atn42
New member
23 Eylül 2009 21:59
DÜNKÜ gazetenin “haber”lerindendi: Türkiye’de yatırım yapan yabancılar kazandıkları paranın toplam 23 milyar 778 milyon dolarını dış ülkelerdeki kendi hesaplarına transfer etmişler.
Okuyan, telefonda üzüntülü bir sesle soruyor: Sahi mi?
Günaydın.
Nereye transfer edeceklerdi? Sizin cüzdanınıza mı?
Rakamlar, üzücü değil, düşündürücüdür. “Doğrudan” denen gerçek yabancı yatırımlardan kâr olarak elde edilip dışa gönderilen para, 2002 yılının başından 2009’un temmuz başına kadar toplam 10 milyar 866 milyon doları bulmuş. Yani gelip fabrika kurmuşlar, otel açmışlar, alışveriş merkezi kurmuşlar, kendi başlarına ya da yerli yatırımcılarla işbirliği yaparak bir şeyler üretip hizmetler sunmuşlar. Biz de, işsize iş bulunur, piyasalar canlanır, gelen giden insanlardan ve mallardan bir şeyler kazanırız diye sevinmişiz. Adamlar kârlarının büyükçe bir bölümünü dışa yollamışlarsa, üzülmek ya da kızmak olur mu?
Yatırım yapılırken, “ülkede bulunmayan yeni teknoloji getirilecek, kazanılanın yüzde şu kadarıyla yeni yatırım yapılacak, istihdam edilenlere şöyle eğitim verilip şu beceriler kazandırılacak” diye birtakım koşullar koşuldu mu?
Yatırımların filanca bölgeye yığılmak yerine şu bölgeye yapılması için birtakım yönlendirme politikaları uygulanabildi mi? Daha doğrusu, bırakın yabancıları, kendi yurtlarına yatırım yapacak vatandaşlarımıza “On-on beş yıl sonrasının Türkiye’sinde şu bölgelerde kamu yatırımlarına ek olarak şu sanayi ve hizmetleri şöyle teşvik edeceğiz” diye ciddi devlet planları sunulabildi mi?
Bir de “portföy yatırımları” denenler var. Yani borsaya, devletin iç borçlanma senetlerine, tahvillere yabancıların yatırdığı paralar. Bunlara aslında “sıcak para” denmesi gerekir ama, herhalde bir yere “yatırıldıkları” için olacak, yine “yatırım” deniyor. Bunların dolaylı yoldan mal ve hizmet üretimine hangi oranda katkıda bulunduğu tam bilinmiyor.
Zaten, bu “yatırımcılar” içlerine en küçük kuşku düşer düşmez paralarını çekiveriyorlar. Geldikleri zaman sevinip de gittiklerinde ve hele “gelir”lerini dışa transfer ettiklerinde kızmak olur mu? Asıl kendimize kızmak varken.
Küreselleşme rüzgârlarına kolayca kapılan, Reagan ve Thatcher’in “monetarist” politikalarından medet uman, tüketim ve borç kamçılarıyla yiğitleşeceğini sanan, şimdinin kriziyle şaşkınlaşıp durgunluğa sürüklenen bir Türkiye, son otuz yıl içinde daha akıllı, daha özgüvenli, daha tasarruflu, daha planlı, daha yatırımcı olamaz mıydı?
Ya da, öyle olmak için gerekli siyasal iktidarı yaratma zamanı artık gelmemiş midir?
kaynak
DÜNKÜ gazetenin “haber”lerindendi: Türkiye’de yatırım yapan yabancılar kazandıkları paranın toplam 23 milyar 778 milyon dolarını dış ülkelerdeki kendi hesaplarına transfer etmişler.
Okuyan, telefonda üzüntülü bir sesle soruyor: Sahi mi?
Günaydın.
Nereye transfer edeceklerdi? Sizin cüzdanınıza mı?
Rakamlar, üzücü değil, düşündürücüdür. “Doğrudan” denen gerçek yabancı yatırımlardan kâr olarak elde edilip dışa gönderilen para, 2002 yılının başından 2009’un temmuz başına kadar toplam 10 milyar 866 milyon doları bulmuş. Yani gelip fabrika kurmuşlar, otel açmışlar, alışveriş merkezi kurmuşlar, kendi başlarına ya da yerli yatırımcılarla işbirliği yaparak bir şeyler üretip hizmetler sunmuşlar. Biz de, işsize iş bulunur, piyasalar canlanır, gelen giden insanlardan ve mallardan bir şeyler kazanırız diye sevinmişiz. Adamlar kârlarının büyükçe bir bölümünü dışa yollamışlarsa, üzülmek ya da kızmak olur mu?
Yatırım yapılırken, “ülkede bulunmayan yeni teknoloji getirilecek, kazanılanın yüzde şu kadarıyla yeni yatırım yapılacak, istihdam edilenlere şöyle eğitim verilip şu beceriler kazandırılacak” diye birtakım koşullar koşuldu mu?
Yatırımların filanca bölgeye yığılmak yerine şu bölgeye yapılması için birtakım yönlendirme politikaları uygulanabildi mi? Daha doğrusu, bırakın yabancıları, kendi yurtlarına yatırım yapacak vatandaşlarımıza “On-on beş yıl sonrasının Türkiye’sinde şu bölgelerde kamu yatırımlarına ek olarak şu sanayi ve hizmetleri şöyle teşvik edeceğiz” diye ciddi devlet planları sunulabildi mi?
Bir de “portföy yatırımları” denenler var. Yani borsaya, devletin iç borçlanma senetlerine, tahvillere yabancıların yatırdığı paralar. Bunlara aslında “sıcak para” denmesi gerekir ama, herhalde bir yere “yatırıldıkları” için olacak, yine “yatırım” deniyor. Bunların dolaylı yoldan mal ve hizmet üretimine hangi oranda katkıda bulunduğu tam bilinmiyor.
Zaten, bu “yatırımcılar” içlerine en küçük kuşku düşer düşmez paralarını çekiveriyorlar. Geldikleri zaman sevinip de gittiklerinde ve hele “gelir”lerini dışa transfer ettiklerinde kızmak olur mu? Asıl kendimize kızmak varken.
Küreselleşme rüzgârlarına kolayca kapılan, Reagan ve Thatcher’in “monetarist” politikalarından medet uman, tüketim ve borç kamçılarıyla yiğitleşeceğini sanan, şimdinin kriziyle şaşkınlaşıp durgunluğa sürüklenen bir Türkiye, son otuz yıl içinde daha akıllı, daha özgüvenli, daha tasarruflu, daha planlı, daha yatırımcı olamaz mıydı?
Ya da, öyle olmak için gerekli siyasal iktidarı yaratma zamanı artık gelmemiş midir?
kaynak