aytoldi
New member
- Katılım
- 14 Ara 2006
- Mesajlar
- 1,156
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
- " TÜRK, budalalıkların yükü altında ezilmiş, suçlarla lekelenmiş, kötü yönetim yüzünden çürümüş, savaşta yenilmiş, bitmez tükenmez felaketler ve savaşlarla çökmüş, çevresinde kendi imparatorluğu paramparça olmuştu. Ama o hala canlıydı. Göğsünde dünyaya meydan okumuş ve yüzyıllar boyunca bütün istilalara karşı başarıyla savaş vermişbir ırkın kalbi çarpıyordu. Elinde yine modern bir ordunun donanımı ve başında, kendisi hakkında bildiğimiz kadarıyla, kıyametin dört ya da beş olağanüstü insanıylaboy ölçüşebilecek kıratta bir Başkomutan vardı. Dünya yasasına düzen verecek adamlar, Paris' in duvarları kumaş kaplı, yadızlı salonlarında toplanmışlardı. İstanbul' da müttefik filoların topları altında çalışan bir kukla hükümet bulunuyordu. Ancak Türkün anayurdu Anadolunun sarp tepeleri üzerinde bir avuç yoksul insan, kaderlerinin bu şekilde tayin edilmesini kabul etmiyorlardı. Şu anda, bir açık ordugah ateşi önünde, bir mültecinin eski püskü elbiseleri altında oturan, yüce bir şövalyelik ruhuydu." Winston CHURCHİLL (İngiltere Savunma Bakanı) Mustafa Kemak için bunları yazmıştı.
- Mustafa Kemal'in Sivas' tan Ankara' ya gelirken kullandığı arabaların lastikleri o kadar eskiydi ki, içine bez konularak şişiriliyordu.
- Batı düşüncesiyle yoğrulmuş olan Mustafa Kemal, Bolşevik değildi. Komünizme kesin olarak karşıydı. Türk heyeti Ruslarla görüştüğü sırada o; "Bizim bolşevik olmamız söz konusu değildir." diyordu. Biz millet olarak kendi ilkelerimize ve geleneklerimize bağlıyızdır...Sovyetler bize yardım edebilecek durumda ve düşmanlarımızın düşmanıdırlar...Ancak bizim , kendi amaçlarımızı bir yana itip de Sovyet uydusu olmamız gibi bir şey asla düşünülemez."
- Sakarya Savaşı Mustafa Kemal'in öteden beri gördüğü gibi topyekün bir savaştı. "Harp, yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla ve ellerindeki herşeyle, bütün elle tutulur ve tutulmaz güçleriyle karşı karşıya gelmesi ve birbirleriyle vuruşması demektir. Budan dolayı, bütün Türk milletini, cephede bulunan ordu kadar fikren, hissen ve fiilen ilgilendirmeliydim. Milletin her ferdi, yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyde, evinde, tarlasında bulunan herkes, silahla vuruşan savaşçı gibi kendini ödev almış hissederek, bütün varlığını mücadeleye verecekti." diyor. Daha sonra ekliyor; "Gelecekteki savaşların yegane başarı şartı da en ziyade bu söylediğim hususta münderiç(yer almış) olacaktır."
-Halide edip'ten; "İşte Sakarya, kıvrılarak gidiyor. Etrafında birtakım toplu iğneler üzerinde kırmızı ve mavi kağıtlar konulmuş. Birer kelebeğe benzeyen iğneler... Eğer askeri durum hakkındaki duygularımı Mustafa Kemal Paşa' ya söylesem, mutlaka gülerdi. Yunan ordusu kocaman bir canavar gibi, Ankara' ya yaklaşmış görünüyordu. Muvazi olarak Türk ordusu da, kıvrılarak bu canavarın Ankara'ya yaklaşmasına mani olmaya çalışıyordu. Siyah canavar o kadar kocamandı ki, insana yeis veriyordu." Eğer Ankara 'ya bizden önce gider de bizi geride bırakırlarsa ne yaparız? diye sordum. Bir kaplan gibi gülümsedi; "Bon voyage, Messieursé derim. -İyi yolculuklar, beyler!-
Arkalarından vurarak onları Anadolunun boşluğunda mahvederim."
- Sakarya Savaşından yıllar sonra bir ressam, Mustafa Kemal' e Sakarya Savaşı'nı gösteren bir tablo hediye etti. Kendisi, ön planda, yağız bir savaş hayvanına binmiş olarak görülüyordu. Ressam, tebrik beklerken, birdenbire Mustafa Kemal' in "Bu tabloyu kimseye göstermeyin" demesi üzerine şaşırıp kaldı. Kimse ne söyleyeceğini bilemiyordu. Mustafa Kemal açıkladı; "Savaşa katılmış olan herkes bilir ki, hayvanlarımız bir deri bir kemikten ibaretti, bizim de onlardan arta kalan bir yanımız yoktu, hepimiz iskelet halindeydik. Atları da savaşçıları da böyle güçlü kuvvetli göstermekle Sakarya' nın değerini küçültüyorsunuz, dostum."
-Atatürk, olağanüstü savaş durumu bittikten sonra kendisinin devleti ele geçireceğini, diktatörlüğünü ilan edeceğini, ve devleti kendi emelleri için kullanacağını düşünen ve bunu kendisine açık açık söyleyen yakın arkadaşlarına şu cevabı verir; "O mutu gün gelince, bütün milletle birlikte, en büyük mutluluklara erişmekle şeref duyacağız. Benim başlıca ikinci bir mutluluğum olacaktır ki o da, kutsal davamıza başladığımız gün bulunduğum yere geri dönebilme olanağıdır. Milletimin koynunda serbest bir fert olmak kadar, dünyada bahtiyarlık var mıdır? Gerçekleri iyi kavrayan, yürek ve vicdanında manevi ve kutsal hazlardan başka zevk taşımayan insanlar için, ne kadar yüksek olursa olsun, maddi ve manevi makamların hiçbir değeri yoktur."
-Başkomutanlık görevini aldıktan hemen sonra ordunun başına geçti ve çok büyük ve kesin bir zafer kazandı. Zaferi kazanması için de on beş gün yetmişti. Sonunda Ankara' ya dödüğü vakit arkadaşlarından özür diledi;" Kusura bakmayın. İnsan bazen hesabında yanılabilir. Tahminimde bir günlük yanlış yapmışım."
-Atatürk' ten şu anki durumumuza da ışık tutan konuşmalarından bir tanesi de şöyle; " Eğer çağdaş yaşayışa ayak uydurmak, onun yüklediği zorunlulukları kabul etmek istemezseniz, bütün yaptıklarımız hiçbir işe yaramayacaktır. Köhne geleneklere sımsıkı yapışıp durursanız, cüzzamlılar, paryalar gibi yapayalnız kalırsınız. Kişiliğiniz koruyun; ama Batı' dan da, ileri bir millete gerekli olan şeyleri alın. Yaşayışınızı, bilime ve yeni düşüncelere uydurun. Siz bunu yapamazsanız, günün birinde onlar(batı) sizi yutar."
-Ankara' da bir öğretmenler kongresinde kandınlar da, erkekler de katılmış; ama kadınlar erkeklerle aralarında birçok sıra bulunacak şekilde ayrı bir yere oturtulmuşlardı. Bu toplantıyı haber alan hocalar, telaşla, heyet halinde protesto için Gazi' ye gittiler. Gazi, öğretmenler derneğinin başkanını çağırarak yüksek sesle azarladı; " Ne yapmışsınız, bu öğretmenler toplantısında? Utanmıyor musunuz? Ayıp!" Hocalar, sevinçten yerlerinde duramıyorlardı. Gazi devam etti; "Toplantıya kadın öğretmenleri de çağırmıssınız. Peki, onları ne diye erkeklerden ayrı oturttunuz? Kendinize mi güveniniz yok, yoksa bu hanımların
namusundan mı şüphe ediyorsunuz? Bir daha kadınların ayrı tutulduğunu duymayayım." Hocaların eli ayağı kesilmiş, dilleri tutulmıştu.
Bundan sonra Gazi, demeçlerinde sık sık kadınların sorununa değinmeye başladı. Kadınlar , erkekler kadar, hatta onlardan daha iyi eğitim görmeliydiler. Çünkü erkekleri de yetiştiren onlardı. "Daha iyi düşünen, daha mükemmel adamlara ihtiyacımz var. Geleceğin anneleri böyle adamların nasıl yetiştirileceğini bilmelidirler." diyordu Gazi Mustafa Kemal.
-Atatürk' ün yaptığı dil devrimiyle beraber ifade şekli öylesine sadeleşmişti ki, eski Osmanlı memurunun, "Zatialiler tarafından lütuf buyurulan tekalif üzerinde imal-i fikreylemek bendeniz için şerefbahs olmuştur" diye uzattığı cümleyi Cumhuriyet devrindeki memur, "Teklifiniz düşünüldü", diye toparlayabiliyordu.(Türkçe'nin zenginliğini tartışanlar da iyi okusun burayı.)
-Mustafa Kemal Amerikan Büyükelçisi Sherril ile konuşurken Türk' ün özelliklerini şöyle anlatır; "Türkler daha ilk zamanlarda, tıpkı kartal gibi bakışları keskin, uçar gibi hızlı, vücutları da kafaları dagüçlü insanlardı.Çevrelerinden gelen maddi, manevi herhangi bir baskıdan tedirgin olurlardı. Doğdukları yerin kapalılığına, uzaklığına isyan etmişlerdi. Dünyaya bu yüzden yayılmışlar, hep aynı kökten başka ırklarla dövüşmüş, kaynaşmış ama onları her zaman kendi uygarlıklarından yararlandırmışlardı. Kısacası uygar dünyanın ataları Türklerdi."
-Atatürk meclisin detaylı işlerini 1930 lu yıllardan sonra milletvekillerine bırakmış ve mesaisini dış politikaya ayırmıstır. Bunun sebebi de yakında başlayacağını önceden kestirdiği İkinci Dünya Savaşı'ndan önce, Türkiye ile Batı arasındaki çözülmesi gereken sorunları çözme isteğiydi.
Savaşa hazırlık niteliğinde olan sinir harbinde Türkiye' ye ilk tehdidi savuran Mussolini olmuş, 1934 baharında verdiği bir söylevde Asya ve Afrika' daki tarihi hedeflerini açıklamıştı. Bu açıkca bir savaş ve istila tehdidiydi. Türkler buna Ege kıyılarında gösterişli manevralarla karşılık verdiler. Mussolini aslında Habeşistan seferine hazırlık oalrak Türk kıyıları önündeki Leros adasını tahkim etmeye başlayınca, Atatürk tutumunu açıklamak için kendisine göre bir yöntem seçti.
Bir akşam, Ankara Palas' ta yemek yerken, yanındaki masada İtalyan Büyükelçisini gördü. Arnavutluk elçisi de oradaydı. Gazi, yanlarına gidip Arnavuta eğilerek:" Asaf Bey" dedi. "Gazetelerde acayip resimler görüyorum. Neler oluyor sizin Arnavutluk' ta? Operet mi oynuyorsunuz? (Bunu söylemekle Kral Zago' nun şatafatlı üniformalarına taş atıyordu)
"Hem" diye eğilerek devam etti. "Cumhuriyetten ne kötülük gördünüz! İlle de başınıza kral geçirmeye ne lüzum vardı? Üstelik güttüğünüz siyasette çok tehlikeli; İtalyanlar Balkanlara sızmak için sizi maşa olarak kullanacaklar."
İtalyan Büyükelçisi söze karışmak istedi. Atatürk ona döndü. Sözlerini herkesin duyması için tercümana yüksek sesle tekrarlatarak, Antalya' yı isteyen İtalyan öğrencilerinin Roma' daki elçiliğimizin önünde gösteri yapmalarına takıldı.
"Antalya bizim İtalya' daki elçiliğimizin cebinde değil ki." diye açıkladı. "Antalya buradadır. Niye gelip almıyorsunuz?
Ekselans Duce' ye(Mussolini) bir teklifim var. Askerlerini karaya çıkarsın, ondan sonra savaşalım. Kim kazanırsa Antalya onun olur."
Büyükelçi; "Bu bir savaş ilanı mı, Ekselans?
Atatürk; "Hayır" dedi. Ben burada herhangi bir vatandaş gibi konuşuyorum. Türkiye adına savaş ilan etmeye yalnızca Türkiye Büyük Millet Meclisi yetkilidir. Ama şunu da kafanızdan çıkarmayın ki, Büyük Millet Meclisi zamanı gelince, Benim gibi basit yurttaşların duygularını da göz önüne alır."
- Mustafa Kemal ATATÜRK' ten nadide bir vecize de şöyledir; "Bir devletin ileri gelenleri, kendi insancıl duygularına uyarak devlet sorunlarını çözemez, o yetkisi yoktur. Yurt kimsenin çiftliği değildir. Yalnız biz Türkler yurdun ve ulusun yönetimini elimize aldığımız zaman kendi kişisel işlerimizi, devletin yabancılarla olan işlerinde ve sorunlarının çözümünde ilke sayıyoruz ve bir çocuk gibi aldanıyoruz."
- 22 eylül 1919' da Mustafa Kemal, Amerikan mandacılığını kabul ettirmek için Amerika' dan gönderilen general Harbord' la şu görüşmeyi yapar;
Harbord;"Paşam! Bu görev bana verildiği zaman Türk tarihini okudum. Gördüm ki büyük kumandanlar yetiştirmiş, büyük ordular kurmuşsunuz. Bunu yapan bir milletin mutlaka bir medeniyet sahibi olması gerekir. Bunu takdir ederim. Siz, Birinci Dünya Savaşında, başta Almanya olmak üzere dört nüyük müttefik iken, dört yıl savaştınız. Ve sonunda mağlup oldunuz. Dört müttefikin bir arada yapamadığını, bu vaziyetinizle nasıl yapmayı düşünebiliyorsunuz. Fertlerin zaman zaman intihar ettiğini gördük. Şimdi de bir milletin intiharına mı tanık olacağız? Yani milletinizi ölümden ancak, manda idaresini kabul etmenizle kurtulabilirsiniz."
General Harbord' un bu sözleri üzerine büyük bir heyecanla ayağa kalkan Mustafa Kemal şu karşılığı verir;
"Biz, emperyalistlerin eline düşen bir kuş gibi yavaş ve sefil bir ölüme mahkum olmaktansa, babalarımızın oğulları olma sıfatıyla vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ederiz. Ve yine şunu iyi bilmenizi isterim ki; bir millet maddi ve manevi tüm gücünü ortaya koyar, savaşır, didinir sonunda başarılı olamazsa, o millet zaten ölmüştür. Fakat ben şuna inanıyorum ki; Türk milleti mutlaka başarılı ve muzaffer olacaktır."
Mustafa Kemal bu sözleri söylerken, avucunun içinde pençeye düşen bir kuş işsareti yapıyordu. General Harbord ise şaşkınlık içindeydi. Hala Mustafa Kemal 'e sorular soruyor ve uyarılar yapıyordu.
"Pekala! Bu kadar büyük bir işe girişiyorsunuz. Paranız var mı? Bütçeniz nerede ve nedir? Bu parasızlık ve vasıtasızlıkla işe girişmek memleketi feci bir akibete sürüklemek değil midir? Bu sorumluluğu nasıl üzerinize alabilirsiniz?
General Harbord'un bu soruları karşısında Mustafa Kemal o derece sinirlenmişi ki, elinde oynamakta olduğu tespihi kuvvetle çekmiş, ip kopmuş ve tespih taneleri dağılmıştı. Eğilip, o tespih tanelerinden bir kaçını toplayarak ipe dizdi. Şöyle devam etti;
"Görüyorsunuz general! İp kopmuş ve taneler dağılmıştır. İşte ben şimdi yaptığım gibi o taneleri birer birer toplayacağım. İşte görüyorsunuz general o zaten dağılmış. Öldürsem ben öldürürüm. Yabancılar elinde öleceğine kendi öz evladının elinde can versin. Fakat ben onu öldürmem. Toplayacağım; o dağılanı yeniden bir araya getireceğim.
Harbord bu inanç ve heyecana tanık olarak Mustafa Kemal' in yanından ayrılırken kararlılık karşısında şunları söylemek zorunda kalır; "Biz de olsak, onun yaptığını yapardık."
- Mustafa Kemal'in Sivas' tan Ankara' ya gelirken kullandığı arabaların lastikleri o kadar eskiydi ki, içine bez konularak şişiriliyordu.
- Batı düşüncesiyle yoğrulmuş olan Mustafa Kemal, Bolşevik değildi. Komünizme kesin olarak karşıydı. Türk heyeti Ruslarla görüştüğü sırada o; "Bizim bolşevik olmamız söz konusu değildir." diyordu. Biz millet olarak kendi ilkelerimize ve geleneklerimize bağlıyızdır...Sovyetler bize yardım edebilecek durumda ve düşmanlarımızın düşmanıdırlar...Ancak bizim , kendi amaçlarımızı bir yana itip de Sovyet uydusu olmamız gibi bir şey asla düşünülemez."
- Sakarya Savaşı Mustafa Kemal'in öteden beri gördüğü gibi topyekün bir savaştı. "Harp, yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla ve ellerindeki herşeyle, bütün elle tutulur ve tutulmaz güçleriyle karşı karşıya gelmesi ve birbirleriyle vuruşması demektir. Budan dolayı, bütün Türk milletini, cephede bulunan ordu kadar fikren, hissen ve fiilen ilgilendirmeliydim. Milletin her ferdi, yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyde, evinde, tarlasında bulunan herkes, silahla vuruşan savaşçı gibi kendini ödev almış hissederek, bütün varlığını mücadeleye verecekti." diyor. Daha sonra ekliyor; "Gelecekteki savaşların yegane başarı şartı da en ziyade bu söylediğim hususta münderiç(yer almış) olacaktır."
-Halide edip'ten; "İşte Sakarya, kıvrılarak gidiyor. Etrafında birtakım toplu iğneler üzerinde kırmızı ve mavi kağıtlar konulmuş. Birer kelebeğe benzeyen iğneler... Eğer askeri durum hakkındaki duygularımı Mustafa Kemal Paşa' ya söylesem, mutlaka gülerdi. Yunan ordusu kocaman bir canavar gibi, Ankara' ya yaklaşmış görünüyordu. Muvazi olarak Türk ordusu da, kıvrılarak bu canavarın Ankara'ya yaklaşmasına mani olmaya çalışıyordu. Siyah canavar o kadar kocamandı ki, insana yeis veriyordu." Eğer Ankara 'ya bizden önce gider de bizi geride bırakırlarsa ne yaparız? diye sordum. Bir kaplan gibi gülümsedi; "Bon voyage, Messieursé derim. -İyi yolculuklar, beyler!-
Arkalarından vurarak onları Anadolunun boşluğunda mahvederim."
- Sakarya Savaşından yıllar sonra bir ressam, Mustafa Kemal' e Sakarya Savaşı'nı gösteren bir tablo hediye etti. Kendisi, ön planda, yağız bir savaş hayvanına binmiş olarak görülüyordu. Ressam, tebrik beklerken, birdenbire Mustafa Kemal' in "Bu tabloyu kimseye göstermeyin" demesi üzerine şaşırıp kaldı. Kimse ne söyleyeceğini bilemiyordu. Mustafa Kemal açıkladı; "Savaşa katılmış olan herkes bilir ki, hayvanlarımız bir deri bir kemikten ibaretti, bizim de onlardan arta kalan bir yanımız yoktu, hepimiz iskelet halindeydik. Atları da savaşçıları da böyle güçlü kuvvetli göstermekle Sakarya' nın değerini küçültüyorsunuz, dostum."
-Atatürk, olağanüstü savaş durumu bittikten sonra kendisinin devleti ele geçireceğini, diktatörlüğünü ilan edeceğini, ve devleti kendi emelleri için kullanacağını düşünen ve bunu kendisine açık açık söyleyen yakın arkadaşlarına şu cevabı verir; "O mutu gün gelince, bütün milletle birlikte, en büyük mutluluklara erişmekle şeref duyacağız. Benim başlıca ikinci bir mutluluğum olacaktır ki o da, kutsal davamıza başladığımız gün bulunduğum yere geri dönebilme olanağıdır. Milletimin koynunda serbest bir fert olmak kadar, dünyada bahtiyarlık var mıdır? Gerçekleri iyi kavrayan, yürek ve vicdanında manevi ve kutsal hazlardan başka zevk taşımayan insanlar için, ne kadar yüksek olursa olsun, maddi ve manevi makamların hiçbir değeri yoktur."
-Başkomutanlık görevini aldıktan hemen sonra ordunun başına geçti ve çok büyük ve kesin bir zafer kazandı. Zaferi kazanması için de on beş gün yetmişti. Sonunda Ankara' ya dödüğü vakit arkadaşlarından özür diledi;" Kusura bakmayın. İnsan bazen hesabında yanılabilir. Tahminimde bir günlük yanlış yapmışım."
-Atatürk' ten şu anki durumumuza da ışık tutan konuşmalarından bir tanesi de şöyle; " Eğer çağdaş yaşayışa ayak uydurmak, onun yüklediği zorunlulukları kabul etmek istemezseniz, bütün yaptıklarımız hiçbir işe yaramayacaktır. Köhne geleneklere sımsıkı yapışıp durursanız, cüzzamlılar, paryalar gibi yapayalnız kalırsınız. Kişiliğiniz koruyun; ama Batı' dan da, ileri bir millete gerekli olan şeyleri alın. Yaşayışınızı, bilime ve yeni düşüncelere uydurun. Siz bunu yapamazsanız, günün birinde onlar(batı) sizi yutar."
-Ankara' da bir öğretmenler kongresinde kandınlar da, erkekler de katılmış; ama kadınlar erkeklerle aralarında birçok sıra bulunacak şekilde ayrı bir yere oturtulmuşlardı. Bu toplantıyı haber alan hocalar, telaşla, heyet halinde protesto için Gazi' ye gittiler. Gazi, öğretmenler derneğinin başkanını çağırarak yüksek sesle azarladı; " Ne yapmışsınız, bu öğretmenler toplantısında? Utanmıyor musunuz? Ayıp!" Hocalar, sevinçten yerlerinde duramıyorlardı. Gazi devam etti; "Toplantıya kadın öğretmenleri de çağırmıssınız. Peki, onları ne diye erkeklerden ayrı oturttunuz? Kendinize mi güveniniz yok, yoksa bu hanımların
namusundan mı şüphe ediyorsunuz? Bir daha kadınların ayrı tutulduğunu duymayayım." Hocaların eli ayağı kesilmiş, dilleri tutulmıştu.
Bundan sonra Gazi, demeçlerinde sık sık kadınların sorununa değinmeye başladı. Kadınlar , erkekler kadar, hatta onlardan daha iyi eğitim görmeliydiler. Çünkü erkekleri de yetiştiren onlardı. "Daha iyi düşünen, daha mükemmel adamlara ihtiyacımz var. Geleceğin anneleri böyle adamların nasıl yetiştirileceğini bilmelidirler." diyordu Gazi Mustafa Kemal.
-Atatürk' ün yaptığı dil devrimiyle beraber ifade şekli öylesine sadeleşmişti ki, eski Osmanlı memurunun, "Zatialiler tarafından lütuf buyurulan tekalif üzerinde imal-i fikreylemek bendeniz için şerefbahs olmuştur" diye uzattığı cümleyi Cumhuriyet devrindeki memur, "Teklifiniz düşünüldü", diye toparlayabiliyordu.(Türkçe'nin zenginliğini tartışanlar da iyi okusun burayı.)
-Mustafa Kemal Amerikan Büyükelçisi Sherril ile konuşurken Türk' ün özelliklerini şöyle anlatır; "Türkler daha ilk zamanlarda, tıpkı kartal gibi bakışları keskin, uçar gibi hızlı, vücutları da kafaları dagüçlü insanlardı.Çevrelerinden gelen maddi, manevi herhangi bir baskıdan tedirgin olurlardı. Doğdukları yerin kapalılığına, uzaklığına isyan etmişlerdi. Dünyaya bu yüzden yayılmışlar, hep aynı kökten başka ırklarla dövüşmüş, kaynaşmış ama onları her zaman kendi uygarlıklarından yararlandırmışlardı. Kısacası uygar dünyanın ataları Türklerdi."
-Atatürk meclisin detaylı işlerini 1930 lu yıllardan sonra milletvekillerine bırakmış ve mesaisini dış politikaya ayırmıstır. Bunun sebebi de yakında başlayacağını önceden kestirdiği İkinci Dünya Savaşı'ndan önce, Türkiye ile Batı arasındaki çözülmesi gereken sorunları çözme isteğiydi.
Savaşa hazırlık niteliğinde olan sinir harbinde Türkiye' ye ilk tehdidi savuran Mussolini olmuş, 1934 baharında verdiği bir söylevde Asya ve Afrika' daki tarihi hedeflerini açıklamıştı. Bu açıkca bir savaş ve istila tehdidiydi. Türkler buna Ege kıyılarında gösterişli manevralarla karşılık verdiler. Mussolini aslında Habeşistan seferine hazırlık oalrak Türk kıyıları önündeki Leros adasını tahkim etmeye başlayınca, Atatürk tutumunu açıklamak için kendisine göre bir yöntem seçti.
Bir akşam, Ankara Palas' ta yemek yerken, yanındaki masada İtalyan Büyükelçisini gördü. Arnavutluk elçisi de oradaydı. Gazi, yanlarına gidip Arnavuta eğilerek:" Asaf Bey" dedi. "Gazetelerde acayip resimler görüyorum. Neler oluyor sizin Arnavutluk' ta? Operet mi oynuyorsunuz? (Bunu söylemekle Kral Zago' nun şatafatlı üniformalarına taş atıyordu)
"Hem" diye eğilerek devam etti. "Cumhuriyetten ne kötülük gördünüz! İlle de başınıza kral geçirmeye ne lüzum vardı? Üstelik güttüğünüz siyasette çok tehlikeli; İtalyanlar Balkanlara sızmak için sizi maşa olarak kullanacaklar."
İtalyan Büyükelçisi söze karışmak istedi. Atatürk ona döndü. Sözlerini herkesin duyması için tercümana yüksek sesle tekrarlatarak, Antalya' yı isteyen İtalyan öğrencilerinin Roma' daki elçiliğimizin önünde gösteri yapmalarına takıldı.
"Antalya bizim İtalya' daki elçiliğimizin cebinde değil ki." diye açıkladı. "Antalya buradadır. Niye gelip almıyorsunuz?
Ekselans Duce' ye(Mussolini) bir teklifim var. Askerlerini karaya çıkarsın, ondan sonra savaşalım. Kim kazanırsa Antalya onun olur."
Büyükelçi; "Bu bir savaş ilanı mı, Ekselans?
Atatürk; "Hayır" dedi. Ben burada herhangi bir vatandaş gibi konuşuyorum. Türkiye adına savaş ilan etmeye yalnızca Türkiye Büyük Millet Meclisi yetkilidir. Ama şunu da kafanızdan çıkarmayın ki, Büyük Millet Meclisi zamanı gelince, Benim gibi basit yurttaşların duygularını da göz önüne alır."
- Mustafa Kemal ATATÜRK' ten nadide bir vecize de şöyledir; "Bir devletin ileri gelenleri, kendi insancıl duygularına uyarak devlet sorunlarını çözemez, o yetkisi yoktur. Yurt kimsenin çiftliği değildir. Yalnız biz Türkler yurdun ve ulusun yönetimini elimize aldığımız zaman kendi kişisel işlerimizi, devletin yabancılarla olan işlerinde ve sorunlarının çözümünde ilke sayıyoruz ve bir çocuk gibi aldanıyoruz."
- 22 eylül 1919' da Mustafa Kemal, Amerikan mandacılığını kabul ettirmek için Amerika' dan gönderilen general Harbord' la şu görüşmeyi yapar;
Harbord;"Paşam! Bu görev bana verildiği zaman Türk tarihini okudum. Gördüm ki büyük kumandanlar yetiştirmiş, büyük ordular kurmuşsunuz. Bunu yapan bir milletin mutlaka bir medeniyet sahibi olması gerekir. Bunu takdir ederim. Siz, Birinci Dünya Savaşında, başta Almanya olmak üzere dört nüyük müttefik iken, dört yıl savaştınız. Ve sonunda mağlup oldunuz. Dört müttefikin bir arada yapamadığını, bu vaziyetinizle nasıl yapmayı düşünebiliyorsunuz. Fertlerin zaman zaman intihar ettiğini gördük. Şimdi de bir milletin intiharına mı tanık olacağız? Yani milletinizi ölümden ancak, manda idaresini kabul etmenizle kurtulabilirsiniz."
General Harbord' un bu sözleri üzerine büyük bir heyecanla ayağa kalkan Mustafa Kemal şu karşılığı verir;
"Biz, emperyalistlerin eline düşen bir kuş gibi yavaş ve sefil bir ölüme mahkum olmaktansa, babalarımızın oğulları olma sıfatıyla vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ederiz. Ve yine şunu iyi bilmenizi isterim ki; bir millet maddi ve manevi tüm gücünü ortaya koyar, savaşır, didinir sonunda başarılı olamazsa, o millet zaten ölmüştür. Fakat ben şuna inanıyorum ki; Türk milleti mutlaka başarılı ve muzaffer olacaktır."
Mustafa Kemal bu sözleri söylerken, avucunun içinde pençeye düşen bir kuş işsareti yapıyordu. General Harbord ise şaşkınlık içindeydi. Hala Mustafa Kemal 'e sorular soruyor ve uyarılar yapıyordu.
"Pekala! Bu kadar büyük bir işe girişiyorsunuz. Paranız var mı? Bütçeniz nerede ve nedir? Bu parasızlık ve vasıtasızlıkla işe girişmek memleketi feci bir akibete sürüklemek değil midir? Bu sorumluluğu nasıl üzerinize alabilirsiniz?
General Harbord'un bu soruları karşısında Mustafa Kemal o derece sinirlenmişi ki, elinde oynamakta olduğu tespihi kuvvetle çekmiş, ip kopmuş ve tespih taneleri dağılmıştı. Eğilip, o tespih tanelerinden bir kaçını toplayarak ipe dizdi. Şöyle devam etti;
"Görüyorsunuz general! İp kopmuş ve taneler dağılmıştır. İşte ben şimdi yaptığım gibi o taneleri birer birer toplayacağım. İşte görüyorsunuz general o zaten dağılmış. Öldürsem ben öldürürüm. Yabancılar elinde öleceğine kendi öz evladının elinde can versin. Fakat ben onu öldürmem. Toplayacağım; o dağılanı yeniden bir araya getireceğim.
Harbord bu inanç ve heyecana tanık olarak Mustafa Kemal' in yanından ayrılırken kararlılık karşısında şunları söylemek zorunda kalır; "Biz de olsak, onun yaptığını yapardık."