Her Güne Bir Bilgi

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Moderatör
Katılım
23 May 2010
Mesajlar
10,583
Reaction score
0
Puanları
0
Merak edenlere , okumayı sevenlere hergün
yeni yeni bilgiler ..







Türkçede ki haftanın 7 gününün anlamları ve nereden geldiklerini merak edenler?



Pazartesi: Herkesin bildiği gibi, “pazar-ertesi”, yani pazarın kurulduğu günden sonraki gün…

Salı: Farsça’daki “salis”ten (üçüncü demek) geliyor, yani “haftanın 3. günü”…

Çarşamba: Farsça’daki “çehar” (dört) ve “şenbe”den (gün) geliyor (4. gün...).

Perşembe: Yine Farsça: “penç” (beş) ve “şenbe”den (5. gün)…

Cuma: Arapça’daki “cem” (toplanma) kökünden “cum’a”… (cem, cami, cuma, cumhur, cumhuriyet, cemaat, cemiyet, vb. hep aynı kökten türemiştir) Müslüman toplumlarda toplanma günü, cuma…

Cumartesi: “Cuma-ertesi”, yani toplanma gününden sonra gelen gün…

Pazar: Farsça’daki “bazar”‘dan (yiyecek, öteberi satılan yer, pazar) geliyor. Büyük olasılıkla “pazar yerinin kurulduğu gün” anlamında adını almış.









 
İnsanın Ten Rengi Değişebilir mi ?






Evet, hemde bir besini fazla miktarda tüketerek...

Havuç :



Havuç, kökü yenilen otsu bir bitkidir. İlk olarak bundan 3 bin yıl kadar önce Orta Asya'da Afganistan dolaylarında yetiştirilmiş, buradan da Ortadoğu yoluyla dünyaya dağılmıştır. Aslı yol kenarlarında, kıraç yerlerde yetişen yabani havuçtur.

İlk havuçların renkleri turuncu değildi. Beyaz, pembe ve sarı idiler. Turuncu veya kırmızımsı havuçlar 1600'lü yıllarda Hollandalılar tarafından geliştirilmişlerdir. Günümüzde tüketilen havuçların hemen hemen hepsi Hollanda kökenlidir.

Peki havuç nasıl oluyor da tenimizin rengini değiştirebiliyor ?


Havuç çok miktarda yenildiğinde cilt turuncu renge bürünür. Cildi turuncu renge çeviren, karoten denilen turuncu renkli boya maddeleri, yani pigmentlerdir. Aslında normal olarak yenildiğinde bir tesiri olmayan karoten çok miktarda yenilen havuç vasıtası ile aşırı alındığında cilt yüzeyinde birikerek turuncu bir renk oluşturur. Bu durum geçicidir fakat yüksek dozlar zehirli olabilir.
 
Nargile Tarihçesi
Nargile doğu kültürünün bir öğesi olmakta ile birlikte doğuş yerinin Hindistan olduğu zannedilmektedir. Çok farklı kültürlerinin farklı adlandırdıkları bu keyif aracı Araplar tarafından "Narcile", İranlılar tarafından da "Kalyan" diye adlandırılır. Asıl nargilenin kökeni ise Farsça’da "Hindistan cevizi..." anlamına gelen "Nargil"den gelir. Hindistan’da ortaya çıkan nargilenin ilk örnekleri Hindistan cevizinin içinin çıkarılıp kabuğuna bir kamış sokularak yapılmıştır. Zamanla Hindistan cevizi yerine kabak kullanılmaya başlanmış, kullananların sayısı arttıkça porselen ve bronz da nargile için elverişli malzemeler haline gelmiştir. Bunları cam, billur, çini hatta gümüş gövdeli nargileler izlemiştir. Hindistan’da doğan nargile, başta İranlılar olmak üzere Araplar, daha sonra da Osmanlılarla tanışmış.
Osmanlı döneminde İran’dan getirilen ve zamanın kahvehanelerinde muhabbetlere eşlik eden tömbeki, bazı padişahlar tarafından yasaklanmıştır. Nargile de uzun zaman İstanbul Tophane’de, İzmir Kemeraltı'nda ve Ankara Gençlik Parkı'nda tömbeki olarak sunulmaya başlanmıştır. Bu nostaljik mekanların müdavimlerini ise genellikle orta yaşın üstündeki insanlar oluşturuyordu. Daha sonraki, yani yakın dönemlerdeki aromalı nargilelerin hayatımıza girmesi ile daha hafif bir içecek haline gelen nargile genç kitle tarafından da tercih edilmeye başlandı.




wol_error.gif
Orjinal Boyutlarını Görmek İçin Tıklayınız
nargile1.jpg
 
Elektrik insanı nasıl çarpıyor?

İnsanların elektriğe çarpılmaları onun bir iletkeni haline gelmelerinden oluyor. Sıvılar iyi iletkendirler, yani elektriği iyi iletirler. Vücudumuzu içi sıvı dolu bir kap olarak düşünürsek, bütün koruma görevi derimize kalıyor. O da vücudumuzun her tarafında aynı kalınlıkta değil. Islanın...
ca o da iletkenleşiyor, hele üzerinde bir yara varsa direnci tamamen yok oluyor.
Evlerimizde 220 volt ve 50 Herz akım daima vardır. Ne kadar ilginçtir ki, bir elektrik akımının insana en tehlikeli frekans aralığı 50-60 HZ.dir. Elektrik akımını evimizdeki su tesisatına benzetebiliriz. Suyun basıncı neyse "Volt" da odur. "Amper" de suyun miktarının karşılığıdır.
Elektriğe çarpılmada süre de önemlidir. Süre uzarsa deride yaralar oluşur ve elektrik bu yaralardan daha çabuk geçer. Derimizden geçen elektrik akımı derhal sinir sistemimizi etkiler. Beyindeki nefes alma merkezini felç eder, kalbin ritmini bozar hatta durmasına neden olur. Elektrik çarpmasının sonucu genellikle kalp durması olduğu için ilk yardım da ona göre yapılmalıdır. Elektriğe nereden çarpıldığımız da önemlidir. Elektriğin elden ele veya elden ayağa geçmesi aradaki hayati organlarımıza zarar verebilir.
Elektriğe çarpılınca şoka girmemizin nedeni kendi elektriğimizdir. Sinir sistemimizin ürettiği elektrik ile dışardan çarpıldığımız elektrik karşılaşıp iç içe girince vücudumuzda kasılmalar ve titremeler yaratıyor.
Elektrik çarpmasında voltajın değil de akımın şiddetinin yani amperin önemli olduğu ileri sürülüyor. Bu konuda elektrik mühendisleri ile fizikçiler arasında görüş ayrılığı var. Zaten elektriğin kendisinin de tam bir tanımı yapılmış veya tek bir tanım üzerinde uzlaşma sağlanmış değil.
Elektriğin öldürücü gücünün voltaj değil de akım miktarı olduğunu öne sürenlere göre akım doğrudan kalbi etkiliyor. Bu düşünüşe göre bir ila beş miliamperde acı başlıyor; 100 miliampere gelince sinirler reaksiyon gösteriyor ve 100-300 miliamperde şok oluşuyor. Tabii bütün bu değerlendirmeler tam bir bilimsel sınıflandırma değil. Yani tuzlu bir suyun içinde iseniz, cereyan tüm vücudunuza birden değeceğinden mili değil mikroamper seviyesinde bile bir akımdan zarar görebilirsiniz.
Elektriğe çarpılanlar eğer ölmezlerse, genellikle hayatlarının geri kalan kısmını bu olayın izi kalmadan, problemsiz olarak yaşayabiliyorlar. Ama az miktarda da olsa sinir sistemi üzerinde hasar bırakabiliyor. Elektrikten çarpılıp şoka girenlere de, kalp ritmini düzenlemek için yine elektro şok uygulanıyor.
 
Ölü Kaç Günde Çürür



ÖLÜMÜN BELİRTİLERİNE BAKARAK POSTMORTEM İNTERVALİN (PMI) TAYİNİ
Toprak üzerinde bir cesetin çürüme standartı 300 toplam derece olarak hesaplanmıştır.Yani 30 derecelik hava sıcaklığında 10 güne tekabül eder

PMI Ölümde tesbit edilen bulgular
Dakika
30 Diyafragma ve kalp adalesinde ölü sertliğinin başlaması.
20 – 45 Boyunda ölü morluklarının ilk işaretinin görülmesi.
Saat
1 Rectum'da vücut ısısının 1 °C düşmesi (ilk 4 saatte 1 °C, 1 saate karşılıktır )
1.5 Boyundaki ölü morlukların birleşmesi.
1-2 Yüz, el ve ayakların soğuması.
2 Sürrenal medüllasının erimesi.
2-4 Çene ekleminde ölü sertliğinin görülmesi.
6-8 Cildin serin hissedilmesi ve ölü morluğunun yayılması.
8-10 Ölü sertliğinin bütün vücuda yayılması.
10-12 Dış genital organların parşömenleşmesi.
14-16 Teşekkül eden ölü morluklarının yer değiştirmemesi.
15-24 Vücut ısısının dış ortamla eşit hale gelmesi.
24-36 Plevra boşluğunda kirli kırmızı renkte sıvı toplanması; Kalp adelesinde ölü sertliğinin çözülmesi ve sıcak mevsimde karında yeşil lekenin görülmesi.
34–82 Seminal kanalcıklarında spermatozoidlerin hareketlerinin kaybolması.
36-48 Ölü sertliğinin çözülmeye başlaması, karındayeşil lekenin yayılması, çürüme haritasının belirmesi, göz yuvarlağının yumuşaması.
Gün
3-4 Ölü sertliğinin tamamen kaybolması.
6 Kurt ve kurtçukların görülmesi.
8 Ölünün yeşil renge boyanması.
10-15 Flikten, genel şişme, pütresin ve kadaverin gibi aromatik cisimlerin belirmesi.
18-20 Karnın patlaması ve pis kokuların etrafa yayılması.
Ay
1-2 Cilt altı yağ dokusunun mumyalaşması.
3 Adalelerin sabunlaşması.
6 Yüz adalelerinin sabunlaşması.
Sene
1 Vücut derin kaslarının sabunlaşması.
1-2 Adalelerin yer yer çürüyerek dökülmesi.
3-4 Yumuşak kısımların kaybolması.
5 Kıkırdak ve tendonların kaybolarak iskeletin ayrılması.
5-10 Kemik lipoidlerinin kayboluşu.
10-15 Kemik strüktürünün kabolması.
50 Kemiğin süngerleşmesi.

devam edelim bu durumda 36-48 saat içinde çürümenin ilk belirtileri başlar amaaaaa şöyle de bir durum var ki hava sıcaklığı, ölünün bulunduğu ortam (açık hava, toprak altı, su içi vb), nem gibi bir takım dış etkiler bu çürümenin hızını yavaşlatır ya da azaltır... Yani çürümenin oluşumunu sağlayan bakterilerin üremesi için 37 cg derece maksimum olduğundan çevre sıcaklığı bu dereceye yaklaştığında bakterilerin üremesi hızlanmakta, uzaklaştığında ise yavaşlamaktadır. Buna göre de Bursa'daki hava sıcaklığı, Bilecik'e göre daha fazla olduğundan Bursa'da cesedin çürüme süreci Bilecik'e göre (bakterilerin üreme hızı ve çürümenin oluşum hızı 4 kat daha hızlı olacağından) daha çabuk olacaktır...
Normal şartlarda 8. günde ceset tamamen yeşil renge boyanmış olacak ve böylece çürüme süreci bitmiş olacaktır (bu arada yeri gelmişken bi bilgi daha vereyim; açık havada kalmış cesetlerde, optimal şartlarda birkaç ay sonra yumuşak dokular kaybolmaya ve iskelet ortaya çıkmaya başlar, birkaç yıl içinde ise iskeletleşme tamamlanmış olur... )

biz 8 günü baz alırsak nasıl hesap yapılır bilmiyorum ama aslında hava sıcaklığını ve cesedin beklediği ortamın açık havada olması durumunu da göz önüne alırsak çürüme Bursa'da 8 günden daha az, Bilecikte de 8 günden daha fazla sürecektir, tahminime göre yaniii

bir de ölüm öncesinde bir kas aktivitesi durumu söz konusudur. Bu durumda da ölü sertliği durumu daha çabuk başlar ve daha çabuk biter... Normal şartlarda 3-4 günde ölü sertliği tamamen kaybolduğuna göre, bizim sorudaki ölüm sertliği durumu bu süreden daha önce gerçekleşecektir. Tabi bu da çürümeyi daha da hızlandıracaktır...
 
Arka koltukta neden araba tutuyor?

Arkada oturunca ufuk çizgisi görülmüyor. Araç tutması, iç kulakta hareket algılanırken, gözlerden sabit olduğunuz bilgisinin gelmesi nedeniyle yaşanır. Yani arkada otururken, beyin aracın hareket ettiğini anlamaz ve böylece vücut dengesi bozulur.

 
Erkeklerde selülit olur mu?

Portakal kabuğu gibi bir cilt sadece kadınlarda değil erkeklerde de bulunuyor. Ancak erkeklerde selülit daha çok boyun ve karın bölgesinde görülüyor.
 
Hıçkırık Nedir Nasıl Geçer

Göğüs boşluğu ile karın boşluğunu birbirinden ayıran diyafram kasının birden kasılması sonucunda gerçekleşen ani soluk alımına hıçkırık denir. Bu arada ses tellerinin bulunduğu kısım kapanır ve buradan geçen hava ani olarak kesilir. Bu durum hıçkırınığın çıkardığı sesin nedenidir.

Hıçkırık Nedenleri
Nedenleri çok çeşitlidir. Bununla birlikte, fazla yemek, hazımsızlık, acı, baharatlı ve sıcak yemekler, alkollü ve asitli içecekler, mide gazı ve sinir rahatsızlıkları en sık rastlanılan nedenlerdir. Ayrıca, bazı beyin, kalp, karaciğer, bağırsak hastalıkları ile zatülcenp ve zatürrede de görülebilir. Bu nedenle sürekli ve uzun süren hıçkırıklarda bir doktora baş vurmak gerekir.

Hıçkırık Nasıl Geçer
Hıçkırığı önlemek için öncelikle yavaş yemek, acı ve baharatlı yiyeceklerden, alkollü ve gazlı içeceklerden uzak durmak gerekir.

Bu önlemlere rağmen oluşan hıçkırığı kesmek için pek çok yöntem uygulanmaktadır. Kese kağıdına nefes alıp vermek, nefesi tutmak, nefesi tutup su içmek gibi yöntemler uygulanabilir. Hıçkırığı kesmek için uygulanan yöntemler çoğunlukla nefes alımını kontrol etmekle ve sinirlerle ilgilidir.

Hıçkırık tutması başka bir hastalıktan kaynaklanıyorsa ya da kişiyi ciddi şekilde rahatsız edecek kadar oluyorsa tıbbi tedavi gerekir.
 
Işığını belirli bir ritmle yakıp söndürebilen erkek ateş böceğinin dişi bulma ihtimali çok daha yüksekmiş.

100709-atesbocegi.widec.jpg


Erkek ateşböceklerinin uygun eşi bulmak için uyumlu ateş saçtığı ortaya çıktı.

Amerikalı bilim adamlarının laboratuvarda yaptığı araştırma, erkek ateşböceklerinin belirli bir ritmle ışık saçtıktan sonra bir süre ışık saçmayı kestiğini, bu sırada yaprak ya da dalların üzerindeki dişilerin tek ışık "göndererek" çekici bulduğu erkeğe karşılık verdiğini gösterdi.

Bilim adamları, laboratuvarda dişi ateşböceklerini, erkeklerin uyumlu ve uyumsuz ışıklarını taklit eden ışıklara maruz bıraktı. Deneylerde, erkeklerin uyumlu ışık saçması halinde dişilerin yüzde 80'inin karşılık verdiği gözlendi. "Ahenkli" olmayan ışıkların ise dişilerin yüzde 10'unun ya da daha azının dikkatini çektiği belirtildi.

"Science" dergisinde yayımlanan araştırmaya imza atanlardan Andrew Moiseff, küçük baş ve beyne sahip ateşböceklerinin çok karmaşık ve şaşırtıcı şeyleri yapabilme yetenekleri bulunduğunu vurguladı.

Ateşböceklerinin "ahenkli ışıkları" birçok kez gözlenmişti, ancak ilk kez bu durumun biyolojik işlevi olup olmadığı laboratuvarda araştırıldı.​
 
Times Gazetesinden poşet çayın öyküsü:

“Bir çok icat gibi poşet çay da kazara ortaya çıkmış. Bundan yüz yıl önce, New Yorklu kahve tüccarı Thomas Sullivan çay ticaretine girişmiş.Ama işler pek iyi olmadığından biraz tasarruf yapayım diye düşünmüş ve çayını tanıtmak için muhtemel alıcılara yolladığı eşantiyonlardan kısmaya karar vermiş. “Çayı, eski usul bol bulamaç, torbalara doldurup yollamak yerine küçük miktarlarda, minik ipek poşetlere koyarak yollamaya başlamış. Ama alıcılar Sullivan’ın eli sıkılığını yanlış anlamış. Poşetleri kesip içindeki çayı demliğe koymaları gerekirken, poşeti olduğu gibi demliğe atıvermişler. “Sullivan’ın icadı Amerika’da kısa zamanda tutulmuş. Çay tiryakileri kitleler halinde poşet çaya dönmüş. Ve ipek poşet de 1930′da yerini kağıda bırakmış. “Fakat, poşet çayın, Amerika’dan İngiltere’ye gelişi tam 50 yıl gecikmeli. Çünkü İngiliz çay tiryakileri bu Amerikan icadına uzun süre kuşkuyla yaklaşmışlar. Yine de bugün İngiltere’de poşet çaysız bir yaşam düşünmek çok zor. Ülkede bir günde içilen 130 milyon fincan çayın yüzde 96’sı poşet çünkü.”
 
Kartalların Zafer Uçuşu!!!Kuşlar arasında en uzun yaşayanlarından bir tanesi de kartallar. Eğer bir kartal ömrünün son demine kadar yaşamak isterse 70 — 80 sene yaşayabiliyor. Tabi isterse…Kartalların uzun yaşamaları ömürlerinin yarısında verecekleri bir karara bağlı. 40 lı yaşlara gelen kartallar yaşamak ya da ölmek arasında bir karar vermek zorundadır. Bu yaşlarda kanatları hantallaşır ve uçamaz olurlar. Tırnakları büyür avlarını yakalayamazlar. Gagaları genişler ve sertleşir buda onların yemek yemelerini engeller. Bu nokta kartallar için ya bir bitiş noktası ya da yeniden doğuş noktasıdır.Eğer kartal ölmeyi isterse zaten hayatı onu ölüme sürükler. Avlanamayacağı için aç kalır. Güçsüzleşir. Kanatlarının hantallığı uçmasını engeller. Yerlerde sürünmeye başlar. Ve zamanla tıpkı daha önce onun avladığı avlar gibi o da avlanır.Ama kartal yaşamayı seçerse onu zorlu bir yol bekler. İlk önce ona kimsenin zarar veremeyeceği yüksek bir dağın zirvesine yerleşir. Burada kendisine bir yuva yapar. Ve o işkenceli günler başlar.İlk olarak kayalara gagasını vurarak kırar. Kanlar içinde kalan ağzından yeni bir gaganın çıkmasını beklemek zorundadır. Yeni gagası çıkmaya başlar ve zamanla sertleşir. Artık en güçlü organlarından birisini yenilemiştir. Sıra kanatlarına gelir. Yeni gagasıyla kanatlarını tek, tek yolmaya başlar. Bu öyle eziyetli bir iştir ki dayanması gerçek bir güç gerektirir. Zamanla bütün kanatlarını yolar ve yine çaresiz bekleyiş başlar. Bu sefer kanatlarının yeniden çıkmasını beklemek zorundadır.Kanatları da çıktıktan sonra en eziyetli işe gelir sıra. Tırnaklarını yeni gagasıyla kökünden sökmek zorundadır. Bunu yapabilmek için cesaretini sonuna kadar kullanması gerekir. Bütün tırnaklarını kökündün söktükten sonra kalan manzara onun için tam bir acıdır. Yıllardır kullandığı tırnaklarının yerinde şimdi kan öbekleri vardır.Zamanla yeni tırnakları çıkmaya başlar. Bu yeni tırnaklar eskisinden çok daha güçlüdür. Artık kartal yeniden doğmuştur.Bu yeniden doğuş tam 150 gün sürer. Açılarla, ızdıraplarla dolu 150 gün. Her günü her saati acı veren 150 gün. Bu kadar uzun zaman bu kadar büyük acılara katlanmak ve sonunda başarmak kutlaması gereken bir şeydir. Kartalda aynen öyle yapar. Bu zaferini kutlamak ister. 150 gün boyunca hiç yer değiştirmediği dağın etrafından ilk uçuşunu yapmaya başlar. Bu uçuş tıpkı anasından doğduğunda yaptığı ilk uçuş gibidir. Atik, cesur ve güçlü bir edayla dağın etrafında süzülür.İşte bu uçuşa kartalların zafer uçuşu denir. Gerçek bir zaferin en gerçek uçuşudur.

 
Örümcekler Kendi Ağlarına Neden Yakalanmaz?



Örümcekler kendi ağlarına kolay kolay yakalanmaz bunu iki şekilde başarır.
Birincisi avı için ördüğü ağda ayrıca sadece kendisinin üzerinde hareket edebileceği yapışkan olmayan özel ulaşım iplikleri vardır örümcek bunları tanır.
İkincisi ağız kısmındaki bir salgı bezinde ürettiği salgı ile sürekli ayaklarını yağlı tutar ve böylece yanlışlıkla tuzak ağına düştüğünde kendisini kurtarabilir. Fakat ürkütüldüğünde nadiren kendi ağına takılıp diğer örümceklere de yem olabilir.
 
gerçekten zafer kartalınki yeniden doğdu valla
 
Karnımızdaki Beyni" Biliyor muydunuz?
Karın boşluğu, vücudun merkezinde, başlı başına bir evren. Araştırmacıların, uzun yıllar gerekli ilgiyi göstermediği bağırsaklar, ikinci beynimiz tarafından yönetiliyor. Sindirim organımız, omurilikden çok daha fazla sinir hücresine sahiptir. Bu organımız, 100 milyon sinir hücresi ile çevrilidir.
Enterik(bağırsaklara ait) sinir sistemi olarak adlandırılan bu örgü, giderek daha çok bilim adamını heyecanlandırıyor. Birçok uzmana göre; karın bölgesi, kafatasında bulunan merkezin devamıdır.
karnimizdakibeyin.jpg
KARNIMIZDAKİ BEYNİN SİNYALLERİ
Karnımızdaki beyin, serotonin gibi, ruh halimizi belirleyen nörotransmitterleri üretiyor ve psiko-aktif maddelere tepki veriyor. Karın, özerk çalışmaktadır. Karın beyninin, beyne gönderdiği sinyaller, beyinden alınandan daha fazladır. Karın, hastalanıp, kendine özgü nevrozlar geliştirebiliyor. Karın, hissediyor, düşünüyor ve hatırlıyor. Sezgisel kararlarımızı, bu içsesi dinleyerek alıyoruz..
Dünya üzerindeki tüm kültürlerde duyguların, bedenimizin merkezinde oluştuğu ifade edilmektedir. Bir zorluğu aşarken, göbek çatlatmak, sevinçten göbek atmak, sinirin mideye vurması, açlıktan karnın zil çalması ya da dünyayla göbek bağı vb. deyişler bu yüzden olsa gerektir.
İçsesimizin fısıltılarını, beynimizin kabullenmesi, karnın, beyne üstün gelmesi anlamına gelmiyor. En azından beynimizin dışında, başka bir merkezin olduğu söylenebilir. Karnın, ne kadar önemli olduğunu, bilim de doğrulamaya başladı. Bağırsaklar, gerçekten hayatın önemli sırlarını barındırıyor.
ZEKİCE İŞLEYEN SİNDİRİM SİSTEMİ
Bağırsaklar, zekice işleyen sindirim sistemiyle, sürekli hareket halindedir. New York'taki Columbia Üniversitesi'nde görevli nörobilimci, anatomi ve hücre biyolojisi uzmanı Prof. Dr. Michael Gershon, 1998 yılında "The Second Brain" adlı kitabı yayımladı.
Yazarın çığır açan bu kitabına göre; karnımızda, ikinci bir beyin bulunuyor. İkinci beyin, asıl beynin bir kopyası. Hücre tipleri, etken maddeler ve reseptörleri aynı.
Karın bölgesinde, bu kadar çok sinir hücresinin bulunması, bilim adamlarını, bu organı araştırmaya yönlendirdi. Londra Üniversitesi'nden Emeritüs Prof. Dr. David Wingate, bu alanın öncülerden ve nörogastroenteroloji kavramını keşfedenlerden. Prof. Dr. David Wingate:
"Uzun zaman bağırsaklara, basit refleksleri olan bir organ gözüyle baktık. Kimsenin aklına, sinir liflerini saymak gelmedi" diyor.
karnimizdakibeyin2.jpg
Los Angeles'taki California Üniversitesi'nden, fizyoloji profesörü ve nörogastroenteroloji uzmanı Emeran Mayer ise, şöyle diyor:
"KARINDAKİ BEYİN": ŞAŞIRTICI
"Bundan birkaç yıl önce, psikolojik durum ve karındaki ikinci beyin arasındaki ilişkiden bahsetseydim, meslektaşlarım benimle alay ederdi."
Flinders Üniversitesi'nde görevli, Avustralyalı araştırmacı Marcello Costa, başta kendisinin de inanmadığını anlatıyor. Herkesin hemfikir olduğu konu ise şu:
"Beyin haricinde, en çok sinir hücresinin bulunduğu organ olan bağırsaklar; sindirim işleminden daha fazlasını yapıyor. Kaldı ki tek başına sindirim işlemi bile oldukça karmaşık bir iştir. İkinci beyin, hem vücut hem de ruhun hayatta kalmasını sağlıyor. Kendisi, psikolojimiz üzerinde belirleyici olan serotonin, dopamin, opiatlar gibi, psiko-aktif maddelerin kaynağı. Hatta, valium gibi etkili ilaçların, teskin edici özelliklerini kazandıran benzodiazepin gibi kimyasallar bile burada üretiliyor. Kısacası karın, beyni pek çok şekilde besliyor."
 

Bitkilerin Renkleri Nasıl Oluşur ?


Her maddenin yansıttığı renk, o maddenin sahip olduğu pigment moleküllerine bağlıdır. Yeşil bitkilerdeki asıl pigment molekülü de “klorofil” maddesidir. Bunun yanı sıra bitkilerde başka renkleri oluşturan pigmentler de bulunur ve bu farklı pigment türleri bitkilerde gördüğümüz olağanüstü renk çeşitliliğinin oluşumunu sağlar.

Örneğin klorofile ek olarak bitkilerde “karotenoid” adı verilen pigmentler de vardır. bu pigmentlerin bazıları sarıdır; mısır başaklarına, limonlara, ayçiçeklerine renklerini verirler. Diğer karotenoidler sarıdan daha fazla kırmızıdırlar; bunlar şeker pancarlarında, domateslerde, güllerde, havuçlarda bulunmaktadır. Karotenoidler aynı zamanda yeşil yapraklarda da bulunmaktadır. O halde neden yapraklar kırmızı, sarı ya da turuncu değil de ağırlıklı olarak yeşil renklerde görünürler diye düşünülebilir. Bunun nedeni, klorofilin yeşilinin diğer renklerin görülmesini engelleyecek kadar güçlü olmasıdır.

Bununla birlikte sonbaharda değişiklikler meydana gelir. Gün ışığının azalması ile birlikte bitkiler klorofil üretmeyi durdururlar ve bu yüzden yeşil rengi veren pigmentlerin gücünde azalma olur ve yapraklardaki yeşil renk solmaya başlar. Karotenoidler yaprakları kahverengi, sarı ve kırmızıyla renklendirirler.

Aynı zamanda sonbaharda bazı yaprakların dış tabakalarında “anthocyanin” adı verilen bir grup pigment üretilir. Parlak kırmızı ve mavi olan bu pigmentler bizim sık sık gördüğümüz ve yapraklarda koyu kırmızı ve pembe renkleri oluşturan maddelerdir. Eğer bir bitkide birden fazla pigment bulunuyorsa, bu durumda bitkide, pigmentlerin yansıttığı rengin karışımı görülür.

Kendisine renk veren pigmentlerin tümünün bilgisi o bitkinin DNA’sında kodludur. Bu yüzden bir bitki türü dünyanın neresine gidilirse gidilsin aynı özellikleri taşır. Örneğin dünyanın her yerindeki portakalların rengi aynıdır, şekilleri ve kabuklarının dokusu aynıdır. Portakalın kabuğunun içinde bulunan içi turuncu renkli, kokulu, şekerli su dolu torbacıkları oluşturan şeffaf zarın rengi dünyanın hiçbir yerinde değişmez. Muzlar dünyanın her yerinde sarıdır, domatesler kırmızı, güller, menekşeler, karanfiller hep aynıdır. Dünyanın neresine giderseniz gidin doğal olarak yetişen bir çileğin farklı bir renk taşıdığını göremezsiniz. Dünyanın her yerindeki çileklerin DNA’sında, onları bildiğimiz çilek haline getiren özellikler mevcuttur. Çileğin rengi, kokusu, lezzeti hep aynıdır. Bu eşi benzeri olmayan bir düzendir. Böyle bir düzenin kendi kendine gelişen tesadüflerle oluştuğu elbette ki iddia edilemez.
 
Asfalt Nasıl İcat Edildi , Biliyor musunuz?



Tekerlek ne zaman icat edildi? Tarım devriminin 10-12 bin yıllık bir tarihi varsa tekerleğin icadı daha eskilerde demektir. Peki tekerleklerin rahat seyri için asfalt kullanımı ve asfalt (veya asfalt benzeri) yollar ilk olarak ne zaman yapıldı acaba?

Eldeki bulgulara göre tarih öncesinde yaşamış bazı hayvanların doğal asfalta gömülmesi sonucunda hiçbir bozulma belirtisi göstermeden günümüze kadar ulaştığını biliyoruz. Bunların başında M.Ö. 3200-540 yılları arasında Mezopotamya'da ve İndüs Vadisi'nde yol ve duvar inşaat işlerinde kullanılan asfalt gelmektedir.

Asfalt özellikle suya karşı tecrit işlerinde bolca kullanılmıştır. Bu ifadelerimiz ilk bakışta "gerçekçi" görünmeyebilir. Ne Mezopotamya ne de İndüs Vadisi Avrupa'dadır çünkü. Aldığımız eğitim gereği bütün önemli icatların bütün önemli işlerin Avrupalılar veya onların atası olan Yunanlar tarafından yapılmış olması gerekir diye düşünürüz. Halbuki çağımızın en büyük etnograflarından biri olan Claude Levi-Strauss bakın Avrupalı yurttaşlarına bu dönemi nasıl anlatıyor: "Doğu'nun en eski kültürü İndüs boyundaki şehirlerde Hz. İsa'dan 3 bin yıl önce kurulan Mohenjo-dara ile Harappa'da yaşıyor. Asırların kumların su baskınların güherçilenin Aryan istilalarının yok edemediği bu kadim enkaz akla durgunluk verecek bir manzara arzediyor. Pergelle çizilen ve dik açılarla kesişen sokaklar; bir örnek evleriyle işçi mahalleleri un öğüten maden işleyen kap kacak yapan atölyeler. Blok blok belediye ambarları hamamlar kanalizasyonlar. İktidardaki bir azınlıktan çok müreffeh bir toplum için inşa edilmişe benzeyen zarafetsiz fakat sağlam ve rahat evler. Ziyaretçiler bütün bunlara bakıp kendilerini çağdaş bir şehrin ihtişamı karşısında sanırlar. Avrupa'dan çok Birleşik Amerika'yı hatırlatan bir medeniyet." Böylesine ileri bir medeniyette asfalt kullanımı herhalde yadırganacak bir şey değildir.
Medeniyet dalgasının Batı'ya Mısır'a doğru kayması ile benzer gelişmelerin orada cereyan ettiğini görüyoruz. Özellikle de mumyalama işlerinde.

Modern Avrupa'da ilk asfalt kullanımı ise ancak 19. yüzyılda mümkün olmuştur. 1802 yılında Fransa'da köprü ve tretuar zeminlerini kaplama işlerinde asfalt kullanıldığı tespit edilmiştir ve Amerika Birleşik Devletleri'nin Philadelphia şehrinin 1838 yılında tretuar inşaatı için bir miktar asfalt ithal etmiş olduğu bilinmektedir. Ve 1870 yılında Belçikalı kimyager E.J. de Smadt tarafından ilk defa New Jersey'de asfalt yol kaplaması yapılmıştır. Washington'da 1876 yılında ithal asfalt ile yol kaplaması gerçekleştirilmiştir. 1902'de petrol tasfiyesinden yılda 2000 ton asfalt elde edilmiştir. Petrolden elde edilen asfalt miktarı 1926'dan itibaren her yıl artmıştır. 1950'de 11 milyon ton 1979 da 34 milyon ton 1992 yılında ise 60 milyon tona yaklaşmıştır. Bu miktarın 2000 yılında 100 milyon tonu bulmuştur.
 
Vaktinizi ayırıp okudugunuzu bilmek güzel. Teşekkür ederim , okuyan gözlerınıze sağlık sizinde :smile:
 
Erkeklerin düğmeleri neden sağdadır?




Hakikaten, neden erkeklerin tüm giysilerinde düğmeler sağda, ilikler solda iken kadın giysilerinde tam tersidir?
İşte, insanların daha çok sağ ellerini kullanmalarından dolayı yerleşen bir alışkanlık daha. Sağ elini kullanan bir insan için, sağdaki bir düğmeyi, soldaki bir iliğe geçirmek daha kolaydır. Bu nedenle de erkeklerin düğmeleri daima sağdadır.
Peki kadınların düğmeleri niçin solda? Kadınların çoğunluğu da, daha çok sağ ellerini kullanmıyor mu?
Giysilerde düğmelerin kullanılmaya başlanıldığı ilk zamanlarda, düğmeler hem çabuk kırılabiliyordu, hem de herkesin alamayacağı kadar pahalı idi. Düğme alabilecek zengin kadınlar da, uzun elbiselerini ancak hizmetçilerinin yardımı ile giyebiliyorlardı.
Hizmetçiler ise hanımlarının karşısında, onların düğmelerini, sağ ellerini kullanarak daha rahat ve daha hızlı ilikleyebiliyorlardı (tabii erkeklerin de daha hızlı çözdüklerini söylemeye gerek yok). Bu neden(ler)le, terziler düğmeleri hizmetçinin sağına, hanımının ise soluna gelecek şekilde diker oldular. Günümüzde her kadın, kendi kendine giyinip soyunmasına rağmen nedendir bilinmez, bu adet değişmedi
 
Arı Sokması nın Faydası





70103.jpg

Arı sokması bu rahatsızlığa iyi geliyor
Bilim adamları, arı sokmasından kaynaklanan sıvı zehrin eklem iltihabını tedavi etmeye ve hatta önlemeye yardımcı olduğunu belirlediler.

The Telegraph'ta yer alan habere göre, Brezilya'daki Sao Paulo Üniversitesi'nde görevli araştırma ekibi, arı zehrinin eklem iltihabına yol açan eklemlerdeki zararlı iltihabı kontrol edebildiğini tespit ettiler. Bu zehrin vücutta iltihabı düzenleyen doğal hormonları artıran moleküller içerdiği kaydedildi.

Uzmanlar, arı zehrinin eklem iltihabı ağrısına çare olabilecek yeni tedaviler geliştirmede kullanılabileceğine inanıyorlar.
Arı tedavisi, romatizma ve eklem iltihabı gibi sorunlar yaşayan hastalarda gözle görünür etki yapıyor. Zehir kan dolaşımını hızlandırıyor, ağrıyı dindiriyor ve iltihabı yok ediyor. Bu tedavinin zaten astım ve MS gibi hastalıkların tedavisinde alternatif olarak kullanıldığı belirtiliyor.
 
Geri
Üst