'Keşke Bediüzzaman'ı dikkate alsaydık

GemaR

Banned
Katılım
29 Ağu 2009
Mesajlar
2,408
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
Türk-İslam Birliği
97664.jpg



'Keşke Bediüzzaman'ı dikkate alsaydık'
Gazeteci Yazar Altan Tan, Kürt sorununun çözümünde Bediüzzaman Said-i Nursi'nin tespitlerine işaret ederek, "Keşke 100 yıl önce Bediüzzaman'ın nasihatlerini dikkate alsaydık. O zaman bugün bu girift sorunlarla karşı karşıya kalmazdık." dedi.


Eğitim-Bir-Sen Midyat Temsilciliği'nin düzenlediği 'Demokrasi ve Eğitim' konulu konferansta konuşan Gazeteci Yazar Altan Tan, Kürt sorununun çözümünde Bediüzzaman Said-i Nursi'nin tespitlerine dikkat çekti. Tan, "Keşke 100 yıl önce Bediüzzaman'ın nasihatlerini dikkate alsaydık. O zaman bugün bu grift sorunlarla karşı karşıya kalmazdık." diye konuştu.

Tan, Said-i Nursi'nin 100 yıl önce 'Kürtlerin üç büyük sorunu var, fakirlik, cahillik ve birbirleri ile kavga etmeleri' dediğini hatırlatarak, şöyle konuştu: "Van'da ismini bile koyduğu Medresetül Zehra üniversitesini kurmak, burda hem İslami bilimleri okutalım hem de müspet ilimleri okutalım. Burada Arapça, Kürtçe, Türkçe eğitimi yapalım. Arapça vacip, Türkçe lazım, Kürtçe caizdir. Öneriler sonunda Bediüzzaman'ı tımarhaneye attılar. Türkiye, bugün sorunu çözmek için İslam ve Kürtler ile barışacak. Bu dünyayı artık eskisi gibi yönetemezsiniz."

Herkesin demokrasi istediğini, ancak demokrasinin bir türlü gelmediğini söyleyen Altan Tan, sorunların ancak, "Herkes için demokrasi" ve "Kendi içinde demokrasi" ile çözülebileceğini ifade etti.

Yeni bir anayasa için sistemden rahatsız olan herkesin birlikte hareket etmesi gerektiğine dikkat çeken Altan konuşmasına şöyle sürdürdü: "Herkes için demokrasi dediğimizde, kendimiz için ne istiyorsak başkası için de aynısını istememiz lazım. Kendi içinde demokrasi diyorsak evimizde, partimizde cemaatimizde de demokrasiyi uygulamamız gerekir. Bu nedenle yeni bir anayasa istiyorsak tüm muhalifler anlaşmalı birlikte hareket etmeli."

Dinleyiciler ile soru cevap şeklinde devam eden konferansın sonunda Altan Tan, 'Kürt Sorunu' 'Ya Tam Kardeşlik Ya Hep Birlikte Kölelik' isimli kitabını imzaladı. Kocatepe İlköğretim Okulu Konferans Salonu'nda yapılan konferansa Midyat Belediye Başkan Yardımcısı Metin Kutlu, Müftü Abdurrahman İnanç, Özerk Diyanet Evkaf Genel Sekreteri Tevfik Acar, Eğitim-Bir-Sen Şube Başkanı Zekeriya Atilla, Eğitim-Sen Şube Başkanı Halil İbrahim Efetürk ve çok sayıda dinleyici katıldı.


Kaynak
 
cahillik bütün toplumların en büyük sorunu doğru tespit. fakirlikse batıda da milyonlarca fakir var. umarım bu konferansa doğu da kayak pisti ile sorunu çözmeye çalışan devlet bakanı da katılmıştır. bizim siyasetçilerimiz hakikaten çok uyanık kaydırarak sorun çözmeye çalışıyorlar.
 
Keşke dinlenilseydi ... Halbuki bir eğitim yuvası ile neler çözülebiliyormuş .. Şimdi ?
Üst üste açılımlar demokratik girişimler , bide bunun yanında tam tersine çekenler gel de çık işin içinden
 
BİTLİS, VAN VE DİYARBAKIR'DA

Cehalet, zaruret ve ihtilâf düşmanlarına karşı sanat, marifet ve ittifak silâhlarıyla yapılması gereken cihadın en önemli araçlarından biri olarak gördüğü şark üniversitesi için 2. Meşrutiyetin ilânından önce İstanbul'a gelerek destek arayan Bediüzzaman Said Nursî, 1911'de şark aşiretleriyle sohbetinde de “Darülfünunu mutazammın pek âlî (üniversiteyi ihtiva eden yüksek) bir medresenin Bitlis'te ve Bitlis'in iki cenahı olan Van ve Diyarbekir'de tesisini isteriz” demişti.
HER DEFASINDA AKAMETE UĞRADI


Bediüzzaman, projesini benimseyen Sultan Reşad'dan aldığı tahsisatla bu üniversitenin ilk kampüs binasının temelini Van gölü kıyısında atmış, ama Birinci Dünya Savaşının patlak vermesi üzerine inşaat tamamlanamamıştı. Said Nursî'nin Ankara'da aynı proje için Birinci Meclisten aldığı destek ve tahsisat da, kısa bir süre sonra medreselerin kapatılıp Bediüzzaman'ın sürgüne gönderilmesi ile yine akamete uğramıştı.

Şark Üniversitesi için, hürriyetten evvel
İstanbul’a geldim

Ben hasta olmasaydım, ben de o mesele için vilâyat-ı şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh u canımla Maarif Vekilini tebrik ediyorum. Hem 55 seneden beri, Medresetü’z-Zehra nâmında Şark Üniversitesinin tesisine çalışmak ve o üniversiteyi biri Van’da, biri Diyarbakır’da, biri de Bitlis’te olmak üzere üç tane veya hiç olmazsa bir tane Van’da tesis etmek için, Hürriyetten evvel İstanbul’a geldim. Hürriyet çıktı, o mesele de geri kaldı. Sonra İttihatçılar zamanında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Kosova’ya gittim. O vakit Kosova’da büyük bir İslâmî darülfünun tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem İttihatçılara, hem Sultan Reşad’a dedim ki: “Şark böyle bir darülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâmın merkezi hükmündedir.”
O vakit bana vaad ettiler. Sonra Balkan harbi çıktı. O medrese yeri istilâ edildi. Ben de dedim ki: “Öyleyse o 20 bin altın lirayı Şark Darülfünununa veriniz.” Kabul ettiler.
Ben de Van’a gittim. Ve bin lira ile Van gölü kenarında Artemit’te temelini attıktan sonra Harb-i Umumî çıktı. Tekrar geri kaldı.
Esaretten kurtulduktan sonra İstanbul’a geldim. Hareket-i Milliyeye hizmetimden dolayı Ankara’ya çağırdılar. Ben de gittim. Sonra dedim: “Bütün hayatımda bu darülfünunu takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihatçılar 20 bin altın lirayı verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz.” Onlar 150 bin banknot vermeye karar verdiler.* Ben dedim: “Bunu mebuslar imza etmelidirler.”
Bazı mebuslar dediler: “Yalnız sen medrese usûlüyle sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun. Halbuki şimdi garplılara benzemek lâzım.”
Dedim: “O vilâyat-ı şarkiye âlem-i İslâmın bir nevî merkezi hükmünde, fünun-u cedide yanında ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü, ekser enbiyâ şarkta ve ekser hükema garpta gelmesi gösteriyor ki, Şarkın terakkiyâtı din ile kâimdir.HAŞİYE Başka vilâyetlerde sırf fünun-u cedide okutturursanız da, Şarkta herhalde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türke hakikî kardeşliği hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı teâvün ve tesânüde mecburuz.” (...)
HAŞİYE: Hattâ o zamandan evvel Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde hamiyetli ve gayet zekî o talebem ulûm-u diniyeden aldığı hamiyet dersiyle her vakit derdi: “Salih bir Türk elbette fâsık kardeşimden, babamdan bana daha ziyade kardeş ve akrabadır.” Sonra aynı talebe talihsizliğinden sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben dört sene sonra onunla görüştüm. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: “Ben şimdi Râfizî bir Kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.” Ben de “Eyvah!” dedim. “Sen ne kadar bozulmuşsun.” Bir hafta çalıştım. Onu kurtardım. Eski hakikatli hamiyetine çevirdim. Sonra Meclis-i Meb’usandaki bana muhalefet eden meb’uslara dedim: O talebenin evvelki hâli Türk milletine ne kadar lüzumu var. Ve ikinci hâlinin ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havâle ediyorum. Demek farz-ı muhal olarak siz başka yerde dünyayı dine tercih edip siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de herhalde şark vilâyetlerinde din tedrisatına âzamî ehemmiyet vermek lâzım. O vakit bana muhalif meb’uslar da çıkıp o lâyihamı 163 meb’us imzâ ettiler. Bu kadar imzayı taşıyan bir istidâyı elbette yirmi yedi sene istibdad-ı mutlak onu bozamamış.
* “Mustafa Kemal de içinde idi.” (Emirdağ Lâhikası, s. 439)
Emirdağ Lâhikası, s. 402, (yeni tanzim, s. 775)
Bediuzzaman Said Nursi


kaynak: emirdağ lahikası sayfa 402
 
ama hala bazıları hakaretler ediyorlar ya böyle bir zat için acı allah islah etsin :utan
 
ama hala bazıları hakaretler ediyorlar ya böyle bir zat için acı allah islah etsin :utan

Dost istersen ALLAH yeter. Evet, O dost ise her şey dosttur.
Yârân istersen Kur’ân yeter. Evet, ondaki enbiya ve melâike ile hayalen görüşür ve vukuatlarını [yaşadıkları olayları] seyredip ünsiyet (yakınlık) eder. Mal istersen kanaat yeter. Evet, kanaat eden iktisat eder; iktisat eden bereket bulur. Düşman istersen nefis yeter. Evet, kendini beğenen belâyı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen safâyı bulur, rahmete gider. Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan [dünya sevgisinden] kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır.” (Mektubat, s, 282)
 
Türklüğü tahrif ederek ayrı bir Kürt devleti kurmaktır


Said-i Nursi kimdir?
1877 yılında Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünde doğan ve 24 mart 1960 tarihinde ölen ve bidayette Saidi Kürdi diye anılan bir şahsın esas gayesi, Türklüğü tahrif ederek ayrı bir Kürt devleti kurmaktır. Nitekim yaşamı boyunca bu amacını gerçekleştirmek için etkinlik göstermiştir.

Doğduğu bölgeden İstanbul'a gelen Said-i Kürdi, 31 Mart ayaklanmasına katılmış, Milli mücadele döneminde Kürt Teali Cemiyeti kurucuları arasında yer almıştır.

(kaynak Marmara Brifingi: Orgeneral turgut Sunalp, Korgeneral Abdurrahman Ergeç, Tümgeneral Recai Engin, Tümgeneral, Memduh Ünlütürk, Tümgeneral Fazıl Polat, Kur. Alb. Fikret Küpeli...) Bu zamandan 1950'ye kadar risaleleri yaymaya ve cemaatini büyütmeye devam etmiştir.

1950 sonrasında yazmış olduğu risalelere dayanan cemaatini iyice güçlendirmiş ve bu dönemki DP hükümeti le işbirliğine girmiştir. Atatürk'ün başlatıığı toprak reformunu yarıda bırakarak bölgesinin ağalara ve şeyhlerin elinde kalmasında büyük pay sahibi olan Said-i Nursi zamanın iktidarı Adnan Menderes tarafından eli öpülerek el üstünde tutulmuştur.

1960 ihtilaliyle birlikte Adnan Menderes ve diğerleri asılmıştır. Said-i Nursi'nin cesedi de İhtilal subayları tarafından ortadan kaldırılmıştır.



Volkan Gazetesi
Şeriat devleti isteyenlerin bütün hareketlerinin gerisinde emperyalizmin çirkin yüzü sırıtmaktadır. 31 Mart irtica olayında da Derviş Vahdeti'nin ve Melanzade Rıfat'ların iplerini elinde tutan gerçek güç emperyalizmdir.

15 Aralık 1908 tarihli Volkan, İngilizlerin adem-i merkeziyetçiliği sayesinde Kıbrıs'ın "küçük bir İsviçre" haline geldiğini ileri sürmektedirler. Oysa ki Kıbrıs İngiltere hükümetinin Osmanlı'dan alacaklarına akrşılık rehin aldığı fakat ilk bahaneyle el koyduğu veişgal ettiği, nüfusunun da Yarıya yakınının Türk olduğu bir topraktır. İngilizlerin burayı tek kurşun bile sıkmadan dalavereyle ele geçirmesini ve sömürge kurmasını Volkan gazetesi alkışlamaktadır.

8 Nisan 1909 tarihli Volkan: "İngiliz Hükümetinden, kuvvetli, mütefennin, her surette müterakki, hami-i insaniyet bir hükümetin mevcudiyetini hala mutasavver mir?" diyerek bugünkü Amerikan dalkavukluğuna andırır biçimde İngiltere'nin her yönden propagandasını yapmaktadır.

İşta 31 Mart olayının başkahramanı Derviş Vahdeti dahi, günümüz Amerikan şeriatçılarına benzer biçimde koyu bir İngliz İngiliz şeriatçısıdır. 31 Mart yobazları önlerine çıkan ilerici subayları şehit ettikleri halde hristiyan kafirlere karşı davranışlarında son derece "centilmen"dirler. Yobazlara 31 Mart günü yollarda rastladıkları hristiyanlara korkmamaları için teminat vermişler, yabancı elçiliklerin kapılarına da nöbetçiler dikmişlerdir.

İsyandan sonra hükümet 31 Mart olayında ünlü "Intelligence Service"e mensup İngiltere elçiliği baştercümanı Fitz Maurice ile onun ihzmetindeki yerli işbirlikçilerin marifetlerini saptamışlar ama bu konuyu kurcalamaktan kaçınmışlardır.



31 Mart Ayaklanması
Halkın temsil edildiği parlamentonun kaldırılarak, Padişahın mutlak egemenliğinin geri getirilmesi için çıkan ve sloganı: "Halk burada çoban nerede?!" olan bu ayaklanma Mustafa Kemal Atatürk'ün komuta ettiği Yıldırım Orduları tarafından bastırılmıştır.

Bu ayaklanmada önemli rol oynayan Volkan gazetesi'nde de yazıları çıkan Said-i Kürdi Isparta'ya sürülmüştür.



Kürt Teali Cemiyeti
1. Dünya savaşında yenilince yurd emperyalistler tarafından daha önce yapılmış anlaşmaya uygun olarak işgale başlandı. Ülkenin her yerinde Yunan ayrılıkçısı, Ermeni ayrılıkçısı Kürt ayrılıkçısı cemiyetler türemeye başladı.

Isparta'daki sürgünden memleketine dönen Said-i Kürdi yine İngilizlerin işgal planına uygun olarak Doğu'da ve güneydoğuda İngiliz hükümeti destekli bir Kürdistan kurulması amacıyla "Kürt Teali Cemiyeti" kurucuları arasında yerini aldı.(kaynak: Marmara brifingi, 1971)

Bir yandan işgalcilerle mücadele eden Ankara hükümeti bir yandan da İngiliz destekli gerici isyanları bastırmakta başarılı olunca Said-i Kürdi bu sefer M. Kemal'le görüşmek için Ankara'ya gitti. Amacın şeriat devleti kurmak olmadığını, ulusal temele dayanan devlet kurmak olduğunu anlayınca bundan vazgeçti.

Bugün dahi Nurculukta cuma namazı kılınması farz kabul edilmez. Çünkü Said-i Kürdi'nin anlayışına göre ülke hala "müslüman" değildir. "Dar-ül harp"tir. Yani şeriatı getirmek için savaşılması geren topraklardır.

Bu anlayışa uygun olarak çıkan ve arkasında İngiliz desteği olduğu resmi belgelerle kanıtlanmış olan Şeyh Sait isyanına katıldığı için İstiklal Mahkemesince yargılandı ve birçok ilde sürgün yaşadı. İngiliz destekli bağımsız Kürdistan isteyen bu ayaklanma birçok şehrin yıkımına, ordunun büyük ölçüde kayıp vermesine ve misak-ı Milli sınırlarımız içinde olan Musul ve Kerkük'ün İngilizlere kalması ile sonuçlandı.

Nur cemaati'nde Atatürk'ün "Öküz aleyhisselam", "Beton Kemal", "Deccal" gibi isimlerle anılmasınınn arkasında bu şeriatçı ayaklanmaların uğradığı hezimetler yatmaktadır.





Risaleleri ve fikirleri
Said-i Nursi'nin yaşamı boyunca yazmış olduğu risalelerin tümüne "Risale-i Nur Külliyatı" denir.

Türkçe konuşan insanların %90'ının anlayamayacağı bir dil kullanan(ve kişisel düşünceme göre hiç de derin anlamı olmayan ve birbirinin tekrarı niteliğinde olan) bu eser, başlarda cifir'in İslam dışı olduğunu söylediği halde("cifir..., gaybı Allah'tan başkası bilmez ayetine karşı edep dışı bir davranıştır")(bkz. Lem'alar s. 39(yazıldığı tarih 1957) daha sonraki kitaplarında sık sık cifir kullanarak kendisinin ve yazdıklarının ne kadar yüce olduğunu anlatır. Buna örnek vermek gerekirse:
"-... İçlerinde bedbaht olanlar da said olanlar da vardır- anlamındaki ayetin cifir yyönünden sayı değeri 1303 eder. Hud Suresinde -Emrolunduğu gibi hareket et-, anlamında bir ayet olduğu gibi Şura suresinin 2. ayetinde de aynı anlamda bir ayet vardır. -Vav-la başlayan Şura suresindeki ayetin cifir yönünden sayı değeri de 1309 eder. Bu tarihte bütün muhataplar içinde özellikle birine Kur'an adına iltifat ediliyor, doğru olmak yolunda buyruk veriliyor. Birinci tarih(1303)de ise, Risale-i Nurlar müellifi(Said-i Nursi)nin ilim tahsiline başladığı tarihtir. İkinci ayetin tarihi ise O müellif(Said-i Nursi)nin harika bir şekilde pek az bir zamanda ilimce en son noktaya ulaştığı(!), tahsili bitirdikten sonra ders vermeğe başladığı ve 3 ayda, bir kış içinde, 15 senede ancak okunabilen 100'den çok kitap okuduğu ve o zamanın o muhitte en ünlü alimlerinin yanında o 3 ayın mahsulu fakat 15 yılın mahsulü kadar olan ilimleri kazandığı, ne kadar büyük bir alim olduğunu; hangi ilimden olursa olsun sorulan her soruya en doğru cevabı vermekle ispat ettiği tarihe rastlar."(Tasdik-i Gaybi, s. 61-62, yıl 1958)

Ayrıca Hz. Ali'nin vbg. İslam Dünyası'ndaki ünlü kişilerin sözlerinden cifir yaparak kendisini haber verdikleri anlamını çıkartır. Oysa İslam'da gelecekten haber vermek yasaktır!...

Said-i Nursi bir yerde de kendisini şöyle tanıtır:
"İngiltere'nin en yüksek bilim kurulu, Şeyhülislamlık'a 6 soru sorup cevabını istediği zaman; o 6 soruya 6 kelimeyle cevap veren;
Yabancıların en çok önem verdikleri ve bilginlerinin en esaslı düstur saydıkları ilkelerine, gerçek ilim ve marifetle karşılık verip üstün çıkan;
.... Gerek Avrupa filozoflarına, gerek ülemasına ve gerek okullarda yetişmiş olanlara meydan okuyan, kendisi hiç soru sormadan sorulan soruları eksiksiz cevaplandıran..."(Lem'alar Risalesi)

İşte Said-i Nursi böyle üstün bir kişi olduğunu kendisi anlatıyor...

Ayrıca İzmir ve Erzincan Depremleri için şöyle dediğini F. Gülen kendisi naklediyor:"Ya oralarda hiç hizmet eden yoktu(dine hizmet eden) veya onlar yenik durumda idiler ki bu bela başlarına geldi.". Yani müslümanı varsa bile azınlıktıaydı. Depremler bu yüzden olmuştu.

Fethullah Gülen de bu söze dayanrak şunu ekliyor( Prizma 2 sf 66): " -Devlet bu belayı hazrıladı, altyapı hazır değildi, inşaat ruhsatı verilmemeliydi vs.- diyorlar. Halbuki İslam inancına göre maziye ve musibetlere kader açısından bakılır. Artık bu safhada bize Allah'a tevekkül etmek düşer. Yoksa böyle bir bakış açısı, musibeti Üstad'ın ifadesiyle ikileştirir."



Adnan Menderes ve Said-i Nursi
"Ben kütüğü aday göstersem milletvekili seçtiririm.", "İstersem hilafeti geri getiririm" söylemlerinde bulunan ve Anaaysayı ihal ederek diktatörlük yolunda giden Adnan Menderes Doğu'daki ve Güneydoğu'daki şeyh, ağalık oluşumu düzeltmek için Atatürk döneminde başlatılan toprak reformunu sürdürmek bir yana oranın sömürücüleri olan ağalarla ve şeyhlerle işbirliğine girmiştir. Said-i Nursi'nin de elini öpmek seviyesine kadar düşerek cemaate hoş görünmeye çalışmış ve başarılı da olmuştur.

Yetiştirilmiş beyinleri ülkeye kazandırmak için Atatürk tarafından kurulmuş olan köy enstitülerini kapatan ve yerine imam hatip okuları açan, demiryollarını "komünist işi!" diye bırakan ve ulaşımda, sanayide, ticarette ülkenin geri kalmasına yol açan Adnan Menderes ülkeyi Amerikan benzinine bağımlı kılmayı tercih etmiş, ABD'nin isteği üzerine uçak fabrikasını kapatmıştır.

Demiryollarına halen bir çivi bile çakılmamış olması ülkemizin Mobil, BP gibi AB güdümlü sermayenin bir nuamralı sömürgesi yapmakta, Avrupa2nın toplamında daha çok kamyona sahip olmamıza neden olmakta ve trafik kazalarını bir katliam boyutuna çevirmektedir. Bütün bunların sorumlusu halka gerçekleri anlatmak yerine cemaat bilinci aşılayıp uyutanlardır.

Nurculuk Cereyani (*)

Dinci, gelenekçi çevrenin bir temsilcisi olduğu "$akirtleri" tarafindan belirtilmi$ olan Said-i Nursi (31 Mart Olaylarindan Said-i Kurdi) ye baglanan cereyan Nurculuk adini almi$tir. Said-i Nursi taraftarlari, Nursi'yi "misilsiz, muellif, hakikat kahramani, Butun islam aleminin muhtac oldugu bir filozof" olarak tanimlami$lardir. Ilmi degeri bakimindan "Aristo'yu, Ibni Sina'yi, Ibnirrust'u, Farabi'yi" geride biraktigi da muritlerince iddia edilmi$tir. Manevi sahada Turkiye'nin Gandisi oldugu belirtilmi$tir. Eseri "Risale-i Nur" Kuran-i kerim'in yirminci asirdaki tefsiri sayilmi$tir.(115) Bu hukmu, eseri hakkinda bizzat Said-i Nursi de tekrarlami$tir. Risale-i Nur'a kimsenin mani olamayacagini, onun manevi bir polis oldugunu, dunya bari$ini saglayacak kudretini kendisi de belirtmi$tir. Bu bakimdan iktidar partisi (DP) ve eski iktidar partisi (CHP), Risale-i Nur'a minnettar olmalidir, cunku o belalari defeder. O'na hucum edilirse mutlaka bir bela ile kar$ila$ilir. Nitekim bir eseri ile ilgili yapilan bir arama sirasinda sifirin altinda 18 derece soguk olmu$tur. (116)

Said-i Nursi'nin Kuran'i yorumlayan yazilari yaninda siyasi ve sosyal fikirlerini içerenler incelendiginde bu alandaki fikirlerinin ilmi açidan zayif olduklari gorulmektedir. Genel olarak Said-i Nursi'nin fikirleriyle dinci çevrenin savundugu fikirler arasinda birlik vardir.

Said-i Nursi ve talebeleri, Cumhuriyet'in 1950 senesine kadar olan devresini mutlak bir istibdat (dikta) saymi$lardir. Bu zaman içinde pek çok tekliflerinin sonuçsuz kaldigini da uzuntuyle kaydetmi$lerdir. Said-i Nursi 1950 genel seçimlerinden sonra ba$layan devreyi fikirleri için bir kabul ve gerçekle$me devri saymi$tir.

Said-i Nursi genel olarak teokratik bir devlet $eklinin taraftarligini yapmi$tir. Bu fikrini El Hutbei $amiye ba$likli 31 Mart olayini konu edinmi$ bir risalesinde ileri surmu$tur. (117) Bu suretle laiklik prensibini de tamamen reddetmi$ olmaktadir.Mesela $apka giyimi ona gore islam'in geleneksel kanunlarina muhaliftir, çar$afa gelince, kadinlar için bir " kale ve siper" anlamindadir. (118) Açik bacak ve yarim çiplak kadinlar iman ehline saldirmaktadirlar. Çiplak bacaklar, "cehennem odunlari" dir. Cehennemde yilan suretinde gorunurler. Tesetture uymayan kadinlar cehennemde azap çekeceklerdir.(119)

Çok kadinla evlenmeye gelince, bir erkek birden çok nikah altina alinamayacagi gibi, ba$ka kadinlari da nikah edebilir. (120) Kadinlarin bo$anmak için mahkemeye ba$vurmalari "islam onuruna ve milli $erefe" yaki$mamaktadir. (121)

Ogretim alaninda da Said-i Nursi'nin bazi fikirleri ve teklifleri vardir. Bir anne çocugunu hafiz mektebinden alip Avrupa'ya gondermekle çocugunun ebedi hayatini tehlikeye koydugunu du$unmemektedir. (122) Yuksek ogretim alaninda Said-i Nursi'nin dikkat çeken teklifi "dogu universitesinin" kuruşu$udur. Bu universite Kahire'deki "camiulezher" in kizkarde$i olacaktir. Ogretim dili bakimindan "Arap vacip, Kurt caiz, Turk lazim" (123) $ark universitesi geleneklere dayanmalidir. "Batilila$maya ve medeniyete muhtaciz" tezi bu universiteye uygulanamaz. (124) Istanbul Universitesinde ileride bir "Nur medresesi" açilmalidir. (125)

Said-i Nursi "Ba$bakan ve dindar milletvekillerine" hitaben yazdigi bir mektupta laiklik prensibinin uygulanma $ekli hakkindaki fikirlerini açiklami$tir. Siyaset gizli dinsizlige degil, dine alet edilmelidir. Bu goru$ bizi Said-i Nursi'nin natilila$ma meselesi uzerindeki du$unceleriyle kar$ila$tirmaktadir. Islamiyet milliyetinden faydalanacak yerde , batilila$mak dalalete, sefahate, yabanci politikaya dayali bir ya$ayi$ $ekli sayilmi$tir. Gizli munafik ve zindiklar, batilila$mak bahanesiyle, dini siyasete alet etmi$lerdir. Avrupa, kulturuyle maddeten islam alemini yenmi$ olabilir. Fakat dinen yenememi$tir.Islam dunyasinda Avrupa kulturuyle iyile$tirme (islahat) yapilamaz.(126) Avrupa medeniyeti artik "kurtlanmi$ bir agaç" halindedir ve Asya medeniyetine yenilecektir. Cumhuriyet rejimini kurmak için "Avrupa'ya dilencilik etmek, islama buyuk cinayettir" Zira islam bu rejimi 13 asir once getirmi$tir.(127)

Nurculuk hareketi bir aksiyon cephesine de sahip olmu$tur. Said-i Nursi propaganda gezilerine çikmi$, genel ortami oldukça me$gul etmi$tir. Zamanin iktidari bu hareketi desteklemi$tir.



Said-i Nursi'nin olumunden sonra Nuculugun durakladigi ve "ittihadi muhammedi firkasi" hakkinda soyledigi gibi bir tunele girdigi soylenebilir. Bu hareketin Turk devrim prensiplerine muhalefetleri kayda deger ozelliktedir.

(*) : 1996 Tarik Z. Tunaya, Turkiye'nin siyasi Hayatinda BATILILASMA HAREKETLERI, sf 190-194

115- Risale-i Nur hakkinda Ankara Universitesinde verilen konferans (Ankara 1957)- E$ref Edip : Risale-i Nur muellifi Bediuzzaman Said-i Nursi (ıstanbul 1952- 1317)

116-Bediuzzaman Hz. Said-i Nursi nihayet konu$tu. (Hur Adam No. 344- 20 $ubat 1959, s 1-4) Ankara'da Nurcular hakkinda devam eden mahkeme safhalari ve Avk. Bekir Berk'in savunmasi için Bkz Hur Adam No 311 den itibaren Said-i Nursi'nin Tesettur Risalesi hakkinda uyesi bulundugumuz bilirki$i heyeti , verdigi rapor dolayisiyla dokuz imzali bir tehdit mektubu almi$tir. (1952) Bu raporda da Risale-i Nur'un tedrisati sayesinde on be$ haftada islah olduklari da belirtilmi$tir.

117-Bu kitabin çe$itli baskilari vardir. 1953 senesinde elimize geçen bir nushasiyla , 1957'de basilan nusha arasinda yazilarin ba$liklari ve yazilar bakimindan farklar vardir. Bu kitabin son baskisi $u ba$ligi ta$imaktadir: Hutbe-i $amiye namindaki Arabi Risale'nin Tercumesi (Antalya-1957)

118-Bediuzzaman , Yirmidorduncu Lem'a (Hanimlar rehberi, Istanbul 1958, sf 24-27)

119-Birden ihtar edilen mesele-i muhimme (Gençlik rehberi, Istanbul 1951, sf 14-15)

120-Bediuzzaman , Yirmidorduncu Lem'a sf 24

121- Bediuzzaman : Ehli iman ahiret taifesi olan kadinlar taifesi ile bir muhaveredir . (Hanimlar rehberi, sf 5-6)

122-123 Ayni yazi

124-Bediuzzaman Said-i Nursi'nin $ark universitesi açilmasina giri$ildigi sirada cumhurba$kani ve ba$bakan'a gonderdigi dilekçeden bir parça (Hur Adam No 33- 26 Aralik1958) s 2 Ayni mektup metni için Bkz Risale-i Nur hakkinda Ankara Universitesi'nde verilen bir konferans s 75-78

125-Bediuzzaman gençlik rehberi s 77

126-Said-i Nursi'nin 1923 tarihinde Millet Meclisi'ne hitaben yazdigi bir hutbeHur Adam No 320- 12 Eylul 1958, s 1)

127- Badiuzzaman: Hutbei $amiye (bkz 117)

kaynak: http://www.geocities.com/fettosh/nurculuk.htm

NURCULUK DENEN SAYIKLAMA
Dinin bir ruh ihtiyacı olduğunu bilim kabul etmiştir. Daha zekasının pek iptidaî olduğu zamanlardan beri, insanların din sahibi oldukları da bilinen gerçeklerdendir. Zekanın ve bilimin yükselmesiyle dinler de yükselmiş, tek Tanrılı dinlerle dinler çağı kapanmış, din uğruna yapılan korkunç savaşlar ve kırgınlıklardan sonra medeni dünyada din, fertlerin vicdanına sığınmış, bir kanaat olarak saygıdeğer bir yer kazanmıştır. Artık medeni insanlar arasında din tartışması yapılmıyor. Dinler hakkında avamî yazılar değil, ancak bilginlerin etüdleri yayınlanıyor. Medenî insan, başkalarının dini inancına saygı gösteriyor. Kimseyi propaganda ile kendi dinine çağırmıyor.

Türkiye'de bir zamandır dine karşı takınılan yanlış tutum, yemişlerini vermeye başlamıştır. Mabedsiz şehir kurmakla övünen budalalar, çirkin harabelerin mabed haline getirileceğini düşünememiştir. Cumhuriyetin başlarında, artık görevi ve faydası kalmamış Arapçı ve Arapçacı softa takımı tasviye olunurken, milletin manevi ihtiyacı düşünülerek asrî din adamları yetiştirecek özlü bir din okulu açılsaydı, bugün il ve ilçe merkezleri, doktor payesine erişmiş din adamları ile dolar, bunlar köyleri de kontrol ederek yobazlığa engel olur ve İstanbul gibi şehirde çatalı ve radyoyu haram eden beyinsizler halka vaaz edemezdi.


Mabedsiz şehrin ilk yemişi Ticanîlik, onun olup kurtlanmışı da Nurculuk oldu.

Nurculuk nedir? Gazetelerde ikide bir görülen Nurcular, Nur risalesi talebeleri kimdir? Aralarında avamdan aydına kadar, mühendis, avukat ve doktora kadar her türlü adamın bulunduğu Nurculuk, "Saîd-i Nursî" adında cahil bir Kürdün peşine takılmış cahil bir sürü, Nur risalesi talebeleri de Saîd-i Nursî'nin o çetrefil ve cahil Kürt Türkçesiyle yazdığı risaleleri atom fiziği ve Einstein nazariyesi okur gibi toplanıp okuyan bir yığın zavallıdır.

Saîd-i Nursî denilen adam, eskiden Saîd-i Kürd-î diye bir takım risaleler yayınlayan, Türkçe bilmez, daha nokta ile virgülün nerede kullanılacağını bilmekten âciz, Şafiî mezhebinden bir Kürttür. Mütareke yıllarında İstanbul sokaklarında millî Kürt kılığı ile dolaşarak caka yapmıştır. Bu cakacı Kürt kendisine "Bedîüzzaman" demekte, müridleri de bu adı bir övünçmüş gibi kullanarak şeyhlerini bu adla ululamaktadır. Bedîüzzaman, "zamanın harikası" demektir. Kürt Said cidden zamanın harikasıdır. Yirminci yüzyıl gibi bir zamanda bu bilgisizliği ve iptidaîliği ile ortaya atılmakta gösterdiği pişkinlikle zamanın harikası, bundan daha fazla olarak da onbinlerce, belki yüzbinlerce Türk'ü ardına takmakta gösterdiği başarıyla gerçekten zamanın bir harikasıdır.

Zamanın bu harikası, bu Kürt Said, aslında bir Kürt milliyetçisidir. Nasıl Moskofçular Türk milletini yıkmak için ortaya sosyal adalet ilkesiyle atılıyor, yoksulların davasını benimsemiş görünüyorlarsa, Kürt Said de ortaya Müslümanlık ve kardeşlik çığırtkanlığı ile çıkıyor. Kürtçülük davasını açıkça güdemiyeceği için, Türkçülüğü yıkacak ağuları Müslümanlık ve Nurculuk diye ileri sürüyor. Müritlerine veya kendi tabiriyle Risâle-i Nur şakirtlerine evlenmeyi yasak ediyor. Çünkü evlenip çocuk sahibi olurlarsa, o çocukların kötü ve dinsiz olma ihtimali varmış. Tabiî, dağdaki Kürdün bu büyük ve ilâhî buyruktan haberi olamıyacağı için, o evlenecek ve Kürtler çoğalacak. Herkesin sözüne inanan saf Türkler ise, büyük mürşidin buyruğu ile evlenmiyecek, böylelikle Türk soyu azalacak ve Kürt Şeyh Said'in 1924'de yapamadığını, Kürt Molla Said (yani Bedîüzzaman) kırk yıl sonra yapmış olacak.

Kadını şeytanın askeri sayarak evlenmeyi yasak eden dinin, Zerdüşt dini olduğunu bilmeden koyu Müslümanlık adı altında bir nevi Mazdeizm yaptıklarının farkında olmayan bu beyinsizler sürüsüne ne demeli? Urfa'daki mezarının bir baş belası haline gelmemesi için, söylentilere göre, General Mucip Ataklı tarafından ortadan kaldırılmasından sonra, bu kaldırmaya inanmayarak Kürt Said'in oradan uçtuğuna inanacak kadar şuursuz olanlara ne denebilir? Millî talihsizlik, akıl hastanesi kliniklerinde yatması gerekenlerin halk arasında dolaşmasındadır. Ciddi tedbirler alınmazsa, bu dinî cinayet daha yıllarca sürecektir.

Nur risalesi (kendi tâbirleriyle risale-i nur) denilen sayıklama kitapları pek çoktur. Beyni örümceklenmiş zavallılar bu sayıklamaları elle yazarak, yahut şapirografi veya taşbasmasıyla çoğaltarak onbinlerce satarlar. Bunu satmak için kasaba kasaba, köy köy dolaşan Nurcular vardır. Bunları satarak sevaba girerler. Sözde Türkçe olan bu sayıklama kitapları, Kürt hamalların fikir seviyesinde yazıldığı için, kimse birşey anlamaz. Anlamadığı için de, onda gizli hikmetler, yüksek gerçekler olduğu kuruntusuna kapılır.

Bir zamanlar bu sayıklamalardan bana da bir tane yollamışlardı. Kendimi zorlayarak okuyabildiğim bir tanesinde, Kürt Said radyodan bahsediyor, dünyanın bir ucundan söylenen bir sözün kutudan duyulmasını kutudaki meleklerle açıklıyordu.

İşte, aşağı tabaka ile birlikte doktor, mühendis ve avukatın da şeyhi, pirî olan, kendisinden "efendi hazretleri" diye söz ettikleri Kürt Said'in seviyesi budur.

Fizikten, titreşimden haberi olmayan, müsbet bilimin kıyısından dahi geçmeyen bir yobaz, radyo hakkında ancak bu kadar düşünür. Fakat bilgisizliğini de anlamaktan âciz olan o kara cahil, bu katmerli bilgisizliğine bakmadan, Türkler aleyhinde hüküm çıkarmaktan da geri kalmıyor. Nur risalelerinin birinde, Ye'cüc Me'cüc denen ve dünyayı yok edecek olan korkunç yaratıkların Özbek, Tatar ve Kırgız gibi "akvâm-ı vahşiyye" (yani vahşi kavimler) olduğunu yazmıştı. Sevsinler medenî Kürdü!... Özbek, Kırgız ve Tatarlar arasında okuyup yazma nisbeti % 90'dır ve aralarında atom bilginleri de olmak üzere her bilim dalında yüzlerce bilgin ve uzman bulunmaktadır.

Kendisini Nurculuğa kaptırmış olan bir avukatla geçen yıl aramda küçük bir konuşma olmuş, Kürt Said'de ne bulduğunu kendisinden sormuştum. "Kuran'ın en güzel tefsirini yapmıştır." diye cevap vermişti. Bu genç avukat eski yazıyı bilmiyor, Kuran'ın şimdiye dek en büyük İslâm bilginleri tarafından üç İslâm dilinde yapılan tefsirlerinden habersiz bulunuyordu. Bunu kendisine boşuna anlatmaya çalıştım. Bir kere çileden çıkmış, aklın ve mantığın dışına uğramıştı. Bir safsataya inanla uğraşmak neye yarar? Bugün devlete düşen görev, bunun sebeplerini arayıp bularak tedavisine gitmektir.

Bana göre Tîcânilik, Nurculuk, yobazlık, komünizm ve partizanlık gibi hastalıkların sebepleri, milli ülküden yoksunluktur. Tıpkı normal yemek bulamayan aç çocuğun duvarı yalaması, yerde bulduğu faydasız ve zararlı şeyleri yemesi gibi, bağlanacak büyük bir ülkü bulamayan insanlar, abur cubur düşüncelere kurtarıcı diye yapışıyorlar. Çünkü insanlar bir fikre bağlanmaya mecburdur. Bu istidat insanlığın mayasında vardır. Bunu hiçbir kuvvet önleyemez.

Türkiye'de gerçek ülkü olan Türkçülük türlü bahanelerle baltalanmasa, gerçek Türkçü olan eski "Milliyetçiler Derneği" 1953'de kapatılmasaydı, bunlara gelişme imkanı verilseydi, bugün memlekette partiler üstünde, gayet ateşli ve şuurlu bir milliyetçi topluluk bulunacak, hükümetler güç durumlarda bunlardan yardım isteyebileceklerdi.

Türkçülük insanlara hiçbir vaitte bulunmuyor, maddi veya manevi birşey vermiyor. Yalnız istiyor... Fedakarlık ve feragat istiyor. Nurculuk ise cennet va'dinde bulunuyor. Ebedî saadet, cennette köşkler, yemekler, huriler va'dediyor.... Kafası işlemeyen, hatta aslında materyalist olanlar tabiî Nurculuğu seçecektir. Netekim bunu kendileri de söylüyor "Türkçülük mezara kadar... Ondan sonra ne olacak?" diyor... Tabiî ondan sonrasını kendilerine Kürt Said hazırlayacak.

Kürt Said'in 1327 ( 1909 ) yılında, İstanbul'da Vezir hanındaki İkbal-i Millet matbaasında basılmış bir eseri vardır. Adı: "İki Mekteb-i Musîbetin Şahâdetnâmesi Yahut Divan-i Harb-i Örfî ve Saîd-i Kürd-î" dir. Kendisinin Saîd-i Kürd-î Yani Kürt Said) olduğunu tastik ettiği bu eserde, eserin muharriri diye de kendisini "Bedîüzzaman" diye taktim etmektedir. Eserin tâbii, yani editörü de "Kürdîzade Ahmed Ramiz" dir. yani dört başı mâmur bir eser. Bu 48 sayfalık eserin "hâtime" kısmı (44-48. sayfalar) Kürt Said'iin içyüzünü göstermesi bakımından çok ilgi çekicidir. Bunun aynen alıyor ve ağdalı bir dille yazıldığı için açık Türkçeye çeviriyorum: Ebnâ-i cinsime burada birkaç söz söylemezsem, bence bahs nâtamam kalır. ( Soydaşlarıma burada birkaç söz söylemezsem, bence bahis eksik kalır.)

Ey Asurîler ve Keyânîlerin cihangirlik zamanından pişdar, kahraman askerleri olan arslan Kürtler!... Beşyüz sene yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa sahrâ-i vahşette vahşet ve gaflet sizi vahşet sahrasında yağma edecektir. Hikmet-i ilâhî denilen makine-î alemin nizamı ve telgraf hattı gibi umum âleme mümted ve müteşa'ib kanun-i nûrân-î ilâhînin müessisi olan hikmet-i ilâhî ufk-i ezelden engüşt-i kaderi kaldırmış, size emrediyor ki, tefrika ile katre katre müteferrik su gibi zayi olan hamiyet ve kuvvetinizi fikr-i milliyetle tevhit ve mezcederek zerrâtın câzibe-i cüz'iyyeleri gibi gibi bir câzibe-i umum-î millî teşkili ile Kürt gibi bir kütle-i azîmi küre gibi tedvir ederek şems-i şevket-i islâmiyye Osmâniyyenîn mevkibinde bir kevgeb-i münevver gibi câzibesini ittiba ile muvazene ve âheng-i umumiyyeyi muhafaza ediniz. ( = Ey Asurlular ve Ahemenidlerin cihangirlik zamanında, onların öncüleri ve kahraman askerleri olan arslan Kürtler! Beşyüz yıldır yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa vahşet ve gaflet sizi vhşet sahrasında yağma edecektir. İlâhi hikmet denilen âlem makinesinin nizamı ve telgraf hattı gibi bütün âleme dalbudak salan Tanrı'nın nurlu kanununun kurucusu olan ilâhî hikmet, ezel ufkundan kader parmağını kaldırmış size emrediyor ki: Ayrılık, gayrılıkla damla damla dağınık sular gibi boşa giden hamiyet ve kuvvetinizi milliyet fikriyle birleştirip kaynaştırarak zerrelerdeki küçük cazibelerden bir umumî ve millî cazibe teşkili ile Kürtler gibi büyük bir kütleyi dünya gibi döndürerek İslâm ve Osmanlı şevket güneşinin mevkibinde parlak bir yıldız gibi cazibesine uymakla muvazeneyi ve umumî ahengi muhafaza ediniz.)


***

Görülüyor ki Kürt Said, zavallı Kürtlere eski Asur ve İran ordularının hayali öncülüğünü yaptıracak kadar koyu bir Kürt milliyetçisidir ve çapraşık acemî ifadesiyle Kürtleri Kürt milliyetçiliği etrafında birleşmeye çağırmaktadır. Bunun hiçbir tevili, tesfiri yoktur. Beyninde ve gönlünde kötü düşüncesi olmayanlar, bu açıklıktan sonra onun bir İslâmcı değil, bir Kürtçü olduğunu kabule mecburdur.

Bundan sonrasını, zaten anlaşılmaz ve bozuk ifadeli metinden sıyırarak yalnız tercümesini (evet, bu kelime yerindedir) vermek suretiyle okuyucuları boşuna yormaktan alıkoyacağım. Bundan sonra Kürt Said şöyle diyor:
Süphan ve Ağrı dağları gibi geleceğin yüksek dağlarının doruğunda ayağa kalkmış, nefse esir olmayı yasak etmiş ve başkasına tecavüzü caiz görmeyerek şeriata dayanmış olan hürriyet sultanı yüksek sesle sizin gibi mâzinin en derin derelerinde gafil ve dağınık bir kavme, cehalet ve yoksulluğa hücum için "fen, sanat ve silâh başına, ileri arş" emrini veriyor.

Hakikat denilen tabakalar altında örtülü ve mahpus kalmış ve istibdadın yok edilmesiyle omuzu üstünde olan cehalet ve gafletin hafiflemesi sayesinde harekete gelip kalkmaya teşebbüs etmiş bulunan hakikatler habercisi, size her cihetle haber veriyor ki, mahiyetinizde kaderin ektiği istidatları ve mukadderatınızı fiile çıkaran ve kavmi mahiyetinizde saklanmış olan seciyenizi maarifin hayat suyu ile sulamanın vaktidir. Yoksa kuruyup çürüyecektir.

İhtiyaç denilen, medeniyetin babası ve ilerlemelerin kurucusu olan üstad, sillesini kaldırmış, size hükmediyor: Ya hayat ve hürriyetinizi bu vahşet sahasında yağma ettireceksiniz, yahut medeniyet alanında fen ve sanat balon ve trenine binerek istikbali karşılayacak ve olgunluğun Kâbesine koşacaksınz.

Milliyet denilen mâzi derelerinde, hâl sahralarında ve istikbâl dağlarında çadır kurmuş olan Rüstem-i Zâl ve Selâhaddin-i Eyyubî gibi, herkesi başkasını haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve yüksek duyguların timsali olan milliyet fikriniz size kesin emirle emrediyor ki, her biriniz umum bir milletin hayatının mâkesi, saadetinin koruyucusu ve bütün milletin müşahhas misali oldunuz. Şimdiki gibi bir şahıs değil, bir millet kadar büyüyeceksiniz. Zira, maksadın büyümesiyle himmet de büyür ve millî hamiyetin galeyanıyla ahlâk da yükselir.

Kavimlerin saadetinin sebebi olan ve millî hakimiyeti temin ile hayat makinesinin buharı olan hürriyetteki cüz'i iradeyi istibdadın söndürmesinden kurtaran ve şer'î meşveretin mayasıyla mayalandıran meşru meşrutiyet, sizi imtihan meclisine davet ediyor. Erginlik çağına vardığınızı ve vâsîye ihtiyacınız olmadığını görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Varlığınızı birleşerek gösteriniz. Millî hamiyet ve şahsî fikir ve vicdanınızı milletin müşterek kalbi ve aklı gibi gösteriniz. Yoksa sıfır alacaksınız ve hürriyet şahadetnamesi elinize verilmeyecektir.

Mâzide dağınıklığınıza sebebiyet veren birinizdeki bencillik fikri şimdi istikbalin medeniyet saadethanesinde icad fikrine, şahsî teşebbüse ve hürriyet fikrine inkılâb edecektir. Hattâ diyebilirim ki, başkalarının sükûtî medreselerine nisbetle sizin gürültülü olan medreseleriniz bir ilmî mebuslar meclisini gösteriyor. İmam arkasında fatihalar okuduğunuz zamandaki semâvî ve rûhânî vızıltılarınızda, mezhebî ve kavmî mahiyetinizdeki istidat, meşrutiyet sırrına kaderin bir îmâ ve nişanı vardır.

"İnsan için çalışmaktan başka yol yoktur" sözünün öteki ifadesi, şahsî teşebbüstür. Her kemâlin kurucu ve koruyucusu olan cesaret ve millî namus emrediyor ki, şimdiye kadar nasıl maddi şecaatte terakki ettinizse, şimdi de akıl ve medeniyet meydanında millî namusu çiğnetmeyiniz. Millî duyguların mâkesi olan, kıymetinizin ölçüsü olduğu halde ihmalinizle gayet çapraşık bununan diliniz, tûbâ ağacı gibi bir ağacın tecellisine müstatken, böyle kurumuş, perişan ve edebiyatsız kalmış olduğundan, diliniz sizden millî hamiyete şikâyette bulunuyor. İnsanda kaderin sikkesi sikkesi lisandır. Anadil tabiî olduğundan, kelimeler zihne kendiliğinden gelir. Zihin çatallaşmaz, O zihne giren bilgiler taş üzerinde oyulmuş gibi bâki kalır. Millî dille görünen herşey hoş gelir. Millî hamiyetin bir misalini size takdim ediyorum. O da Mutkili Halil Hayâlî Efendi'dir. Millî hamiyetin her şubesinde olduğu gibi, dil alanında da dilimizin esası olan elifbe, sarf (gramer) ve nahvini (sintaksını) vücuda getirmiştir. Hakikaten Kürdistan madeninde böyle bir hamiyet cevherine ratgeldiğinden, istikbalimizi onun gibi birçok cevherler ışıklandıracaktır.

İşte bu zat bir hamiyet örneği göstermiş ve tekemmüle muhtaç dilimize bir temel atmıştır. Onun izinden gitmeyi ve temeli üzerine bina kurmayı hamiyet sahiplerine tavsiye ediyorum.

Bedîüzzaman Saîd-i Kürdî

Kürt Said'in tam bir Kürt milliyetçisi olduğunun bu yazıdan daha kesin bir tanığı olamaz. Böyle olmayıp da, yalnız geri kalmış Kürtleri kalıkındırmak amacı gütseydi, onlara "Bilgi sahibi olun" demekle yetinir, medeni ve ebedî Türkçe dururken, millî dil diye kaba ve iptidaî Kürtçeyi tavsiye etmezdi. Meşrutiyetin memlekette yaptığı sarsıntıdan ve otoritenin zaruri gevşemesinden faydalanarak, Türkiye'yi parçalamak ve kendi cemaat gayelerini gerçekleştirmek isteyen Hıristiyan tebaalar gibi, bu müslüman kardeş de İmparatorluğun bütün yükünü ve çilesini çekmiş olan Türkleri vurmaya çalışıyor. Kendilerine tarih ve şeref uydurmak ihtiyacında olan bütün iptidaî cemaatler gibi, roman kahramanı olan Zâloğlu Rüstem'i ve ancak anası Kürt olan Selâhaddin Eyyubî'yi Kürt kahramanı diye ileri sürüyor. Kürtlerin mevhum meziyetlerinden bahsediyor. Kısacası, onlara devlet kurdurmaya çalışıyor. Tabiî devletin buna müsaade etmeyeceğini anladıktan sonra, Saîd-i Kürd-î adını Saîd-i Nursî yaparak ve Nur risaleleri diye cehlin ve taassubun örneği olan karalamalar düzerek, bir din mürşidi gibi ortaya çıkmaya başarıyor.

Bizim için şaşılacak nokta, onun şu veya bu davranışı değil, onbinlerce, belki yüzbinlerce gafil Türk'ün, bu cahil Kürd'ün arkasından gitmesi, onun cahilâne ve hâinâne öğütlerine körü-körüne boyun eğmesidir.

Şimdi bu gafil Türklere hitap etmek istiyorum:
Siz, Türk ve Müslüman mısınız? Türkseniz, hangi sebeple cahil bir Kürdün ardından gidiyor, onun telkinleriyle kendi ırkınızı, kendi dilinizi hor görüyorsunuz? Aranızda "Türkçe de dil mi?" diyen ahmaklar, resmî dilin Arapça olmasını isteyen hainler var. Siz ne biçim Müslümansınız ki, cahil bir Kürd'ün telkini ile evlenmeyi lanetliyor, dinsiz çocuklar yetişir de günaha gireriz diye bekâr kalmaya azmediyorsunuz? Putperest olduğunuzun farkında değil misiniz? Bir cahil Kürd'ün sakalını, tırnaklarını, abdest aldığı suyukutsal emanetler gibi saklamak hangi Müslümanlığın, hangi insanlığın, hangi temizlik kaidesinin, hangi şuurun işidir? Uyanın! Radyoyu melekle açıklamaya kalkan bir budalanın müridi olarak eşe dosta, dosta düşmana karşı gülünç olmayın. Müslümanlık, temeli atılmış, büyük bilginlerini yetiştirmiş, tedvin olunmuş bir dindir. Onun yeni baştan açıklanması için Kürt Said gibi maskaralara ihtiyaç yoktur.

Bana bu yazıyı yazdıran, Trabzon'dan yollanan acayip bir nesne oldu. Çok küçük boyda, 8 yapraklık bir broşür olan bu nesne, hangi basımevinde basıldığı belli olmayan bir Said-i Kürd-î reklamıdır. Gönderen, O. Nuri Kurt adında tanımadığım birisidir. İçinde Kürt Said'in sayıklamalarından parçalar var. İkinci yaprağın ikinci yüzündeki şu hezeyana bakın:
"Aziz, sıddık kardeşlerim:

Siz kat'î biliniz ki, risâle-i nur şakirtlerinin meşgul oldukları vazife rûy-i zemindeki en muazzam mesâilden daha büyüktür."


***

Evet! Sizin vazifeniz cidden büyüktür. Haçlıların, bozuk iradenin, azınlık ihanetlerinin yıkamadığı Türkiye'yi cehaletiniz, gafletiniz ve hamakatinizle yıkacaksınız. Türklüğü inkâr ederek, şeriati Anayasa ve Medenî Kanun durumuna getirerek, evlenmiyerek, yalnız kalan kadınları evlere tıkarak, eski yazıyı getirip Arapçayı resmi dil yaparak, İslâmiyetten önceki tarihimizi küfürdür diye kitaplardan kazıyarak Türklüğü yıkacaksınız. Bunu yaparken, ölü Stalin'le, sağ Makaryos'un müttefiki olduğunuzun asla farkında olmıyacaksınız. Müslüman geçindiğiniz halde Peygamber'in "Evlenip çoğalınız" anlamındaki hadîsini hiçe sayarak, Kürt Said'in evlenmemek hususundaki hezeyanlarına baş eğmekle kimin ekmeğine yağ sürdüğünüzün farkında olmıyacak kadar acınacak yaratıklarsınız.

Neymiş o sizin meşgul olduğunuz büyük vazife? Bir odaya kapanıp Kürt Said'in hezeyanlarını okuyarak kendinizden geçmek mi? Bu zavallı ve gülünç halinizle siz, aslında ruhî tababetin ve marazî ruhiyatın konusu olabilirsiniz. Kendisi genç ve güzel bir kadın olduğu halde, ihtiyar, çirkin ve kör bir zenci ile evlenen Amerikalı artist gibi anormal zevk sahipleri dünyada seyrek görülen nesne değildir. Sizinki de kendi içinizde kalsa, Türklüğün aleyhine yönelmese, belki böyle sayılabilir. Fakat Cennet va'di ile gafilleri avlıyor, onların milli duygusunu yıkıyor ve Türklükten ayırıyorsunuz. Araplarla aramızda bir dâva oldu mu, mutlaka Arapları haklı buluyorsunuz. Türk - Arap savaşı olursa, "Din kardeşime silâh çekmem" diyorsunuz.

İşte, sizin üstadınızın kimliğini kendi yazısıyla gösterdim. Onun bir Kürt milliyetçisi olduğu apaçık ortaya çıktı. Bu açıklamadan sonra, gerçeği kabul edip de Türklüğe dönerseniz, hoş... Yine eski sapıklıkta inat ederseniz, sizin vicdanınızdan şüphe etmeli...
tabi tabi Türklügü Tahrif ederek Kürt devleti kurmak isteyen birisidir dogru
iyiki böyleleri basimizda yok dinlememisik bunlari
 
okuyup anlamak anlamaya çalışmak lazım.ağır kitaplar :utan ilk defa veya yeni okumaya başlayanlara zor geliyor zamanla içinde deryalar olduğunu görünce bırakamıyor.
 
ortalama 10 yılda okunan eserleri 3 ayda okuyup diploma alan.
dini ilimler yanında Coğrafya, matematik,
fizik,kimya, jeoloji, astronomi, biyoloji, tarih ve felsefe okuyan
ve en az o günün uzmanları kadar bilen, bir zat olarak bakıldığında bile
bu konuda da yapılması gerekenin farkına varmış olmasına şaşmamak gerekir.
 
Said Nursi 31 Mart Vakası''na karışmış mıdır?

Bediuzzaman 31 Mart Vak'asına karışmıştır fakat bu karışma ayaklananları yatıştırmak içindir. İsyan eden sekiz taburu bir nutukla itaate getirmiştir. Bunu daha sonraki mahkeme savunmalarında defalarca dile getirmiştir.* Bunun en açık isbatlarından biri vakanın arkasından onbeş hocanın mahkemeye çıkarılıp ayaklanmaya karışmak ve teşvik etmek gerekçesi ile hakkında idam cezası verilmesine rağmen Bediuzzaman'ın bu idam sehpalarının gölgesinde yapılan mahkemesi sonucunda beraat etmesidir. Yatıştırma işi sadece o anki bir faaliyeti olmayıp bundan önce de isyanı ve karışıklığı engelleyici etkili çalışmalarda bulunmuştur ve mahkeme sırasında yaptığı bu çalışmaları "Onbir buçuk cinayet"(1) başlığı altında ayrıntılı olarak anlatmıştır.

*14. Şua sayfa 1070, 1066; Emirdağ Lahikası sıra no 215, ...

(1) Kendisine cinayet işlemiş gibi davranılmasından dolayı müdafasını söz sanatı kullanarak isimlendirmiştir. (Eser: Divan-ı Harb-i Örfi)
 
Said Nursi 31 Mart hadiselerine karışmış mıdır?

31 Mart Olayı, Türk modernleşme tarihini anlayabilmek için kullanılan önemli malzemelerden birisi olmuştur. "İleri" ve "geri" ifadeleri çerçevesinde şekillenen Türk siyasal düşüncesi, ilk kez bu olay sayesinde somut örnek bağlamında ele alınmaya başlanmıştır.

Bu olayın ele alınarak yorumlandığı dönemler büyük ölçüde "hassas devirler" olduğu için, yapılan değerlendirmeler de taraflı ve gerçeği yansıtmaktan uzak olmuştur. 31 Mart Olayından sonra İttihad ve Terakki Partisinin (Bundan sonra İT olarak ifade edilecektir) egemenliği döneminde, olayın içinde bizzat yer alan güçlerin hakim mevkide bulunması, Cumhuriyet döneminde de 31 Mart Olayının yeni siyasal rejimi meşrulaştırmak için kullanılması bu bağlamda yapılan çalışmaları objektiflikten uzak kılmıştır.

Olaya yüklenen bu siyasi fonksiyonun tabii bir sonucu olarak, olayın aktörleri ya göklere çıkarılmış ya da yerilmiştir. Bediüzzaman Said Nursî de o sırada İstanbul'da bulunan, dönemin siyasi, sosyal ve kültürel olaylarıyla ilgilenen meşhur bir alimdir. Gelişen hadiselere yazılı ya da sözlü olarak yorumlar getirerek tartışmalara katılmıştır. Hatta olayın merkezinde yer alan Volkan gazetesine de zaman zaman yazı vermiş1 ve İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin çeşitli faaliyetlerine katılmıştır.2 Onun bu özellikleri isyanla ilişkisini çözümlemeyi daha da zorlaştırmış; ciddi belge çalışması yapmayan ideolojik çalışmaların kolayca malzeme kazanmasına imkân sağlamıştır. Resmi tarih tezleriyle ele alınan bir çok çalışmada Bediüzzaman'ın 31 Mart Olayına katıldığı ve isyanı çıkaranlardan olduğu anlatılmış; ayrıca 31 Mart çeşitli boyutları gözlerden uzak tutularak, sadece bir "irtica" hareketi olarak yorumlanmıştır.

Bu çalışmada, 31 Mart Olayını iki sürece sahip bir askeri ihtilal olarak ele alıyoruz. 13 Nisan 1909'da ayaklanan alt düzey askerlerin nasıl ki, meşru yönetimden bazı talepleri olmuşsa, bu ayaklanan askerleri bastırmak için gelen Hareket Ordusunun da meşru yönetimden talepleri olmuş; hatta meşru yönetimi ortadan kaldırmışlardır. Yani birbirini takip eden iki süreç, iki ihtilal söz konusudur. Her iki süreçte de meşru hukuk düzenine karşı bir başkaldırı söz konusudur. Elimizdeki bilgiler resmi tarihte ifade edilen, isyancıların Meşrutiyeti kaldırmak istemesine mukabil, Hareket Ordusunun meşru bir şekilde gelerek Meşrutiyeti kurtardığı görüşünün doğru olmadığını gösterir. Aşağıdaki satırlarda görüleceği gibi, isyancıların Meşrutiyet yönetimini değiştirme amacında birleşen bir topluluktan oluştuğunu söyleyemeyiz. Ayrıca Hareket Ordusu meşru nizam içerisinde hareket ederek asayişi sağlayan bir güç de değildir. Ülkenin meşru yönetimine rağmen bu eylemi gerçekleştirmiştir. Her iki hareket de meşru yönetimi baskı altına alarak isteklerini kabul ettirmeye çalışmışlar, birinci hareket başarısız, ikincisi başarılı olmuştur. Dolayısıyla bu hareketlerden birisinin yanında olmak, diğerinin karşısında olmak gibi bir durum söz konusu değildir. Çalışmamızda, bu ilkelerimizi koruyarak Bediüzzaman Said Nursî'nin 31 Mart olayındaki yerini tespit etmeye çalışacağız. Bunu yaparken dönemin olaylarını da kronolojik sırası içinde özetleyeceğiz. Olayın basındaki yansımaları, çeşitli telif eserler ve 31 Mart ifadeleri en önemli kaynaklarımız olacaktır.

Çalışmanın sınırlarını iki süreç içerisinde ele alacağımızı belirtmiştik. Birinci sürecin köklerini isyandan aylar öncesine kadar götürmek mümkündür. Meşrutiyetin ilanı sırasında Sadrazam olan Avlonyalı Ferit Paşa'dan sonra Said Paşa Sadrazam olmuş, onun yerine de Kâmil Paşa Sadrazam olmuştu. Kâmil Paşa'nın usulsüz olarak3 görevinden alınarak yerine Hilmi Paşa'nın getirilmesi, huzursuzlukların artmasına zemin hazırlamıştır.2 İşte, Kâmil Paşa hükümetinin 13 Şubat 1909'da güvensizlik oyu alması üzerine, Hilmi Paşa hükümetinin kurulması ilk süreci başlatmıştır. Bu tarihten -Hareket Ordusunun oluşmaya, kamuoyunun isyancıların aleyhine dönmeye başladığı- isyanın altıncı gününe (18 Nisan 1909) kadar geçen süreyi, "birinci süreç"; 5 Mayıs 1909'da yeniden Hüseyin Hilmi Paşa hükümetinin kurulmasına kadar geçen süreyi de "ikinci süreç" olarak isimlendireceğiz.5

Birinci Süreç: İhtilalin Zemini

II. Meşrutiyet, Osmanlı devletinde yeni bir siyasal yapılanma getirmekten ibaret kalmamış; aynı zamanda, yeni bir zihniyet yapısı da getirmiştir. Bu zihniyet yapısı da yeni uygulamalardan memnun olmayan kesimlerin artmasına neden olmuştur. Bu açıdan olayı tek bir nedene bağlayarak açıklamak güç olduğu gibi, doğru da değildir.

Konu üzerinde çalışma yapan ya da olayı yaşayanların üzerinde durdukları nedenler farklı farklıdır. Ahmet Bedevi Kuran, isyanın çıkışındaki önemli etkeni "hükümetin idaresizliği ve hürriyeti kendi görüşüne göre tahdide kalkışması" olarak görür.6 İsmail Hami Danişmend, olayın zemininin oluşmasında en önemli payı, Volkan ve Mizan gazetelerinin kışkırtıcı rolünde bulur.7 Cevat Rifat Atilhan'a göre, 31 Mart Olayı, Siyonistler tarafından kendilerine Filistin'de toprak vermeyen Abdülhamid'i tahttan indirmek için yapılmıştır.8 Olayı yaşayan kişilerden olan Mustafa Turan yine 31 Mart Olayını tertipleyenlerin Yahudiler olduğu kanaatindedir.9 Derviş Vahdeti, Divan-ı Harb-i Örfi'deki savunmaları sırasında isyanın aylar öncesinden hazırlanmış planlı bir hareket olduğunu, bunu da Kâmil ve Said Paşa'ların yapmış olabileceğini söyler.10

Bediüzzaman da 31 Mart Olayının çok nedenli olarak anlaşılması gerektiği görüşündedir. Ona göre, ihtilali hazırlayan huzursuzlukların kaynağı; İT'in istibdat ve baskısı, fırkaların tartışma konusu olan bakanların değişmesi, II. Abdülhamid'in tahttan düşürülmesini engellemek, askerlerin hislerine ve dini hassasiyetlerine muhalif durumları önlemek, Hasan Fehmi Beyin katillerini bulmak, kadro haricine çıkanları mağdur etmemek ve Meşrutiyetin ilanından sonra hürriyet adına asayişi ihlal eden ve ahlaksızlığı yaygınlaştıran tavırlara engel olmak gibi durumlardır.11

Tabii olarak bu huzursuzlukların/taleplerin makes bulduğu yerler gazetelerdi. Bunların içinde de en dikkat çekenleri Volkan, Mizan ve Serbesti gibi gazetelerdi. Ancak, Volkan gazetesi İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin yayın organı olduğu için bu gazetenin muhalefet gücü daha fazladır. Adı geçen gazetelerde siyasi muhalefet yapılmakla beraber, Meşrutiyet yanlısı olmaları dikkate değerdir. Mesela, 11 Aralık 1908'de yayınlanmaya başlayan Volkan gazetesi, Kanun-i Esasi'den, evrensel barıştan, ilmi çalışmalardan yana bir gazeteydi. Siyasette İT'ye muhalifti. İT'in ileri gelenlerinden Ahmet Rıza ve İT'in sivil ileri gelenlerini eleştiriyordu. Bunun yanında, Prens Sabahattin Bey'i ve Kâmil Paşa'yı da destekliyordu. Gazete siyasi olarak 3 Nisan 1909'da Ayosofya'da okutulan bir mevlütle kurulan İttihad-ı Muhammedi Cemiyetini destekliyordu.12 Bu arada İT'nin İstanbul teşkilatı baskı politikalarıyla toplumun belli bir kesimini rahatsız ediyordu. İT'e muhalefet etmek yasaklanıyor, susmayan ya da tehdide kulak asmayanlar da öldürülüyordu. Nitekim, Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi de bunlardan birisiydi.13

31 Mart Olayının ortamını hazırlayan diğer bir etken de ordudaki huzursuzluktur. Hürriyetin ilanı ile birlikte orduya hakim olan Harbiye Mektebi mezunu subayların kurmağa çalıştıkları yeni düzenden ileri geliyordu. Harbiyeli subayların, Harbiye mezunu olmayan, alaylı denilen subayların ordudaki sayı ve rollerini azaltmak için teşebbüse geçmeleri alaylı zabitleri rahatsız etti.14 Zaten işten çıkarılarak sokaklara terkedilen insanlar, isyanın başlamasında en önemli rolü oynamışlardır. I. Ordudan kadro dışına çıkarılan 1400 alaylı zabit, problemlerini açığa vurmak için bekledikleri zemini sokak gösterilerinde, miting ve yürüyüşlerde bulmuşlardır.

İstanbul'da asayişin bozulması, can güvenliğinin kalmaması, dükkânların talan edilmesi gibi sıkıntılı vaziyete rağmen, bazı fedakârlar Meşrutiyetin müdafaa ve muhafazası için elden geldiği kadar çalışmışlar ve hatta neşriyat yapmışlardır.15 Bediüzzaman Said Nursî de bunlardan birisidir. Bediüzzaman, bu dönemde, huzursuzlukları gidermek, askerlerin zabitlerine karşı itaatini sağlamak için yazılar yazıyor, onlara hitaben konuşmalar yapıyordu. Bayezit'te talebenin mitinglerinde, Ayasofya mevlidinde ve Ferah tiyatrosunda heyecanı teskin edici konuşmalar yapmıştır.16

Ahmet Bedevi Kuran'a göre, isyanı önlemeye çalışanlardan birisi de Prens Sabahaddin'dir. Sabahaddin Bey bir beyanname yayınlayarak askerlerin taşkınlıklarını önlemeye çalışmıştır.17 Bundan başka Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye'nin bu bağlamdaki rolünü unutmamak gerekir.18 Gazeteler ve çeşitli derneklerde Meşrutiyeti koruma noktasında kararlar almışlardır. Mizancı Murat, Serbesti sahibi Mevlanzade Rifat, Sabah gazetesi namına Ali Kemal beylerle Volkan gazetesi sahibi Derviş Vahdeti ve bazıları da Beyoğlu'nda Kroker otelinde toplanarak asilere karşı takip olunacak hatt-ı hareket hakkında mühim kararlar almışlar ve Meşrutiyetin tehlikeye düşmemesi esasları üzerinde mutabakat sağlamışlardı. Hatta Cemiyet-i İslamiye-i İlmiyenin beyannamesi üzerine, Ermeni Taşnaksuyon cemiyeti de bir beyanname neşrederek bütün fırka ve cemiyetleri ittihada çağırmıştı. Bunun üzerine Tokatlıyan'da toplanan; Osmanlı İT Cemiyeti, Osmanlı Fırkası, Ermeni Taşnaksuyon, Rum Cemiyet-i Siyasiyesi, Fırka-ı İbad Demokrat, Arnavut Başkım Kulübü, Kürt Teavün Kulübü, Çerkes Teavün Kulübü, Bulgar Kulübü, Mülkiye Mezunları Kulübü, Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye gibi kulüp ve cemiyetler ile Osmanlı gazeteleri mümessilleri tarafından (17.04. 1909) aşağıdaki esaslar karar altına alınmıştır:

*

"Evvela, idare-i meşrutanın bekasını müdafaaya sai [çalışan] olmak.
*

"Saniyen, Gazetelerin neşriyatını bu emele göre tevhid eylemek.
*

"Salisen, Meclis-i Mebusan'ın hiçbir taraftan tehdidine meydan bırakmamak.
*

"Rabian, Bu maksadı temin için yukarıda isimleri geçen "Heyet-i Müttefika-i Osmaniye" arasından muhtelit bir encümen teşkil eylemek. Bütün topluluklar memleketin istikrarı ve Meşrutiyetin muhafazasında birleşiyorlardı."19

Bu hareketli fikir ve eylem ortamının şiddete dönüşmesi, 6 Nisan'da İT'in muhalifi Serbesti gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi'nin Galata köprüsünden geçerken öldürülmesi ile başladı. İkdam gazetesine göre, katilin Hasan Fehmi'yi öldürürken gazetenin sahibi Mevlanzade Rifat'ı kastererek, "Mevlan!" diye bağırmış olması ve subay kıyafetinde bulunması20 kamuoyu tarafından cinayetin İT'in siyasi cinayetlerinden olarak algılamasına neden olmuştur. 8 Nisan'daki cenazesinde 30-40 bin kişi vardı. Toplumun bütün kesimleri yer almıştı. Ulema, resmi görevliler, İlmiye öğrencileri... herkes oradaydı.21 Serbesti gazetesi, başyazarının ölümünden sonra çıktığı ilk nüshasında, ilk sayfayı boş bırakmış, sadece ölüm haberini küçük puntolarla yazmıştı.22 "Basın hürriyeti şehidi" şeklinde tanımladığı Hasan Fehmi'nin ölümü olayıyla ilgili olarak; padişahı, hükümeti ve Meclis-i Mebusan'ı suçluyor, ayrıca, cenazeye katılanlara teşekkür ediyordu.23

Şimdi isyanın başlamasından II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesine kadar geçen 15 günü sırasıyla inceleyelim:

Birinci Gün:24 "İtaat muhtel, nasihat tesirsiz."

İsyan, 12 Nisan Pazartesi'yi 13 Nisan Salı'ya bağlayan gece yarısında Taşkışla'da bulunan 4. Avcı taburunun askerlerinin ayaklanmasıyla başladı. Bu askerler subaylarını bağladıktan sonra kışlalarından silahlı olarak çıkıp, Sultanahmet'e gelerek Meclis-i Mebusan'ı kuşattılar. Ayrıca başka kışlalara da giderek oradaki askerleri de isyana teşvik ettiler. Bunun üzerine sabah olunca Kılıç Ali, Taşkışla askerleri ve Beyoğlu Numune Topçu Alayları ve Yıldız'daki 5. 6. ve 7. Alayların askerleri Sultanahmet'te toplanmış bulunuyorlardı. Bu kalabalığın önderi konumunda olan, Arnavut Hamdi Çavuş, Bölük Emini Mehmet ve Kamacı Ustası Arif isimlerinde üç askerdi.25 Akşin'e göre bu kalabalığın içinde Derviş Vahdeti'de vardı.26

Aynı gün öğle saatlerinde, kalabalık bir küme halinde ve askerlerle birlikte ulema Divanyolu'ndan geliyordu. Kafileye yolda rastlayan birçok ilmiye öğrencisi de katılmıştı. Askerler selam dururken ulema da tekbir getirerek alana girdi. Volkan yazarı Lutfi'nin deyimiyle, "Mebusan dairesinin önü bembeyaz kesildi. Herkeste hissiyat-ı diniye galeyana geldi."27

İsyan eden askerler, "Harbiye Nazırını ve Birinci Ordu Kumandanı Mahmut Muhtar Paşa'yı istemeyiz!"28 diye bağırıyorlardı. Eski Harbiye Nazırı Nazım Paşa'nın yeniden göreve getirilmesi isteniyordu.29 Bu sırada Meclis-i Mebusan'a gelen Başyaver Ali Cevat, askerleri teskin etmek için bir konuşma yaptıktan sonra isteklerinin kabul edildiğini, Harbiye Nazırlığına Yunan Savaşı komutanı Gazi Ethem Paşa'nın atandığını bildirdi. Asker bu olaya karşı sevincini alkışlarla bildirdi. Ethem Paşa askerin istediği değilse de itiraz edeceği bir kişi de değildi.30 Kabine, Şeyhülislamdan isyancıların ne istediklerini öğrendikten sonra istifaya karar verdi. Sadrazam, Harbiye Nazırı ve Maarif Nazırı Abdurrahman Şeref Bey saraya giderek kabinenin "bizzarure ve bilmecburiye" istifa eylediğini bildirdiler. Bu sırada Lazkiye mebusu Arslan Bey, Hüseyin Cahit'e benzetildiği için isyancılar tarafından öldürüldü.31 Ayrıca, Adliye Nazırı Nazım Paşa da öldürüldü. Yanındakilerden Bahriye Nazırı Rıza Paşa da ayağından vurularak yaralandı. Basından İkdam, Osmanlı, Volkan, Mizan ve Serbesti ayaklanmadan yana tavır koydular.

İstanbul'da bütün bu gelişmeler olurken, Bediüzzaman olayın mahiyetini anlamaya çalışıyordu. Bir süre dışarıdan izledi. Daha önce nedenleri içerisinde değindiğimiz gibi, çok farklı isteklerin ifade edildiğine şahit oldu. Ancak, yedi renk süratle çevrilirse yalnız beyaz göründüğü gibi, sadece "lafz-ı şeriat"ın göründüğüne şahit oldu. Bunun üzerine, isyanı nasihatla önlemek istedi; ancak, olayın boyutları çok büyük olduğu için nasihatin tesirsiz kalacağından dolayı, oradan uzaklaşarak Bakırköy'e gitti. Rastladığı tanıdıklarına da karışmamalarını tavsiye etti. İsyan bölgesinden uzaklaşmasının nedeni kendisinin ortalıkta görünmek istememesiydi. Çünkü, çevrede görünmesi halinde, isyanı desteklediği yönünde yanlış bir kanı ortaya çıkacak ve yeni iştirakler olacaktı.

Ayrıca isyana karıştığını iddia edenlere karşı; şayet isyana karışmış olsaydı, tanınmış bir kişi olmasından dolayı, kendisini gizlemesinin mümkün olmayacağını, dolayısıyla da dahlinin herkes tarafından bilineceğini söyler. Şayet isyana karışmış olsaydı, Hareket Ordusuyla mücadele edeceğini ve o yolda öleceğini ve dahlinin bedihi olacağını belirtir.32 Bu bilgilerden net bir şekilde anlaşıldığı gibi, Bediüzzaman isyanın gidişini izlemiş, tasvip etmediği için katılmamıştır.

İkinci Gün:33

İsyancılar isteklerinin bir kısmını elde etmiş, Tevfik Paşa başkanlığında yeni kabinenin kurulmasını sağlamışlardı.34 Askerler başıboş gruplar halinde bütün İstanbul'a yayılmışlar, birçok İstanbullu kaza kurşunuyla yaralanmıştı. Bazı askerler de bu arada rastladıkları Harbiyeli subayları öldürmeye çalışıyordu. Hatta bu o kadar genişledi ki, mektepli olanlar asker olup olmadıkları ayırt edilmeksizin rahatsız edilmeye başlanmıştı. Asi askerler mektepli avına çıkmıştı. Bu arada Serbesti gazetesi, halka işine gücüne bakmasını tavsiye ediyordu. Ayrıca isyanın ilk gününde yaşanan olaylar saat saat bütün ayrıntılarıyla naklediliyordu.35 Bu arada yer yer Padişah II. Abdülhamid'in lehine sloganlar atıldığı da oluyordu. Bu durumlarda Padişah pencereden göstericileri selamlıyordu.

Bediüzzaman, ikinci gün yine olayları dışarıdan tahkik eder. Askerler arasında itaatin bozulduğunu ve sadece dört zabitin vurulduğunu söylerler. Halbuki daha fazla insanın öldürüldüğünü daha sonra öğrenecek ve kendisine yalan söylendiğini anlayacaktır. O gün kendisini sevindiren tek şey, "şeriatın adab ve hududu icra olunacak sözüdür." Bu söze sevinmesini de İT'in baskı ve cinayetlerinin yeniden yaşanmayacağı ümidi şeklinde yorumlamak mümkündür.36

Bu arada Rumeli'de ayaklanmayı bastırmak için bazı yeni gelişmeler oldu. Selanik Redif fırkasının bütün taburları silah altına alındı. Mahmut Şevket Paşa Harbiye Nezaretine bir telgraf çekerek İstanbul'da meydana gelen olayın mahiyeti hakkında bilgi istedi. Bu telgrafa o gün Harbiye Nazırı Ethem Paşa tarafından cevap verildi. Bu cevapta, ortalığın kabine değişikliği ile sakinleştiği, öldürülenlerin de hata sonucu öldürüldüğü bildirildi.

Öte yandan Selanik'te 31 Mart aleyhine büyük bir miting tertiplendi. 11 Temmuz meydanında yapılacak toplantı için sokaklara tellallar çıkarıldı. Böylece toplanan 20-30 bin kişilik bir kalabalık önünde Yeni Asır gazetesi başyazarı Fazlı Necip Bey, müderris Recep, Avdül (Arnavutça), Tomak (Bulgarca), Karaso (Türkçe ve Yahudice), Nikola (Sırpça), Kurki Apono (Ulahça) Efendiler tarafından konuşmalar yapıldı. Nutuklar "silah başına arş İstanbul'a" diye bitti, bunun üzerine ihtiyat ve redif askerleri silahlarını almağa giderken, birçokları gönüllü yazıldılar.37

O gün Volkan gazetesinde "Halife-i İslam Abdülhamid Han Hazretlerine Açık Mektup" adlı bir yazı yer aldı. Bu yazıda Vahdeti, "Bugün, Meşrutiyetimizi refetmek, Meclis-i Mebusan-ı Osmaniyi kapatmak yed-i kudret-i şahanenizdedir. Zat-ı hilafetpenahileri 'hürriyet verilmez alınır' diyenlere karşı; 'işte almakta, vermek de, kudret-i şahanem dahilinde olduğunu görünüz!' diyerek, namı şehinşahilerini murassa kalemlerle, altın varaklar üzerine kaydolunmasına, inayet buyurunuz!" diyordu.38

Vahdeti bu yazıda padişaha yapması gerekenler hakkında tavsiyede bulunuyordu. Bu tavsiyelerden biri de şayet Meclis-i Mebusan'ı kapatma yönünde telkinde bulunanlar olursa, o gibi sözlere itibar etmemesini tavsiye ediyordu. Yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi, Meşrutiyeti padişahın tesis edip onun geliştirdiğini anlatmak için bu ifadeleri kullanıyordu. Böylece Meşrutiyet havariliği iddiasında olanlara da Meşrutiyeti kimin getirdiği konusunda bir mesaj veriyordu. Divan-ı Harb-i Örfi'de bu konu sorulan Derviş Vahdeti, "Haşa bu azametli ordunun kuvvetini inkar değil, öteden beri aleyhlerinde bulunduğum beş on zata telmih etmek suretinden ibarettir"39 der. Volkan yazarlarından Lutfi'de askerlerin Meclis-i Mebusan önündeki konuşmalarını aktarıyor ve bu tablo karşısında duygulandığını yazıyordu.40

Üçüncü Gün:41 "Edipler edepli olmalıdır."

Derviş Vahdeti Volkan'da askerlere hitaben yazdığı makalesinde; "Arslanlar! Herbirinizin namı, nam-ı mübecceli tevarih-i ümemi [yüce İslam tarihinin adını] tezyin etti. Sizin gibi bir ordu dünyanın hiçbir köşesinde yoktur. Evet yoktur, bunu iftihar, gururla söyleyebiliriz. Çünkü böyle bir hareket-i askeriyye, dünyanın hangi bir noktasında vukua gelseydi, vatanları baştan başa herc ü merc olmak içten bile değildi."42 diyordu. Aynı gazetede Said Nursi'nin de yazısı vardı. Ancak, bu yazı ihtilal öncesinden bu yana devam eden bir yazıydı. Bu yazı, 11 Nisan 1909'da başlamış, 12 Nisan ve 13 Nisan tarihlerinde de devam etmişti. Bu dört bölümden oluşan yazılar ihtilalden önce yazıldığından ihtilalin gündelik olaylarıyla ilgili olmasa bile, ortamın genel tartışmalarını ifade ediyordu. Bediüzzaman'ın Volkan gazetesiyle İttihad-ı Muhammedi Cemiyetiyle ilgisini ve bazı şahsi meseleleri izah ediyordu.43 Bediüzzaman aynı gün yazdığı başka bir yazıya, "Biraderim Derviş Vahdeti Bey'e" hitabıyla başlar: "Edibler edepli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslamiyye ile müteeddib olmalıdırlar. Matbuat nizamnamesini vicdanlarındaki hiss-i diyanet tanzim etsin..." diyerek basının halkı tahrik edici muhtevadan kaçınarak, yapıcı bir rol oynaması gerektiğinden söz eder.

Bu arada Harbiye Nazırı Ethem Paşa, askerlerin bir kısmıyla görüşerek mektepli-alaylı ayırımın yanlış olduğunu, herkesin el ele vererek vatan için çalışmaları gerektiğini söylüyordu.

Üçüncü gün toplanan Mecliste mebus Zohrap Efendi alaylı askerlerden kendisine gelen bir dilekçeyi açıkladı. Dilekçede Alaylı askerlerin mağduriyetlerinin giderilmesine dönük şu tedbirlerin Meclis tarafından kabul edilmesi gerektiğinden sözediliyordu. 1) Bütün askeri komisyonlarda ve Meclis-i Askeride ikinci mülazımdan feriğe kadar alaylı subay bulundurulacak, 2) Gazetelerde ve ordulara gönderilecek resmi bildirilerle Harbiyeli-alaylı ayırımının kalktığı ilan edilecek, 3) Ordularda hep aynı alaylı Harbiyeli oranı bulundurulacak, alaylıların çoğunun 5., 6., ve 7. ordularda görev yapmasına son verilecek. Dilekçe bir tehdit ile bitiyordu: "Ve baladaki maruzat-ı muhikamızın kabulünü istirham eyleriz, kabul buyurulmadığı takdirde ordularda büyük fenalıklar çıkacağını ve selamet-i vatan namına ihbar eyler ve cevabını bekleriz."44 Mebusan bu dilekçeyle ilgili olarak, alaylılığın kusur sayılarak bu gibilerin kadro dışına çıkarılmalarının adalete uygun olmayacağının Harbiye Nazırına bildirilmesini kararlaştırdı.

15 Nisan 1909 gecesi, Binbaşı Muhtar Bey kumandasındaki Hareket Ordusunun ilk birliği Selanik'ten yola çıkar. Hareket Ordusu’nun bir endişesi, Edirne'de bulunan 2. Ordunun kendilerine nasıl bir tavır takınacağı idi. Ancak, 2. Ordunun tutumunu öğrenmek için Edirne'ye giden Mithat Şükrü, bu ordunun hareket ordusunu desteklediğini öğrendi.45

O gün meydana gelen olaylardan birisi de Ali Kabuli Bey olayıdır. İddiaya göre, Asar-ı Tevfik süvarisi ve Bahriye Silahendaz Taburu Kumandanı Binbaşı Ali Kabuli Bey, Yıldız'ı topa tutmağa hazırlanıyordu. Karadan yapılan telkinat neticesinde erler ayaklanarak Ali Kabuli’yi esir aldılar. Ali Kabuli önce, Bahriye şurasına getirildi. Burada serbest bırakılmasına karar verilince, askerler serbest bırakmayarak Padişahın huzuruna götürdüler. Padişah, olayın mahiyetini anlamak için, Kabuli'nin karakola götürülmesini istedi. Ancak, yolda erler tarafından öldürüldü.46

Dördüncü Gün:47 "Şeriat istiyorsunuz fakat itaatsizlikle şeriata muhalefet ediyorsunuz"

İkdam'da Bediüzzaman Said Nursi'nin bir yazısı vardı. Bu yazı ertesi gün, Mizan, Volkan ve Serbesti'de de çıkacaktı. Bediüzzaman askerlere, "şanlı asakir-i muvahhidin" şeklinde hitap ediyor ve itaat etmeleri isteniyordu. Yazıya göre, askerler milleti iki defa büyük vartadan kurtaran muhteşem kahramanlardı. Bu iki vartadan kurtuluşu sağlayan ve yüz sene içinde benzeri yapılamayan iki inkılaptan biri, II. Meşrutiyet'in ilanı, diğeri de 31 Mart olayı idi. Bediüzzaman niçin bu iki olay için de askerleri takdir ediyordu? Belki, II. Meşrutiyet'in ilanı münasebetiyle askerleri takdir etmesi anlaşılabilir; ancak, karşı olduğu 31 Mart olayı münasebetiyle niçin askerlere iltifat etmişti. İşte bunun cevabını Divan-ı Harb-i Örfi adlı eserinde açıklar. Sina Akşin, Bediüzzaman'ın Divan-ı Harb-i Örfi adlı eserindeki ifadelerini dikkate almadığı için, Nursi'nin bu yazısını, isyana müdahil olduğunu ispatlamak için kullanmıştır. Ancak, bahsini ettiğimiz eserdeki bilgileri dikkate alırsak, Bediüzzaman'ın bu iltifatları askerin "hareket ve şecaatlerinin okşa"mak için yaptığını anlarız. Böylece, ihtilalin daha "asan" geçmesine zemin hazırlamıştır.48

O gün Bediüzzaman, ulema ile beraber Harbiye Nezaretindeki askerlerin yanına gider ve onlara tesirli bir şekilde hitap eder. Nursi, bu hitabında, şeriat isteyerek şeriata muhalefet ettiklerini, bu davranışlarının dine aykırı olduğunu anlatır. Bu konuşması sonunda, sekiz tabur asker itaat eder.49

Bediüzzaman bu faaliyetleri yaparken ulemanın oluşturduğu Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye de boş durmamakta, isyanı önleyici askerlere itaat telkin edici sözler söylemektedir. Bu amaçla, 2 Nisan 1325 tarihli bir beyanname yayınlanır. Bu beyannamede Meşrutiyetin İslamî oluşunda herhangi bir şüphe bulunmadığı ve askerlerin itaat etmesi gerektiği anlatılır. Bu beyanname 3 Nisan 1325 tarihli gazetelerde yayınlar.50

O gün çıkan Volkan gazetesinde, Hassa Ordusu kumandanı Mahmut Muhtar Paşa'nın "Umum Ordu Emri" başlıklı emrine yer verilir. Paşa, burada İttihad-ı Muhammedi cemiyeti ile irticayı ilişkilendirerek, askerlerin ilişkilerini mesafeli tutmaları gerektiği üzerinde durur.51 Derviş Vahdeti de devamında yazdığı cevapta, "Sizin mürteci zannettiğiniz İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti mukaddesesi uğrunda canlarını bir paraya bile saymak küçüklüğünde bulunmayan arslan yavrularıdır." diyerek mukabelede bulunur.52

Hareket Ordusunun iki taburunun Çatalca'ya geldiği haberi İstanbul'a yayıldığında ortalığı heyecan kaplamış, dükkanlar kapatılmış Beyoğlu tenhalaşmıştı. Hükümet de Hareket Ordusu’nun gelişi karşısında büyük telaş ve endişeye kapılır.

Beşinci Gün:53

Hareket Ordusu İstanbul'da Çatalca'ya kadar gelmişti. Bu olay gelişmelerin seyrinde önemli etkileri olacak bir durumdu. The Times'in İstanbul muhabirine göre, Hareket Ordusu bir "blöf"tü. Zaten "Nazım ile Edhem"in bu ordunun İstanbul yakınlarında yığınak yapmasına müsaade etmeyecekleri muhakkaktı.54

O gün Derviş Vahdeti gazetesindeki başyazısında, askerlere seslenerek alaylı-mektepli ayırımını bırakmaları tavsiyesinde bulunur.55 Aynı gün Bediüzzaman Said-i Kürdi imzasıyla önceki gün İkdam'da çıkan yazı neşredilir. O gün, Serbesti gazetesinde, "Asker Kardaşlarıma" başlığını taşıyan yazı yayınlandı. Bu yazı daha önce başka gazetelerde de yayınlanan askerin iki büyük vartadan kurtardığını anlatan yazıdır.56

Risale-i Nur Enstitüsü, 12.04.2004

Dipnotlar

1. Bediüzzaman Said Nursî'nin Volkan gazetesiyle organik bir bağının olmadığı anlaşılmaktadır. Divan-ı Harb-i Örfi'de Derviş Vahdeti'ye sorulan bir soru üzerine verdiği cevabı bu görüşü doğrulamaktadır. Hakim Derviş Vahdeti'ye sorar:
"Ücretsiz olarak gazetenizde muharrirlik edenler kimlerdir?
Vahdeti: Edirnekapısı civarında ikamet ettiğini zannen bildiğim. Ömer Farukî Efendi ve Enderuni Lütfi Efendi gazeteye ekseriya makale yazan muharrirlerdendir. Bunlardan başka hariçden de mektuplarla verakalar gönderirlerdi. Onları da imzalarıyla gazeteye dercederdim." Bu ifadelerden Bediüzzaman'ın hariçten yazı veren yazarlardan olduğu anlaşılmaktadır.
2. 31 Mart ifadelerinde geçen bir olay bu söylediklerimizi doğrulamaktadır. Divan-ı Harb-i Örfi ifadelerinde Gebzeli 23 Yaşındaki Selahaddin Efendinin sorgulaması sırasında şöyle bir konu geçer:
Soru: Volkan gazetesi muharriri Derviş Vahdeti Efendiyi tanır mısınız?
Cevap: Gebze Belediye Eski Reisi Mehmed Efendi adında biri Gebze'de İttihad-i Muhammedi Cemiyeti şubesini kuşadetti. Orada mevlut okutacaktı. Bediüzzaman'ın mevlutte hazır bulunması için bana bir tezkere verdiler. Volkan idarehanesinde Vahdeti Efendi'yi gördüm, tanıdım. Evvelce hiç tanımazdım.
Soru: Neye dair görüştünüz?
Cevap: Bediüzzaman'ın Gebze'ye gönderilmesi için söylediğimde 'cemiyetin birçok şubeleri vardır. Her şubenin küşadında birisinin gitmesi lazım gelir. Bu da kaabil değildir. Kendileri yapsınlar' dedi. Meşguldü, başka bir şey konuşmadı ve Volkan idarehanesine başka bir zaman gitmedim."
3. İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Son Sadrazamlar, C. III, İstanbul, 1982, s. 1400
4. Ahmet Bedevi Kuran, İnkılap Tarihimiz ve İttihad Terakki, Tan Matbaası, İstanbul, 1948, s. 252
5. Konuyu iki süreç çerçevesi içinde ele alarak incelememizin en önemli sebebi, 31 Mart olayına dair yapılan çalışmalarda gözden kaçırılan bir noktaya dikkat çekmek istememizdir. Resmî tarih tezlerinde meşrû yönetime karşı çıkan isyancılar kötülenirken, yine meşrû yönetime karşı çıkan Hareket Ordusu övülmektedir.
6. Ahmet Bedevi Kuran, İnkılap Tarihimiz ve 'Jön Türkler', Tan Matbaası, İstanbul, 1945, s. 276
7. İsmail Hami Danişmendi, Sadrazam Tevfik Paşa'nın Dosyasındaki Resmi ve Hususi Vesikalara Göre: 31 Mart Vakası, İstanbul, 1986
8. Cevat Rifat Atilhan, 31 Mart Faciası, Aykurt Neşriyatı, İstanbul, 1959, s. 79, 196
9. Mustafa Turan, Taşkışla'da 31 Mart Faciası, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1966, s. 10
10. 31 Mart İfadeleri
11. Bediüzzaman Said-i Nursî, Divan-ı Harbi Örfi, İstanbul, 1993, s. 44
12. Sina Akşin, Şeriatçı Bir Ayaklanma 31 Mart Olayı, İstanbul, 1994, s. 33, 34
13. Kuran, İttihad ve Terakki, s. 253
14. Akşin, age., s. 38
15. Kuran, İttihad ve Terakki, s. 253
16. Nursî, Divan-ı Harbi Örfi, s. 26
17. Kuran, İttihad ve Terakki, s. 253
18. Sadık Albayrak, 31 Mart Gerici Bir Hareket mi?, Bilim-Araştırma Yayınları, İstanbul, 1987, s. 36
19. Kuran, İttihad ve Terakki, s. 255
20. İkdam, 8 Nisan 1909
21. İkdam, 9 Nisan 1909
22. Serbesti, 26 Mart 1325
23. Serbesti, 10 Nisan 1909/28 Mart 1325
24. 13 Nisan 1909/31Mart 1325/22 Ra 1327
25. İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. IV, İstanbul, 1972, s. 372
26. Akşin, age., s. 47
27. Lutfi, "Dünkü Hal", Volkan, (14 Nisan 1909)
28. Ali Cevat Bey, İkinci Meşrutiyetin İlanı ve Otuzbir Mart Hadisesi, Ankara, 1991, s. 52
29. İkdam, 5 Nisan 1909
30. Ali Cevat Bey, s. 54
31. Akşin, age., s. 60
32. Nursî, Divan-ı Harbi Örfi, s. 32
33. Çarşamba, 14 Nisan 1909/1 Nisan 1325/23 Ra 1327
34. Kabine şu kişilerden oluşuyordu. Meşihat Ziyaeddin Efendi, Dahiliye Adil Bey (vekaleten), Rauf Paşa (asaleten, 16 Nisan), Hariciye Rifat Paşa, Harbiye Ethem Paşa, Bahriye Emin Paşa (vekaleten asaleten 20 Nisanda diğer bir Emin Paşa), Adliye Hasan Fehmi Paşa (15 Nisanda istifa) Şuray-ı Devlet Riyaseti Zihni Paşa (15 Nisanda istifa) Raif Paşa (16 Nisan), Ticaret ve Nafia Gabriyel Norodonkyan Efendi, Maliye Nuri Bey, Maarif Abdurrahman Şeref Bey, Orman ve Maadin ve Ziraat Mavro Kordato Efendi, Evkaf Halil Hammade Paşa. Akşin, age., s. 69
35. Serbesti, 14 Nisan 1909
36. Nursi, Divan-ı Harbi Örfi, s. 33
37. Akşin, age., s. 75
38. Vahdeti, "Halife-i İslam Abdülhamid Han Hazretlerine Açık Mektup", Volkan, (14 Nisan 1909)
39. 31 Mart İfadeleri
40. Lutfi, "Dünkü Hal", Volkan, (14 Nisan 1909)
41. (15 Nisan 1909/2 Nisan 1325/24 Ra 1327)
42. Vahdeti, "İnkılab-ı Şer'i", Volkan, 15 Nisan 1909
43. Bediüzzaman Said-i Kürdi, "Lemean-ı Hakikat ve İzale-i Şübühat", Volkan, 11, 12, 14, 15 Nisan 1909
44. Akşin, age., s. 91
45. Akşin, age., s. 95
46. Ali Cevat Bey, age., s. 60,61
47. Cuma, 16 Nisan 1909/3 Nisan 1325/25 Ra 1327
48. Nursi, Divan-ı Harbi Örfi, s. 33
49. Nursi, Divan-ı Harbi Örfi, s. 33-35
50. Serbesti, 3 Nisan 1325
51. Mahmut Muhtar, "Umum Ordu Emri", Volkan, 16 Nisan 1909
52. Vahdeti, "Mahmut Muhtar Paşa Hazretleri", Volkan, 16 Nisan 1909
53. Cumartesi, 17 Nisan 1909/4 Nisan 1325/26 Ra 1327
54. Akşin, age., s. 122
55. Vahdeti, "Öte, beri", Volkan, 17 Nisan, 1909
56. Serbesti, 17 Nisan 1909/4 Nisan 1325


KAYNAK: http://www.bediuzzamansaidnursi.org/said_nursi_31_mart_hadiselerine_karismismidir.html
 
öyle yazarlar ama verdigim bilgiler öyle degil kurulan cumhuriyette yeni kürt devleti kurmak isteyen bir sahistir saidi nursi sonraki adiyla saidi kürdi
bunlarin allah cabuk belalarini verdide kurtulduk
vatani bölmek isteyen ayaklananlar takimi bunlar
halada görevdeler icimizdeler iste nur cemaati alin basimiza gectiler nerdeyse
 
herkesin aklı basına geliyor ama biraz geç kalmıslar işte.
 
Said Nursi ve Kürt Teali Cemiyeti

Dinî inançlar, tarih boyunca birey üzerindeki etkisini hiç bir zaman kaybetmemiş, insan ve cemiyet hayatının devamlı surette müdahili olmuştur. Medeniyetlerin oluşumu ve gelişmesinde bu inançların önemli etkileri görülmüştür. Tarih içinde vücut bulup günümüze değin ulaşabilen büyük eserlerin önemli bir kısmı da yine dinî motiflere sahip olan cami ve kilise gibi binalardır. Tarihin şahit olduğu büyük savaşlar ve fetihlerin bir çoğunda dinî etkilerin görülmesi bir rastlantı değildir. İnsanların yaşantılarına yön vermek için ortaya koydukları yazılı ya da yazısız kanunların bir çoğunda da dinî kaidelerin büyük rol oynadığı bilinmektedir. Bu kriterden hareketle dinin, insan için bir ihtiyaç olma özelliğini hiç bir zaman yitirmediği söylenebilir.

Herhangi bir dine mensup olan insanlar arasında o dini iyi bilip gereği gibi yorum yapabilme özelliğinden dolayı toplum tarafından kabul gören saygın şahsiyetler her zaman var olmuştur. Onlar, bu özellikleri sayesinde halkı etkilemişler, iyi ve doğru bildiklerini öğretip kötü ve yanlış davranışlardan vazgeçirmeye gayret etmişlerdir. Bu özelliklerinden dolayı da tarih boyunca din adamları tüm toplumlarda halkın doğal liderleri olarak kabul görmüşlerdir.

Osmanlı Devleti’nde ulema mensuplarının belirli bir mevkii vardı. Ulema sultana bağlı olmakla birlikte, dinin tatbikçisi ve hâmisi olarak padişahın yanında hatta üzerinde bir statüye sahipti. Çünkü ulema hem padişahın emir ve fermanlarını hem de devlet tarafından yürütülen bütün işlerin dine uygun olup olmadığını gözetmekle yükümlü idi.

Ulemâ bu fonksiyonunu Devlet-i Aliyye’nin nihayetine kadar kaybetmemiştir. Osmanlı Devleti’nin sonunu hazırlayan I. Dünya Savaşı’na gelindiğinde yine ulemayı en önde ve en ileride görmekteyiz. Bilhassa çok kanlı geçen Çanakkale savaşlarında ulema yine ön saflarda halkı düşmanla savaşmaya teşvik etmiştir.

Memleketin işgali üzerine halkın düşmana karşı bilinçlendirilmesi ve teşkilatlı bir biçimde yönlendirilmesi hareketi de yine ilk önce ulema tarafından başlatılmıştır.

Millî Mücadele davası için büyük hizmetleri görülen gönüllü irşatçılardan biri de kuşkusuz Bediüzzaman Said Nursi’dir.1 Bir asra yakın ömrünün önemli bir kısmını inandığı davanın mücadelesine adayan Bediüzzaman’ın kimliği ve taşıdığı misyon dikkate alındığında, Millî Mücadele’deki belirleyici rolü ve bu hareketin seyrine olan etkisi açık bir şekilde ortaya çıkacaktır.

Bediüzzaman da diğer ulema gibi, devrinin olaylarıyla yakından ilgilenmiştir. İttihad ve Terakki Cemiyeti ileri gelenleriyle görüşmüştür. Hürriyet taraftarlığı konusunda onlarla mutabık kalmıştır. II. Meşrutiyet ilân edildiği zaman Selanik Hürriyet Meydanı’nda “Hürriyete Hitap” adıyla bilinen konuşmasını yapmıştır. İstibdadı kötülemiş, buna mukabil Meşrutiyet’i savunmuştur. 1909’da kurulan İttihad-ı Muhammedî Fırkası’nın kurucuları arasında yer almıştır. Volkan gazetesinde ateşli yazılar yazmıştır. Bu yazılarından dolayı 31 Mart Hadisesi’nin tahrikçilerinden olduğu gerekçesiyle Divan-ı Harb-i Örfî’de mahkeme edilmiştir. Olayla ilgisi görülmeyerek beraat etmiştir. 1911 yılında Şam’a giderek Emeviye Camii’nde İslâm dünyasının meselelerine değinen ünlü hutbesini okumuştur.

Bediüzzaman Said Nursî’nin vatan müdafaasında cepheye fiilen silahlı katılması I. Dünya Harbi’ne rastlamaktadır. I. Dünya Savaşı sırasında Van ve Muş’ta talebeleri ile birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek cephede savaşmıştır. Muş’un Ruslarca istilası üzerine orada kalan 8 topu kurtarıp Bitlis Muharebesi’ne iştirak etmiştir. Burada yaralanarak Ruslar’a esir düşmüştür. Tiflis’te esir bulunduğu bir sırada kendisine Dahiliye Nâzırı Talat Paşa tarafından 60 lira (mukabili 1254 mark) gönderilmiştir.2 İki yıldan fazla bir zaman Kosturma’da, sürgünde kalmıştır. Sonra firar edip kurtularak İstanbul’a dönmüştür.3

İstanbul’da bulunduğu bir sırada, Bitlis vilayetinin bazı bölgelerinin etnoğrafik haritalarının düzenlenmesi hususunda Dahiliye Nezâreti’nin talebi üzerine kendisinden bilgi alınıp yardımlarından istifade edilmek istenmiştir.4

Said Nursi, bu yıllarda Said-i Kürdî olarak bilinip tanınmakta idi. O, henüz birkaç yıl öncesine kadar bir milletler topluluğu görünümündeki Osmanlı Devleti’nin, devletine sâdık kalan iki halkından biri olan Kürt ırkına mensup bir şahsiyetti. Ne var ki aynı yıllarda Türklerle “et-tırnak” şeklinde birbirine kaynaşmış olan Kürt toplumu üzerinde bir takım oyunlar oynanıyor ve bu birlikteliğin parçalanması için bütün imkânlar kullanılıyordu. Bu ayrılığı körükleyen milletlerin başında ise İngilizler geliyordu. İstanbul’daki İngiliz elçisinin İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği bir telgrafta bu gerçek şu şekilde dile getiriliyordu:

“Hükümetimizin niyeti, Türkleri ne olursa olsun zayıf düşürmek ise de, Kürtleri onlardan ayırmak hiç de fena değildir ve bu mümkündür. Ancak bu çok dikkatli bir şekilde icra edilmelidir.”5

İngilizler bu düşüncelerini hayata geçirmek için boş durmuyor, bölgeye gönderdikleri özel ajan ve heyetlerle amaçlarına ulaşma gayreti içinde bulunuyorlardı. Rahib Frew ve Binbaşı Noel bu alanda en fazla ün yapmış şahsiyetlerdi. Diğer taraftan merkezi İstanbul’da olmak üzere kurulmuş bulunan Kürt Teali Cemiyeti de bu işin gönüllü üstlenicisi idi.6

Kürt Teali Cemiyeti amacı doğrultusunda her türlü etkinlikte bulunuyor ve etki alanını daha da güçlendirmek için bir takım Kürt aydınları ile diyaloga geçiyordu. Cemiyetin bu amaçla temas kurduğu aydınlardan biri de Said Nursi idi. Kürt Teali Cemiyeti üyelerinden Gazeteci Mevlânzâde Rıfat, Bediüzzaman’a bağımsız bir Kürt Devleti kurulması fikrini bir mektupla bildirmiş, ancak gayet sert bir tepki ile karşılaşmıştır. Said Nursi cevabî mektubunda, Devlet-i Aliyye’yi yeniden diriltmek için yapılacak her türlü hareketin içinde yer almaya hazır olduğunu, ancak Kürt Devleti tahayyülünün sadece İslâm düşmanlarının işine yarayacağını ifade etmişti.7

Bu dönemde Said Nursi’nin en fazla sıkıntısını çektiği konu, Şerif Paşa’nın Ermeni Nubar Paşa ile Paris’te imzaladığı itilafname olmuştur. Ona göre bu itilafname gerçekten tehlikeli ve etkisiz hale getirilmesi gerekli bir yayındı. Bediüzzaman bu konuda da anında tepki göstermiş ve Şerif Paşa gibi beş-on şahsın Kürt milletini temsil etme yetkisinin olmadığını bildirerek Kürt milletinin hakiki temsilcilerinin Meclis-i Mebusân’daki mebuslar olduğunu söylemiştir.8

Said Nursi gazete ve mecmualarda yayınlanan bu tür yazılarının yanı sıra bazı Kürt aydınlarını da harekete geçirerek bir protesto hazırlanıp gazetelerde yayınlanmasına öncülük etmiştir. Söz konusu protesto metninde şöyle deniyordu:

“...Vahdet-i İslâmiyye’nin fedakâr ve cesur, hâdim ve taraftarları olarak yaşamış olan Kürtler, henüz beş yüz bine yakın şühedâsının kanı kurumadan şişlere geçirilen yetimlerin, gözleri oyulan ihtiyarların hatıralarını teessürle anarken, İslâmiyet’in zararına olarak tarihî ve hayatî düşmanlarıyla itilaf akdetmek suretiyle salâbet-i diniyyeleri hilafına iftirak-cûyâne âmâli takib edemezler. Binâenaleyh Kürt vicdan-ı milliyesinin bu tarz tahassüsüne mugayir hareket eden zevâtı da tanımazlar.”9

Şerif Paşa, gördüğü bu tepki üzerine bir süre sonra emelinden vazgeçmek ve hilafet yanlısı politika izlemek zorunda kalmıştır. Ayrıca Paris Konferansı’ndaki Kürt temsilciliğinden de istifa etmiştir.10 Şerif Paşa’nın bu düşüncesinden vazgeçmesinde Said Nursi’nin şiddetli tepkisinin büyük etkisi olmalıdır. Sadece İstanbul değil, Doğudaki ulema ve eşraf üzerinde de büyük bir etkinliği bulunan Bediüzzaman, bu gücünü sonuna kadar bu cereyanın aleyhinde kullanmıştır. Nitekim gazetelere gönderilen protesto yazılarından onun bir çok Kürt muteberânı tarafından desteklendiği anlaşılmaktadır.11

Bediüzzaman’ın bu dönemde Kürtçülük cereyanının akim kalması gayretlerinin yanı sıra, diğer bir hizmeti de işgallere karşı bayrak açan Anadolu hareketine destek vermesi olmuştur. Bu doğrultuda yazdığı “küçük” bir risale olan Hutuvât-ı Sitte ile “büyük” ses getirmiştir. Risale, halka moral ve heyecan vermiştir.12 İngilizlerin bir takım entrikalarla Şeyhülislâm ve diğer bazı ulemayı lehlerine çevirmek maksadı ile Anglikan Kilisesi’ne hazırlattıkları bir bölüm soruya karşılık olmak üzere kaleme alınan bu eser, İngilizler’i çaresiz bırakmıştır. Eser sebebiyle Said Nursi, idam kararına çarptırılmış, ancak onun idamının bütün Kürtler’in sonsuza kadar İngilizler’e düşmanlık göstermesine sebep olacağı ve aşiretlerin de bu sebeple isyan edeceği göz önünde bulundurularak bu karardan vazgeçilmiştir.13

Hutuvât-ı Sitte’de çürütülen İngiliz propagandası şu maddelerden meydana geliyordu:

-Kadere boyun eğerek işgalcilerin her türlü muamelesine rıza gösterilmesi,

-Daha önce Almanlarla dost olunduğu gibi İtilaf Devletleri’yle de iyi geçinmekte dinen bir sakınca olmadığı,

-Geçmiş idarecilerden herkesin şikayetçi olması sebebiyle duruma rıza gösterilmesi gerektiği,

-Anadolu’daki sergerdelerin niyetlerinin din ve İslâmiyet olmadığı,

-Hilafet’in söz konusu sergerdelerin aleyhinde olduğu.

Bediüzzaman yukarıda ifade edilen bu hususlara bir mantık silsilesi içinde cesaret ve şecaatle cevap vermiştir. Bu cevaplarda düşman işgali altındaki halka moral verici ifadeler kullanılmış ve her fırsatta halka mesaj ulaştırılmaya çalışarak İngilizlerin psikolojik savaş taktiklerine yine psikolojik mukâvemetle karşılıkta bulunulmuştur.14

Said Nursi’nin millî harekete bir diğer hizmeti de, İstanbul Hükümeti’nin fetvasının tutarsızlığını ve Millî Mücadele hareketinin meşruiyetini ilan etmek olmuştur. Fetva için, iki tarafı dinlemenin zaruretine işaret edilerek Anadolu tarafının da dinlenmesi gerekliliğini öne sürmüş ve sonuçta yapılanın zulme adalet, cihada isyan, esarete hürriyet demek olduğunu göstererek İstanbul’da Hükümet’in (hatta İngilizler’in) etkisinde verilen fetvayı çürütmüştür.15

Millî hareketi desteklemekteki gayretleri ve eserleri Ankara Hükümeti’nce takdirle karşılanan Bediüzzaman, şifre ile Ankara’ya davet edilmiştir. Mustafa Kemal, Bediüzzaman’ı: “Bu kahraman Hoca bize lazımdır.” sözleriyle taltif etmiştir. O ise bu davete verdiği cevapta şöyle demiştir:

“Ben tehlikeli yerde mücadele etmek isterim. Siper arkasında mücahede hoşuma gitmiyor. Burasını daha tehlikeli görüyorum. Buradaki vazifem henüz tamam olmamıştır. Tehlikeyi bertaraf edince inşaallah oraya geleceğim.”

Bir süre sonra İstanbul’daki vazifesini bitirdiğine inanan Bediüzzaman, Ankara’ya gitme hazırlıklarına başlamıştır. Bu esnada Mustafa Kemal’in direktifiyle ve Bediüzzaman’ın yakın dostlarından Van Eski Valisi Mebus Tahsin Bey tarafından tekrar davet edilen Bediüzzaman, 19 Kasım 1922’de yeğeni Abdurrahman ile birlikte trenle Ankara’ya gelmiştir. Kendisi burada resmî bir törenle karşılanmıştır.16

Ancak Bediüzzaman Ankara’ya gelir gelmez mebuslardan bir çoğunun namaza karşı kayıtsız olduğunu ve inançları gereği yaşamadıklarını görünce mebuslarla ilgilenmeyi daha isabetli bulmuştur. Mebuslara neşrettiği 10 maddelik bir bildiri ile maneviyatın önemi üzerinde durmuştur. Bu ilgi mebusların bir çoğu üzerinde etkili olmakla birlikte bir takım rahatsızlıkları da beraberinde getirmiştir. Hatta bir defasında Mustafa Kemal ile sert bir tartışmaya girmeleri sonucunda Paşa’nın, makul bulduğu cevaplara karşı sözlerini geri aldığı vuku bulmuştur.17

Bediüzzaman, te’lif ve yayın çalışmalarını Ankara’da da sürdürmüştür. Ankara’da kalmanın bir yarar sağlamayacağını gören ve mebusların arasına tefrika soktuğu ithamı karşısında bulunan Said Nursi, Van’a dönmüştür. Mustafa Kemal kendisini ikna edip istifade etmek niyetiyle teklif edilen Şark Vilayetleri Umum Vaizliği’ni reddetmiştir.

Bediüzzaman Said Nursi’nin, gelecek hakkında bir çok endişesi olmasına rağmen, Millî Mücadele hareketini desteklemesi onun ihtilaftan yana değil ittifaktan, tavizden yana değil mücadeleden yana olduğunu göstermektedir. O, hayatı boyunca olduğu gibi, Millî Mücadele sırasında da hep millî birlik ve beraberlikten yana olmuş ve bu alanda atılan her adımı desteklemiştir.

Bediüzzaman Said Nursi’nin Milli Mücadele’deki faaliyet ve çalışmaları şüphesiz ki bunlardan ibaret değildir. Burada söylenenler söz konusu mücadelenin belki çok az bir kısmını meydana getirmektedir. Buna sebep ise ülkemizde hâlâ süregelmekte olan “yasakçı anlayış”tır.

Bu yaklaşım biçimi, Millî Mücadele döneminde etkin olan şahısların resmî veya kişisel faaliyetlerini hâlâ karanlıkta tutmaktadır. Bilimsel çevrelerce de benimsenmesi mümkün olmayan bu durumun değişebilmesi için dönemin askerî, istihbarî, mülkî vb. belgelerinin bir an önce herhangi bir “ayırım” yapmadan araştırmaya açılması gerekmektedir. Diğer bir sıkıntı da bu gibi şahısların hatıralarının tam anlamıyla yayınlanmamış olmasından kaynaklanmaktadır.

Yakın tarihimizin diğer konuları gibi bu konu da derinlemesine araştırmalar yapılması ve tarafsız araştırıcıların bu hususa eğilmeleri beklenmektedir.

EK: I18

Harbiye Nezâreti, Tahrirat Dairesi, Şifre Kalemi
Musul Valisi Memduh Beyefendi Hazretlerine Şifre

—Mahrem ve Müsta’celdir—

Bitlisli Bediüzzaman Said-i Kürdî Bey taraf-ı âlîlerince Bitlis gönüllü kumandanlığı vazîfesiyle tavzîf olunduğu ve Muş’un sükûtunda orada kalan on iki topu kurtararak Bitlis Muhârebesi’ne iştirâk ile orada mecrûhen esîr düşdüğü ve bu defa tahlîs-i nefs ile Dersaâdet’e geldiğini beyân ediyorsa da buna dair buraca bir gûnâ ma’lûmât mevcûd olmadığından bu bâbdaki ma’lûmât ve mütâla’anın inbâsı mütemennâdır.

Muamelât: 5593
Harbiye Nâzırı nâmına Kâzım

Aslına Mutâbıktır
21 Temmuz sene [13]34
(mühür)


070_04.jpg


EK: II19

Sicill-i Nüfûs İdâre-i Umûmiyesi Tahrîrât Kalemi
Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye Azâsından Molla Said Beyefendi Hazretlerine

Etnoğrafik harita tanzîmi içün Bitlis vilâyetinin bazı aksâmı hakkında ma’lûmât ve mu’âvenet-i aliyyesinden istifâde olunmak üzre Cağaloğlu’ndaki dâireye teşrifleri ricâ olunur, ol bâbda.

30 Kânûn-ı Evvel 334 [30 Aralık 1918]

EK: III20

Kürdler ve İslâmiyet

Boğos Nubar ile ma’hûd Şerif (Paşa)’nın birleşerek Kürdler’i câmi’a-i İslâmiyyeden ayırmak teşebbüs-i hâinânesinde bulundukları haber alınır alınmaz gerek burada gerek Kürdistan’daki bütün Kürdler kemâl-i nefretle protestolarda bulundular. Salâbet-i dîniye hususunda pek yüksek bir mertebede bulunan Kürd ihvân-ı dînimizden beklenen de bu idi. Her millet arasında zuhûr etdiği gibi Kürdler arasında da türeyen birkaç hamiyetsiz iftirakcının, politikacının, hiçbir kıymeti olmayacağı şübhesizdir. Bilakis, bu kabîl kesânın ızhâr-ı nifâk etmeleri vahdet-i İslâmiyyeyi daha ziyâde te’yîd ve teşyîd eder. Nitekim o haber üzerine umûm Kürdler’in galeyân ve tezâhürât-ı vahdetkârânesi bunu pek güzel isbât etmiştir. Bu husûsda en ziyâde söz söylemek salâhiyetini hâiz bulunan ve Kürdler’in salâbet-i dîniye, necâbet-i ırkıye ve celâdet-i İslâmiyyesini bi-hakkın temsîl eden ve Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye a’zâsından, Kürd eşrâf ve mütehayyizânından bulunan fâzıl-ı şehîr Bedîuzzamân Said el-Kürdî Efendi hazretleri buyuruyorlar ki:

“Boğos Nubar ile Şerif (Paşa) arasında akdedilen mukaveleye en müskil ve belîğ cevâb vilâyât-ı şarkıyyede Kürd aşâiri rüesâsı tarafından çekilen telgraflardır. Kürdler câmi’a-i İslâmiyyeden ayrılmağa aslâ tahammül edemezler. Bunun aksini iddiâ edenler mutlaka makasıd-ı mahsûsa tahtında hareket eden ve Kürdlük nâmına söz söylemeğe salâhiyetdâr olmayan beş on kişiden ibâretdir.

Kürdler, İslâmiyet nâm ve şerefini i’lâ içün 500 bin kişi fedâ etmişler ve makam-ı Hilâfet’e olan sadâkatlerini îsâr etdikleri kan ile bir kat daha te’yîd eylemişlerdir. Ma’hûd muhtıranın esbâb-ı tanzîmine gelince; Ermeniler, vilâyât-ı şarkiyyede ekl-i kalîl derecesinde bulundukları içün aslâ bir ekseriyet te’mînine ve ne kemmiyyeten ne de keyfiyyeten Şarkî Anadolu’da iddiâ-yı temellüke muvaffak olamayacaklarını son zamânlarda anladılar. Maksatlarına Kürdler nâmına hareket etdiklerini iddiâ eden Şerif (Paşa)’yı âlet etmeği müsâ’id ve muvafık buldular. Bu sûretle Kürd ve Ermeni da’vâsı ortada kalmayacak ve Şarkî Anadolu’daki iftirâk a’mâli mevki’-i fi’le çıkmış olacaktı. İşte bu gaye ile o ma’hûd beyânnâme müştereken imzâlandı ve konferansa takdîm olundu. Ermeniler’in maksadı Kürdler’i aldatmakdan başka bir şey olamaz. Çünkü ileride Kürdler’in kemmiyyeten hâl-i ekseriyyetde bulunduklarını inkâr edemeseler bile keyfiyeten ya’nî ilmen, irfânen kendilerinden dûn oldukları bahânesiyle Kürdler’i bir millet-i tâbi’a hâline getirecekleri muhakkakdır. Buna ise aklı başında olan hiçbir Kürd tarafdâr değildir. Zâten Kürdler bu beyânnâmeye yalnız sözle değil bi’l-fi’l muhâlif olduklarını isbât ediyorlar.

Kürdler’in da’vâsı pek ma’nâsız bir iddi’âdır. Çünkü her şeyden evvel müslümândırlar, hem de salâbet-i dîniyeyi ta’assub derecesinde îsâl eden hakiki Müslümanlardan. Binâenaleyh Ermeniler’le aynı ırkdan bulunup bulunmadıkları meselesi onları bir dakika bile işgal etmez. “el-İslâmu cebbe’l-asabiyyeti’l-câhiliyye”. İslâm, uhuvvet-i İslâmiyyeye münâfî olan kavmiyyet da’vâsını men’ eder.

Esâsen bu târîhe âid bir şeydir. Kürdler’in asl u nesebleri ne olursa olsun İslâm’dan iftirâka vicdân-ı millîleri aslâ müsâ’id değildir. Bununla berâber Kürdler’in Arab kavm-i necîbi ile ırken alâkadâr bulunduğu hakayık-ı târîhiyedendir. İslâmiyet, herhangi bir ırkın diğer bir unsur-ı İslâm aleyhine olarak menfî sûretde intibâh hâsıl etmesini kabûl edemez. Binâenaleyh Kürdler’i Müslümanlıktan ayırmak isteyenler, esâsât-ı İslâmiyyeye muhâlif hareket ediyorlar. Fakat bunlar da kimlerdir? Bir iki kulüpte toplanan beş on kişiden ibâret. Hakiki Kürdler, kimseyi kendilerine vekîl-i müdâfi’ olarak kabûl etmiyorlar.

Onların vekîli ve Kürdlük nâmına söz söyleyecek ancak Meclis-i Meb’ûsân-ı Osmâniyye’deki meb’ûslar olabilir.

Kürdistan’a verilecek muhtâriyetden bahsediliyor. Kürdler, ecnebî himâyesinde bir muhtâriyeti kabûl etmektense ölümü tercîh ederler. Eğer Kürdler’in serbestî-i inkişâfını düşünmek lâzım gelirse bunu Boğos Nubar’la Şerif (Paşa) değil, Devlet-i Aliyye düşünür. Hülâsa Kürdler, bu husûsda kimsenin tavassut ve müdâhalesine muhtac değillerdir.

Seyyid Abdülkadir Efendi’nin beyânât-ı ma’lûmesine gelince bu husûsda şimdilik bir şey söyleyemem. Bununla berâber bu beyânâtın tahrîf edilüp edilmediğini bilemiyorum.”

EK: IV21

Kürdler ve Osmanlılık

Şerif Paşa’nın Ermeniler ile İtilâfı; Kürdler’in Hiddet ve Galeyanı

Paris’de bulunan Şerif Paşa’nın Boğos Nubar Paşa ile Kürd milleti nâm ve hesâbına olarak akdetdiği itilâf hakkında yazmış olduğumuz başmakalede bu itilâfın ciddî ve hakiki olamayacağı fikir ve kanaatini dermeyân etmiş idik. Zira her zamân, merd ve necîb Kürd milletinin câmi’a-i Osmâniye’den iftirâk etmeyi aslâ hatırından geçirmediğini ve Hilâfet’e dâimâ merbût kalmak fikir ve emeli perverde eylediğini... o kavmin şimdiye kadar gösterdiği harekât ve sekenâtdan tamâmen anlamış idik.

Fi’l-hakika makalemizin intişârı üzerine bir çok Kürd mu’teberânı idârehânemize gelerek Şerif Paşa’nın itilâfı umûm Kürd milletine izâfe edilemeyeceğini ve Şerif Paşa’nın böyle bir itilâf akdine aslâ salâhiyetdâr olmadığını beyân eylemişlerdir.

Şehrimizde sâkin Kürd ricâlinden bu itilâfı protesto yolunda bir çok muharrerât vârid olmuşdur. Bunlardan birini ber-vech-i zîr aynen derc ediyoruz:

İkdâm Cerîde-i Mu’teberesine

Evvelki günkü gazeteler Paris’de Şerif Paşa ile Ermeni Heyet-i Murahhasası reisi Boğos Nubar Paşa arasında Kürdistan ve Ermenistan hakkında bir itilâf akdedildiğini yazarak Kürd efkâr-ı umûmiyesinden istîzâhâtda bulunuyorlardı.

Dört buçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyye’nin fedâkâr ve cesur hâdim ve tarafdârları olarak yaşamış ve dinî an’anesine sadâkati gaye-i hayat bilmiş olan Kürdler, henüz beş yüz bine karîb şühedâsının kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hatıralarını teessürle anarken, İslâmiyet’in zararına olarak tarihî ve hayatî düşmanlarıyla itilâf akdetmek sûretiyle salâbet-i dîniyyeleri hilâfında iftirâk-cûyâne âmâli ta’kib edemezler. Binâenaleyh Kürd vicdân-ı milliyesinin bu tarz tahassüsüne mugayir hareket eden zevâtı da tanımazlar ve yegâne emelleri de vahdet-i dinî ve millîlerini muhâfaza olduğundan keyfiyetin izahâtına delâlet buyurulmasını muhterem gazetenizden istirhâm ederiz.

Sâdât-ı Berzenciye’den Dava Vekîli
Ahmed Arif

Hizan Sâdât-ı kirâmından İhtiyât Binbaşısı
Muhammed Sıddık

Ulemâ-yı Ekrâd’dan
Said-i Kürdî



Revandiz hânedânından binbaşılıkdan müteka’id Ahmed Reşid Bey dahi şu sûretle beyân-ı efkâr eylemişdir.

Şerif Paşa Kürd milletini temsîl edemez. Millet ona murahhaslık salâhiyeti vermemişdir. Kürd milleti Devlet-i Osmaniye’den infikâk etmeğe şiddetle muârızdır. Hilâfet’den ayrılmak onlar içün en büyük bir günâhdır. Hattâ Şâfi’l-mezheb olanlar Hilâfet’den iftirâkın talâkı mûcib olacağına imân ederler. Kürdler’in mukadderâtı ta’yîn edilirken asıl Kürd milletine mürâca’at olunmak lâzımdır. Onun bu husûsda vereceği karâr ise, ebediyyen Hilâfet’e merbût kalmak merkezinde olacakdır.

Bu bâbda diğer Kürd ricâli ve erbâb-ı siyâseti nezdinde icrâ etmekde olduğumuz tahkikatı dahi peyderpey işbu sütûnlarda efkâr-ı umûmiyemizin pîş-i dikkatine arz etmekde devâm eyleyeceğiz.

Recep Çelik, Köprü Dergisi, 70. Sayı

Dipnotlar

1. Bediüzzaman Said Nursi (Hizan 1878): Medrese eğitimi gördü. Keskin zekâsı ve üstün yetenekleri ile dikkati çekti. Devrin ulemasıyla çeşitli yerlerde yaptığı münâzaralarda ilimdeki üstünlüğünü ispatladı. Bediüzzaman lakabını aldı (Başbakanlık Osmanlı Arşivi (B.O.A.), Dahiliye Nezâreti Şifre Kalemi (DH-ŞFR), Dosya nr. 89, Gömlek nr. 138, 21 Temmuz 1918; Bediüzzaman Said Nursi, Sünûhat, “Takdim”, İstanbul 1995, s. 7-10).

2. Bu konuda daha geniş bilgi almak için Osmanlı Arşivi belgelerinin yayınlandığı şu esere bkz. Necmeddin Şahiner, Son Şahitler-1, Bediüzzaman Said Nursî’yi Anlatıyor, İstanbul 1993, s. 65-68.

3. Bediüzzaman Said Nursi, Hayatı, Mesleki, Tercüme-i Hali, İstanbul 1976, s. 102-108; İsmail Kara, İslâmcıların Siyasî Görüşleri, c. II, İstanbul 1995, s. 314; Kadir Mısıroğlu, Sarıklı Mücahidler, İstanbul 1992, s. 285. Ayrıca Bkz. Ek: I.

4. Bkz. Ek: II.

5. Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, c. I, Ankara 1976, s. 135.

6. Kürt Teali Cemiyeti’nin en önemli şahısları şunlardır: Seyyid Abdülkadir, Emin Ali (Sâbık Adliye Müfettişi), Hamdi Paşa, Halil Bey (Eski Polis Müdürü), Bedir Ali (Emekli Jandarma Albay), ulemadan Bahazâde Şükrü, Ali, Cemil Paşazâde Ekrem, Mevlânzâde Rifat ve Memduh. Bkz. İsmail Göldaş, Kürdistan Teâli Cemiyeti, İstanbul 1991, s. 16-45; Tansel, Mondros, c. I, s. 132.

7. Mustafa Nezihi Polat, Mülâkat, Erzurum 1964, s. 30-34; Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul 1979, s. 214-216.

8. Sebilürreşad, “Kürdler ve İslâmiyet”, c. XVIII, sayı 461, 4 Mart 1920, s. 224-226. Ayrıca bkz. Ek: III.

9. İkdam, “Kürdler ve Osmanlılık”, 22 Şubat 1336/1920, 27. sene, nr. 8273. Ayrıca bkz. Ek: IV.

10. Tansel, Mondros, c. I, s. 131.

11. İkdam, a. g. m.

12. Bediüzzaman Said Nursi, Hutuvât-ı Sitte, “Takdim”, İstanbul 1991, s. 4-5.

13. Hutuvât, s. 12-17; a. mlf., Şualar, İstanbul 1960, s. 379; a. mlf., Asar-ı Bediiyye, Beyrut 1979, s. 114-116.

14. Bediüzzaman’ın cevapları ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Hutuvât, s. 12-24.

15. Hutuvât, s. 16-17 ; Bediüzzaman Said Nursi, Tulûat, Ankara 1979, s. 80.

16. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. XXIV, Ankara 1960, s. 439; Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, c. I, İstanbul 1990, s. 422-423, 428-436; Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, s. 466.

17. Bu konuda Eşref Edip Bey şunları söylemektedir: “Üstad, nihayet Ankara’nın davetine icabet etti. Ankara’da büyük tezahüratla karşılandı. Biraz sonra, vatan ve millet işleriyle meşgul olan mebusların ibadette kusur etmemeleri, Allah’a karşı rabt-ı kalb etmeleri hakkında bir beyanname neşretti. Bir gün Riyaset Divanı’nda Mustafa Kemal ile fikir teatisinde bulunduğu sırada Mustafa Kemal, Üstad’a dedi ki: “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizin yüksek fikirlerinizden istifade için sizi çağırdık. Geldiniz. Fakat siz namazdan işe başladınız. Bu, ferdî bir vazifedir. Kimsenin vicdanına müdahale edilemez.” Üstad cevap verdi: “Evet, öyledir. Amma Allah’a karşı vazifesini yapmayan bir fert, millet vazifesini hakkıyla göreceğine de ben inanmam. Münferid kaldıkça herkes vicdanıyla başbaşadır. Amma müçtemi olunca vazife de içtimaîleşir. Milletin dinine milletvekili fiilen uymak ve itaat etmekle mükelleftir. Yoksa millet dinini muhafazada kusur eder, celâdet ve şehamet gösteremez. Bir ferd, bilhassa milletvekili olan bir ferd sıdk ile, hulus-ı kalb ile Allah’a ibadet etmezse kula tapmaktan onu koruyacak ne vardır? Allah’a ibadet kalplere şehamet verir. İnsanları insanlara tapmaktan alıkoyar. İşte bunun için insanın insana tapmaması için, milletvekillerinin herhangi bir insana kul, köle olup milletin mukadderatını idarede zaaf ve kusur göstermemesi için Allah’a ibadet etmelerini, ferâiz-i ilâhiyyeyi ifa etmelerini lüzumlu görüyorum.” Bunun üzerine Mustafa Kemal, Üstad’ı okşuyor: ‘Hocam, diyor, güzel söylüyorsun. Ben de temenni ederim ki her milletvekili Allah’a karşı da, millete karşı da vazifesini yapsın.” (Eşref Edip, Risale-i Nur Müellifi Bediüzzâman Said Nur, Hayatı, Eserleri, Mesleği, İstanbul 1952, s. 44-45). Ayrıca bkz. Hutuvât, s. 8; Badıllı, a. g. e., s. 439-443, 451-455; Bediüzzaman, Şualar, s. 368; Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Haz: Abdülmecid-i Nursi, İstanbul 1980, s. 97-100.

18. B.O.A., DH-ŞFR, Dosya nr. 89, Gömlek nr. 138.

19. BOA, DH-SN. THR, 82/23.

20. Sebilürreşad, “Kürdler ve İslâmiyet”, c. XVIII, sayı 461, 4 Mart 1920, s. 224-225.

21. İkdam, “Kürdler ve Osmanlılık”, 22 Şubat 1336/1920, 27. sene, sayı 8273.


Bediüzzaman Said Nursi, Said-i Nursi, Sait-i Nursi, Sait Nursi, Said-i Kürdi, Kürt Sait, Molla Sait, Molla Said, Şeyh Sait, Şeyh Said, Sait Molla, Said Molla
 
türkiyeyi bölmeye calisan bir insandan baska ne beklenebilirdiki böyle insanlari hala savuinmak bile cok üzücü tayiipde onun devami zaten
nurcular aldi ele teslim aldilar neredeyse türkiye cumhuriyetini ama Allahtan bizler variz uyan genc türkiyeli
 
bu paylaştıklarımı okudunmu yavuz_28 ? okumuş olsan ve verdiğim linke baksan bu yorum u yapmazsın gibi geliyor :utan
 
ne üstad nede bir başkası şayet kendimize örnek yada rehber arıyorsak KURAN-I KERİM ve Peygamberimiz (s.a.v) sünnetleri yeterde artar bile.
 
aynen Kitabimiz bizim kendi yolumuzu dogruyu gösterndir gerisi hikaye efendimiz bize yeterince yol gösteriyor böyle vatan hainlerini hala bas taci yapmak niye
 
Geri
Üst