Şunu biliyorum ki, “kader’in dönekliğine, kahpeliğine” dair pek çok şey söylenmiştir Batı aleminde. Bu yüzden S4E11’de Benjamin Linus’un, John Locke’a “Kader dönektir, kahpedir” minvalindeki sözleri hiç şaşırtıcı gelmedi bana.
Aslında bunun açıklaması şudur: İnsan kader karşısında edilgin durumdadır, yani alıcı. Alan’dır. Kader kördür, kime ne zaman neyi vereceğini bilinçli bir şekilde seçmez, kör birinin davranışları gibidir onunkisi de. 16. Yy. filozofu, pragmatizmin ve ampirizmin babalarından, İngiliz siyasetinin temellerini atan adamlardan olan Francis Bacon “Caeca (Fortuna) enim licet sit, haud tamen prorsus invisibilis.” diyordu, yani ”Talih kördür, ama görünmez değildir.” Bacon’ın açıkladığına göre, sözün Batı aleminde açılımı şudur: “Talihin yolu gökyüzünde tek başına seçilemeyen ancak biraraya gelince göz alıcı görünen, birçok yıldızın birleşmesinden oluşmuş galaksilere benzer. Bu örnekte olduğu gibi, insanın talihini oluşturan gözle görülemeyen birçok küçük erdem ya da yetenek, alışkanlık vardır.” (Sermones Fideles Sive Interiora Rerum XXXVIII. De Fortuna: “Etenim via fortunae similis est galaxiae in aethere, quae concursus sive coacervatio complurium stellarum minutarum seorsim invisibilium sed conjunctim luminosarum.”) Beni hep beklenti içinde tutan hususlardan biri bu, İngiltere menşeili ampirizmin iki büyük temsilcisi David Hume (Desmond?) ve John Locke, Lost’un en mühim adamları oldu da, onların öncülü ve kafaca sistemin ağbabası Bacon neden es geçildi? Bunu hep düşünmüştüm, bunu Jack ile Locke arasında geçen bir tartışmayı izlediğimde de sormuştum: Adaya düşmelerinin “bilinçli bir Ada istenci”yle alakasının olduğunu düşünen Locke’a göre Ada onları çağırmış, uçağı da bu yüzden düşürmüştür. Dizide –en azından ilk sezonda- aklı temsil eden Jack’e göreyse kimsenin onları çağırdığı falan yoktu, yani ortada bir “Talih”in etkin ve yetkin varlığından söz etmek de mümkün değildi.
Ortada “akıl ile iman” çatışması olduğu açıktı, en azından senaristler ilk sezonun altını bu tartışmayla doldurmuşlardı. Bu tartışma bizde de zaman zaman alevlenir, insanlar birbirine düşer, ortada “Kutsal inançlara hakaret prim yapar mı?” diye bir soru yükselir, arşa değer, oradan sekerek yine bizim dünyamıza düşer. Oysa “hakaret”in kendisi bizzat, prim yapar mıydı? Hem kutsal inanç nedir ki? Her düşünüşün kutsal olduğunu varsayarsak, ki çağımız en azından sözde veyahut anaysalarda da kalsa bir “söz söyleme hürriyeti”, “birey hakkı” çağıdır. Herkes adalet önünde rengine, ırkına, dinine bakılmaksızın eşit, salt doğmuş olmaktan getirdiği haklara sahiptir. O halde herhangi birinin, herhangi bir düşünüşü, bir başkasının düşünme alanına tecavüz edip, zararlı eyleme dönüşmüyorsa, kutsaldır; hakaret karşısında savunulasıdır. Kutsallık değil, insana aitlik (yani “humanitas”) geçerli sebeptir.
İşte John Locke’a ait olanla, Jack Shephard’a ait olan düşünüşler medeniyetin dışında, nerede olduğu belli olmayan bir adada çarpışmıştı. Buna göre durum şöyleydi (8 Mart 2007’de Ekşi’de yazmış olduğum bir Lost yazısından alıntılıyorum):
“Bir kere hakikat ile sanı yani aletheia ile doxa’nın ısrarla kapıştığı bir diziyi seyretmekteyiz. Kişilerle açıklamaya çalışırsak, Locke (daha sonra ona Mr. Eko da ekleniyor) ile Jack ‘in “kader ve ‘gerçeklik nedir’” üzerine algıları çarpışıyor. Daha sonra Locke bir ara kadere olan bağlılığını yitirmiş olsa da, yeniden toparlanarak dizinin batıl karakterlerinden biri olmaya devam ediyor. Jack’in karakterindeki akılcı yapı geçmişine dek uzanıyor. Örneğin hastasına kimi zaman yalan söyleyerek moral vermektense, ameliyattan sağ çıkamayacağını söylemekten yanadır. Hatta bu özelliği yüzünden babası tarafından bir bölümde uyarılıyor. Aslında Jack’in “inanmamak” sorunu daha sonra Hurley’in geçmişe dönüşlerinde ve adadaki yaşantısına değinilen bölümlerde de görebileceğimiz gibi, umutsuz olmasına sebep olmuyor. Zira 3.9’da dövmesinin hikayesinde dövmecinin onu “Lider ve bu yüzden Yalnız” olarak değerlendirmesi de onun kabul edebileceği bir şeydir. Öyle ki rasyonel düşünce yapısına sahip olduğundan dövmeyi koluna yapmasını ısrarla istiyor. Çünkü inanmama durumu onda kronikleşmiştir. Oysa Locke‘un yaşantısında olan biten her şey, o kadar olumsuzdur ki; gerek yıllar sonra karşısına çıkan babasıyla, gerekse evlenme teklifini reddeden sevgilisiyle yaşadıkları, artık bir telekızdan medet umacak boyuta gelmesine sebep olmuştur. Artık tek düşündüğü avcılık ve macera hayallerini gerçekleştirebilmektir. O vakit öyle bir uçak kazası geçirmiştir ki, neredeyse bütün hayallerinin gerçekleşmek üzeredir. Hatta ilk bölümlerden birinde adadan kurtulmak için sinyal peşinde koşan Sayid’in kafasına odunla vuran da odur. Aslında “istekli” ile “isteksiz”in çarpışması bir yerden sonra karakterlerin “kader” konusunda çarpışmasına dönüşüyor. Özellikle de Ben’in hatch’de tutsak alındığı bölümlerde, Ben’in Jack ile Locke’u birbirine düşürmeye çalıştığı anları hatırlarsak, bunu daha net görebiliriz.
Locke ‘da test edildikleri ve bir sebepten ötürü adaya düştükleri düşüncesi hakimdir. (“..well, i’m a man of faith. Do you really think all this… is an accident? That we, a group of strangers survived, many of us with just superficial injuries? Do you think we crashed on this place by coincidence, especially this place? We were brought here for a purpose, for a reason, all of us. each one of us was brought here for a reason.”) ve onları adaya çeken de adanın kendisidir. (“..the island. the island brought us here. this is no ordinary place, you’ve seen that, i know you have.”) Bu da kaderin ta kendisidir. (“..but the island chose you, too, jack. It’s destiny.”) (O kader ki; Locke’a göre 3.8 ‘de Mr. Eko’nun ölümüne “adanın sebep olmasını” sağlamıştır.) Jack ise bunlara herhangi bir açıklaması olmasa da tümüyle karşıdır. Dizinin yazarlarında ise survivor’ların adaya düşmelerinin, aslında kutsal bir sebebinin olduğunu düşünmemiz için ellerinden geleni yapma eğilimi vardır. Öyle ki; Claire Littleton ‘ın flashback’indeki sahte medyum da -sanki uçak kazasına dair- bir şeyler görmüştü. 3.10’da Hurley’in babasının parayla tuttuğu sahtekar falcı da onun başına gelecek benzer bir felaketten söz ediyordu. (O felaket sayıların felaketi de olabilir.) Ya da 3.9’da Jack’in dövmesini yapan kız da onu “lider ve yalnız” olarak betimlerken böyle bir kazanın başına gelebileceğini ima ediyordu. Zaten adanın, Locke’un ve Walt ‘ın ardından Rose’a da iyi geldiği vurgulandıktan sonra, anladık ki ortadaki tartışmanın mitos tarafı gittikçe güçlenmeye başladı. Hakikat’ten sanı’ya kuvvetle yol almaya başladık, derken birden aslında uçağın düşmesine Desmond’un şifreyi zamanında girememesi sonucu oluşan o anormal gökyüzü değişiminin sebep olduğunun altı çiziliverince, işin rengi bir kez daha değişti ve biz izleyiciler (çoğu kişi belki de, tümü denemez) yine iki yönlü düşünmeye başladık. Evet uçak düştü, çünkü açıklanabilir sebepler var.”
Aslına bakılırsa -neredeyse geçen sene- yazmış olduklarıma bakınca dizide hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu, sadece ortadaki “Talih”in biçimine dair açıklamalarla geçiştirildiğimizi düşünüyorum. Çünkü hikayenin ardında yatan gerçeklere bakışımız hala çift yönlü olabiliyor. Bir Mr. Eko geçti aramızdan, farkında mısınız? Onun “Talih” algılayışı gitti, ancak Ben’in S4E11’deki “Talih”e dair ifadeleri geldi. Bu yazıyı yazmaktaki amacım tümüyle dizideki “Talih” vurgusunun altını çizmek, diğer açıklamalar (Widmore’le Ben’in hesaplaşması örneğin) pek bu yazıyı ilgilendirmiyor.
S4E11 itibariyle anlıyoruz ki, Ben “gözde”likten düşmüş, misyonunu tamamlamıştır. Locke’a “Ada hastalanmamı istedi, senin de iyileşmeni. Benim vadem doldu John.” derken de bunu açıkça belli ediyor, Locke’a malum olan “müjdeci” rüyayı kastederek “Eskiden ben de rüya görürdüm.” diyerek adeta iç geçirdiğinde de. Gerçekten böyle bir düşünüşün Batı aleminde kökü var mıdır, ona bakalım biraz da.
Evvela şunun altını çizmeliyim hikayenin belli bazı bilimsel açıklamalarla sonlanması birçok kişiyi tatmin edecekse de, başka birçok kişiyi de rahatsız edecektir. Yani “ortada öyle ne talih malih var, ne de ada istenci… şu şu gazlar sıkışınca bazı dengeler sarsıldı veyahut adanın konumu itibariyle zamanda kayma varmış gibi görünüyor” gibi ve buna benzer sürüsüne bereket açıklama, mistisizm peşinde koşanları tatmin etmeyecektir. Zaten yapımcıların da hala ve hala olaylara çift yönlü bakmamızı sağlamalarında da bu arzuyu tatmin edişi görebiliyorum. Locke “Başına öyle şeyler geldiği için üzgünüm Ben.” derken Ben karşılık olarak “O şeylerin başıma gelmesi gerekiyordu, kaderim böyleydi” diyebiliyor hala. Kaldı ki manipulasyon uzmanı olan Ben için de “Gözü kör olan Talih, buna mukabil görünmez değildir.” Yani şu ana kadar Locke’un Hurley’e yaptırdıklarını da yine kendisinin itiraf ettiği gibi “birisine bir şeyi sanki kendisi istiyormuş gibi düşündürerek yaptırma” vasfıyla ilişkilendirmiş olmasına rağmen, kızının ölümünü düşünürsek, onun manipulasyonunun da işe yaramadığı bir “Kör Talih”le karşı karşıya olduğumuz açık. Zaten yıkılmışlığı ve üzüntüsü de bunu gösteriyor.
Pagan anlayışıyla Hiristiyanlık arasında kalmış büyük bir filozof vardır: Boethius (İ.S. 480-525). Onun en büyük eseri olan “Consolatio Philosophiae”’da biçare insanın (her şeyini yitirmiş : Benjamin Linus) teselli bulacağı Felsefe Kadın’la (Felsefe=teselli) zindanda karşılaşması ve teselli bulması anlatılır. Bir yazımdan alıntılıyorum:
Felakete uğramış, her şeyini yitirmiş adamımız hücresinde sefil bir şekilde otururken, musaların etkisiyle ağıtlar yakarken kaybettiği mutlu günlerine; “Düşmüş adamın bastığı yer hiç güvenli olur mu!” (”qui cecidit, stabili non erat ille gradu.” 1,1, 22) diye hayırflanırken, kaderin ona nasıl düşman olduğunu düşünürken, bu hüzünlü yakınmalarını kaleme almaya karar vermişken, muhteşem görünümlü bir kadın başında dikilir. (”..haec dum mecum tacitus ipse reputarem querimoniamque lacrimabilem stili officio signarem, adstitisse mihi supra uerticem uisa est mulier reuerendi admodum uultus..” 1,1, 1-4) Boethius kadını şöyle tarif ediyor: “.. ışıl ışıl yanan gözlerinden, sıradan insanın çok ötesinde keskin bir anlayışa sahip olduğu belliydi. Rengi capcanlıydı, sonsuz bir dirilik vardı üstünde. Ama yine de, bizim çağımızdan olmadığını hisettirecek kadar yaşlıydı. Boyunu tahmin etmek güçtü; çünkü bir an sıradan bir insan boyunda görünürken, bir an başının tam tepesiyle göğe değecekmiş gibi geliyordu. Hatta başını daha da yükselttiğinde, göğün içine süzülüyor, insanın görüş alanından kayboluveriyordu. Zarif bir işçilikle dokunmuş incecik ipliklerle dikilmişti elbisesi, kumaşı hiç bozulmayacak derecede kaliteliydi. Sonradan kendisinden öğrendim ki, elleriyle dokumuştu onu. Ama uzun zamandır hiç temizlenmediğinden, is tutmuş masklar gibi, rengi yer yer kararmıştı. Alt kenarına yunanca “pi” harfi işlenmişti, yakasına da “theta” harfi. Bu iki harfin arasına, tıpkı merdiven basamakları gibi, belli dereceler işaretlenmişti. Bu derecelerle en alttaki harften en üstteki harfe doğru bir yükseliş söz konusuydu. Ama bazı hainlerin elleri bu elbiseyi yırtmış, her biri koparabildiği kadar bir parça koparmıştı ondan. söz konusu kadının sağ elinde bazı kitaplar vardı, sol elinde de bir hükümranlık asası.” … Evvela adamımız Felsefe kadına zalim kaderi şikayet eder. Onun elinden tüm mutluluğunu aldığını söyler. Oysa durum öyle midir? Adamımız her şeyi kaybetmişse de (olaya bakın ya; şu lanet dizi Lost’taki John Locke ile felsefe kadın arasındaki benzerliğe!) aslında bu felsefe kadına göre; adamımızın kaderi tam tanıyamamış olmasındandır. Zira kader önce alan, daha sonra verendir, ya da önce veren, daha sonra alandır. Kaderin dual yapısı yüzünden mutlu olan, yine aynı yapıdan ötürü mutsuzluğa mahkumdur. Boethius eserini işte tam da bu nokta üzerinde şekillendirir. Adamımıza kaderin verdiğini, yeniden geri almış olmasına üzülmemesi, kendisini sefil hale getirmemesini öğütler.
“ille de sen kendine sürgün denilmesini istiyorsan, sen zaten kendi kendini sürgün etmişsin. Çünkü bunu ancak sen kendin yapabilirdin, başkası değil.” (”ac si te pulsum existimari mauis, te potius ipse pepulisti.” 1, 5, 7-8) (http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=10594865) (Eser Türkçeye Çiğdem Dürüşken hocamız tarafından Latince aslından çevrildi, mutlaka alıp okumak gerek: http://cdurusken.blogcu.com/3595778)
Açıkça görülüyor ki, Boethius’un çizdiği ve Batı aleminde sıkça telaffuz edilen “hem alan, hem veren Talih” aslında Lost’ta üzerinde dikkatle durulan bir odak noktası. Dizinin kurgucularının filozof ve bilimadamı isimlerine bu denli önem verip de, Felsefe’nin çeşitli tartışma konularına ilgisiz kalması mümkün değil. Zaten yukarıda da belirttiğim gibi, “aletheia ile doxa”, yani “hakikat ile sanı” veyahut “fides ile ratio”, yani “akıl ve inanç” problemleri Jack ile Locke’un kimlikleri üzerinden tartışmaya açılmıştı. Orada Kader ve Seçilmişlik vurguları da vardı. Hatta Locke adanın gözlerine baktığını söylemişti bir yerde, ya da başka bir yerde umuduğunu tam yitirdiği noktada isyan ederken, hatch’in ışığı yanmıştı da tüm seyircilerle birlikte kendisi de yeniden heyecanlanmıştı. (Gerçi daha sonra Desmond bunu, “tuvalete kalkmıştım, ortada öyle kadere yamanacak bir durum yok” diyerek açıklamıştı.)
Aslına bakılırsa kim ne görmek istiyorsa, ne bulmak istiyorsa ona ulaşıyor Lost’ta. Ben, açıkçası zamanının büyük bir bölümünü filoloji ve felsefe çalışmalarına ayırmış biri olarak sadece heyecanlanmış olduğum hususlara takılıyor, belki çok daha basit açıklamaları gözden kaçırıyorum, olabilir. Ama şuna inanıyorum ki, bunun hiçbir önemi yok. Kurgular, hikayeler niçin var? Bilgilenmemiz için mi? Velev ki öyle olsun, bilgilenelim, doğru bilgiye kavuşalım (ki “doğru bilgi” kavramının kendisi de felsefede kolayca manipule edilebilir), ancak şunu da görelim, uyuşuyoruz, uyuşturuyoruz kendimizi. Çünkü bunu istiyoruz, salt bilgilenmek istiyorsak , Lost yetersiz, bunu biliyoruz. Eğlenmek istiyoruz, her eğlenme isteği, insanın uyuşmaya meyilli olduğunu kanıtlar zaten. Diğer kurgulardan fazla olarak, Lost sayesinde teoriler üretiyoruz, demek ki bu da bir uyuşma ve uyuşturma yolu.
Bol uyuşuk seyirler diliyorum sizlere, hem alan hem de veren Talih’inizle!
Aslında bunun açıklaması şudur: İnsan kader karşısında edilgin durumdadır, yani alıcı. Alan’dır. Kader kördür, kime ne zaman neyi vereceğini bilinçli bir şekilde seçmez, kör birinin davranışları gibidir onunkisi de. 16. Yy. filozofu, pragmatizmin ve ampirizmin babalarından, İngiliz siyasetinin temellerini atan adamlardan olan Francis Bacon “Caeca (Fortuna) enim licet sit, haud tamen prorsus invisibilis.” diyordu, yani ”Talih kördür, ama görünmez değildir.” Bacon’ın açıkladığına göre, sözün Batı aleminde açılımı şudur: “Talihin yolu gökyüzünde tek başına seçilemeyen ancak biraraya gelince göz alıcı görünen, birçok yıldızın birleşmesinden oluşmuş galaksilere benzer. Bu örnekte olduğu gibi, insanın talihini oluşturan gözle görülemeyen birçok küçük erdem ya da yetenek, alışkanlık vardır.” (Sermones Fideles Sive Interiora Rerum XXXVIII. De Fortuna: “Etenim via fortunae similis est galaxiae in aethere, quae concursus sive coacervatio complurium stellarum minutarum seorsim invisibilium sed conjunctim luminosarum.”) Beni hep beklenti içinde tutan hususlardan biri bu, İngiltere menşeili ampirizmin iki büyük temsilcisi David Hume (Desmond?) ve John Locke, Lost’un en mühim adamları oldu da, onların öncülü ve kafaca sistemin ağbabası Bacon neden es geçildi? Bunu hep düşünmüştüm, bunu Jack ile Locke arasında geçen bir tartışmayı izlediğimde de sormuştum: Adaya düşmelerinin “bilinçli bir Ada istenci”yle alakasının olduğunu düşünen Locke’a göre Ada onları çağırmış, uçağı da bu yüzden düşürmüştür. Dizide –en azından ilk sezonda- aklı temsil eden Jack’e göreyse kimsenin onları çağırdığı falan yoktu, yani ortada bir “Talih”in etkin ve yetkin varlığından söz etmek de mümkün değildi.
Ortada “akıl ile iman” çatışması olduğu açıktı, en azından senaristler ilk sezonun altını bu tartışmayla doldurmuşlardı. Bu tartışma bizde de zaman zaman alevlenir, insanlar birbirine düşer, ortada “Kutsal inançlara hakaret prim yapar mı?” diye bir soru yükselir, arşa değer, oradan sekerek yine bizim dünyamıza düşer. Oysa “hakaret”in kendisi bizzat, prim yapar mıydı? Hem kutsal inanç nedir ki? Her düşünüşün kutsal olduğunu varsayarsak, ki çağımız en azından sözde veyahut anaysalarda da kalsa bir “söz söyleme hürriyeti”, “birey hakkı” çağıdır. Herkes adalet önünde rengine, ırkına, dinine bakılmaksızın eşit, salt doğmuş olmaktan getirdiği haklara sahiptir. O halde herhangi birinin, herhangi bir düşünüşü, bir başkasının düşünme alanına tecavüz edip, zararlı eyleme dönüşmüyorsa, kutsaldır; hakaret karşısında savunulasıdır. Kutsallık değil, insana aitlik (yani “humanitas”) geçerli sebeptir.
İşte John Locke’a ait olanla, Jack Shephard’a ait olan düşünüşler medeniyetin dışında, nerede olduğu belli olmayan bir adada çarpışmıştı. Buna göre durum şöyleydi (8 Mart 2007’de Ekşi’de yazmış olduğum bir Lost yazısından alıntılıyorum):
“Bir kere hakikat ile sanı yani aletheia ile doxa’nın ısrarla kapıştığı bir diziyi seyretmekteyiz. Kişilerle açıklamaya çalışırsak, Locke (daha sonra ona Mr. Eko da ekleniyor) ile Jack ‘in “kader ve ‘gerçeklik nedir’” üzerine algıları çarpışıyor. Daha sonra Locke bir ara kadere olan bağlılığını yitirmiş olsa da, yeniden toparlanarak dizinin batıl karakterlerinden biri olmaya devam ediyor. Jack’in karakterindeki akılcı yapı geçmişine dek uzanıyor. Örneğin hastasına kimi zaman yalan söyleyerek moral vermektense, ameliyattan sağ çıkamayacağını söylemekten yanadır. Hatta bu özelliği yüzünden babası tarafından bir bölümde uyarılıyor. Aslında Jack’in “inanmamak” sorunu daha sonra Hurley’in geçmişe dönüşlerinde ve adadaki yaşantısına değinilen bölümlerde de görebileceğimiz gibi, umutsuz olmasına sebep olmuyor. Zira 3.9’da dövmesinin hikayesinde dövmecinin onu “Lider ve bu yüzden Yalnız” olarak değerlendirmesi de onun kabul edebileceği bir şeydir. Öyle ki rasyonel düşünce yapısına sahip olduğundan dövmeyi koluna yapmasını ısrarla istiyor. Çünkü inanmama durumu onda kronikleşmiştir. Oysa Locke‘un yaşantısında olan biten her şey, o kadar olumsuzdur ki; gerek yıllar sonra karşısına çıkan babasıyla, gerekse evlenme teklifini reddeden sevgilisiyle yaşadıkları, artık bir telekızdan medet umacak boyuta gelmesine sebep olmuştur. Artık tek düşündüğü avcılık ve macera hayallerini gerçekleştirebilmektir. O vakit öyle bir uçak kazası geçirmiştir ki, neredeyse bütün hayallerinin gerçekleşmek üzeredir. Hatta ilk bölümlerden birinde adadan kurtulmak için sinyal peşinde koşan Sayid’in kafasına odunla vuran da odur. Aslında “istekli” ile “isteksiz”in çarpışması bir yerden sonra karakterlerin “kader” konusunda çarpışmasına dönüşüyor. Özellikle de Ben’in hatch’de tutsak alındığı bölümlerde, Ben’in Jack ile Locke’u birbirine düşürmeye çalıştığı anları hatırlarsak, bunu daha net görebiliriz.
Locke ‘da test edildikleri ve bir sebepten ötürü adaya düştükleri düşüncesi hakimdir. (“..well, i’m a man of faith. Do you really think all this… is an accident? That we, a group of strangers survived, many of us with just superficial injuries? Do you think we crashed on this place by coincidence, especially this place? We were brought here for a purpose, for a reason, all of us. each one of us was brought here for a reason.”) ve onları adaya çeken de adanın kendisidir. (“..the island. the island brought us here. this is no ordinary place, you’ve seen that, i know you have.”) Bu da kaderin ta kendisidir. (“..but the island chose you, too, jack. It’s destiny.”) (O kader ki; Locke’a göre 3.8 ‘de Mr. Eko’nun ölümüne “adanın sebep olmasını” sağlamıştır.) Jack ise bunlara herhangi bir açıklaması olmasa da tümüyle karşıdır. Dizinin yazarlarında ise survivor’ların adaya düşmelerinin, aslında kutsal bir sebebinin olduğunu düşünmemiz için ellerinden geleni yapma eğilimi vardır. Öyle ki; Claire Littleton ‘ın flashback’indeki sahte medyum da -sanki uçak kazasına dair- bir şeyler görmüştü. 3.10’da Hurley’in babasının parayla tuttuğu sahtekar falcı da onun başına gelecek benzer bir felaketten söz ediyordu. (O felaket sayıların felaketi de olabilir.) Ya da 3.9’da Jack’in dövmesini yapan kız da onu “lider ve yalnız” olarak betimlerken böyle bir kazanın başına gelebileceğini ima ediyordu. Zaten adanın, Locke’un ve Walt ‘ın ardından Rose’a da iyi geldiği vurgulandıktan sonra, anladık ki ortadaki tartışmanın mitos tarafı gittikçe güçlenmeye başladı. Hakikat’ten sanı’ya kuvvetle yol almaya başladık, derken birden aslında uçağın düşmesine Desmond’un şifreyi zamanında girememesi sonucu oluşan o anormal gökyüzü değişiminin sebep olduğunun altı çiziliverince, işin rengi bir kez daha değişti ve biz izleyiciler (çoğu kişi belki de, tümü denemez) yine iki yönlü düşünmeye başladık. Evet uçak düştü, çünkü açıklanabilir sebepler var.”
Aslına bakılırsa -neredeyse geçen sene- yazmış olduklarıma bakınca dizide hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu, sadece ortadaki “Talih”in biçimine dair açıklamalarla geçiştirildiğimizi düşünüyorum. Çünkü hikayenin ardında yatan gerçeklere bakışımız hala çift yönlü olabiliyor. Bir Mr. Eko geçti aramızdan, farkında mısınız? Onun “Talih” algılayışı gitti, ancak Ben’in S4E11’deki “Talih”e dair ifadeleri geldi. Bu yazıyı yazmaktaki amacım tümüyle dizideki “Talih” vurgusunun altını çizmek, diğer açıklamalar (Widmore’le Ben’in hesaplaşması örneğin) pek bu yazıyı ilgilendirmiyor.
S4E11 itibariyle anlıyoruz ki, Ben “gözde”likten düşmüş, misyonunu tamamlamıştır. Locke’a “Ada hastalanmamı istedi, senin de iyileşmeni. Benim vadem doldu John.” derken de bunu açıkça belli ediyor, Locke’a malum olan “müjdeci” rüyayı kastederek “Eskiden ben de rüya görürdüm.” diyerek adeta iç geçirdiğinde de. Gerçekten böyle bir düşünüşün Batı aleminde kökü var mıdır, ona bakalım biraz da.
Evvela şunun altını çizmeliyim hikayenin belli bazı bilimsel açıklamalarla sonlanması birçok kişiyi tatmin edecekse de, başka birçok kişiyi de rahatsız edecektir. Yani “ortada öyle ne talih malih var, ne de ada istenci… şu şu gazlar sıkışınca bazı dengeler sarsıldı veyahut adanın konumu itibariyle zamanda kayma varmış gibi görünüyor” gibi ve buna benzer sürüsüne bereket açıklama, mistisizm peşinde koşanları tatmin etmeyecektir. Zaten yapımcıların da hala ve hala olaylara çift yönlü bakmamızı sağlamalarında da bu arzuyu tatmin edişi görebiliyorum. Locke “Başına öyle şeyler geldiği için üzgünüm Ben.” derken Ben karşılık olarak “O şeylerin başıma gelmesi gerekiyordu, kaderim böyleydi” diyebiliyor hala. Kaldı ki manipulasyon uzmanı olan Ben için de “Gözü kör olan Talih, buna mukabil görünmez değildir.” Yani şu ana kadar Locke’un Hurley’e yaptırdıklarını da yine kendisinin itiraf ettiği gibi “birisine bir şeyi sanki kendisi istiyormuş gibi düşündürerek yaptırma” vasfıyla ilişkilendirmiş olmasına rağmen, kızının ölümünü düşünürsek, onun manipulasyonunun da işe yaramadığı bir “Kör Talih”le karşı karşıya olduğumuz açık. Zaten yıkılmışlığı ve üzüntüsü de bunu gösteriyor.
Pagan anlayışıyla Hiristiyanlık arasında kalmış büyük bir filozof vardır: Boethius (İ.S. 480-525). Onun en büyük eseri olan “Consolatio Philosophiae”’da biçare insanın (her şeyini yitirmiş : Benjamin Linus) teselli bulacağı Felsefe Kadın’la (Felsefe=teselli) zindanda karşılaşması ve teselli bulması anlatılır. Bir yazımdan alıntılıyorum:
Felakete uğramış, her şeyini yitirmiş adamımız hücresinde sefil bir şekilde otururken, musaların etkisiyle ağıtlar yakarken kaybettiği mutlu günlerine; “Düşmüş adamın bastığı yer hiç güvenli olur mu!” (”qui cecidit, stabili non erat ille gradu.” 1,1, 22) diye hayırflanırken, kaderin ona nasıl düşman olduğunu düşünürken, bu hüzünlü yakınmalarını kaleme almaya karar vermişken, muhteşem görünümlü bir kadın başında dikilir. (”..haec dum mecum tacitus ipse reputarem querimoniamque lacrimabilem stili officio signarem, adstitisse mihi supra uerticem uisa est mulier reuerendi admodum uultus..” 1,1, 1-4) Boethius kadını şöyle tarif ediyor: “.. ışıl ışıl yanan gözlerinden, sıradan insanın çok ötesinde keskin bir anlayışa sahip olduğu belliydi. Rengi capcanlıydı, sonsuz bir dirilik vardı üstünde. Ama yine de, bizim çağımızdan olmadığını hisettirecek kadar yaşlıydı. Boyunu tahmin etmek güçtü; çünkü bir an sıradan bir insan boyunda görünürken, bir an başının tam tepesiyle göğe değecekmiş gibi geliyordu. Hatta başını daha da yükselttiğinde, göğün içine süzülüyor, insanın görüş alanından kayboluveriyordu. Zarif bir işçilikle dokunmuş incecik ipliklerle dikilmişti elbisesi, kumaşı hiç bozulmayacak derecede kaliteliydi. Sonradan kendisinden öğrendim ki, elleriyle dokumuştu onu. Ama uzun zamandır hiç temizlenmediğinden, is tutmuş masklar gibi, rengi yer yer kararmıştı. Alt kenarına yunanca “pi” harfi işlenmişti, yakasına da “theta” harfi. Bu iki harfin arasına, tıpkı merdiven basamakları gibi, belli dereceler işaretlenmişti. Bu derecelerle en alttaki harften en üstteki harfe doğru bir yükseliş söz konusuydu. Ama bazı hainlerin elleri bu elbiseyi yırtmış, her biri koparabildiği kadar bir parça koparmıştı ondan. söz konusu kadının sağ elinde bazı kitaplar vardı, sol elinde de bir hükümranlık asası.” … Evvela adamımız Felsefe kadına zalim kaderi şikayet eder. Onun elinden tüm mutluluğunu aldığını söyler. Oysa durum öyle midir? Adamımız her şeyi kaybetmişse de (olaya bakın ya; şu lanet dizi Lost’taki John Locke ile felsefe kadın arasındaki benzerliğe!) aslında bu felsefe kadına göre; adamımızın kaderi tam tanıyamamış olmasındandır. Zira kader önce alan, daha sonra verendir, ya da önce veren, daha sonra alandır. Kaderin dual yapısı yüzünden mutlu olan, yine aynı yapıdan ötürü mutsuzluğa mahkumdur. Boethius eserini işte tam da bu nokta üzerinde şekillendirir. Adamımıza kaderin verdiğini, yeniden geri almış olmasına üzülmemesi, kendisini sefil hale getirmemesini öğütler.
“ille de sen kendine sürgün denilmesini istiyorsan, sen zaten kendi kendini sürgün etmişsin. Çünkü bunu ancak sen kendin yapabilirdin, başkası değil.” (”ac si te pulsum existimari mauis, te potius ipse pepulisti.” 1, 5, 7-8) (http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=10594865) (Eser Türkçeye Çiğdem Dürüşken hocamız tarafından Latince aslından çevrildi, mutlaka alıp okumak gerek: http://cdurusken.blogcu.com/3595778)
Açıkça görülüyor ki, Boethius’un çizdiği ve Batı aleminde sıkça telaffuz edilen “hem alan, hem veren Talih” aslında Lost’ta üzerinde dikkatle durulan bir odak noktası. Dizinin kurgucularının filozof ve bilimadamı isimlerine bu denli önem verip de, Felsefe’nin çeşitli tartışma konularına ilgisiz kalması mümkün değil. Zaten yukarıda da belirttiğim gibi, “aletheia ile doxa”, yani “hakikat ile sanı” veyahut “fides ile ratio”, yani “akıl ve inanç” problemleri Jack ile Locke’un kimlikleri üzerinden tartışmaya açılmıştı. Orada Kader ve Seçilmişlik vurguları da vardı. Hatta Locke adanın gözlerine baktığını söylemişti bir yerde, ya da başka bir yerde umuduğunu tam yitirdiği noktada isyan ederken, hatch’in ışığı yanmıştı da tüm seyircilerle birlikte kendisi de yeniden heyecanlanmıştı. (Gerçi daha sonra Desmond bunu, “tuvalete kalkmıştım, ortada öyle kadere yamanacak bir durum yok” diyerek açıklamıştı.)
Aslına bakılırsa kim ne görmek istiyorsa, ne bulmak istiyorsa ona ulaşıyor Lost’ta. Ben, açıkçası zamanının büyük bir bölümünü filoloji ve felsefe çalışmalarına ayırmış biri olarak sadece heyecanlanmış olduğum hususlara takılıyor, belki çok daha basit açıklamaları gözden kaçırıyorum, olabilir. Ama şuna inanıyorum ki, bunun hiçbir önemi yok. Kurgular, hikayeler niçin var? Bilgilenmemiz için mi? Velev ki öyle olsun, bilgilenelim, doğru bilgiye kavuşalım (ki “doğru bilgi” kavramının kendisi de felsefede kolayca manipule edilebilir), ancak şunu da görelim, uyuşuyoruz, uyuşturuyoruz kendimizi. Çünkü bunu istiyoruz, salt bilgilenmek istiyorsak , Lost yetersiz, bunu biliyoruz. Eğlenmek istiyoruz, her eğlenme isteği, insanın uyuşmaya meyilli olduğunu kanıtlar zaten. Diğer kurgulardan fazla olarak, Lost sayesinde teoriler üretiyoruz, demek ki bu da bir uyuşma ve uyuşturma yolu.
Bol uyuşuk seyirler diliyorum sizlere, hem alan hem de veren Talih’inizle!