle “eşit” konuma gelecek.

Bizim gerçek bir ülke, gerçek bir cumhuriyet, gerçek bir demokrasi olabilmemiz için önümüzdeki en büyük engel olan ordunun asli görevi olan askerliğe dönüp, elini siyasetten çekmesi bunun ilk adımı.

Bu ilk adımın sancılarını çekiyoruz.

Çok uzun sürmez bu.

Hayatın bizzat kendisi “orduya” bunu emrediyor, buna direnmek mümkün değil.

Ordu kışlasına çekilecektir.

Kendi halkına karşı “oligarşik” bir cumhuriyetin “bekçiliğini” çok fazla yapamaz.

Güneydoğu’daki savaş da barışla sonuçlanacaktır normalleşmeyle birlikte.

Asıl zorluğu belki de biz “ezilenlerin” kendi aralarındaki sorunlarda yaşayacağız.

“Devletin bölünmesinden” çok korkan bu cumhuriyet, kendi halkını insafsızca “böldü” çünkü.

Eğitim sistemiyle, medyasıyla, ezilen insanları birbirine düşman haline getirdi.

Yıllarca ezilen ve birbirine düşman olan bu insanları barıştırmak, birbirlerinden duydukları kuşkudan kurtarmak, onların arasında eşitlik oluşturmak için eğitim sisteminden, medyanın yapısına kadar çok önemli değişikliklerden geçmemiz gerekecek.

Türkiye’de büyük değişim başladı bence.

Bu değişimin en görünür ve en çarpıcı adımı ordunun konumu ama onu hallettikten sonra daha epeyce değişimden geçeceğiz.

Her çocuğun kendine ait bir odasının olacağı, her gencin özgürlüğü alabildiğine yaşayacağı, yaşlıların “bakın nasıl bir ülke yarattık” diye gülümseyeceği bir geleceğe doğru gidiyoruz.

Bu yolculuk biraz zor belki ama varılacak menzil çok huzurlu.

 
ordu bu vatanı

bu bayrağı

bu Türk insanını

korusun diye

içimizden çıkardığımız vatan sever insanlar topluluğudur

ordu biziz

ordu bayraktır

ordu namustur


biz bu orduya neden savaş açarız

biz bu orduyu neden kışlaya sıkıştırmaya çalışırız

biz kendimizden mi korkuyoruz

biz kendimiz mi yok etmeye çalışıyoruz

biz kendimize mi sövüyoruz





biz neden kendimizi sevmiyoruz

gavurlar gibi

vatan hainleri gibi
 
Vatansever insan olmak için vatanındaki insanların
kararlarına, inançlarına, görüşlerine, canlarına saygı duyulsun önce!
Türk insanı askeri sever! ASKERi sever.. onları yöneten paşaların
çevirdiği oyunları değil!
 
Vatansever insan olmak için vatanındaki insanların
kararlarına, inançlarına, görüşlerine, canlarına saygı duyulsun önce!
Türk insanı askeri sever! ASKERi sever.. onları yöneten paşaların
çevirdiği oyunları değil!

paşaların yaptığı bir olay var mı ,yok mu daha belli değil
mahkeme sonuçlanana kadar suçsuzlar bu 1

2 ncisi

vatandaşın görüşlerine saygı duyulur

ama
YASALAR ÇERÇEVESİNDE

çoğunluk yanlış yapabilir
 
Mantıklı cevaplar versen de doğru düzgün tartışsak..
Ben bir partinin yaptığı şeyleri mi diyorum?
Vatandaşın görüşlerine saygı duyulur diyorsun.
Ben bir vatandaşım.
Ben oy veriyorum.
Benim oyumla birisi seçilir veya seçilmez.
Benim oyuma saygı duymak zorunda.
Bu yasalar çerçevesinde.
 
Küreselleşme denilen olguyla artık iyiden iyiye hesaplaşmanın zamanı geldi diye düşünüyorum.

Aslında liberalizmin ete kemiğe bürünmüş hali diyebileceğimiz bir fikrin zamane müslümanlarınca hararetle savunulması ve desteklenmesi hangi mantıkla açıklanmalı bunu masaya yatıralım.

Öyleya bugün müslümanların dertlerine ahmet altan ve taraf ekibi merhem olmakta. Küfrün elinden tedavi, küfrün nizamından şifa.

Sahi bizim müslüman-türkler olarak bir misyonumuz hatta bu misyonu layıkıyla taşıyacak bir vizyonumuz yokmuydu? Ne olduda bugün ecnebinin alın size nizam dediğini baş tacı yapmaya gayret ediyoruz? Bu kadar kolaycımı olmalıydık? O Peygamber değilmiydi bir yanıma ayı diğer yanıma güneşi verseniz davamdan dönmem diyen? O resul değilmiydi cihadın mümessili olan? Din yanlızca Allah için oluncaya kadar, nizam-ı alem e kadar fetih emri veren o değilmiydi?

Üçyüz senedir içten ve dıştan oyunlarla davasından döndürülen millet için yegane kurtuluş reçetesi kuran ve sünnete sıkı sıkıya yapışmaktır ikazını yere göğe haykıran biz değilmiydik?

Kemalizmden kurtulmak adına AB ye, küresel devlete okey diyenler denize düşüp yılana sarıldığının farkındamı? Halbuki kıyıya yüzmeli değilmiyiz? Neden yılana sarılıyoruz? Neden basitçiliğe, kolaycılığa kaçıyoruz? Bu dünya imtiham dünyasıdır, mücadele dünyasıdır ihlas ve cihad dünyasıdır. Unuttukmu?

Liberalin gözünde islam Allahla kul arasında bir inanç meselesi, yani her konuya ferdiyetçilikten bakan liberal İslamamıda böyle değerlendirmektedir. Halbuki İslam toplumcudur. Cemaattir, ümmettir. Her müslüman bir çobandır ve güttüklerinden sorumludur. Bu mihvalde yegane tedavi olarak takdim edilen demokratik küresel devlet İslamı protestanlaştırmak üzere değişime zorlamakta aba altından sopa göstermektedir. Bu düzene biat etki, baskıcılık üzerinden kalksın demekte. Halbuki daha büyük baskılara zemin hazırlamaktadır. Bütün mukaddesatın çiğnenebilirliği meşruiyet kazanmaktadır. Değerlerine küfredilmesini olağan karşılamak zorunda kalacaksın.

Ulus devlet çökme aşamasında müslüman-türk milletine mayası tersti tutmadı. Küresel mayada tutacak değildir.

Türk-İslam medeniyetinin yeniden inşasından başka reçeten olamaz. Türk cihan hakimiyeti mefkuresine ulaşmaktan başka ülkün olamaz. Allahın adını yeryüzüne yaymak ve Tüm dünyada İslam nizamını hakim kılmaktan başka bir amacın olamaz. Allahın rızasını kazanmak, ümmetin ve soydaşlarının dertlerine merhem olmak, tüm mazlum milletleri zulümden kurtarmak için bunu yapmaya mecbur ve memur ve dahi mahkumsun... Atan, deden, neslin İslamı kabul ettiğinden beri bu davayı güderde biz torunlar nasıl buna ihanet ederiz?

Malazgirtte, Kudüste, İstanbul surları önünde, Viyana kapılarında, Kocatepede, Dumlupınarda, Çanakkalede şahadet şerbetini içmiş dedene karşı tarihi bir sorumluluğun var. İki Kadın memesine vatanı satacak seviyedeki adamların fikirleri senin derdine çözüm olamaz. Tevhid sancağını burçlara dikmekten başka çaren yoktur... Zordur, meşakatlidir, sabır ve cesaret ister, buna çabalaman mesai tüketmen, kalori harcaman gerekirken üç beş liberalin çözüm önerilerine kapılma, sahte dünyanın sahte cennetlerini vadedenleri tarih her zaman görecektir.

Ey genç adam; Bu düstur sana emanet olsun.
Ötelerden habersiz nizama lanet olsun..!

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Küreselleşme sürecinde AB 3 Nisan 2006


[Siyasal Bilgiler Fakültesi]

Uluslararası İlişkilerde Olaylar ve Yorumlar Dergisi
Erdem Güneş Söyleşisi



Sayın Alev Alatlı, öncelikle dünya ve sistem üzerine saptamalarınızı ve romanlarınızı takip ettiğimizi belirtmek isterim sizinle Avrupa Birliği sürecinde Türkiye ve batı-doğu üzerine konuşmayı ve yorumlarınızı almayı istedik.
Dilersiniz öncelikle küreselleşmeyi nasıl değerlendirdiğiniz ve bu bağlamda ulus-devlet yapısının geleceği ve dış politikayı yürütme konusundaki rolünde ne gibi değişiklikler gözlemlediğiniz ve öngördüklerinizle başlayalım…


Hocam liberal bir proje olarak Avrupa Birliği’ni küreselleşme sürecinde nereye konumlandırıyorsunuz?

- 1870’li yıllardan itibaren sahneye koyulan küresel sermaye imparatorluğunun ya da dilerseniz “konfederasyonu”n üç “federasyonu”ndan birisi. Diğer ikisi ABD önderliğimde Kuzey ve Güney Amerikalar, üçüncüsü “Pasifik” ya da Uzak Doğu federasyonlarıdır. “Konfederasyon’un dili İngilizce, dini yeniden düzenlenecek olan tek tanrılı bir din (ki, Budizmi olduğu kadar şamanizm, Asartu gibi pagan inançları ile bezenmektedir) ve muhtemelen çok yıldızlı tek bayraktır.

Alman Şansölyesi Angela Merkel’in Türklerin Avrupalı olmadığına dair açıklamalarına cevaben “Beni o hanımla aynı kazana koysanız , bin yılda kaynamam.” demiştiniz. Kabus’ta İmre Kadızade , keza Gogol’un İzinde’de Güloya Gürelli “ben doğuluyum” vurgusu yapıyor. Avrupa Birliği sürecinde blok bir batının karşısında “doğulu” olarak hangi konumdayız?

- “Doğulu” kavramını insan yaşamının bireysel ömrün ötesinde bir anlamı olduğunu bilenler/inanlar anlamında kullanıyorum. Benden sonra tufan demeyenler/diyemeyenler, insanoğlunun gezegendeki yaşamın tümünden sorumlu olduğunun idrakında olanlar anlamında. Ki, bu anlayış, sadece biz Müslümanlar için değil, “tanrı” kavramına sahip çıkanların tüm inananlar için geçerlidir. Ve küresel kapitalizm için en büyük tehlike de bu inanca sahip insanlardır, çünkü onların varlığı kapitalist sistemin “homo economicus,” medeniyet eşittir refah gibi en temel varsayımlarını doğrudan tehdit eder. Diğer bir deyişle, “doğulu”dan vahşi kapitalist şöyle dursun, “kapitalist” bile çıkmaz. Ticaret çıkar, kâr çıkar, zenaat çıkar ama sermaye kapitalizmi çıkmaz. Kendilerini bu bağlamda “doğulu” hissedenler, kendi yaşam biçimlerine uygun sistemler geliştirmek zorunda kalacaklardır. Merkel’le aynı kazanda kaynamam derken, yaşama salt rakamlarla, yasalarla, bildirgelerle bakan birisiyle kaynamam diyorum. Hanımın fizikçi, ateist Doğu Almanya arkaplânını ayrıca hatırlayalım.

Peki blok bir doğudan bahsetmek olanaklıysa; temel sorunsalımız olan küreselleşmeden hareket ederek, doğunun henüz engellenebilir görünmeyen bu sürece eklemlenmede, ne gibi sorunlarla karşılaşacağını düşünüyorsunuz?

Doğu”dan bir blok olarak bahsetmek, “Batı”dan bir blok olarak bahsetmek kadar anlamsızdır. Küre şeklindeki bir dünyada coğrafya terimleri kullanmak daha da anlamsız. Anlatageldiğim gibi, “doğu” bir dünya ve kâinat görüşüdür. Ha, baskın “batılı” dünya görüşü karşısında ne yapar bir doğulu? Ya asimile olur, ya kendi dünya görüşünü savunur ki, bunun yolu onu o yapan değerlerine sıkı sıkıya sarılmaktır, ya da kendi kendisini iptal eder. İptal etmek asimile olmak şeklinde de olur, AIDS’den ya da açlıktan kırılmak şeklinde de, ya da düpedüz Amerikanın başını çektiği “koalisyon güçleri”nin bombaları altında can vermekle de. Türkiye’ye gelince, bu yıllarda bizim asimile olmakla direnmek arasında gidip geldiğimizi görüyorum.

Gogol’un İzinde romanınızda, Güloya Sultan diyor ki: “Bu gezegende doğuyu seçmek demek; bitmez tükenmez reformların saldırısına maruz kalmak, hükümsüzleştirilmeyi göze almak demektir.” (1. kitap sf. 94) O halde, dış politikasının temelinde batıya dönük olmayı seçmiş; fakat doğulu olan bir ülke olarak hükümsüzleştirilmeyi kabul etmiş mi olduk?

Dilimizden, dinimize, giyimimizden, soframıza, dünya görüşümüzden, ahlâki değer yargılarımızdan, örf ve adetlerimize kadar bizi biz yapan unsurlara sahip çıkmaya, bilinçli olarak yaşatmaya, niyet etmediğimiz sürece, evet, hükümsüzleştirilmeyi kabul etmiş olduk. Gerisi, bir zaman meselesidir. Öte yandan, asimile eden de asimile ettiğinden birşeyler alır. Melezleşir. Dolayısıyla, meselâ Almanya da eski Almanya olmaktan çıkacaktır.

Avrupa Birliği bünyesinde yaşanan “anayasa krizini” nasıl değerlendiriyorsunuz? Anayasanın Fransa ve Hollanda referandumlarında reddedilmesi federal bir devlet olmanın AB projesinde daha geç bir aşama olması gerektiğinden mi, yoksa ulusal hassasiyetlerin canlılığından mı kaynaklanıyor?

En “liberal,” en “enternasyonalist” görünen devletler, içlerinde “dünya vatandaşı” olduklarını iddia eden en çok vatandaşı barındıran ülkelerde bile milli aidiyet duygusunun kaybolması asırlar sürer. Hal böyleyken ulusal hassasiyetlerden kolay kurtulunmaz. Siz sanıyor musunuz ki, Alsas-Lorenli Fransız ve Almanlar İkinci Dünya Savaşında bir diğerinden çektiklerini kolay unuturlar? Kıbrıslılar unuturlar mı? Erzurumlular Taşnak mezalimi unuturlar mı? Unutmazlar, ama unutmaya çalışırlar ki, yaşayakalabilsinler. Mesele unutmaları karşılığı onlara sunulacak nimetlerdir. Bu nimetler beklentilerinin altında kalırsa homurdanır hatta başkaldırırlar. Fransa ve Hollanda’da olan da budur. Red oyu verirken çıkarları bağlamında ne denli gerçekçiydiler, bakın o ayrı bir mesele.

Sizce Türkiye örneğinde ve genel olarak ulus-devletin egemenliğinin bir kısmının supranasyonel yapıya devretmesi ne derecede rasyoneldir? Ulus-devletler böyle bir yapıdan ne umarlar, bu çerçevede Türkiye-AB birlikteliğinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Bence Türkiye’nin ulus-devlet egemenliğinin bir kısmını supranasyonel bir yapıya devretmiş olması yeni bir mesele değil. NATO’ya girdiğimiz anda bu iş o bağlamda bitmişti zaten. Kabul ettiğimiz savunma planlarına bir bakarsanız göreceksiniz. BM bile ulus-devlet egemenliğinden ödündür – Güvenlik Konseyinde olmadığımızı, veto hakkı olan beş devletin varlığını düşünün. Ulus-devletlerin böyle bir yapılanmaktan umduklarına gelince: şöyle ya da böyle kapağı zenginin kapısına atmaktan ibarettir. Nasıl ki bir bireyin özgürlük uğruna ailesiyle, çevresiyle ipleri kopartması kolay değildir, aynı şey devletler için de geçerlidir. Meğer ki, atılsınlar, ne bireyler, ne de toptan tecridi göze alabilirler. Asırlardır olduğu gibi, gelecekte de AB ve Türkiye birbirlerinin yörüngesinde, bir yaklaşıp bir uzaklaşarak gelip gideceklerdir diye düşünürüm. Ta ki, AB kadar güçlü yeni bir çekim alanı oluşabilsin.

Cemil Meriç Bu Ülke’sinde “Çağdaş uygarlık düzeyinde İsa‘nın yeri ne?” diye sorar. “Karikatür krizini” de göz önünde bulundurursak AB’ ye üyelik süreci ekseninde “medeniyetler çatışmasını” Türkiye açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hangi İsa’dan bahsediyorsunuz? Avrupa Aydınlanması Hıristiyanlığın içini boşaltalı nicedir. Voltaire’in ruhban sınıfına dair söylediklerinin binde biri bizde tekrarlansa kim bilir neler olur! O karikatürleri çizenler için söyleyebileceğim, dünyadan bihaber, ben-merkezci, empati yoksunu cahiller olduklarıdır. Kendi duyarsızlıklarını başkalarına da malettikleri için yaptıklarının farkında bile olmayabilirler. Madonna’nın İsa heykeli ile acayip hareketleri hatırlamıyor musunuz? Gelin görün kendileri dışında herkese karşı duyarsız olanlarla, “benden sonra tufan” diyenler, üretim/para uğruna ozon tabakasını delmekten kaçınmayanlar, Kyoto antlaşmasını imzalamayanlar aynı adamlardır. Aynı “humanist” dünya görüşünü paylaşırlar. Bunlar rezil karikatürler de çizer, porno filmler de çeker, savaş esirlerini sekse zorlamayı bir oyun olarak da görebilirler. Yeri gelmişken, “hümanist”in asıl karşılığı bizde kullanıldığı gibi “iyi kalpli” filân değil, “herşeyin başının Tanrı değil insan” olduğu şeklindeki anlayıştır. Bizde “önce insan” gibi fiyakalı sloganlar kullananlar, bu ifadenin “Tanrı’dan önce insan” anlamına geldiğini bilseler, herhalde tövbe ederlerdi derdim. Hümanizma, özde ateist bir dünya görüşüdür. Öte yandan, AB sürecinin bir faydasının Türkiye’nin Avro-Amerikan kafa yapısını, dünya görüşünü ilk elden tanıması olduğunu düşünürüm. Çatışma “medeniyetler” arasında değil, dünya görüşleri arasında ise kaçınılmazdır. Hep de vardı, zaten. Topyekûn savaştan bahsediyorsak, o da sermayeyi yönetenlerle onların isteklerine direnenler arasında çıkar ki, galibi baştan bellidir.

Kıbrıs ve AB konularında belirginleşen aşırı solun ve aşırı sağın fikir birliğini nasıl yorumluyorsunuz? Milliyetçilik mi yükseliyor, Türk solu mu değişiyor?

Burada galiba “düşmanımın düşmanı dostumdur” şiarı çalışıyor. Entipüftan bir ittifaktır derim. İrandaki Tudeh-Devrim Muhafızları ittifakının nasıl sonuçlandığını hatırlayalım.

Hamas liderlerinin Türkiye’yi ziyareti ve dışişleri bakanı Abdullah Gül’ün “Filistin’in tapusu bizdedir.” sözlerini Türkiye’nin bölgesel güç olma yolunda, dış politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bence Hamas’la ilişki kurulması da, Dışişleri Bakanının ifadesi de yerindedir. Türkiye zaten bölgesel bir güçtür. Bunun daha net bir biçimde ifade edilemesinde hiç bir mahzur görmüyorum. Bizim sorunumuz başta komşularımız olmak üzere, diğer ülkeleri tanımamamız. Bilirsiniz, en ufak bir olumsuzlukta “dünyanın hiçbir yerinde ... olmaz” diye başlarız. Kar yağar, trafik aksar, İstanbul ya da başka bir il, “kara teslim oldu!” diye başlarız. Sanırsınız ki, bizden başka hiçbir ülkede yolsuzluk olmaz, kimse iki yüzlü davranmaz, adalet sistemi mükemmeldir, belediyeler tepeleme kar makinaları ile doludur vs.vs. Dediğim gibi AB sürecinin en olumlu yanı bize Avrupa ülkelerini tanımasıdır.

Ahmet Mithat “biz son devir muharrirleri, maarifi garbiyeyi şarka ithale çalışan birer müstağribiz” demişti. Siz günümüz Türkiye’sinde “aydın” ve rolünü nasıl görüyorsunuz?

Ahmet Mithat’ın ruhu şadolsun, başlattıkları hareket katlanarak devam etmektedir. Belki de “aydın”ları da “batılılaştırmacılar” ve “bağımsızlaştırmacılar” olarak ikiye ayırsak iyi ederiz. Kimbilir, “bağımsızlaştırmacılar” Kızıl Elma koalisyonunu anlamakta da iyi bir ipucu olur belki.

Son olarak size dair bir sorum olacak hocam; Alev Alatlı’nın yaşadıkları, gördükleri ve farkındalığı; ona yük olmuyor mu, biliyor olmanın bu toplumdaki zorluğu Alev Alatlı’ya “Neden uğraşıyorsun ki?” dedirtmiyor mu? Nihai olarak Alev Alatlı medeniyetin alacağı yolu kestirebiliyor mu, insanlığa dair umudu var mı?

Ben tarihin yaygın anlayışın tersine doğrusal değil, dairesel ilerlediğine inanır; dinamik bir sistem olan insan topluluklarının illâ da aynı doğrultuda evrilecekleri iddiasını anlamsız bulurum. Dinamik sistemlerde “Kelebek Etkisi” çalışır. Mançurya’da kanat çırpan bir kelebeğin New York’ta fırtınalar yaratabileceği bilimsel bir olgudur. Aynı dinamizm insan toplulukları için de geçerlidir. Sırf bu nedenle bile, hiç bir uğraşı fuzulî bulmam, en azından kendi emeğime acımam. Böyle giderse gezegenin bu üretimi kaldırmayacağı, kaynaklarının tükeneceği açık gibi görünmektedir. Ama “böyle gelmiş böyle gider” de Laplace-vari, doğrusal bir kehanet, dilerseniz kaderciliktir ki, yanlışlığı kanıtlanalı nicedir. Bu saatten sonra Newton kesinliği de olsa olsa bir temenniden ibaret olur.

Sorularımıza cevap verdiğiniz ,yazdığınız ,bilginizi bizimle paylaştığınız için; teşekkür ederiz Hocam. Söyleşimizi burada noktalıyoruz. Hoşçakalın, sizi Mülkiye’de görmek umuduyla, saygılarımızla…
 
Evet bir değişim yaşanıyor ancak ülkemizdeki darbeciler ve onların savunucusu CHP buna direniyor

ama boşuna direniyorlar.Çünkü darbeciler oligarşik güçler ,postal yalama meraklıları , ergenekon çetecileri ve Onların avukatları hiç bukadar güçsüz olmamışlardı
 
Asıl değişim Tayyip köşke çıktığında olacaktır kanımca...

O zaman,Batıya köle olmaktan Doğuya efendi olmağa yönelik büyük bir değişim olacaktır...

Tabi şartlar değişebilir ama puzzle'ın parçalarını birleştirdiğimizde tekrar kaybettiği değerleri yeniden kazanmış bir Türkiye gözüküyor ufukta.
 
Geri
Üst