Kur’an öğrenme sevdası..

eiffel

Forumun Kulesi
Altın Üye
Katılım
10 Mar 2006
Mesajlar
5,705
Reaction score
0
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Her insan büyük bir alemdir.İnsan düşünceden ibare
Kur’an öğrenme sevdası
4v5gosj.jpg

Türkiye’de Kur’an-ı Kerim’i okumak öteden beri heyecanla karşılanmıştır hep. Çocukların ilk besmelesi, ilk elif ba’sı ebeveynleri mutlu etmiştir. Başında Amin Alayları düzenlenmiş, sonunda hafızlık cemiyetleri tertip edilmiştir. Zaman zaman birtakım sıkıntılar yaşansa da hayat devam ediyor ve yeni nesiller Kur’an-ı Kerim öğrenme sevdasıyla büyüyor.
‘Çocuklarımı Türkiye’ye getirdiğimde din adına tek bildikleri ‘Yüce İsa’ ilahisiydi. Manevi dinamiklerden mahrum yaşamanın ne demek olduğunu çok iyi biliyorum. Bu sebeple öncelikle dinlerini ve tarihlerini öğrenmelerini istiyorum. Çocuklarımın eğitimi konusunda benimle ilgisi olmayan insanlardan izin almak zorunda kalmam çok anlamsız.’ Bu sözler iki çocuk annesi Mine Dev’e ait.


Türkiye’de 10 yıla yakın gazetecilik yaptıktan sonra ABD’ye giden Mine Hanım oğullarının eğitimi için Türkiye’ye döndü. Üstelik ABD’de yaşamanın nimetlerini teperek. Doğru bir karar verdiğinden hiç şüphesi yok, çünkü gelmeden kısa bir süre önce yaşadıkları onu haklı çıkarmış. “İşlemleri hızlandırmak için sık sık evden ayrılmam gerekiyordu. Çocukları evimin alt katında bulunan kilisenin anaokuluna göndermeye karar verdim. Birkaç gün sonra büyük oğlumun evde, ‘Tanrı’nın oğlu İsa, çok yaşa!’ diye dua ettiğini duydum. Anaokulunda Hıristiyanlar gibi dua etmeyi öğrenmişti.”


Telafisi zor bir yolda ilerlediğini düşünen Mine Dev, 2004 yılı sonunda Türkiye’ye döner ve çocuklarını kendi kültürleriyle tanışmaları için anaokuluna gönderir. Büyük oğlunun her şeyi hızla kavradığını fark edince de Kur’an-ı Kerim dersi almasına karar verir. Geçtiğimiz şubatta Kur’an okumaya başlayan oğlu, mayıs sonunda hatim indirir. Bunu bir lütuf olarak yorumlayan Mine Dev, tarif edilmez duygular yaşadığını dile getiriyor: “Büyük oğlum iki buçuk yaşındayken Türkiye’ye geldiğimizde Eyüp Sultan Hazretlerini ziyarete gitmiştik. Orada at sırtında kaftanlı bir çocuk görüp neden öyle giyindiğini sordu. ‘Kur’an öğrendiği için’ cevabını verdiğimde benim de onu aynı şekilde ödüllendirip ödüllendirmeyeceğimi merak etti. Hatim indirdiğin gün Mehter Takımı’nı evimizin önüne getireceğim diye söz verdim.” Bu söz, İstanbul’un fethiyle aynı gün doğan büyük oğlunun altıncı doğum gününde tutulur ve Mehteran-ı Eyüp Sultan, o gün aileye unutamayacağı bir gün yaşatır.

Mine Hanım’ın hatim indiren oğlu şimdi hafızlık yapmaya hazırlanıyor. Ancak mevcut kanunlara göre 7 yaşında ilkokula başlaması gereken bir Türk vatandaşının 15 yaşından önce yaz kursları dışında Kur’an eğitimi alması yasak. Bunu Türkiye’ye döndükten sonra öğrenen Dev, çocuklarını futbol, bale ya da müzik kursuna rahatlıkla gönderebilirken Kur’an kursunun niçin yasak olduğunu anlamakta zorlandığını söylüyor. Çocuklarının dinî eğitim alması için şimdilik lokal bir çözüm bulmuş. Amerika’da doğdukları için ABD vatandaşı olan çocuklarını, dinî eğitimlerini tamamlayana kadar Türk vatandaşlığına geçirmeyecek. Mine Hanım, “Çocuklarıma ilkokuldan önce istediğim eğitimi vermezsem bir daha bu imkanı bulamayacağım.” diyor.

Anne Mine Hanım’ın oğlu en geç iki yıl içinde hafızlık eğitimini tamamlayacak. Yani ilkokul eğitimine bir yıl geç başlayacak. Bu kararı çocukları ile birlikte aldıklarını belirten Dev, oğlunun kaybedeceği bir senenin kazanacaklarıyla kıyaslanamayacağını vurguluyor.

Bitmeyen tartışma: Kur’an kursları
505fiig.jpg

Uzun yıllar ABD’de yaşayan Mine Dev, çocuklarının eğitimini düşünerek önemli bir adım atıyor. Benzer kaygıları taşıyan başkaları da var. Bu topraklarda yaşayan milyonlarca insan da, tıpkı Mine Hanım gibi, evlatlarının iyi bir eğitim alması için özveriyle çaba sarf ediyor. Özellikle de dinî eğitim konusunda... Fakat, Türkiye’de ‘Kur’an kursu’ başlığı altında süren tartışma, benzer pek çok hususta olduğu gibi, yanlış bir zeminde yapılıyor. Zarar görense bu tartışmaların mağduru genç nesiller oluyor. Yeni Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) yapılan bazı düzenlemeler münasebetiyle gündeme gelen Kur’an kursu tartışmaları, bir bakıma toplumsal hafızayı da tazeledi. Hem de bugün yaşananların dünkü hatıralardan çok farklı olmadığını göstererek...

Şüphesiz Kur’an kurslarının bu kadar tartışılmasının ardında Tevhid’i Tedrisat Kanunu var. Kanunun en akılda kalan düzenlemelerinden biri, 1924 yılına kadar müfredatta yer alan Kur’an-ı Kerim dersini ve dinî içerikli dersleri yasaklayan bölümü. Sadece eğitimde değil, kültür ve felsefede de yeni bir yola girilen yılların çocukları, bugün hâlâ hafızalarında o dönemden izler taşıyor. Cumhuriyetin ilk neslinin hikâyesi, pek çok açıdan ne babalarınınkine ne de çocuklarınınkine benziyor.

1920’lerin ortalarından 50’lere kadar olan dönem, çocukluğu o yıllarda geçen ilim ve kültür dünyasının önde gelen isimleri için farklı bir anlam ifade ediyor. Ömrünü Kur’an’a adamış bir insan olan Mehmet Kırkıncı Hocaefendi’den Türkiye’de ve İslam dünyasında ekonomi ve kültür hayatının önemli isimleri arasında anılan Prof. Dr. Sabahattin Zaim’e, Diyanet İşleri başkan yardımcılığı, müftülük ve vaizlik gibi görevlerde bulunarak ömrünü ilme hizmetle geçiren Yaşar Tunagür Hoca’dan son dönemin önemli mütefekkirlerinden Ali Bulaç’a pek çok kişinin geniş bir döneme yayılan ve Türkiye’nin farklı bölgelerinde geçen çocuklukları, birbirine benzer izler taşıyor.


At varken meydan, meydan varken at yok!

43 yıldır Manisa’nın Akhisar ilçesinde binlerce gencin Kur’an-ı Kerim öğrenmesine vesile olan Şahin Yılmaz Hocaefendi, iki ya da üç kuşak önceki insanlar gibi dinî pratiklerin rahatlıkla icra edilemediği günlerin çocuğu. 1936 yılında Erzurum’un İspir ilçesinde dünyaya gelen Şahin Hoca’nın çocukluk günlerinde, çevrelerinde Kur’an kursu olmadığı gibi Kur’an okumayı bilen sayısı da parmakla gösterilecek kadar azdır. İlk eğitimini 9 yaşında babasından alan Yılmaz, ardından köy hocasına giderek hafızlığını tamamlar ve Demokrat Parti’nin iktidar olduğu dönemde, 14 yaşında Arapça öğrenmek için Erzurum’a gider. 2 yıl sonra 1952’de eğitimini sürdürmek için İstanbul’a geçer.

İstanbul’da ilim mahfilleri oldukça dağınıktır o günlerde. Dersler hoca ve talebelerin fedakarlıkları sayesinde devam etmektedir. Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelen talebelerin konaklayabildikleri tek yer ise camilerin yanlarındaki küçük odalardan ibarettir. Bir dönemin en kıdemli ilim adamları olan dersiâmlar; yani sarf, nahiv, mantık, beyan, fıkıh usulü, hadis usulü, tefsir usulü gibi konularda uzman ilim adamları, en temel bilgileri aktaracak talebe bulmakta zorlanmaktadır.

Hocaların bir yandan evlerini geçindirmeye çalışırken öte yandan talebelere ders verdiklerini anlatan Şahin Hoca, İstanbul’da bulunduğu süre içerisinde pek çok kimse yanında, Beyazıt dersiâmlarından Saffet Efendi’den de ders alır. Yılmaz’ın aklında şer’iyye vekaleti vekilliği yapmış, bir dönem padişahın huzurunda ilmi meseleleri istişare eden heyette bulunmuş bir kimse olan Saffet Efendi hakkında birçok manidar hatıra var. Bunlardan biri, hocasının 1930’lu yıllarda sokaklarda okutacak talebe aradığını anlatırken yüzüne yansıyan hüzün. Şahin Hoca, Bediüzzaman Hazretleri’nin, “Bir kişiye Kur’an öğretmek on kişiye medrese ilimleri vermekten daha kıymetlidir, çünkü din Kur’an’la muhafaza olunur.” sözünün o devrin alimlerinin temel düsturu olduğunu düşünüyor. Hocasından dinlediği hatıraların ne kadar kıymetli olduğunu şimdi daha iyi anladığını dile getirerek, Saffet Efendi’nin ilim sahibi kişilerin sayısının iyice azaldığı 1950’li yılları, “Bir zamanlar at vardı meydan yoktu. Şimdi meydan var at yok.” sözleriyle yorumladığını naklediyor.

Toplumu değiştirmek devlet kurmaktan daha zor


Prof. Dr. Sabahattin Zaim, Cumhuriyet tarihine yakından şahitlik etmiş bir isim. Babası 1934’te Makedonya’nın İştip bölgesinden Türkiye’ye dönme kararı aldığında Zaim henüz 8 yaşındadır. Aile büyükleri münasebetiyle çocukluk yıllarında önemli ilmi ve siyasi mahfillerde bulunur. Ayağında tozluklu ayakkabıları, elinde bastonuyla İstanbul’a ilk gelişlerini hiç unutmayan Sabahattin Bey, Makedonya’da 5 yaşında başladığı eğitimine İstanbul’da devam eder. Okullarda din dersi olmadığı için mahalle camiinin imamından ders alır. Ağabeyleriyle birlikte Kur’an-ı Kerim okumayı öğrenene kadar, hocanın evine kitaplarını saklayarak gidip gelirler; çünkü yollarda dolaşan taharri memurlarına yani sivil polislere yakalanmamaları lazımdır.

1930 ve 40’lı yılları ‘fetret dönemi’ olarak tanımlayan Zaim, eskiye dair her şeyin tasfiye edildiğini düşünüyor; “Yeni yapılanma içinde bir redd-i miras yaşandı. Geriye dönüp baktığımda Osmanlı’nın borçları dışında her şeyini reddetmişiz gibi geliyor bana.” Bu reddin, son dönemlerde yaşanan sıkıntıların İslâm’a mal edilmesi sebebiyle yaşandığını belirterek, pek çok adımın bu düşüncenin doğruluğuna inanıldığı için atıldığını vurguluyor. Din eğitiminin değil, dinden beslenen kültürün yasaklandığını söyleyen Zaim, toplumu değiştirmenin yeni bir devlet kurmaktan daha zor olduğuna şahit olmuş. Çünkü kültürünü dini ile besleyen milyonlarca insan, zaman içinde ‘yasaklı’ fikirlerini yaşayacak zemin oluşturmuş.

Sabahattin Zaim’in gençlik dönemini geçirdiği 50’lere dair tespiti de çok çarpıcı: “O yıllara gelindiğinde milletin çoğu fakir ve cahildi...” Ama, günümüzde gittikçe daha az hissedilen kültür dokusu, aileler tarafından çocuklarına aktarılmaya devam etmektedir. “Eğer ailelerimiz bize sahip oldukları kültürü aktarmasaydı biz de köklerinden bîhaber insanlardan olurduk.” 1960’lardan sonra sahip olunan birikim zayıfladıkça, aşınma da hızlanmaya başlar.

70 yıldır toplumsal hareketliliği yakından izleyen Zaim, yaşanan ikilemi nesiller arasındaki kültür kopukluğunun eseri olarak yorumluyor. Farklı birikimlere sahip ailelerin çocukları, yıllardır aynı dili konuşmakta zorlanıyor. İslamî duyarlılığın bir hayat biçimi olduğunu vurgulayan Sabahattin Hoca, küçük yaşta kazanılan hassasiyetin kalıcı olacağı görüşünde. Bu nedenle Avrupa ülkelerinde kiliselerin en aktif oldukları kurumlar, anaokulları. Kendisi de karakterinde küçük yaşta annesinden aldığı pek çok iz taşıyor: “Benim çocukluğumda anneler çocuklarına ilm-ü hal, yani davranış ilmi öğretirdi. İslami eğitimin ilk adımı budur çünkü. Annem bize önce oturmayı, kalkmayı, yürümeyi öğretti. Bilginin sonu yoktur, her gün yeniden öğrenirsiniz ama bir kere eğitilirsiniz...”


İlk ezanı 26 yaşında duydu

Yaşar Tunagür Hocaefendi 1924 doğumlu. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabul edildiği yıl dünyaya gelen Yaşar Hocaefendi, 1924-1950 arası Arapça ezan okunması da yasak olduğu için 26 yaşına kadar camilerden Allah-ü Ekber nidası yükseldiğini duymamış. Dinî tedrisatın mümkün olmadığı yıllarda yetişen ve 26 yaşında müftülük imtihanını kazanacak kadar ilim sahibi olan Yaşar Tunagür Hocaefendi, vaizlik, müftülük ve Diyanet İşleri başkan yardımcılığı görevlerinde bulunmuş bir kadastro mühendisi.

Din derslerinin müfredattan çıkarıldığı ilk yıllarda halk, çocuklarına temel dinî eğitimi evde vermeye devam eder. Böylelikle çocuklar okula belli bir kültürle başlamaktadır. Pek çok yaşıtı gibi Yaşar Hoca’nın da ilk öğretmeni babası olur. Tunagür’ün 4 yaşında başlayan Kur’an eğitimi, 7 yaşında hafızlığı bitene kadar sürer. O yıl okula başlar, birkaç ay sonra da babasını kaybeder. Lise yıllarına kadar iyi bir eğitim alan Yaşar Hoca, Kabataş Lisesi 2. sınıfa giderken hayatının akışını değiştirecek insanla, Süleymaniye dersiâmlarından Hüsrev Efendi ile tanışır. 1940’tan 1953’e kadar askerlik vesilesiyle uzak kaldığı 9 ay dışında aralıksız olarak hocasından medrese dersleri tahsil eder. 13 yıl boyunca neredeyse her gün, Beşiktaş’tan Fatih’te oturan Hüsrev Efendi’nin evine gider. Sokaklarda sıkı bir denetim olduğu için dersler sabahın ilk saatlerinde ve gizlilik içinde yapılmaktadır.

İlim erbabı yetiştiren bir okul ya da medrese olmadığı için hocasının büyük fedakarlıklarla talebe yetiştirmeye devam ettiğini anlatan Tunagür Hocaefendi, İslami ilimlerin yasaklamalara rağmen böyle insanlar sayesinde aralıksız aktarıldığını ifade ediyor. Hüsrev Efendi hakkında naklettiği bir hatırası bugün nasıl bir miras üzerinde oturduğumuzu açıkça ortaya koyuyor: “Her gün sabah namazından sonra hocamızın evinin bahçesindeki bir odada ders yapardık. Bir gün ders çıkışı bahçede büyük bir kazanda su ısıtıldığını gördük. Yan tarafta bir de tabut vardı. Ne olduğunu sorduğumuzda Hüsrev Efendi’nin yüzüne bir hüzün çöktü. ‘Dün gece kerimeyi kaybettik.’ dedi. Edebiyat fakültesinde okuyan kızı vefat eden hoca, ders aksamasın diye bunu bize söylememişti.”

“Dinî tedrisat verilen okullar kapatılınca cenazeyi kaldıracak imam bulunamıyordu.” tespitini abartılı bulsa da mihraba, minbere geçecek insan bulmakta sıkıntı yaşandığını kabul ediyor. Ona göre, 25 yıldan fazla süren bu dönemde açılan yaraların kapanması zor. Tıpkı hukuk ya da tıp alanında uzun yıllar hizmet alamayan bir milletin kayıplarının telafi edilemeyeceği gibi...

“Allah tekrar yaşatmasın”

Yaşar Tunagür Hocaefendi’nin hayatında, Türkiye’de dinin hayata tatbiki alanında meydana gelen sıkıntıların birçoğunu görmek mümkün. “Ben Cumhuriyetin ilânından sonra doğdum. Medreselerin, dinî tedrisatın yasak olduğu bir dönemde yetiştim ve 26 yaşında müftülük imtihanına girdim. Kimse, ‘bütün medreseler kapalı, dinî tedrisat yok, nasıl liyakatli insan bulacağız’ diye düşünmüyordu. Tefsir, hadis, kelam, fıkıh ve hitabetten imtihan ettiler ve en manidar olanı bunları nereden öğrendin diye sormadılar. Soramazlardı, çünkü bunları bilen insana ihtiyaç vardı.” diyor.

Hüsrev Hoca’nın yanında okulda da devrin ileri gelen ilim adamlarından ders alan Tunagür’ün Kabataş Lisesi’ndeki hocaları arasında Nihat Sami Banarlı, Faruk Nafiz Camlıbel, Hıfzı Tevfik Gönensay, Cemalettin Öktem, Mahmut Cevdet Sezer gibi isimler var. Hocalarıyla dönemin sıkıntıları hakkında pek konuşmadıklarını söyleyen Tunagür, okuldayken ateist olduğunu düşündükleri bir hocanın tasavvuf ehli olduğunu ancak yıllar sonra öğrenir. Çünkü hocalar da pek çok insan gibi hayatlarını gizlilik içinde sürdürmektedir.

Kur’an-ı Kerim’e hizmete adayan Mehmet Kırkıncı Hocaefendi’nin ömrünün büyük kısmı Erzurum’da geçmiş. Çocukluğundan itibaren, dinî konulara getirilen engellemeler sebebiyle pekçok sıkıntı yaşayan Kırkıncı Hoca, yasağa rağmen ders vermeye devam eden birçok âlimin uzun yıllar cezaevinde kaldıklarına şahit olmuş. Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi Erzurum’da da çocuklarını gönderecek hoca bulamayan aileler, evlerinde ders vermektedir. Kırkıncı Hoca da Kur’an okumayı annesinden öğrenir. Daha küçük bir çocukken sık sık jandarma baskını olduğu için evlerdeki kitapları ve Kur’an’ları yatak altlarına ve dolaplara gizlediklerini anlatıyor ve ekliyor: “Allah tekrar yaşatmasın!” Aradan 50 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen o dönemi hatırlamak istemeyen Mehmet Kırkıncı Hocaefendi, yaşananları ağır bir imtihan olarak kabul ediyor.

“Zihinler iki kutsal arasında parçalanıyor”


Gazeteci-yazar Ali Bulaç ise 1951’de Mardin’de dünyaya gelir. Çocukluğu, Türkiye’nin Batı ittifakı içinde yer aldığı, ezanın Türkçe’den Arapça’ya döndüğü, dinî tedrisatta önemli adımların atıldığı yıllarda geçen Bulaç, bütün bu gelişmelere rağmen 50’lerin sonlarında bile halkın tedirginliğinin sürdüğünü ifade ediyor. Yasal açıdan herhangi bir sınırlama olmasa da hâlâ geçmiş dönemden kalma baskıyı hisseden insanların bu tedirginliği tamamen yersiz değildir. Zira o yıllarda güvenlik güçlerinin lokal müdahaleleri sürmektedir.

Bu tedirginlik Bulaç’ın ailesinde de vardır. Beş-altı yaşlarında Kur’an-ı Kerim dersi almaya başladığını, camiye giderken kız çocukları gibi giyindiğini anlatıyor: “Annem her sabah beni kız çocukları gibi giydirir, elif cüzünü de elbisemin altından boynuma asardı. Bir elime öğle yemeğimi, ötekine sobada yakmak için götürdüğümüz bir parça kömürü alır, yola çıkardım.” Bu korku pek bir şeyi değiştirmez. Aileler, zor da olsa çocuklarına dinî eğitim vermenin bir yolunu bulmaktadır. Nitekim Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’a göre dinî tedrisat üzerindeki baskının zirvede olduğu 1946 yılında Türkiye’de 150 bin hafız yetişmiştir. Ali Bulaç da böyle bir dönemde her sabah, “Eğer jandarmalar nereye gittiğini sorarlarsa amcamlara gidiyorum de!” tembihiyle yola çıkarak Kur’an dersi almaya gider.

Bir çocuk zihniyle bütün bu olanları anlamanın zor olduğunu ifade eden Bulaç, o yıllarda “Güvenlik güçleri neden Kur’an öğrenimine mani olsun?” sorusunun cevabını bulamaz. Bir yanda otoritesine saygı duyulan devlet yapısı, öte yanda kutsallığı anlatılan dinî inancı vardır. Uzun zaman, bu ikisi arasındaki çatışmanın sebebini merak eder. Bu çelişkiyi çözememenin şizofrenik sonuçlar doğuracağını belirten Bulaç, içinden geçtiğimiz dönemde yaşanan sosyal ve kültürel parçalanmışlığın büyük ölçüde bu çatışmalardan kaynaklandığını düşünüyor. “Dünyayı algılama, sorunlarımızı tanımlama ve çözüm üretme konularında hâlâ bu parçalanmışlığı yaşıyoruz.” diyen Bulaç’a göre, bu toplumu hayata bağlayan anlam haritasının merkezinde din bulunuyor. Bu sebeple elinden dini alınan halktan geriye kayda değer bir şey kalmıyor.

Türk modernleşmesinin kendisini din dışı kabul ettiğini dile getiren Bulaç, yıllarca modern olmak için dini bir kenara bırakmak gerektiğinin savunulmasını da doğru bulmuyor. Dinin bir yaşam biçimi olduğunun görmezden gelindiğini vurgulayarak, kendi manevi dinamiklerini iyi yorumlamış bir milletin ancak başka kültürlerle sağlıklı ilişkiler kurabileceğine inanıyor; “Mevlana’nın pergel metaforunda olduğu gibi bir ayağın sağlam bir zeminde duruyorsa diğeriyle 72 milleti dolaşabilirsin.”

Türkiye’de bütün resmî kurumlarda var olan ideolojinin eğitim sisteminde de kendini gösterdiğini düşünen Bulaç, eğitimin bir kültür aktarım modeli olarak algılanmadığı tespitinde bulunuyor. Meselenin çözülmesi için de doğru konuların, yani eğitimin hedefinin ve çocuğun velayeti ve vesayetinin kime ait olduğunun tartışılması gerekiyor. Bulaç’a göre çocuk üzerinde tek yetkili olarak devleti kabul eden Fransız Cumhuriyet geleneğini model alan Türk eğitim sistemi, iyi insan yetiştirmenin uzağında bulunuyor. İslam’da, Fransız sisteminin aksine çocuğun velayetinin ebeveyne ait olduğunu hatırlatarak, bu gelenekten beslenen insanların, “Devlet çocuklar üzerinde tek yetkili olma hakkını nereden alıyor?” sorusunu sorduğunu dile getiriyor. “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar, sonra anne babası onu Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ya da Mecusi yapar.” Hadis-i Şerif’inden hareketle çocuk eğitiminde anne babanın sorumluluğunu hatırlatan Bulaç, mevcut uygulama ile bu inanç arasındaki derin farkı, “Eğer söz konusu olan benim çocuğumsa ve onu nasıl yetiştirdiğim konusunda Allah’a hesap vereceğime inanıyorsam alacağı eğitim konusunda söz sahibi olmalıyım.” sözleriyle dile getiriyor.


Yaz kurslarına talep büyük

Mevcut kanunlar, Kur’an eğitimini en küçük detaya kadar tarif ediyor. Buna göre ‘izinsiz’ eğitim faaliyetinde bulunanlar için birtakım cezalar öngörülüyor. Kur’an kursu açmaya yetkili tek kurum ise Diyanet İşleri Başkanlığı. Yaz ve kış dönemlerinde hizmet veren bu kurslara devam etmek de belli şartlara bağlı: 12 yaşından küçüklerin kurslara kabul edilmesi yasal değil. 8 yıllık temel eğitimin ilk bölümünü bitiren öğrenciler sadece yaz kurslarına alınırken, kışın Kur’an kursuna devam edebilmek için 8. sınıfı bitirmek gerekiyor. İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, bu düzenlemeler nedeniyle yazları öğrenci yığılması yaşadıklarını vurguluyor. 2004 yılında İstanbul’da kursa devam eden öğrenci sayısı 165 bin.

Yaz kurslarında çocuklara Kur’an-ı Kerim okumanın yanında temel dinî bilgiler vermeyi hedeflediklerini belirten İstanbul Müftüsü Çağrıcı, bütün imam, müezzin ve kurs hocalarının iznini kaldırmalarına rağmen hoca sıkıntısı yaşadıklarını dile getiriyor. İki ay süren kurslara 12-18 yaş arası öğrenciler devam ediyor. Bu yıl İstanbul’daki öğrenci sayısının 200 bini geçeceği tahmin ediliyor. Bu sayı, hoca sıkıntısının giderek büyüyeceğini ortaya koyuyor. Çağrıcı, eleman açığını kurs hocası olacak donanıma sahip ama çalışmayan kişilerle kapatmaya çalıştıklarını belirtiyor. Mülki idarenin onayı ile açılan sınavlarda başarılı olanlar mülakat sonrası geçici göreve atanıyor.

Kur’an kurslarının hassas kurumlar olduğunun farkında olduklarını kaydeden İstanbul Müftüsü, bu sebeple göreve getirecekleri insanların yeterliliklerini titizlikle takip ettiklerini söylüyor. Çağrıcı’ya göre tüm yetkililer, binlerce öğrenci ve ailesini ilgilendiren bu konuyla hassasiyetle ilgileniyor. Hedefleri ise hem öğrenci ve ailelerini hem de denetim mekanizmasında görev yapan insanları memnun edecek bir kalite yakalamak.

İlköğretim seviyesindeki okullarda haftada bir saat din dersi veriliyor. Tatiller çıkarıldığında ortaya çıkan rakam yılda ortalama 30 saat. İki ay süren yaz kurslarının toplam süresi ise yaklaşık 150 saat. İki ay içinde, çocuklara okulda beş yılda alacakları eğitimi verdiklerini söyleyen Çağrıcı, kurs başlangıcında seviye tesbit sınavına giren öğrencilerin vakit kaybetmeden önceki yıl bıraktıkları yerden devam ettiklerini ifade ediyor. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından koordine edilen kurslarda Kur’an-ı Kerim’in yanında siyer, ahlak, itikad ve ibadet dersleri de okutuluyor. Çağrıcı, hocanın ve öğrencinin gayretine göre “elif beyi” yaz başında öğrenen bir talebenin iki ay sonra Yasin’i ezberleyerek kursu bitirmesinin mümkün olduğunu ifade ediyor.

Kur’an kurslarının sık sık gündeme gelmesinin nedeni, kurslara devamın yaş sınırına bağlanması. İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı 12-15 yaş sınırının dinî kültürün verilmesi için geç olduğu görüşünde. Dünya genelinde eğitim yaşının giderek düştüğünü belirten Çağrıcı, çocukları küçük yaşta eğiten kadîm geleneğin yeniden keşfedildiğini belirtiyor. Kiliseler, özelikle Avrupa ve Amerika’da 3-4 yaşlarındaki çocukların devam ettiği anaokullarından çok aktif. Eğitimin kutsalla ilişkisinin kesilmesinin dünyaya pahalıya mâl olduğunu kaydeden Çağrıcı, kiliselerin bu duyarlılığının haklı gerekçeleri olduğunu vurguluyor. Aynı zamanda akademisyen de olan Prof. Dr. Çağrıcı’ya göre yıllardır devam eden tartışmalar, din ve eğitim konusunda duygusallıktan rasyonelliğe geçilememesinden kaynaklanıyor.


BİR ÖMRÜN İLK BESMELESİ

Kâdim geleneğe göre çocuklar için eğitime başlama yaşı 4 yaş 4 ay 4 gün. Osmanlı’da bu yaşa gelen çocukların sünnet olduğuna inanılarak ‘Amin Alayı’ ya da Bedii Besmele adı verilen bir merasimle tedrisata başlatıldığı naklediliyor. Bu gelenek, unutulmaya terk edilen güzelliklerden sadece biri. Bir kısmı bugüne ulaşan hatırata bakıldığında, saltanat namzedi şehzadelerden, mütevazı ailelerin çocuklarına kadar hemen herkesin en renkli hatıraları arasında Amin Alayı’nın yer aldığı görülüyor. İlk besmelesini ilmine güvenilen bir hocanın önünde çekmek için günlerce önceden hazırlanan çocuk, huzura dua ve ilahilerle geliyor. Minderi ve rahlesi hocanın önüne yerleştiriliyor ve ilk dersini alıyor.

3. Selim’den Halide Edip Adıvar’a, Ahmet Rasim ve Yahya Kemal’e toplumsal hafızamızın vazgeçilmez isimleri hep küçük yaşlarda böyle merasimlerle başlayan eğitimlerinin izleriyle şekillendirmiş ruh ve fikir dünyalarını. Mahalle ve Sıbyan mekteplerinin başlangıcında yapılması adetten olan bu merasimin folklorik özellikleri de hayli canlı ve renkli. Günlerce önceden başlayan hazırlıkların başaktörü, büyük gün gelip çattığında özenle giydiriliyor. Amin Alayı öncesinde türbe ziyaretlerine gidiliyor. Türbedârın duası alındıktan sonra çocuk; cüz kesesi, minderi, rahlesi ve arkasında kalabalık bir alayla ilk dersini alacağı hocanın huzuruna çıkıyor...

Kur’an eğitiminin mekanı ve yaşının tartışıldığı bir dönemde, devraldığımız pek çok şey gibi, unutulmaya yüz tutan Amin Alayı merasimini ihya etmeye çalışmak zaid addedilebilir. Ancak kızlarına Kur’an dersi vermeye başlayan Veysel ve Hülya Dalsaldı, zengin bir gönül dünyası için ‘küçük’ adımların önemli olduğuna inanıyor. Bu sebeple kızları Betül için yaptıkları Amin Alayı, uzun bir aradan sonra ilk olma özelliği de taşıyor. Prof. Dr. İsmail Kara’nın himayesinde düzenlenen merasim öncesi, Eyüp Sultan ziyaretinde büyük bir coşku yaşayan Betül, henüz dört buçuk yaşında. Kızlarının ilk mürüvvetini yaşadıklarını ifade eden Dalsaldı çifti de en az Betül kadar heyecanlı olduklarını gizlemiyor.

Yüz yıllarca süren ve uzun zaman devam edecek eğitim hayatına ilk adımın atıldığı tören, taze bir ruha derin anlamlar katacak kadar etkileyici. İlahiler eşliğinde geçilen koridor hayırlı ömür, helal rızık, iki cihan saadeti ve evveli Kur’an, ahiri Kur’an bir ömür dualarıyla tamamlanarak huzurda diz çökülüyor. Besmele çekildikten sonra Rabbi yessir duası okunuyor. Ve sonra sıra ilk dersi almaya geliyor: “Bu Elif!”

Kızları ilk öğretim yaşına gelmeden temel dinî bilgileri almasını isteyen Dalsaldı çifti, mevcut eğitim sisteminde 7 yaşında okula başlayan bir çocuğun dini eğitim almaya zamanı kalmadığını düşünüyor. Betül’ün okul öncesinde Kur’an öğrenmesine bu nedenle karar vermişler. Zamanlama da 4 yaş 4 ay 4 günün hikmetine binaen ayarlanmış. Kâdim olanda yüzyılların birikimi olduğunu ifade eden Hülya Hanım, çocuklarının bu yaşta her şeyi öğrenmesi iddiasını taşımadıklarını, ancak isabetli adımların önemli olduğunu vurguluyor. Betül, böyle bir başlangıçtan sonra haftada 3 gün evine gelecek hocasından Kur’an-ı Kerim dersi alacak.

Osmanlı’da eğitime başlangıcın ilk adımı Kur’an öğrenmeyle başlıyor ve sonra taşlar üst üste bina ediliyor. Eğitimin ilk aşaması olan mahalle mekteplerinin hedefi ise çok basit ve gerçekçi: Çocukları sosyal hayata hazırlamak ve temel bilgileri kazanmasını sağlamak.

Prof. Dr. İsmail Kara ve Prof. Dr. Ali Birinci’nin birlikte hazırladıkları ve geçtiğimiz günlerde Dergâh Yayınları arasında piyasaya çıkan, “Bir Eğitim Tasavvuru Olarak Mahalle/Sıbyan Mektepleri” kitabı, yukarıda anlatılmayan daha pek çok detayı içeriyor. Kitapta aktarılan hatırata bakıldığında, eğitime bazı semboller içeren bir törenle başlamak, küçük bir çocuk için bayram ya da oyunun ötesinde bir anlam ifade etmiyor. Çocuk, yaşadıklarının hayatında ne kadar önemli bir yer tuttuğunu ancak yaşı ilerleyince görmeye başlıyor. Semboller zamanla çözülüyor ve ritüeller, ileri seviyede yorumlanıyor.

Kaynak
 
Allah razı olsun kardeş =)
 
Geri
Üst