aSLihaN
New member
Herşeyden önce, kadınların sadece kadın oldukları için savaşa karşı olacakları söyleminin bir yanılsama olduğunun farkına varmak gerekiyor. Böyle bir inancı doğuran, kadınsı değerler olarak nitelenen yumuşaklık, şefkat, duygusallık, rekabetçi ve savaşçı olmamak gibi özelliklerin kadınlara atfedilmiş, onlarla özdeşleştirilmiş olmasıdır. Kadının, doğurgan olduğu için, ta en başından, yaratmanın ve yoketmenin anlamını daha iyi bileceği üzerine kurulu olan bu yanılsama, kadınların kendi bedenleri ve doğurganlıkları üzerinde denetimlerinin olmadığını da örtbas etmektedir. Doğurmaya ya da doğurmamaya kendi iradesiyle karar veremeyen bir kimsenin, yaratmanın değerini ve önemini daha iyi bilebileceği neye dayanılarak söylenebilir?
Tarihte, savaş karşıtı olan kadınlara rastlandığı kadar, pekala da savaşa ve diktatörlüklere destek veren kadınlara da rastlamak olanaklı. Mussolini ve ,Hitler’i ayakta tutan güçlerden biri kadınlar değil miydi? İtalya’da seçme hakkını elde eder etmez, oylarıyla komünist partinin iktidarı kaybetmesine neden kadınlar olmadı mı?
Kadınsı değerler denilen bu özellikler, aslında erkek egemenliğinin nedeni/sonucudurlar. Kadının yumuşaklığıyla, aslında, kadının erkek emirlerine itaatkarlığı; sevecenliği denilen şeyle, erkeğin bakımını üstlenmesi; savaşkan olmamasıyla hakları için mücadele etmemesi kastedilmektedir.
Tüm bu değerlerin kaynağı olduğu düşünülen analık ise savaş karşıtlığında daha yüce bir yere sahiptir. Kadının savaş karşıtı olma nedeninin başka bir sürü şey olmak yerine, analığının olması, yine, onun kadın olarak, bir birey olarak değil, ana, birisinin (genellikle de bir erkeğin) anası olarak toplumsallaması sonucunu doğurur. Bu açıdan, kadınlar analıklarıyla savaş karşıtı olarak her ne elde ederlerse etsinler, elde ettikleri kadın olma durumunu çözmek yerine pekiştirecektir. Kadınlıkları adına kazanabilecekleri en iyi şey, büyük olasılıkla kendi başlarına birşeyler yapabilecek olduklarına inançlarının doğması olacaktır.
Kadınların kadınsı değerlere sahip oldukları kabulü, kadınlarda, tüm savaşlara karşı olmaları gerektiği gibi aldatıcı bir inanç da doğurabilecektir.
Nasıl kadın olmak, savaş karşıtı olmak sonucunu doğrudan getirmiyorsa, aynı nedenlerle, erkek olmak da illa ki, savaş yanlısı olmak anlamına gelmez. Tek tek erkeklerin asker olmaları bile savaş yanlısı oldukları anlamına gelmeyebilir. Tıpkı bu coğrafyada erkek çocuklarını okutamayan ailelerin onları askeri okullara göndermesinde, ya da başka bir araçla geçimini sağlayamayıp, askeriyenin sağladığı olanaklar için asker olmayı seçen erkeklerde ve aynı nedenle bu erkekleri seçen kadınlarda olduğu gibi, nedenler başka başka olabilir.
Bunlara rağmen, tek tek erkeklerin illa da savaş yanlısı olmayabilecekleri ne kadar açıksa, savaşın, militarizmin, ordunun erkek egemenliğini doğurduğu/sürdürdüğü de o kadar açıktır. Ekim ayında Stanley Kubrick’in "Full Metal Jacket" adlı filmi gösterildi. Film erkekleşme ve de askerleşme sürecini oldukça çıplak bir biçimde anlatıyordu. Yeni gelenler, ne kadar kadınsı oldukları üzerinden aşağılanırken itaatkarlaştırılmakta; bunun yanında erkekliklerini unutmamaları/unutturmamaları, birer erkek olduklarına yapılan vurguyla da bir oldukları (düşmana ve kadınlara karşı) duygusuyla dolduruluyorlardı. Film boyunca, savaşta ve orduda da erkekliğin ve askerliğin, tıpkı gündelik yaşamda erkeksi olmanın, erkek olmanın, erkek merkezli cinsel iktidarı içeren söylemler üzerinden de kurulmasında olduğu gibi, aynı tür söylemlerle kurulduğu sergileniyordu. İşte bu nedenle, kadınlar savaş karşıtı olamayabilirler; ama feminizm savaş, militarizm karşıtıdır.
Bunların yanında, savaşların kadın açısından çok bilinen bir anlamı da, savaşan tarafların birbirlerinin "kadınlarına" tecavüz etmeyi ya da bunu bir tehdit olarak kullanmayı savaş stratejileri içine katmış olmalarıdır. Tecavüz eden askerler, bu yolla karşı tarafın soyunu bozduklarını varsaymaktadırlar. Kendi soylarının bozulmadığını varsayan bu kabul, aslında, soyun, ana tarafından belirlendiğinin de kabul edilmesidir. Karşı tarafın kadınlarına tecavüz edilmesi, ortak bir "günahın" diğer askerlerle paylaşılmış olması, bir olma duygusunun sağlanmasıdır da aynı zamanda.
Savaşların bir başka kadın yönü, yine bir filmde; Ken Loach’un ülke ve özgürlük adıyla gösterilen filminden bir sahnede anlatılmakta: İspanya’da iç savaşta direnişçilere gönüllü olarak katılanlardan oldukları anlaşılan bir kadın ve bir erkek ağacın altında sarmaş dolaştırlar. O sırada tepeden inen gönüllü grubunun içinden bir erkek, diğerlerlerne dönerek "savaşa orospuları da almışlar" der. Kadının "mesleği fahişe" olarak geçenlerden olmadığı filmin sonraki karelerinden anlaşılır.
Yine aynı filmde, savaş ilerledikçe kadınların değişen konumlarını görmek olanaklı: Başlangıçta kadınlar, erkek yoldaşlarıyla aynı siperde, aynı silahlarla savaşırken, bazıları birtakım politik kazançlar elde edince, kadınların savaşması yasaklanır. Cephe gerisine atılırlar (hasta bakıcı ve ahçı olarak).
Örnekler üzerindeki bakışlar daha da çoğaltılabilir...
Savaşan taraflar içinde, saldıran da saldırılan da olsa, kadınlar için daima kadınlığın ve erkek egemenliğinin yeniden yeniden üretildiği yerlerdir ordular ve savaşlar...
Kaynak
Şükran
Eksik Etek
Altıncı Sayı
Tarihte, savaş karşıtı olan kadınlara rastlandığı kadar, pekala da savaşa ve diktatörlüklere destek veren kadınlara da rastlamak olanaklı. Mussolini ve ,Hitler’i ayakta tutan güçlerden biri kadınlar değil miydi? İtalya’da seçme hakkını elde eder etmez, oylarıyla komünist partinin iktidarı kaybetmesine neden kadınlar olmadı mı?
Kadınsı değerler denilen bu özellikler, aslında erkek egemenliğinin nedeni/sonucudurlar. Kadının yumuşaklığıyla, aslında, kadının erkek emirlerine itaatkarlığı; sevecenliği denilen şeyle, erkeğin bakımını üstlenmesi; savaşkan olmamasıyla hakları için mücadele etmemesi kastedilmektedir.
Tüm bu değerlerin kaynağı olduğu düşünülen analık ise savaş karşıtlığında daha yüce bir yere sahiptir. Kadının savaş karşıtı olma nedeninin başka bir sürü şey olmak yerine, analığının olması, yine, onun kadın olarak, bir birey olarak değil, ana, birisinin (genellikle de bir erkeğin) anası olarak toplumsallaması sonucunu doğurur. Bu açıdan, kadınlar analıklarıyla savaş karşıtı olarak her ne elde ederlerse etsinler, elde ettikleri kadın olma durumunu çözmek yerine pekiştirecektir. Kadınlıkları adına kazanabilecekleri en iyi şey, büyük olasılıkla kendi başlarına birşeyler yapabilecek olduklarına inançlarının doğması olacaktır.
Kadınların kadınsı değerlere sahip oldukları kabulü, kadınlarda, tüm savaşlara karşı olmaları gerektiği gibi aldatıcı bir inanç da doğurabilecektir.
Nasıl kadın olmak, savaş karşıtı olmak sonucunu doğrudan getirmiyorsa, aynı nedenlerle, erkek olmak da illa ki, savaş yanlısı olmak anlamına gelmez. Tek tek erkeklerin asker olmaları bile savaş yanlısı oldukları anlamına gelmeyebilir. Tıpkı bu coğrafyada erkek çocuklarını okutamayan ailelerin onları askeri okullara göndermesinde, ya da başka bir araçla geçimini sağlayamayıp, askeriyenin sağladığı olanaklar için asker olmayı seçen erkeklerde ve aynı nedenle bu erkekleri seçen kadınlarda olduğu gibi, nedenler başka başka olabilir.
Bunlara rağmen, tek tek erkeklerin illa da savaş yanlısı olmayabilecekleri ne kadar açıksa, savaşın, militarizmin, ordunun erkek egemenliğini doğurduğu/sürdürdüğü de o kadar açıktır. Ekim ayında Stanley Kubrick’in "Full Metal Jacket" adlı filmi gösterildi. Film erkekleşme ve de askerleşme sürecini oldukça çıplak bir biçimde anlatıyordu. Yeni gelenler, ne kadar kadınsı oldukları üzerinden aşağılanırken itaatkarlaştırılmakta; bunun yanında erkekliklerini unutmamaları/unutturmamaları, birer erkek olduklarına yapılan vurguyla da bir oldukları (düşmana ve kadınlara karşı) duygusuyla dolduruluyorlardı. Film boyunca, savaşta ve orduda da erkekliğin ve askerliğin, tıpkı gündelik yaşamda erkeksi olmanın, erkek olmanın, erkek merkezli cinsel iktidarı içeren söylemler üzerinden de kurulmasında olduğu gibi, aynı tür söylemlerle kurulduğu sergileniyordu. İşte bu nedenle, kadınlar savaş karşıtı olamayabilirler; ama feminizm savaş, militarizm karşıtıdır.
Bunların yanında, savaşların kadın açısından çok bilinen bir anlamı da, savaşan tarafların birbirlerinin "kadınlarına" tecavüz etmeyi ya da bunu bir tehdit olarak kullanmayı savaş stratejileri içine katmış olmalarıdır. Tecavüz eden askerler, bu yolla karşı tarafın soyunu bozduklarını varsaymaktadırlar. Kendi soylarının bozulmadığını varsayan bu kabul, aslında, soyun, ana tarafından belirlendiğinin de kabul edilmesidir. Karşı tarafın kadınlarına tecavüz edilmesi, ortak bir "günahın" diğer askerlerle paylaşılmış olması, bir olma duygusunun sağlanmasıdır da aynı zamanda.
Savaşların bir başka kadın yönü, yine bir filmde; Ken Loach’un ülke ve özgürlük adıyla gösterilen filminden bir sahnede anlatılmakta: İspanya’da iç savaşta direnişçilere gönüllü olarak katılanlardan oldukları anlaşılan bir kadın ve bir erkek ağacın altında sarmaş dolaştırlar. O sırada tepeden inen gönüllü grubunun içinden bir erkek, diğerlerlerne dönerek "savaşa orospuları da almışlar" der. Kadının "mesleği fahişe" olarak geçenlerden olmadığı filmin sonraki karelerinden anlaşılır.
Yine aynı filmde, savaş ilerledikçe kadınların değişen konumlarını görmek olanaklı: Başlangıçta kadınlar, erkek yoldaşlarıyla aynı siperde, aynı silahlarla savaşırken, bazıları birtakım politik kazançlar elde edince, kadınların savaşması yasaklanır. Cephe gerisine atılırlar (hasta bakıcı ve ahçı olarak).
Örnekler üzerindeki bakışlar daha da çoğaltılabilir...
Savaşan taraflar içinde, saldıran da saldırılan da olsa, kadınlar için daima kadınlığın ve erkek egemenliğinin yeniden yeniden üretildiği yerlerdir ordular ve savaşlar...
Kaynak
Şükran
Eksik Etek
Altıncı Sayı