kaptan61ts
New member
Gökbilimci Laplace beş ciltlik Gök Mekaniği’nin bir kopyasını Napolyon’a sunar. İmparator kitabın yapraklarını hızla çevirir; “Bu koca kitabı evrenin yaratıcısından bir kere bile söz etmeden yazmışsın, öyle mi?” der. “Öyle bir varsayıma hiç ihtiyacım olmadı, efendim” der Laplace .
Boş başlarız” diyor Ernst Bloch. Doğru değil! Boşlukta başlıyoruz. Çekimsiz ortam. Gerçek ağırlığımızı burada ölçmek mümkün değil, o kadar. İnsanın ağırlığı, ruhunun darası alındığında ortaya çıkar. Dünyayı gözlerimizden ibaret sayıyoruz. Dün, bugün, yarın, daha uydururken inanmaya başladığımız yalanlar. “Bir zamanlar ülkenin birinde bir kral yaşarmış” diye başlayan bir masal gibi geçmiş. Tarih diye okuduklarımız modern masallar. Biz aynı pusulasız geminin, hayalet tayfaları... Bir şeyler eksik. Resimdeki yedi yanlışı bulmaktan kolay, ezberimizdeki düne ait yanlışları bulmak. Dün, yoldan çıkınca, yarın da yörüngesiz dolaşıyor. Doğru, “Boşluk Bakışlarımızın Biçimini Alıyor” , ama insanın asıl boşluğu içinde yaşanıyor ve o her seferinde içine bakmayı unutuyor. Kendimizi bugüne ait bilgilerle nasıl çıkılmaz bir lâbirente hapsetmişiz? Elimizde cetveller, kolumuzda saat, sırtımızda kâinatın sırları. Ya bu yük çok ağır, ya bu harita yanlış. Bilgi, zannettiğimiz pek çok şey, algılarımızı bozan ve belleğimizdeki asıl verileri silen bir tür virüs mü aslında? Gerçek bilgi ne? Dünya yuvarlak olduğu ispat edilene kadar düzdü. Mutlak doğru, doğrunun değişebilirliği mi? Pek çok şeyden şüphe etmeliyiz o halde. Bütün bilgilerimizi, yeniden test etmeliyiz. Ezberletilen her bilgi, insanın özgür iradesini köleleştiren bir vesika mı? Ne kadar az bilirsek, dünyayı o kadar çok mu kavrarız. Yoksa, insanın kaderi, gözleri görmeyen şairlerin kehânetlerinde mi gizli?
DİN Mİ BİLİM Mİ?
BİLİM Tanrıtanımaz olmak için bile, Tanrı’nın var olduğunu kabul etmek zorunda olduğunu kavrayacak kadar rasyoneldir. Düne kadar fizikçiler ve teologlar, iki ayrı Tanrı fikrinden hareket ettiler; bir yanda duaların ve diğer yanda fizik yasalarının Tanrısı. İslâmiyetin, Musevîliğin, Hıristiyanlığın ya da Budizmin yaradılış teorilerinde ortak bir payda olduğunu gözleyen bilim, artık eskisi kadar küstah değil. Fizik bilimi henüz çoklu-evrenin gizemini çözecek yetenekte olmadığının farkında, yeni paradigmalar kuruyor. Bilimle uğraşan pek çok kişi bugün, yeterince akıllı olmadıklarının farkına varacak kadar zeki olmadığını biliyor.
Bilim uzun zamandır evrenin kendisiyle ilgilenen bir paradigma kaymasının peşinden gidiyor. Bükülmüş uzay-zaman kavramını doğuran bu paradigma kaymasına göre; evren küçük bir hiper- kabarcıktır ve Büyük Patlama (Big Bang) nedeni ile çok büyük bir hızla genleşmektedir. Bu teoriye göre; uzay, ölen bir yıldızın etkisiyle yoğunlaşabilir, yırtılabilir ve eğrilip bükülebilir. Bu ölen yıldız “kara delik” dir. Bu nedenle, kara delikler, evrenin kendisi, yani bilinemeyendir.
Nobel ödüllü nörofizyolog Sir John Eccless, evrenin nedenlerle donatıldığı görüşünü benimseyenlerin çoğunun, bir tür antropoloji ilkesi oluşturmaya çalışan evrenbilimciler ve kuramsal fizikçiler arasından çıktığına dikkat çeker . Bilim tarihçisi Derek Gjerten, pek çok önemli filozofun, kendi zamanlarının bilimine hiçbir zaman egemen olmadıkları halde yine de yaşamlarının bir bölümünde profesyonel bilim adamı olarak çalıştıklarını farkedenlerden. “Locke ve Lotze hekimdiler, Whitehead, Frege ve Ramsey matematikçiydiler, Witgenstein mühendisti, Michael Polanyi kimyagerdi, Shlick fizikçiydi, James Ward fizyolog ve Willam James de psikologtu. Daha yakın zamanlarda bilimde etkin biçimde kariyer sahibi olmasalarda CD. Broad, Karl Popper, S.E. Toulmin, W.V. Quine, Rudalf Carnap gibi birçok filozofun matematikte ya da fizikte önemli dereceleri vardı. Ayrıca kimileri Nobel ödülü olan ve bilimsel uğraşlarına devam ederken felsefi meselelerle ilgilenen önde gelen bilim adamlarıdır. Örneğin kuramsal fizikçi olan David Bohm, birçok kez kuantum kuramının sansasyonel yönünün daha az paradoksal görüneceği felsefi yapısına ilişkin çalışmalar yapmıştı” . Arthur Koestler, “çağdaş fizikçi, atom-altı parçacıkların ve üst gökadasal (süper galaktik) boyutların alanına girdikçe daha fazla paradoksla ve sağduyuyla bağdaşmayan yapılarla karşılaşacaktır ve görünürde olanaksız olana karşı daha düşünceli olacaktır” derken hiç de haksız sayılmaz.
Maddenin tek bir kaynaktan meydana geldiği fikrini yani, “Temel Alan”ı savunanlar, atom taneciğinin aynı anda iki ayrı yerde olabilmesine, ışık yılı uzaktaki olaylara anında tepki vermesini ve uzay boşluğunda, evrendeki tüm yıldızların oluşturduğundan fazla enerjinin var olması ile delillendirirler. Richard Dawkins gibi doğal seçilimin, ileriyi görmeden, sonuçları hesaplamadan hareket eden “kör bir saatçi” olduğu tezine inananların ise “Yine de doğal seçilimin yaşayan sonuçları, usta bir saatçinin tasarımların akla getiriyor” demekten kendilerini alamamaları ne ilginç değil mi? Saatçi’nin hakkı saatçiye...
SAATÇİ VAR MI YOK MU? KÖR MÜ DEĞİL Mİ?
Aziz Thomas Aquinas Tanrı’nın varlığını ispatlamayı denediği, “kozmolojik kanıt”ında; bir “ilk harekete geçirene inanır” Birisi birinci nesneyi harekete geçirir, bu da ikinci nesneyi harekete geçirir ve böylece evrenin harekete geçer; “Bu nedenle mutlaka bir Tanrı, ilk hareketi başlatan, mevcut olmalıdır”. Teolojik kanıt, “ilk tasarlayana” dayanır. Ontolojik kanıt ise, “Tanrı o kadar kusursuzdur ki mutlaka varolmalıdır” der. Modern bilim, Tanrı’nın varlığına dair bu üç kanıtı ciddiye almaz. Çoğu araştırmacılar, “ilk hareketi sağlayan” yerine, Büyük Patlama (Big bang)’yı koyar; “Enerji korunduğu için atomlar sürekli hareket ederler. Atomların gerçekten bir yaratıcıya ihtiyaçları yoktur” der. Evrim teorisi teolojik kanıtı da yok saymaya çalışmıştır. XVIII. yüzyıl tanrıbilimcisi William Paley, Doğal Tanrıbilim kitabında çok bilinen bir hikâye anlatır. Günün birinde yolumuz daha önce hiçbir insanın daha önce ayak basmadığı bir çalılıktan geçer. Ayağımız bir taşa takılır, taşın oraya nasıl geldiğini bilemez; “Herhalde ezelden beri burada diye düşünebiliriz. Ancak aynı yerde bir saat bulursak, saatin daima orada olduğunu asla düşünmeyiz” der. Saat bir tasarımdır. Yayları, dişlileri, çarkları ayrı ayrı imal edilmiş bir nesnedir. Saati tasarlayan ve yapan biri olmalıdır. Paley, bir saatin işleyişine neden olan her parçanın, tabiatte de karşılığının bulunabileceğine inanır. Üstelik tabiatın işleyişinde “tüm öngörüleri aşan daha da yüce bir görünüm vardır” derken, nasıl teleskopun görmeye yardımcı olmak üzere yapılmışsa, göz de görmek için tasarlanmıştır sonucuna ulaşır.
Akıllı tasarım fikrine sıcak bakan araştırmacılar “Her saati yapan bir saatçi vardır” sözlerinden ilham alırlar. Darwin’in “evrim” tezini savunanlar, insanların tesadüfî bir doğal seçim yoluyla varolduğu fikrine inanırlar, yani ortada saat de saatçi de yoktur (maymunlar zaten saate ihtiyaç duymazlar). Doğal seçilime itibar eden, ancak bunun bir adım ötesine giden bazı bilim insanları ise konuya daha farklı yaklaşırlar. Gen Bencildir ve Tanrı Yanılsaması kitaplarının da yazarı zooloji profesörü Richard Dawkins; “Doğal seçilim geleceği planlamaz, geleceği görme yetisi yoktur. Doğal seçilimin doğanın saatçisi olduğu söylenecekse bu saatçinin “kör” olduğu eklenmelidir” der.
Einstein, hiçbir şeyin ışık hızını geçemeye ceğine inanıyordu, Tesadüflerin bile...
De Moivre, “Olasılık Teorisi”nin temellerini atmakla kalmıyor; matematiği zarlar ve oyunlarla açıklıyordu. Moivre, kitabında şansın aslında yanılsama olduğunu, gelişigüzel gibi görünen her şeyin fiziksel bir nedeni olduğunu iddia eder
TanrI zar atmaz
700’lerin başında, Londra’da, yaşayan Abraham De Moivre adındaki bir matematikçi, kumarbazlar için olasılıklar hesaplayarak geçimini sağlamış. Yaklaşık on yıl bu işi yaptıktan sonra, teorilerini Şans Doktrinleri isimli, 52 sayfalık küçük bir kitapta toplayan De Moivre, “Olasılık Teorisi”nin temellerini atmakla kalmıyor; matematiği zarlar ve oyunlarla açıklıyordu. Moivre, kitabında şansın aslında yanılsama olduğunu, gelişigüzel gibi görünen her şeyin fiziksel bir nedeni olduğunu iddia eder.
Nobel ödüllü fizikçi Wolfgan Pauli gibi pek çok fizikçinin “Tanrı’nın ayırdığını hiçbir kul bir araya getiremez” diye suçladığı Einstein, parçaları birleştirmeye çalışıyordu. (fizikçiler genellikle birşeyi en küçük parçasına kadar ayırmaya uğraşırlar). Kuşkusuz Eisntein, “evrenle kumar oynanmayacağını” biliyordu. “Tanrı zar atmaz” sözleriyle evrenin olağanüstü bir düzenle var olduğuna inandığını söylüyor; ama yine de, “Kozmik Teori” ile temel kuvveti, kütle çekimini, elektromanyetizmayı, iki nükleer kuvveti birleştirip, evrendeki tüm kuvvetleri küçük bir denkleme sığdırarak, “Tanrı’nın zihnini okumayı” umuyordu. Her sabah uyandığında güne; “Eğer Tanrı olsaydım, evreni, bizi yöneten fizik yasalarını nasıl yaratırdım?”diye başlayan Einstein, hiçbir şeyin ışık hızını geçemeyeceğine inanıyordu, tesadüflerin bile... “Tanrı’nın evrenle kumar oynadığına inanmam” sözü ile atomaltı parçacıkların hareketlerini öngören kuantum teorisine hep mesafeli durdu. Kuantum mekaniği henüz emekleme aşamasındaydı.
BİLİMİN GELDİĞİ SON NOKTA
“Sen bir çiçeği ezemezsin / Bir yıldızı rahatsız etmeden” sözü doğru olabilir miydi? Birbirlerine uzak nesneler, görünürde aralarında hiçbir bağ olmasa da birbirlerinden etkileniyorlar mıydı? Uzmanlar uzun süre, bölünebilirlik ve yerellilik ilkesini kabul ettiler yani, “Eğer iki sistem bir zaman periyodu içinde birbirlerinden dinamik olarak soyutlanmışlarsa, birinci sistem üzerindeki ölçüm, ikinci sistem üzerinde gerçek bir değişiklik yapamaz” ya da Einstein’in savunduğu “hiçbir etki ışık hızından daha hızlı yayılamaz.” 1964’te İskoç fizikçi John Bell, oluşturduğu kuramla Einstein’ın belirsizlik ilkesini ve hiçbirşeyin ışıktan hızlı olamayacağı tezini çürüttü. Saklı değişkenler vardı, elektronların, atomaltı parçacıkların, fotonların dünyasanda mekânsız bağlantılar gerçekliğin kendisinin de mekânsız olduğunu kanıtlıyordu.
Paul Davis, “Bilim İnsanı Tanrı’ya yaklaştıran en güvenli yolllardan biridir”diyor . Kimileri için tersi de geçerli olsa, araştırmalar sonucu bulunan çok sıfırlı sayılar, sonsuz uyum hatta uyumsuzluklar arasındaki denge pek çok kişi için Tanrı’nın varlığının ispatı. Bilimin geldiği, geleceği son noktanın, insan bilincinin kavrayabileceği son nokta olması ne kadar trajik değil mi? Fizik, kimya, matematik, biyoloji ya da aklınıza gelebilecek herhangi bir bilim dalı aslında insanın bilinmeyeni anlama çabasındaki yetersizliğinin de ispatı gibi. İnsan küçük, evren büyük, üstelik adım başı kara delik, bir adım ötesi boşluk. Üstelik, en temel saydığımız bilimsel verilerin çoğu doğrudan yapılan deneylerle elde edilemiyor. Dünün bilimsel doğruları, bugünün bilimsel yanlışları olabiliyor. Yanlış çoğu zaman başka bir yanlışla yer değiştirerek bilimin arka bahçesine gömülüyor. Bilim güneşin ateşini nabzını tutmadan ölçer. Yıldızlara gitmeden, uzaydaki gazların cinsini ve oranını tahmin eder. Bilimsel kuramları ispatlayacak sonuçlar ortaya çıkmazsa, henüz bu konuda yeterince çalışılmadığı gerekçesi ile her şey açıklanabiliyor. Geçmişinde “yalancı tanrı rolü”nü oynamaya çalışan bilim, bugün yaşadığı kuantum sıçramanın ardından günah çıkaracağı gerçek “Yaratıcı”yı, “her şeyin Teorisi”nin üstündeki “Üst aklı” arıyor. Dün, Tanrı’nın varlığını sorgulayan bilimsel metodlar, bugün gelişmiş fizik ve kozmoloji bilgileri eşliğinde insanüstü bir gücün varlığına dair eski inancı desteklemek için kullanılıyor.
DENETİMSİZ GÜÇLER
Einstein’a göre, hepimiz çok uzaklardan çalınan, görülmeyen bir kavaldan gelen gizemli ezgiyle dans etmekteydik; “her şey, bir sinek için de, bir yıldız için de, bizim üzerinde denetim kuramadığımız güçler tarafından belirlenmiştir. İnsanlar da, sebzeler de kozmik toz da bu gücün etkisindedir.” Bu bilimin henüz evrenin belli gerçeklerini ölçebilecek güçte olmadığına inanan determinist akımın da anafikriydi; “Hiçbir şey nedensiz değildir, her şeyin bir sebebin sonucu olarak ortaya çıkar fakat biz bu ‘Asıl sebebi’ bilemeyiz.” Einstein kuantum mekaniğinin olasılıkları sonuç gibi sunmasına itiraz ediyordu. Yine de herkes kendi “olasılık” hesaplarına göre oyuna katılıyor. Bilimsel çalışmalar bazen sonu bilinmeyen bir kumara dönüşebiliyor. Rakamlar arttıkça, ihtimaller ve açılımlar zenginleşiyor.
Kuantum Evrende Tanrı-3
Işınla beni Scotty
Düne kadar ancak bilim-kurgu fimlerde olur diye düşündüğümüz pek çok olağanüstü senaryoyu araştırmacılar gerçeğe dönüştürüyorlar
Kaç boyutlu bir dünyada yaşıyoruz, diye sorsam pek çoğunuz; 3 diyecek ve; yukarı-aşağı, öne-arkaya, sağa-sola hareket edebildiğimizi söyleyeceksiniz. Einstein bilime dördüncü boyutun, zaman boyutunun varlığını tanıttı. Evrenbilimciler, dört temel kuvveti içeren bir arena ararken kendilerini birdenbire onuncu boyutta buldular. Onbirinci boyut bile artık çok uzakta değil. Yani bilim şu anda”Tanrının zihnini okuyacak” kadar büyük bir arenada olduğu iddiasında. Berkeley, “Esse est percipi-varolmak algılanmaktır” demiş olsa da bizler henüz bu boyutları algılıyamıyoruz. Algılayamamız onların var olmadığını değil, bizim henüz yetersiz olduğumuzu gösteriyor. Işık hızını da algılayamıyoruz, beyaz ses denilen bazı frekanslardaki sesleri de, boşluğu da. Eğer, “tüm madde titreşen bir sicim üzerindeki notalardan başka bir şey değilse” yani String (titreşen tel/sicim)Teorisi doğruysa ve biz bu evrensel müziği duyabilirsek 10. boyutu farkedebileceğiz. Titreşen teller 10. boyuttan bahsediyor, Süper yerçekimi teorisi, Paralel Evrenler’den yani 11. boyuttan. kurgunun neredeyse modern bilimin ideallerine dönüştüğü, paralel evrenler teorisini anlatan (Yönetmen Tony Scott, 2006 yapımı) “Deja Vu” paralel evrenler konusunu herkesin anlayabileceği hale getirmiş önemli bir film.
Columbia Üniversitesi fizik profesörü aynı zamanda String Teorisi uzmanı Dr. Brian Greene ‘in danışmanlığında çekilen filmde “zaman penceresi laboratuvarı”ndan izlenen olaylara, yaşanmış olana müdahale edilebiliyor. Paralel evren teorisine göre, biz burada yaşantımızı sürdürürken diğer evrenlerde başka ihtimaller dahilinde varolabiliriz. Paralel evrenlerle aramızda sadece saydam bir zar var. Zaman yolculuğu yapabilmek içinde geçmiş ve gelecek arasındaki boşlukta kendimize “solucan delikleri-uzay tünelleri-tavşan delikleri” bulabilmemiz gerekiyor. Deja Vu’da da geriye dönerek olayların akışına müdahale edilip, geçmiş ve gelecek değiştirilebiliyor. Kuantum fiziğine göre “Deja Vu” (Daha önce aynı olayı yaşamışlık duygusu) hissetmemize paralel evrenlerde, uzay-zaman ilişkisinde yaşanan bir kaçak neden olduğuna inanıyor. Söz konusu olan yeni olanı bulmaksa bilim bazen filmi geçiyor. Düne kadar ancak bilim-kurgu fimlerde olur diye düşündüğümüz pek çok olağanüstü senaryoyu araştırmacılar gerçeğe dönüştürüyorlar.
Hiperuzaya doğru
“İnsanlIk tarihindeki en büyük bilimsel devrimlerin birinin eşiğinde duruyoruz. Bilim, çok derin bir dönüşümden geçiyor: Dönüşümü keşif çağından ustalık çağına yapıyoruz. Bu bazılarının ileri sürüp savunduğu gibi ‘’bilimin sonu’’ değil, fakat doğanın dansının pasif gözlemcileri olmaktan onun aktif koreografları olmaya olan tarihsel dönüşümümüzdür” diyor nükleer fizik profesörü Michio Kaku. Televizyon için hazırladığı Geleceğin Geniş Görüşü isimli belgeselde, üç anahtar kavramı inceliyor: Zeka, hayat ve madde...
Bilgisayar devrimi ve elektroniğin yaygınlaşmasıyla, zekanın yapay formlarını, DNA ve İnsan Genom Projesi’nin çözülmesiyle de, genleri kontrol altına alıp, ustalıkla idare edebildiklerini söyleyen Kaku; yakında taktığımız gözlüklere bilgisayardaki tüm bilgilerimizi yükleyebileceğimizden emin. Bilim devriminin ikinci aşaması olarak adlandırılan Biyotek programı ile insanların kanları analiz edilip, gen bilgilerinin CD-rom’a konularak, gelecekte insanların ellerinde zarar görmüş genlerini listeleyen genetik bir “kullanıcı el kitabı” olacak. Devrimin üçüncü aşaması Kuantum. Bu bütün bilimi yeniden şekillendiriyor. Öyle ki, görünmezlik artık olanaksız değil.”Meta Maddeler” diye tanımlanan yeni madde tipleri mikrodalga radyasyonu için görünmez olabiliyorlar. Amerika’daki Ames Laboratuarı, Almanya’daki Karlsruhe ve California Teknoloji Enstitüsü’ndeki fizikçiler görünmezlik olasılığı ile ilgili deneyleri tamamlamak üzereler.
Bilim kurgu saçmalıklarından biri diye kabul edilem “Işınlanma” da artık mümkün. Kuantum mekaniği bugün geldiği aşamada araştırmacılara fotonları ve hatta atomları bir laboratuardan düzenli olarak ışınlama imkânı veriyor.. Uzmanlar, gelecekte virüslerin hatta yaşayan dokuların ışınlanabileceğini söylüyorlar. Mümkün olmayanın mümkün olduğu bir bilim devriminin ayak sesleri bunlar. Nano teknoloji ile gökyüzüne çıkabileceğimiz “uzay asansörü” kurgulayan bilim, insanlık tarihindeki en büyük patlamanın eşiğinde hazır bekliyor. Burada asıl sorun, insanlığın buna hazır olup olmadığı. İnsan henüz yeterince “bilge”görünmüyor.
Kuantum Evrende Tanrı-4
Patlarsam yanarsın
İsviçre'nin güneyindeki CERN ve Amerika'daki Fermilab'da bilim adamları insanoğlunun geliştirdiği en önemli projenin içindeler. Bu dahiler grubu atom çekirdeği ve protonları çarpıştırarak evrenin işleyişinin bir modelini yaratma ve parçacıklara kütle özelliğini veren Tanrı parçacığını bulma peşindeler
Richard Feynman 1957'de Kuzey Caroline Üniversitesi'nde kütle çekimi konferansına davet edilir, birinci gün yetişemediği için, konferans başladıktan bir gün sonra havaalanına iner. Taksi durağındaki görevliye, 'Kuzey Carolina Üniversitesi'ne gitmek istediğini' söyler. Görevli, 'Hangisini kastediyorsunuz, Raleigh'te Kuzey Carolina State Üniversitesi'ni mi, yoksa Chapel Hill'deki Kuzey Carolina Üniversitesi'ni mi?' Feynman'ın, gideceği yer hakkında yeterli bilgisi yoktur. Üstelik üniversitelerden biri kuzeyde, diğeri güneyde şehrin iki ayrı ucundadır. Nobel ödüllü fizikçinin aklına basit birçözüm gelir. 'Dinle' der şoföre, 'esas toplantı dün başladı. Yani dün buradan birçok adam oraya gitmiş olmalı. Tarif edeyim; akılları bir karış havada, sürekli birbirleriyle konuşup, hiç etrafla, nereye gittikleri ilgilenmeyen ve 'G-mu-nu. G-mu-nu' gibi şeyler söyleyen adamlar.' Görevlinin yüzü parlar, 'Ha evet, siz Chapel Hill'den bahsediyorsunuz!' der. Feynman, konferansa gecikmeli de olsa katılır.
(Feynman'ın da aralarında olduğu Ulusal Akademideki Nükleer Fizikçiler geliştirdikleri ortak dilde birbirleriyle konuşurken) Bu hikayeyi bana özellikle, Avrupa Nükleer Araştırma Organizasyonu'ndaki (CERN) bilim adamlarını hatırlatır. Bu devasa nükleer fizik laboratuvarı'nda toplanan fizikçilerin de 'G-mu-nu, g-mu-nu...' dilinden anlaştıkları 'olasılığını' düşünmek bile eğlencelidir. Şaka bir yana CERN'deki bilim adamları belki de insanoğlunun bugüne kadar geliştirdiği en önemli projenin içindeler. Büyük Hadron Çarpıştırıcısı adını verdikleri parçacık hızlandırıcıları ile atom çekirdeğindeki protonları çarpıştırılarak bu çarpışma sonunda ortaya çıkacak parçacıkların evrenin işleyişindeki rollerini inceleyecekler. Kendi deyişleri ile kısaca 'Tanrı Parçacığının' peşindeler. Deney, evrenin başlangıcını oluşturan 'Büyük Patlama'dan (Big Bang) sonra ortaya çıkan büyük enerji yoğunluğunu tekrar yaratarak parçacıkların yine ortaya çıkmasını sağlayacak. Böylece fizik modellerinin temelini oluşturan ve parçacıklara kütle özelliğini veren 'Higgs' parçacığı da tekrar ortaya çıkacak, öyle umuyorlar.
Büyük Patlama'yı laboratuvar ortamında denemeye kalkan sadece Avrupalı fizikçiler değil. Amerikalılar onlardan çok önce bu patlatma işine merak sardılar. Amerika'nın en büyük parçacık hızlandırıcısı, Illinois'te bulunan Fermilab (Fermi Ulusal Hızlandırıcı Laboratuvarı). Burada da olağanüstü enerjiler elde edilmeye çalışılıyor. Hızlandırıcı bakıma alınınca, Fermilab hızlandırıcı tüneli düzenler. Turlar, yönetim binasından başlayıp, hızlandırıcıya giden yolu ve laboratuvarın kafetaryasını içine alır. Halka açılan bu turlarda uzun süredir rehberlik yapan biri, tura katılan yaşlı bir adamdan çok etkilendiğini anlatır. Yaşlı adam adeta büyülenmiş gibi, rehberin anlattıklarını büyük bir dikkat ve merakla dinler. Tur biter, yaşlı adam rehbere teşekkür eder. Rehber, yaşlı adama sorar; 'siz çok tanıdık geliyorsunuz. Daha önce karşılaşmış mıydık? 'Evet' der, yaşlı adam. O, aslında on yıldan daha fazla süredir Fermilab'da teorisyen olarak çalışmaktadır, deney yapılan bölümde hiç çalışmamış olduğu için hızlandırıcıyı ilk kez görüyordur. Halk turuna katılması da tamamen tesadüftür. Yaşlı adam kuyruğun bir öğle yemeği olduğunu düşünmüştür.
Bilim Tanrı’yı buldu mu?
Hawaii Üniversitesi’nden emekli fizik ve astronomi profesörü, Kolorado Üniversitesi’nde felsefe profesörü olan Victor J. Stenger, “Bilim Tanrı’yı Buldu mu?” adlı kitabında çoğu bilim adamının, teist hipotezlerini çürüttüğünü savunuyor
Michio Kaku “Fizikçiler, Tanrı kelimesini telaffuz edip de kızarmayan, utanmayan yegane bilimcilerdir. Biz fizikçiler bütün soruların sorusuyla göğüs göğüse mücadele ederiz: Eğer evren bir patlama neticesinde harekete geçmişse bu patlama nereden geldi? Kuralları neydi? Bize uzay-zaman yapısını veren patlamanın denklemlerini kim yazdı?” diyor. Rölativite ve Kuantum Teorileri bilimin bugün bulunduğu noktada, tek başına işe yaramayan modası geçmiş teoriler... Bu iki teoriyi birleştirerek yeni bir teori üretiyorlar; “String-Titreşen tel, ya da Sicim Teorisi” On boyutlu bir hiper-uzayda tanımlanan “Sicim teorisi”ne göre, bu mikrominnacık sicimler titreştiğinde evrende bulunan atomaltıparçacıkları yani notaları üretiyor. Bu notaların oluşturduğu melodiler “madde”, bu melodilerin yarattığı senfonilere de “evren” deniliyor. Bu sicimlerin yarattığı armonilerin fizik yasaları olduğuna inanan araştırmacılar, sicimler hareket ettiğinde, etrafındaki uzay ve zamanı eğip, büktüklerini farkediyorlar. Dr. Kaku, “Eğer Einstein hiç doğmamış olsaydı bile, Sicim Teorisi’nin bir sonucu olarak Einstein’ın Genel Rölativite Teorisi’ni keşfedebilirdik, çünkü Sicim Teorisi, Genel Rölativite Teorisi’ni de bünyesinde barındırır. Ama Sicim Teorisi on boyutlu bir hiper-uzayda tanımlanmaktadır” derken bilimin en büyük idealini de açıklıyor; “Bütün dünyada, çeşitli ülkelerin genel fizikçileri Tanrı’nın zihnini okumamıza izin verebilecek olan Sicim Teorisi denen bu acayip teoriyi öğrenmek için can atıyorlar. Bu teoriye göre hiper-uzaya yayılan rezonanslar halindeki bu müzik belki de Tanrının zihnidir.” diyor. Evren teorisini test etmek isteyen araştırmacılar, laboratuvarda bir bebek evren yaratmayı deniyorlar. Kaku’ya göre inanç bu noktada devreye giriyor; “Güneş’in hidrojen gazından meydana geldiğini biliyoruz, çünkü elimizde dolaylı yoldan elde edilen kanıtlar var. Görünmez olmalarına karşın kara deliklerin fotoğrafının çekildiğine inanıyoruz, çünkü kara deliklerden yayınlanan radyasyonu görüyoruz. Belki de bir gün İsviçre’nin Genevre kentinde bulunan Büyük Hadron çarpıştırıcısını kullanarak bu teoriyi dolaylı yoldan test edeceğiz. Bu atom-parçalayıcı sistem atomları parçalarına ayırıyor ve bize S-parçacıkları denilen Süper Parçacıkları verebilir. Süper Parçacıklar, süper sicimlerin yüksek titreşim halleri”
KARANLIK MADDENİN ÖZÜ NE
Gözlenebilir evrenin yüzde 90’ı galaksiler, sarmalayan karanlık maddeden oluşuyor. Hubble Uzay Teleskopu astrofizikçilere bu görünmez karanlık maddenin evren boyunca nerelerde kümelendiğini gösteren haritalar çizmelerine imkân veriyor. Peki, karanlık maddenin özünde ne var? Şu an geçerli teoriye göre “fotino” var. Yani sicimin yüksek oktavı, yani boşluk zannedilen aslında doluluk, yani karanlık zannedilen aydınlık. Etraf bizim zannettiğimizden daha farklı. Bilimsel söyleyişle, “karanlık cisim ışıyor” Evrenin yüzde 90’ı karanlık maddeden oluşuyor” diyen kozmoloji (evrenbilim) aslında sadece yüzde onunu bildiği (onun da ne kadarı doğru bilgi bilinmez) bir evrenin sırrını çömeye çalışıyor. Demek ki bilimsel araştırmalara göre şu anda evrenin yüzde doksanı ne olduğunu bilemediğimiz “Karanlık Madde”den oluşuyor.
KARA DELİKLERİN YANKISI
Bütün bu bilgilere doğrudan ulaşamayan bir bilimden söz ediyoruz üstelik. Kimse Güneş’e gidip, hidrojenden oluşup oluşmadığını test etmiyor. Ancak gökbilimciler dünyaya ulaşan dolaylı yankı dedikleri güneş ışınlarını, ekoları inceleyerek Güneş’i analiz edebiliyorlar. Bilim adamları yaklaşık olarak ayda bir tane kara delik teşhis ediyor. Bu aslında görünmeyen kara delikleri Hubble Teleskopu yardımıyla da olsa nasıl görüyor bu araştırmacılar? Aslında duyuyorlar, çünkü kara deliklerin yankılarını, dönme diskini, kara delik civarındaki radyasyon desenini ve radyasyonu görüyorlar. İşte bu yankılara bakarak söyleyebiliyorlar; “Evet, orada bir kara delik var.” Yarın görülemediği için “karanlık” denilen maddenin, aslında “aydınlık” olduğunu söyleyecek bir araştırmacı çıkana kadar bilim yüzde doksan karanlık enerjinin etkisi altında alacakaranlıkla çalışmaya devam edecek.
HADİ KUŞLARA BAKALIM
“İnsanoğlu Tanrı’nın frekansına tekrar kendini uyumlandırabilir mi?” diye soruyor, Lazer Teknolojileri’nin öncülerinden ünlü fizikçi Mani Bhaumık. Ona göre, atom fiziğinin Kuantum alan teorisi parçacıkları ve atomu doğrular. Evrenin bir yerinde olan bir olayın, diğer olaylarla ilişkili olduğunu savunan Bhaumik, bilimin her şeyin Tanrı tarafından yaratıldığı sözüne yaklaştığına inanıyor. Aslında, Kuantum evren tanımı modern fiziğin bir keşfi değil, sadece anlayamadığı bir dünyayı formüle edip bir de oradan varlığı yorumlamaya çalışan insanoğlunun sondan bir önceki durağı o kadar. Yazıyı fizikçi Richard P.Feynman’ın, fizikle hiç ilgilenmemiş pazarlamacılıktan emekli olmuş babasından bir alıntıyla kapatalım; “Bir kuşun ismini dünyanın her lisanında bilebilirsiniz. Ancak (kuşun isimlerini öğrenmeyi) bitirdiğinizde, bu kuş hakkında zerre kadar bir şey bilmeyeceksiniz. Sadece dünyanın farklı yerlerindeki insanları ve bunların bu kuşa ne dediklerini bileceksiniz. Öyleyse, hadi kuşa bakalım ve ne yaptığını izleyelim-önemli olan da bu.”
Boş başlarız” diyor Ernst Bloch. Doğru değil! Boşlukta başlıyoruz. Çekimsiz ortam. Gerçek ağırlığımızı burada ölçmek mümkün değil, o kadar. İnsanın ağırlığı, ruhunun darası alındığında ortaya çıkar. Dünyayı gözlerimizden ibaret sayıyoruz. Dün, bugün, yarın, daha uydururken inanmaya başladığımız yalanlar. “Bir zamanlar ülkenin birinde bir kral yaşarmış” diye başlayan bir masal gibi geçmiş. Tarih diye okuduklarımız modern masallar. Biz aynı pusulasız geminin, hayalet tayfaları... Bir şeyler eksik. Resimdeki yedi yanlışı bulmaktan kolay, ezberimizdeki düne ait yanlışları bulmak. Dün, yoldan çıkınca, yarın da yörüngesiz dolaşıyor. Doğru, “Boşluk Bakışlarımızın Biçimini Alıyor” , ama insanın asıl boşluğu içinde yaşanıyor ve o her seferinde içine bakmayı unutuyor. Kendimizi bugüne ait bilgilerle nasıl çıkılmaz bir lâbirente hapsetmişiz? Elimizde cetveller, kolumuzda saat, sırtımızda kâinatın sırları. Ya bu yük çok ağır, ya bu harita yanlış. Bilgi, zannettiğimiz pek çok şey, algılarımızı bozan ve belleğimizdeki asıl verileri silen bir tür virüs mü aslında? Gerçek bilgi ne? Dünya yuvarlak olduğu ispat edilene kadar düzdü. Mutlak doğru, doğrunun değişebilirliği mi? Pek çok şeyden şüphe etmeliyiz o halde. Bütün bilgilerimizi, yeniden test etmeliyiz. Ezberletilen her bilgi, insanın özgür iradesini köleleştiren bir vesika mı? Ne kadar az bilirsek, dünyayı o kadar çok mu kavrarız. Yoksa, insanın kaderi, gözleri görmeyen şairlerin kehânetlerinde mi gizli?

DİN Mİ BİLİM Mİ?
BİLİM Tanrıtanımaz olmak için bile, Tanrı’nın var olduğunu kabul etmek zorunda olduğunu kavrayacak kadar rasyoneldir. Düne kadar fizikçiler ve teologlar, iki ayrı Tanrı fikrinden hareket ettiler; bir yanda duaların ve diğer yanda fizik yasalarının Tanrısı. İslâmiyetin, Musevîliğin, Hıristiyanlığın ya da Budizmin yaradılış teorilerinde ortak bir payda olduğunu gözleyen bilim, artık eskisi kadar küstah değil. Fizik bilimi henüz çoklu-evrenin gizemini çözecek yetenekte olmadığının farkında, yeni paradigmalar kuruyor. Bilimle uğraşan pek çok kişi bugün, yeterince akıllı olmadıklarının farkına varacak kadar zeki olmadığını biliyor.
Bilim uzun zamandır evrenin kendisiyle ilgilenen bir paradigma kaymasının peşinden gidiyor. Bükülmüş uzay-zaman kavramını doğuran bu paradigma kaymasına göre; evren küçük bir hiper- kabarcıktır ve Büyük Patlama (Big Bang) nedeni ile çok büyük bir hızla genleşmektedir. Bu teoriye göre; uzay, ölen bir yıldızın etkisiyle yoğunlaşabilir, yırtılabilir ve eğrilip bükülebilir. Bu ölen yıldız “kara delik” dir. Bu nedenle, kara delikler, evrenin kendisi, yani bilinemeyendir.
Nobel ödüllü nörofizyolog Sir John Eccless, evrenin nedenlerle donatıldığı görüşünü benimseyenlerin çoğunun, bir tür antropoloji ilkesi oluşturmaya çalışan evrenbilimciler ve kuramsal fizikçiler arasından çıktığına dikkat çeker . Bilim tarihçisi Derek Gjerten, pek çok önemli filozofun, kendi zamanlarının bilimine hiçbir zaman egemen olmadıkları halde yine de yaşamlarının bir bölümünde profesyonel bilim adamı olarak çalıştıklarını farkedenlerden. “Locke ve Lotze hekimdiler, Whitehead, Frege ve Ramsey matematikçiydiler, Witgenstein mühendisti, Michael Polanyi kimyagerdi, Shlick fizikçiydi, James Ward fizyolog ve Willam James de psikologtu. Daha yakın zamanlarda bilimde etkin biçimde kariyer sahibi olmasalarda CD. Broad, Karl Popper, S.E. Toulmin, W.V. Quine, Rudalf Carnap gibi birçok filozofun matematikte ya da fizikte önemli dereceleri vardı. Ayrıca kimileri Nobel ödülü olan ve bilimsel uğraşlarına devam ederken felsefi meselelerle ilgilenen önde gelen bilim adamlarıdır. Örneğin kuramsal fizikçi olan David Bohm, birçok kez kuantum kuramının sansasyonel yönünün daha az paradoksal görüneceği felsefi yapısına ilişkin çalışmalar yapmıştı” . Arthur Koestler, “çağdaş fizikçi, atom-altı parçacıkların ve üst gökadasal (süper galaktik) boyutların alanına girdikçe daha fazla paradoksla ve sağduyuyla bağdaşmayan yapılarla karşılaşacaktır ve görünürde olanaksız olana karşı daha düşünceli olacaktır” derken hiç de haksız sayılmaz.
Maddenin tek bir kaynaktan meydana geldiği fikrini yani, “Temel Alan”ı savunanlar, atom taneciğinin aynı anda iki ayrı yerde olabilmesine, ışık yılı uzaktaki olaylara anında tepki vermesini ve uzay boşluğunda, evrendeki tüm yıldızların oluşturduğundan fazla enerjinin var olması ile delillendirirler. Richard Dawkins gibi doğal seçilimin, ileriyi görmeden, sonuçları hesaplamadan hareket eden “kör bir saatçi” olduğu tezine inananların ise “Yine de doğal seçilimin yaşayan sonuçları, usta bir saatçinin tasarımların akla getiriyor” demekten kendilerini alamamaları ne ilginç değil mi? Saatçi’nin hakkı saatçiye...
SAATÇİ VAR MI YOK MU? KÖR MÜ DEĞİL Mİ?
Aziz Thomas Aquinas Tanrı’nın varlığını ispatlamayı denediği, “kozmolojik kanıt”ında; bir “ilk harekete geçirene inanır” Birisi birinci nesneyi harekete geçirir, bu da ikinci nesneyi harekete geçirir ve böylece evrenin harekete geçer; “Bu nedenle mutlaka bir Tanrı, ilk hareketi başlatan, mevcut olmalıdır”. Teolojik kanıt, “ilk tasarlayana” dayanır. Ontolojik kanıt ise, “Tanrı o kadar kusursuzdur ki mutlaka varolmalıdır” der. Modern bilim, Tanrı’nın varlığına dair bu üç kanıtı ciddiye almaz. Çoğu araştırmacılar, “ilk hareketi sağlayan” yerine, Büyük Patlama (Big bang)’yı koyar; “Enerji korunduğu için atomlar sürekli hareket ederler. Atomların gerçekten bir yaratıcıya ihtiyaçları yoktur” der. Evrim teorisi teolojik kanıtı da yok saymaya çalışmıştır. XVIII. yüzyıl tanrıbilimcisi William Paley, Doğal Tanrıbilim kitabında çok bilinen bir hikâye anlatır. Günün birinde yolumuz daha önce hiçbir insanın daha önce ayak basmadığı bir çalılıktan geçer. Ayağımız bir taşa takılır, taşın oraya nasıl geldiğini bilemez; “Herhalde ezelden beri burada diye düşünebiliriz. Ancak aynı yerde bir saat bulursak, saatin daima orada olduğunu asla düşünmeyiz” der. Saat bir tasarımdır. Yayları, dişlileri, çarkları ayrı ayrı imal edilmiş bir nesnedir. Saati tasarlayan ve yapan biri olmalıdır. Paley, bir saatin işleyişine neden olan her parçanın, tabiatte de karşılığının bulunabileceğine inanır. Üstelik tabiatın işleyişinde “tüm öngörüleri aşan daha da yüce bir görünüm vardır” derken, nasıl teleskopun görmeye yardımcı olmak üzere yapılmışsa, göz de görmek için tasarlanmıştır sonucuna ulaşır.
Akıllı tasarım fikrine sıcak bakan araştırmacılar “Her saati yapan bir saatçi vardır” sözlerinden ilham alırlar. Darwin’in “evrim” tezini savunanlar, insanların tesadüfî bir doğal seçim yoluyla varolduğu fikrine inanırlar, yani ortada saat de saatçi de yoktur (maymunlar zaten saate ihtiyaç duymazlar). Doğal seçilime itibar eden, ancak bunun bir adım ötesine giden bazı bilim insanları ise konuya daha farklı yaklaşırlar. Gen Bencildir ve Tanrı Yanılsaması kitaplarının da yazarı zooloji profesörü Richard Dawkins; “Doğal seçilim geleceği planlamaz, geleceği görme yetisi yoktur. Doğal seçilimin doğanın saatçisi olduğu söylenecekse bu saatçinin “kör” olduğu eklenmelidir” der.
Einstein, hiçbir şeyin ışık hızını geçemeye ceğine inanıyordu, Tesadüflerin bile...

De Moivre, “Olasılık Teorisi”nin temellerini atmakla kalmıyor; matematiği zarlar ve oyunlarla açıklıyordu. Moivre, kitabında şansın aslında yanılsama olduğunu, gelişigüzel gibi görünen her şeyin fiziksel bir nedeni olduğunu iddia eder
TanrI zar atmaz
700’lerin başında, Londra’da, yaşayan Abraham De Moivre adındaki bir matematikçi, kumarbazlar için olasılıklar hesaplayarak geçimini sağlamış. Yaklaşık on yıl bu işi yaptıktan sonra, teorilerini Şans Doktrinleri isimli, 52 sayfalık küçük bir kitapta toplayan De Moivre, “Olasılık Teorisi”nin temellerini atmakla kalmıyor; matematiği zarlar ve oyunlarla açıklıyordu. Moivre, kitabında şansın aslında yanılsama olduğunu, gelişigüzel gibi görünen her şeyin fiziksel bir nedeni olduğunu iddia eder.
Nobel ödüllü fizikçi Wolfgan Pauli gibi pek çok fizikçinin “Tanrı’nın ayırdığını hiçbir kul bir araya getiremez” diye suçladığı Einstein, parçaları birleştirmeye çalışıyordu. (fizikçiler genellikle birşeyi en küçük parçasına kadar ayırmaya uğraşırlar). Kuşkusuz Eisntein, “evrenle kumar oynanmayacağını” biliyordu. “Tanrı zar atmaz” sözleriyle evrenin olağanüstü bir düzenle var olduğuna inandığını söylüyor; ama yine de, “Kozmik Teori” ile temel kuvveti, kütle çekimini, elektromanyetizmayı, iki nükleer kuvveti birleştirip, evrendeki tüm kuvvetleri küçük bir denkleme sığdırarak, “Tanrı’nın zihnini okumayı” umuyordu. Her sabah uyandığında güne; “Eğer Tanrı olsaydım, evreni, bizi yöneten fizik yasalarını nasıl yaratırdım?”diye başlayan Einstein, hiçbir şeyin ışık hızını geçemeyeceğine inanıyordu, tesadüflerin bile... “Tanrı’nın evrenle kumar oynadığına inanmam” sözü ile atomaltı parçacıkların hareketlerini öngören kuantum teorisine hep mesafeli durdu. Kuantum mekaniği henüz emekleme aşamasındaydı.

BİLİMİN GELDİĞİ SON NOKTA
“Sen bir çiçeği ezemezsin / Bir yıldızı rahatsız etmeden” sözü doğru olabilir miydi? Birbirlerine uzak nesneler, görünürde aralarında hiçbir bağ olmasa da birbirlerinden etkileniyorlar mıydı? Uzmanlar uzun süre, bölünebilirlik ve yerellilik ilkesini kabul ettiler yani, “Eğer iki sistem bir zaman periyodu içinde birbirlerinden dinamik olarak soyutlanmışlarsa, birinci sistem üzerindeki ölçüm, ikinci sistem üzerinde gerçek bir değişiklik yapamaz” ya da Einstein’in savunduğu “hiçbir etki ışık hızından daha hızlı yayılamaz.” 1964’te İskoç fizikçi John Bell, oluşturduğu kuramla Einstein’ın belirsizlik ilkesini ve hiçbirşeyin ışıktan hızlı olamayacağı tezini çürüttü. Saklı değişkenler vardı, elektronların, atomaltı parçacıkların, fotonların dünyasanda mekânsız bağlantılar gerçekliğin kendisinin de mekânsız olduğunu kanıtlıyordu.

Paul Davis, “Bilim İnsanı Tanrı’ya yaklaştıran en güvenli yolllardan biridir”diyor . Kimileri için tersi de geçerli olsa, araştırmalar sonucu bulunan çok sıfırlı sayılar, sonsuz uyum hatta uyumsuzluklar arasındaki denge pek çok kişi için Tanrı’nın varlığının ispatı. Bilimin geldiği, geleceği son noktanın, insan bilincinin kavrayabileceği son nokta olması ne kadar trajik değil mi? Fizik, kimya, matematik, biyoloji ya da aklınıza gelebilecek herhangi bir bilim dalı aslında insanın bilinmeyeni anlama çabasındaki yetersizliğinin de ispatı gibi. İnsan küçük, evren büyük, üstelik adım başı kara delik, bir adım ötesi boşluk. Üstelik, en temel saydığımız bilimsel verilerin çoğu doğrudan yapılan deneylerle elde edilemiyor. Dünün bilimsel doğruları, bugünün bilimsel yanlışları olabiliyor. Yanlış çoğu zaman başka bir yanlışla yer değiştirerek bilimin arka bahçesine gömülüyor. Bilim güneşin ateşini nabzını tutmadan ölçer. Yıldızlara gitmeden, uzaydaki gazların cinsini ve oranını tahmin eder. Bilimsel kuramları ispatlayacak sonuçlar ortaya çıkmazsa, henüz bu konuda yeterince çalışılmadığı gerekçesi ile her şey açıklanabiliyor. Geçmişinde “yalancı tanrı rolü”nü oynamaya çalışan bilim, bugün yaşadığı kuantum sıçramanın ardından günah çıkaracağı gerçek “Yaratıcı”yı, “her şeyin Teorisi”nin üstündeki “Üst aklı” arıyor. Dün, Tanrı’nın varlığını sorgulayan bilimsel metodlar, bugün gelişmiş fizik ve kozmoloji bilgileri eşliğinde insanüstü bir gücün varlığına dair eski inancı desteklemek için kullanılıyor.
DENETİMSİZ GÜÇLER
Einstein’a göre, hepimiz çok uzaklardan çalınan, görülmeyen bir kavaldan gelen gizemli ezgiyle dans etmekteydik; “her şey, bir sinek için de, bir yıldız için de, bizim üzerinde denetim kuramadığımız güçler tarafından belirlenmiştir. İnsanlar da, sebzeler de kozmik toz da bu gücün etkisindedir.” Bu bilimin henüz evrenin belli gerçeklerini ölçebilecek güçte olmadığına inanan determinist akımın da anafikriydi; “Hiçbir şey nedensiz değildir, her şeyin bir sebebin sonucu olarak ortaya çıkar fakat biz bu ‘Asıl sebebi’ bilemeyiz.” Einstein kuantum mekaniğinin olasılıkları sonuç gibi sunmasına itiraz ediyordu. Yine de herkes kendi “olasılık” hesaplarına göre oyuna katılıyor. Bilimsel çalışmalar bazen sonu bilinmeyen bir kumara dönüşebiliyor. Rakamlar arttıkça, ihtimaller ve açılımlar zenginleşiyor.
Kuantum Evrende Tanrı-3


Işınla beni Scotty
Düne kadar ancak bilim-kurgu fimlerde olur diye düşündüğümüz pek çok olağanüstü senaryoyu araştırmacılar gerçeğe dönüştürüyorlar
Kaç boyutlu bir dünyada yaşıyoruz, diye sorsam pek çoğunuz; 3 diyecek ve; yukarı-aşağı, öne-arkaya, sağa-sola hareket edebildiğimizi söyleyeceksiniz. Einstein bilime dördüncü boyutun, zaman boyutunun varlığını tanıttı. Evrenbilimciler, dört temel kuvveti içeren bir arena ararken kendilerini birdenbire onuncu boyutta buldular. Onbirinci boyut bile artık çok uzakta değil. Yani bilim şu anda”Tanrının zihnini okuyacak” kadar büyük bir arenada olduğu iddiasında. Berkeley, “Esse est percipi-varolmak algılanmaktır” demiş olsa da bizler henüz bu boyutları algılıyamıyoruz. Algılayamamız onların var olmadığını değil, bizim henüz yetersiz olduğumuzu gösteriyor. Işık hızını da algılayamıyoruz, beyaz ses denilen bazı frekanslardaki sesleri de, boşluğu da. Eğer, “tüm madde titreşen bir sicim üzerindeki notalardan başka bir şey değilse” yani String (titreşen tel/sicim)Teorisi doğruysa ve biz bu evrensel müziği duyabilirsek 10. boyutu farkedebileceğiz. Titreşen teller 10. boyuttan bahsediyor, Süper yerçekimi teorisi, Paralel Evrenler’den yani 11. boyuttan. kurgunun neredeyse modern bilimin ideallerine dönüştüğü, paralel evrenler teorisini anlatan (Yönetmen Tony Scott, 2006 yapımı) “Deja Vu” paralel evrenler konusunu herkesin anlayabileceği hale getirmiş önemli bir film.
Columbia Üniversitesi fizik profesörü aynı zamanda String Teorisi uzmanı Dr. Brian Greene ‘in danışmanlığında çekilen filmde “zaman penceresi laboratuvarı”ndan izlenen olaylara, yaşanmış olana müdahale edilebiliyor. Paralel evren teorisine göre, biz burada yaşantımızı sürdürürken diğer evrenlerde başka ihtimaller dahilinde varolabiliriz. Paralel evrenlerle aramızda sadece saydam bir zar var. Zaman yolculuğu yapabilmek içinde geçmiş ve gelecek arasındaki boşlukta kendimize “solucan delikleri-uzay tünelleri-tavşan delikleri” bulabilmemiz gerekiyor. Deja Vu’da da geriye dönerek olayların akışına müdahale edilip, geçmiş ve gelecek değiştirilebiliyor. Kuantum fiziğine göre “Deja Vu” (Daha önce aynı olayı yaşamışlık duygusu) hissetmemize paralel evrenlerde, uzay-zaman ilişkisinde yaşanan bir kaçak neden olduğuna inanıyor. Söz konusu olan yeni olanı bulmaksa bilim bazen filmi geçiyor. Düne kadar ancak bilim-kurgu fimlerde olur diye düşündüğümüz pek çok olağanüstü senaryoyu araştırmacılar gerçeğe dönüştürüyorlar.
Hiperuzaya doğru
“İnsanlIk tarihindeki en büyük bilimsel devrimlerin birinin eşiğinde duruyoruz. Bilim, çok derin bir dönüşümden geçiyor: Dönüşümü keşif çağından ustalık çağına yapıyoruz. Bu bazılarının ileri sürüp savunduğu gibi ‘’bilimin sonu’’ değil, fakat doğanın dansının pasif gözlemcileri olmaktan onun aktif koreografları olmaya olan tarihsel dönüşümümüzdür” diyor nükleer fizik profesörü Michio Kaku. Televizyon için hazırladığı Geleceğin Geniş Görüşü isimli belgeselde, üç anahtar kavramı inceliyor: Zeka, hayat ve madde...
Bilgisayar devrimi ve elektroniğin yaygınlaşmasıyla, zekanın yapay formlarını, DNA ve İnsan Genom Projesi’nin çözülmesiyle de, genleri kontrol altına alıp, ustalıkla idare edebildiklerini söyleyen Kaku; yakında taktığımız gözlüklere bilgisayardaki tüm bilgilerimizi yükleyebileceğimizden emin. Bilim devriminin ikinci aşaması olarak adlandırılan Biyotek programı ile insanların kanları analiz edilip, gen bilgilerinin CD-rom’a konularak, gelecekte insanların ellerinde zarar görmüş genlerini listeleyen genetik bir “kullanıcı el kitabı” olacak. Devrimin üçüncü aşaması Kuantum. Bu bütün bilimi yeniden şekillendiriyor. Öyle ki, görünmezlik artık olanaksız değil.”Meta Maddeler” diye tanımlanan yeni madde tipleri mikrodalga radyasyonu için görünmez olabiliyorlar. Amerika’daki Ames Laboratuarı, Almanya’daki Karlsruhe ve California Teknoloji Enstitüsü’ndeki fizikçiler görünmezlik olasılığı ile ilgili deneyleri tamamlamak üzereler.
Bilim kurgu saçmalıklarından biri diye kabul edilem “Işınlanma” da artık mümkün. Kuantum mekaniği bugün geldiği aşamada araştırmacılara fotonları ve hatta atomları bir laboratuardan düzenli olarak ışınlama imkânı veriyor.. Uzmanlar, gelecekte virüslerin hatta yaşayan dokuların ışınlanabileceğini söylüyorlar. Mümkün olmayanın mümkün olduğu bir bilim devriminin ayak sesleri bunlar. Nano teknoloji ile gökyüzüne çıkabileceğimiz “uzay asansörü” kurgulayan bilim, insanlık tarihindeki en büyük patlamanın eşiğinde hazır bekliyor. Burada asıl sorun, insanlığın buna hazır olup olmadığı. İnsan henüz yeterince “bilge”görünmüyor.
Kuantum Evrende Tanrı-4
Patlarsam yanarsın
İsviçre'nin güneyindeki CERN ve Amerika'daki Fermilab'da bilim adamları insanoğlunun geliştirdiği en önemli projenin içindeler. Bu dahiler grubu atom çekirdeği ve protonları çarpıştırarak evrenin işleyişinin bir modelini yaratma ve parçacıklara kütle özelliğini veren Tanrı parçacığını bulma peşindeler
Richard Feynman 1957'de Kuzey Caroline Üniversitesi'nde kütle çekimi konferansına davet edilir, birinci gün yetişemediği için, konferans başladıktan bir gün sonra havaalanına iner. Taksi durağındaki görevliye, 'Kuzey Carolina Üniversitesi'ne gitmek istediğini' söyler. Görevli, 'Hangisini kastediyorsunuz, Raleigh'te Kuzey Carolina State Üniversitesi'ni mi, yoksa Chapel Hill'deki Kuzey Carolina Üniversitesi'ni mi?' Feynman'ın, gideceği yer hakkında yeterli bilgisi yoktur. Üstelik üniversitelerden biri kuzeyde, diğeri güneyde şehrin iki ayrı ucundadır. Nobel ödüllü fizikçinin aklına basit birçözüm gelir. 'Dinle' der şoföre, 'esas toplantı dün başladı. Yani dün buradan birçok adam oraya gitmiş olmalı. Tarif edeyim; akılları bir karış havada, sürekli birbirleriyle konuşup, hiç etrafla, nereye gittikleri ilgilenmeyen ve 'G-mu-nu. G-mu-nu' gibi şeyler söyleyen adamlar.' Görevlinin yüzü parlar, 'Ha evet, siz Chapel Hill'den bahsediyorsunuz!' der. Feynman, konferansa gecikmeli de olsa katılır.
(Feynman'ın da aralarında olduğu Ulusal Akademideki Nükleer Fizikçiler geliştirdikleri ortak dilde birbirleriyle konuşurken) Bu hikayeyi bana özellikle, Avrupa Nükleer Araştırma Organizasyonu'ndaki (CERN) bilim adamlarını hatırlatır. Bu devasa nükleer fizik laboratuvarı'nda toplanan fizikçilerin de 'G-mu-nu, g-mu-nu...' dilinden anlaştıkları 'olasılığını' düşünmek bile eğlencelidir. Şaka bir yana CERN'deki bilim adamları belki de insanoğlunun bugüne kadar geliştirdiği en önemli projenin içindeler. Büyük Hadron Çarpıştırıcısı adını verdikleri parçacık hızlandırıcıları ile atom çekirdeğindeki protonları çarpıştırılarak bu çarpışma sonunda ortaya çıkacak parçacıkların evrenin işleyişindeki rollerini inceleyecekler. Kendi deyişleri ile kısaca 'Tanrı Parçacığının' peşindeler. Deney, evrenin başlangıcını oluşturan 'Büyük Patlama'dan (Big Bang) sonra ortaya çıkan büyük enerji yoğunluğunu tekrar yaratarak parçacıkların yine ortaya çıkmasını sağlayacak. Böylece fizik modellerinin temelini oluşturan ve parçacıklara kütle özelliğini veren 'Higgs' parçacığı da tekrar ortaya çıkacak, öyle umuyorlar.
Büyük Patlama'yı laboratuvar ortamında denemeye kalkan sadece Avrupalı fizikçiler değil. Amerikalılar onlardan çok önce bu patlatma işine merak sardılar. Amerika'nın en büyük parçacık hızlandırıcısı, Illinois'te bulunan Fermilab (Fermi Ulusal Hızlandırıcı Laboratuvarı). Burada da olağanüstü enerjiler elde edilmeye çalışılıyor. Hızlandırıcı bakıma alınınca, Fermilab hızlandırıcı tüneli düzenler. Turlar, yönetim binasından başlayıp, hızlandırıcıya giden yolu ve laboratuvarın kafetaryasını içine alır. Halka açılan bu turlarda uzun süredir rehberlik yapan biri, tura katılan yaşlı bir adamdan çok etkilendiğini anlatır. Yaşlı adam adeta büyülenmiş gibi, rehberin anlattıklarını büyük bir dikkat ve merakla dinler. Tur biter, yaşlı adam rehbere teşekkür eder. Rehber, yaşlı adama sorar; 'siz çok tanıdık geliyorsunuz. Daha önce karşılaşmış mıydık? 'Evet' der, yaşlı adam. O, aslında on yıldan daha fazla süredir Fermilab'da teorisyen olarak çalışmaktadır, deney yapılan bölümde hiç çalışmamış olduğu için hızlandırıcıyı ilk kez görüyordur. Halk turuna katılması da tamamen tesadüftür. Yaşlı adam kuyruğun bir öğle yemeği olduğunu düşünmüştür.
Bilim Tanrı’yı buldu mu?
Hawaii Üniversitesi’nden emekli fizik ve astronomi profesörü, Kolorado Üniversitesi’nde felsefe profesörü olan Victor J. Stenger, “Bilim Tanrı’yı Buldu mu?” adlı kitabında çoğu bilim adamının, teist hipotezlerini çürüttüğünü savunuyor
Michio Kaku “Fizikçiler, Tanrı kelimesini telaffuz edip de kızarmayan, utanmayan yegane bilimcilerdir. Biz fizikçiler bütün soruların sorusuyla göğüs göğüse mücadele ederiz: Eğer evren bir patlama neticesinde harekete geçmişse bu patlama nereden geldi? Kuralları neydi? Bize uzay-zaman yapısını veren patlamanın denklemlerini kim yazdı?” diyor. Rölativite ve Kuantum Teorileri bilimin bugün bulunduğu noktada, tek başına işe yaramayan modası geçmiş teoriler... Bu iki teoriyi birleştirerek yeni bir teori üretiyorlar; “String-Titreşen tel, ya da Sicim Teorisi” On boyutlu bir hiper-uzayda tanımlanan “Sicim teorisi”ne göre, bu mikrominnacık sicimler titreştiğinde evrende bulunan atomaltıparçacıkları yani notaları üretiyor. Bu notaların oluşturduğu melodiler “madde”, bu melodilerin yarattığı senfonilere de “evren” deniliyor. Bu sicimlerin yarattığı armonilerin fizik yasaları olduğuna inanan araştırmacılar, sicimler hareket ettiğinde, etrafındaki uzay ve zamanı eğip, büktüklerini farkediyorlar. Dr. Kaku, “Eğer Einstein hiç doğmamış olsaydı bile, Sicim Teorisi’nin bir sonucu olarak Einstein’ın Genel Rölativite Teorisi’ni keşfedebilirdik, çünkü Sicim Teorisi, Genel Rölativite Teorisi’ni de bünyesinde barındırır. Ama Sicim Teorisi on boyutlu bir hiper-uzayda tanımlanmaktadır” derken bilimin en büyük idealini de açıklıyor; “Bütün dünyada, çeşitli ülkelerin genel fizikçileri Tanrı’nın zihnini okumamıza izin verebilecek olan Sicim Teorisi denen bu acayip teoriyi öğrenmek için can atıyorlar. Bu teoriye göre hiper-uzaya yayılan rezonanslar halindeki bu müzik belki de Tanrının zihnidir.” diyor. Evren teorisini test etmek isteyen araştırmacılar, laboratuvarda bir bebek evren yaratmayı deniyorlar. Kaku’ya göre inanç bu noktada devreye giriyor; “Güneş’in hidrojen gazından meydana geldiğini biliyoruz, çünkü elimizde dolaylı yoldan elde edilen kanıtlar var. Görünmez olmalarına karşın kara deliklerin fotoğrafının çekildiğine inanıyoruz, çünkü kara deliklerden yayınlanan radyasyonu görüyoruz. Belki de bir gün İsviçre’nin Genevre kentinde bulunan Büyük Hadron çarpıştırıcısını kullanarak bu teoriyi dolaylı yoldan test edeceğiz. Bu atom-parçalayıcı sistem atomları parçalarına ayırıyor ve bize S-parçacıkları denilen Süper Parçacıkları verebilir. Süper Parçacıklar, süper sicimlerin yüksek titreşim halleri”

KARANLIK MADDENİN ÖZÜ NE
Gözlenebilir evrenin yüzde 90’ı galaksiler, sarmalayan karanlık maddeden oluşuyor. Hubble Uzay Teleskopu astrofizikçilere bu görünmez karanlık maddenin evren boyunca nerelerde kümelendiğini gösteren haritalar çizmelerine imkân veriyor. Peki, karanlık maddenin özünde ne var? Şu an geçerli teoriye göre “fotino” var. Yani sicimin yüksek oktavı, yani boşluk zannedilen aslında doluluk, yani karanlık zannedilen aydınlık. Etraf bizim zannettiğimizden daha farklı. Bilimsel söyleyişle, “karanlık cisim ışıyor” Evrenin yüzde 90’ı karanlık maddeden oluşuyor” diyen kozmoloji (evrenbilim) aslında sadece yüzde onunu bildiği (onun da ne kadarı doğru bilgi bilinmez) bir evrenin sırrını çömeye çalışıyor. Demek ki bilimsel araştırmalara göre şu anda evrenin yüzde doksanı ne olduğunu bilemediğimiz “Karanlık Madde”den oluşuyor.
KARA DELİKLERİN YANKISI
Bütün bu bilgilere doğrudan ulaşamayan bir bilimden söz ediyoruz üstelik. Kimse Güneş’e gidip, hidrojenden oluşup oluşmadığını test etmiyor. Ancak gökbilimciler dünyaya ulaşan dolaylı yankı dedikleri güneş ışınlarını, ekoları inceleyerek Güneş’i analiz edebiliyorlar. Bilim adamları yaklaşık olarak ayda bir tane kara delik teşhis ediyor. Bu aslında görünmeyen kara delikleri Hubble Teleskopu yardımıyla da olsa nasıl görüyor bu araştırmacılar? Aslında duyuyorlar, çünkü kara deliklerin yankılarını, dönme diskini, kara delik civarındaki radyasyon desenini ve radyasyonu görüyorlar. İşte bu yankılara bakarak söyleyebiliyorlar; “Evet, orada bir kara delik var.” Yarın görülemediği için “karanlık” denilen maddenin, aslında “aydınlık” olduğunu söyleyecek bir araştırmacı çıkana kadar bilim yüzde doksan karanlık enerjinin etkisi altında alacakaranlıkla çalışmaya devam edecek.
HADİ KUŞLARA BAKALIM
“İnsanoğlu Tanrı’nın frekansına tekrar kendini uyumlandırabilir mi?” diye soruyor, Lazer Teknolojileri’nin öncülerinden ünlü fizikçi Mani Bhaumık. Ona göre, atom fiziğinin Kuantum alan teorisi parçacıkları ve atomu doğrular. Evrenin bir yerinde olan bir olayın, diğer olaylarla ilişkili olduğunu savunan Bhaumik, bilimin her şeyin Tanrı tarafından yaratıldığı sözüne yaklaştığına inanıyor. Aslında, Kuantum evren tanımı modern fiziğin bir keşfi değil, sadece anlayamadığı bir dünyayı formüle edip bir de oradan varlığı yorumlamaya çalışan insanoğlunun sondan bir önceki durağı o kadar. Yazıyı fizikçi Richard P.Feynman’ın, fizikle hiç ilgilenmemiş pazarlamacılıktan emekli olmuş babasından bir alıntıyla kapatalım; “Bir kuşun ismini dünyanın her lisanında bilebilirsiniz. Ancak (kuşun isimlerini öğrenmeyi) bitirdiğinizde, bu kuş hakkında zerre kadar bir şey bilmeyeceksiniz. Sadece dünyanın farklı yerlerindeki insanları ve bunların bu kuşa ne dediklerini bileceksiniz. Öyleyse, hadi kuşa bakalım ve ne yaptığını izleyelim-önemli olan da bu.”